@marsilla_0
|
Her şeyden önce, koca bir evren var olmadan önce, ne vardı? °•°•°•°•° Tanrı evreni yaratmadan önce ilk neye can vermiştir? Kaderleri yazan kutsal kalemlere mi? Ya da kader yazgılarının olduğu parşömenlere mi? Belki kader sandığımız şey hiç var olmamıştır. Belki de bildiğimiz Tanrı koskoca bir yalandır. ... Ruhunu şeytana satanlar Tanrı’nın tapınağından kovulanlardır. Şeytanın ayağına kadar gidip onun ayaklarına kapananlar kutsal olan her şeyi elinin tersi ile geri çevirenlerdir. İyi olan her şeyi geride bırakan zavallı fâni, acı çekerek can verir. O lanetlidir. Onlar şeytanın göz boyamalarına kanmış zavallılardır. Şeytanın safına geçip Tanrı’yı devireceğini düşünenlerdir. Onlar iyi olan her şeye kafa tutmuş cahillerdir. Çekecekleri acı vardır onları bekleyen. Zavallı ben. Karanlığın içinde kalan son ışığa bakıyordum. Mumun üzerinde yanan alev bana gideceğim cehennemi hatırlatıyordu. Alev alev yandığını sandığımız cehennem gerçekten ateşlerle mi bezenmiştir? Belki sadece kendi karanlığında boğulan günahkârlarla dolu bir yerdir. Cehennem, belki içinde bulunduğumuz kederdir. Tanrım, eğer ordaysan: Çocuğun günahların en büyüğünü işledi. Ben bir günah işledim. Bile bile, yanmaya koşar adım gitmek için. Ben bu gece, şeytanla el sıkışmıştım. Onunla anlaşma yapmıştım. Ona ruhumu satmıştım. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Ellerimdeki kanlara baktım. Anlaşma yapmak için ellerini sıktığım günahların efendisi beni, ruhumu yanına almıştı. Mumu söndürdüm. Yerlere dağılmış bitkilere ve kanlara baktım. Karanlıkta, hiç ışık yokken her şey ne kadar net görünüyordu. Gece öyle güzeldi ki içime doluyordu. Gözlerimi kapatıp başımı yukarı kaldırdım. Yere uzandım. Gözlerimdeki yaşlar taş zeminin üzerine düşüyordu. Elimin biri gövdemin üzerinde diğeri ise taşlara uzanmıştı. Sesimi duyan kalmamıştı. Ruhum karanlığın içine çekilirken hiç çığlık atmamıştım. Bu kararı verdiğim günü hatırladım. Bir hafta önce, hayatımın hatasını mı yoksa yapmam gerekeni mi yaptığım konusunda emin olamadığım o güne. Gülümsedim, bir önemi kalmış mıydı? °•°•°•°•° Uyan, Ebedi uykundan. Uyan, Geç olmadan. Uyan, Sana ait olanlar yok olmadan. Uyan! Fazlaca havayı içime çekerek gözlerimi açtım ve doğruldum. Ciğerlerim acımış, kalbim hızlanmıştı. Ellerimi kalbimin üzerine bastırdım. O sesler de neydi? Başımı kaldırdım. Gördüklerimle afalladım. Ben, ben neredeydim? Burası da neresiydi böyle? Gecenin ortasında bir ormanda ne işim vardı benim? Kalkmak için kendimi zorladım. Toprak zeminden güç alıp ayağa kalktım. Gece gece buraya nasıl geldiğimi bilmiyordum. Ürperdim. Etrafımda tam bir tur attım. Şaşkın olmakla beraber biraz öncekinden daha güçlü hissettiğimin farkındaydım. Burası neresiydi bilmiyordum, ama bana güç verdiği bir gerçekti. Biraz önce korku ve şaşkınlığın sarıldığı ruhum şimdi güçle doluydu. Yürümeye devam ettim. Etrafımda ağaçlar, sivri uçlu taşlar, sis ve karanlıktan başka pek bir şey yoktu. Sis gem vurmuştu sanki geceye. Soğuk acı acı dokundu bedenime. Yine de ağaçların arasında yürümeye devam ettim. Yürürken hem arkama bakıyor hem de yolumu bulmaya çalışıyordum. Bir açıklığa çıktığımda kafam karıştı. Şimdi ne yapacaktım? Kafa karışıklığı ile açıklıkta yürümeye başladım. Düşünürken zihnimin içine işler gibi olan ince sızıyı hissettim. Başım döndü ve bir an ne olduğunu bile anlamadan dizlerimin üstüne çöktüm. Uyan, Uyan geç olmadan. Uyan, Uyan artık uykundan. Seni bekliyorlar, Senin yok olmanı istiyorlar. Onlar yapmadan sen yap. Uyan! Geç kalacaksın. Sana ait olanı alacaklar. Uyan! Bir çığlık attım. Saçlarımın etrafına sardığım ellerim titremeye başladı. Bu hissi sevmemiştim! Biraz önceki güç beni aşmıştı. İçimde taşan bir fırtına vardı. Ama sanki sürüklenen bedenimmiş gibi hissediyordum. Bu fırtınada yitip gitmekten korktum. Ama zihnimi susturamıyordum. Savruldum. Ben kayboldum. Son bir çığlık. Kaybolmuş ruhumun son çağrısı. Çığlıklarım yerine ulaşmış gibiydi. Sesler azaldı. Azalarak yok oldu. Fırtına bitmedi ama geriye çekildi. İçimdeki varlığı sürüklenme korkumu tetiklese de nefes alacak kadar alanım vardı. Derin bir nefes aldım ve titreyen ellerimi toprağa bastırdım. Toprak bana güç verdi. Onu hissetmek için kapattım gözlerimi. Örter miydi üstümü sakince? Korur muydu beni yaşamın korkulan pençelerinden? Alır mıydı beni ölümün sakin, koruyucu kollarına? Ayağa kalktım. Biraz önce beni devirecek olan içimdeki fırtınaya inat dışarıdaki hava dengemi bulmamı sağladı. Hava sağdık bir dost gibi omurgam oldu. Ona sırtımı yasladım ve o yanıltmadı beni. Biraz ileriden gelen su sesleri içimdeki karmaşanın dinmesine bir nebze olsun yardım etti. Ama kendi içinde karmaşalara kattı beni. Beni darmadağın eden her şeyden kaçmak için saklandığım okyanus dağılan parçalarımı sürükledi. Ormandan gelen sesler ve ağaçların varlığı içimdeki huzuru yeniden sağladı. Onun da bana güvenmesini bekledim. Çağrıma kulak verip bana huzuru hep böyle getirmesini diledim. Yüzüme yansıyan ışıkla bir şok dalgasına kapılmış gibi geri teptim. Biraz önce yanımda olmayan ateş şimdi yanmaya başlamış ve ışığını inatlaşır gibi bana yansıtıyordu. Korktum, bu da nesiydi? Bu ateşi geldiğimde nasıl olur da görmezdim? Tedirgin oldum ve geriye çektim kendimi. Ateşe bakarken kendimi sakinleştirmek epey zordu. İçimdeki coşkuya dokunan ateş ruhumun dört bir yanında yangın başlatmış gibiydi. Yine de ateşe bakarken fark ettiğim şey canımı sıktı. Işık, gece gece gözlerimi alacak kadar parlaktı. Ateş beni hırçınlaştırdı. Ama baştan çıkaran sıcağı bu soğuk gecede beni çağırıyor gibiydi sanki. Yine de ışık gözlerimi almasın diye ateşe arkamı döndüm. O an daha çok korktum her şeyden. Bir ateşin yanımda belirmesi de neyin nesiydi? Duyduğum sesler peki? Hislerim ve dürtülerim hiç susmuyordu. Beni uyarıyordu. Kendimi tehlikede hissediyordum. İçimde bir şeyler değişmeye başladı. Geriye çekilen fırtına daha çok büyüdü. Öyle güçlendi ki sadece beni değil içinde bulunduğum bu ormanı da savuracağını düşündüm. Bir şeyin yaklaştığını hissettim. Güç içime öyle doldu ki bayılacağımı sandım. Ne yapacağımı bilmeden etrafıma bakmaya ve titreyen dizlerimi durdurmaya çalıştım. Başım dönmeye ve midem bulanmaya başladı. Bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Gerçekten bayılacağımı düşündüğüm son anda güç doruğa ulaştı. Gözlerimi diktiğim ayın rengi zihnimin oyunlarına kurban gitti ve mor renklerine büründü. O kadar kısa bir an oldu ki zihnim bile oynadığı kumardan sağ çıkamadı. Ve son anda, ayın ışığını kesen bir karanlık gözlerimi kapatmadan birkaç saniye önce kadraja girdi. Ama ne olduğunu idrak edemeden o devasa şeyin gitmesine izin verdim. Gözlerim kendi satırlarını yazmaya başladı zihnime. Uzun bir karanlığın mısraları. Zihnim ise kapanan gözlerimi umursamadı bile. Uyan, Son ışık söndüğünde. Uyan, Ayın önüne set çekildiğinde. Uyan, Kanın aldığını kan verir. Uyan, Çok geciktin. Aynı senaryoyu ikinci kez yaşayan vücudum büyük bir nefesi daha ciğerlerine çekti. Nefes öyle güçlüydü ki canım yandı. Terler içerisinde uyandığım yatağımda nefes seslerim bana eşlik ediyordu. Gece bıraktığım gibiydi ama ay ışığı hâlâ tepedeydi. Korkuyla ve nefes alışverişlerimle uyandım. Bu kesinlikle bir haberciydi. Rüyalar asla hafife alınmazdı. Rüyalar boşuna görülmezdi. Rüyalar bizimle konuşurdu. Biz onları dinlemesek de bize bir şeyler anlatırlardı. Hızlıca kalktım. Kitaplığa koşar adım giderken başım yine döndü. Ayakta duramayacak gibi hissettiğimde yanımdaki duvara tutundu elim. Diğer elim başımın üzerinde duruyor ve işe yarayacakmış gibi gözlerimin üzerine ilerliyordu. Yine de biraz beklemek iş görmüştü. Tekrar başımı kaldırdım ve o ince sızıyı göz ardı ettim. Kitaplığa gittiğimde bir kitap aramaya başladım. Emindim, orada bir şey bulacağıma neredeyse emindim. Gördüğüm isimleri tek tek okumaya başladım. Ayetler Kitabı, Gölgeler Kitabı, Şeytanın El Yazmaları, Büyü ve Tarihçe hayır, hayır bunlar değil! Kehanetler Kitabı! Elime hemen gözüme kestirdiğim kitabı alıp yatağın üzerine gittim. Kitabın kapağı sert ve eskimişti. Üstündeki baskı görünemeyecek kadar yıpranmıştı ama içindeki sarı sayfalar hala iş görüyordu. Oturdum ve kitabın kapağını açıp sayfaları çevirmeye, durduğum sayfaları okumaya başladım. Bununla ilgili bir şeyler gördüğüme emindim. Kehanetler nasıl fark edilir, değil. Kehanetin ayrıntıları, değil. Kehanet ve tarihteki yeri, değil. Hadi hadi! Rüya ve Kehanet. Bingo! Gördüğüm başlıkla heyecanlanıp okumaya başladım. Okuduğum şeylerden benim aradığıma uygun bir yazı bulmaya çalışıyordum. İncelerken okuduğum bir satır dikkatimi çekti. Okurken ise neredeyse şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Diyordu ki: “Eğer rüyada bilinmeyen kehanetler duyulursa bu bir çağırıdır. Ritüellerden sonra sıkça görünen durumlarda okuduklarımızın zihnimizde tekrar ifade edilmesi ile karıştırılmamalıdır. Daha önce duyulmamış sözler olmalıdır. Sık rastlanmaz ancak rastlandığında kesinlikle dikkat edilmelidir. Kehaneti rüyada görmek için birinci sınıf bir ruhsal varlığın erişimi gerekebilir. Dikkate alınmalıdır.” Satırdaki birinci varlığın açıklaması alt satırlarda kaynak olarak belirtilmişti. “Birinci sınıf ruhsal varlıklar: İlahlar, İlaheler, Şeytan tasvirleri.” Korkuyla geriye çekildim. İlahlar ve İlaheler olamazdı. Ben kovulmuştum. Benim seçtiğim taraf belliydi. Şeytan. Korkarak geri çekildim. Olabilir miydi? Şeytan, bana kehanet yollamış olabilir miydi? Günahların ve karanlığın lordu, benim ruhum için mi gelmişti? Hayır, hayır bu çılgıncaydı. İçimi saran korku hissiyle mücadele etmek her an güçleşiyordu. Sakinleşmem ve sabah ne yapacağımı iyice düşünmem gerekiyordu. Kafayı yemek istemiyorsam yapılacak en mantıklı karar bu gibi görünüyordu. Kitabı kaldırdım. Onu daha fazla görmek istemiyordum. Ama kitabı kaldırırken bir sayfası kitaptan ayrıldı. Eski bir kitap olduğu için sık yaşadığım bir şey olsa da düşen sayfa dikkatimi çekti. Üstündeki semboller pek kehanetle ilgili gibi görünmüyordu. Kaşlarımı çatarak sayfaya uzandım. Kitabı kenara koyup sayfayı elime aldım. Sayfayı okurken kopan gürültü ile neredeyse yerimden sıçradım. Elimi kalbimin üzerine koyup sayfayı katladım ve kitabın arasına yerleştirdim. Kapıdan gelen sese ulaşmak için önce kitaplığa gidip kitabı yerleştirdim. Sonra da dışarıya açılan kapıyı dikkatlice açtım. Karşımda gördüğüm kişiyle en ufak bir şaşkınlık bile geçirmedim. “Gecenin bu saatinde gelmemeni söylemiştim.” Siyah saçları dağılmıştı. Kahverengi gözleri baygın bakıyordu. Uzun boyu dik duramadığı için benimkiyle aynı seviyeye gelmişti. Sözlerim onun umurunda bile olmadı ve içeriye girmeye çalıştı. Önünü keserek kapıyı kapattım. “Hop hop!” kapıyı üzerine kapatmaya çalışırken sarhoş hali ile karşı çıkıyordu. “Nela lütfen! Bu gece son söz veriyorum. Bir daha seni rahatsız etmeyeceğim.” Cümleleri unutup dili sürçse de sözleri az çok telaffuz edebilmişti. Gözlerimi devirdim. “Bana Nela deme Zack! Benim bir ismim var, Nebula. Anlıyor musun? Ayrıca içeriye giremezsin. Yüzsüz gibi başka kadınların koynundan çıktıktan sonra eski sevgilinin evine öylece gelip kalamazsın!” Başını yana eğdi. “Nebula lütfen, söz son. Gidecek başka yerim yok.” Yine gözlerimi devirdim. Böyle olmayacaktı. Eğer içeri almazsam bu aptal kapımda sızardı. Komşularım da maalesef çok dost canlısı sayılmazdı. Üzerime suç yüklemeye fazla meraklılardı. Maalesef, iş başa düşmüştü. “Bu son, bir daha asla Zack. Duydun mu?” Hevesle başını salladı. Ben ise istemeye istemeye onu içeriye aldım. Elbette son değildi. Bunu umursamamaya çalışarak içeri geçtim. Zaten bildiği yoldan yatak odasına giderken sinirle kolunu tuttum. “Nereye?” Aptal aptal suratıma bakarken sinirle onu oturma odasına götürdüm ve kanepenin üzerine neredeyse fırlattım. “Burada kal ve sakın odama bir metre bile yaklaşma! Zaten yanında battaniye ve yastık var, fazladan benim yatağıma da ihtiyacın olduğunu düşünmüyorum.” Sertçe uyarımı yaparken o neredeyse sızmak üzere gibi bakıyordu. Kendime sinir olarak onun yanına gittim ve olduğu yere uzanmasında yardım ettim. Bir gün vicdanım beni öldürecekti! Onun uzanmasına yardım ederken o çoktan uyumuştu. Ben de üstünü örtmüştüm. Leş gibi kokmasını saymazsak, sanırım sorun çözülmüştü. Yanından ayrılırken bileğimden tutmasıyla ona döndüm. Güçlü tutmamıştı, istesem elimi çekerdim ama neden tuttuğunu merak etmiştim. Zorlukla başını kaldırıp bana baktı. Başını kaldırdığı zorlukla da anca konuşabilmişti. “İyi bir sevgili olamadım biliyorum Nela. Ama sen çok iyi bir dostsun.” Şaşkınlıkla söylediklerini idrak etmeye çalıştım. Sonra istemsiz gülümsedim. Elimi yavaşça çektim. “Sen de Zack.” Önüme tekrar döndüm ve içimden geçenle durdum. Ona baktım. “İyi geceler.” Mırıldandığını duydum. Sanırım sonunda sızmıştı. Gülümseyerek yatak odama gittim. Yatağıma uzandım ve biraz dinlenmek için gözlerimi kapattım. Dinlenmeye ihtiyacım olduğundan belki de ama gözlerim kapanır kapanmaz derin bir uykuya daldım. ... “Yemekler çok güzel olmuş Nela.” Gülümsemeye çalışarak yemeğimi yemeye devam ettim. Git demek ve onu üzmek istemiyordum ama artık biraz yetmişti. İyi arkadaşlıkta bir yere kadardı. “Dün burada kalmama izin verdiğin için teşekkür edemedim.” Sözleriyle başımı kaldırıp ona baktım ve gülümsedim. “Teknik olarak saat üçte geldiğin için dün değil bugün ve sadece kalmana izin vermedim üstüne kahvaltı da hazırladım.” Şok olmuş bir ifade ile yüzüme baktı. Sonra alınmış bir şekilde geriye yaslandı. “Yani gerçekten çok alçakgönüllü olduğunu söylemeliyim.” Yüzümü onu taklit ederek kırıştırdım ve yemeğime devam ettim. Kaçamak bakışlardan sonra sonunda ağzındaki baklayı çıkarabilmişti. “Ee bugün bir planın var mı?” Bıkkınlıkla ona baktım. “Zack, bizden olmaz. Gerçekten zorlama. Her yatağa girmek istediğinde ilişkiye yeniden başlamaya çalışıyorsun. Bu çocuk oyuncağı değil.” Durdu. Sanırım bu kez cidden alınmıştı. Elindeki çatalı bıraktı ve boğazını temizleyip hafifçe iki elini masaya yasladı. “Anlaşıldı. Yemek için teşekkür ederim. Boğazıma dizmeseydin de iyi olurdu tabii ama... Neyse, ben kalkayım.” Nefesimi verdim ve huzursuzlukla ben de onunla birlikte ayaklandım. “Bak tamam, özür dilerim. Niyetinin sadece o olduğunu düşünmemeliydim. Ama gerçekten, bizi artık sadece bir arkadaş olarak görmelisin.” Ceketini eline alıp gülümsedi. “Nela, zaten yaptığım teklifte bundan ilerisi yoktu. Ne var biliyor musun? Çevrene bak Nela. Yanında sadece alkolik ve kim olduğunu bilmediği fahişelerle düşüp kalkan ciğeri beş para etmez bir herif var. Evet, ben buyum ve biliyorum, yaptığım şey saçmalık. Ama sen, sen benim gibilerle muhatap olmak zorunda değilsin. Buna rağmen, dön bak çevrene. Kim var yanında? Kimi görüyorsun?” Sözlerini sindiremeden durakladığı yerden işaret parmağını kendine çevirerek sakince ama ciddi bir tavırla devam etti. “Ve bu alkolik herif var ya, bu hayatta öldüğünde arkandan üzülecek tek kişi.” Şaşkınlıkla donup kaldığımda başını belli belirsiz iki yana sallayıp beni orada bıraktı ve kapıyı çarpıp çıktı. Çarptığı kapının yankısı ile birlikte zihnimde yankılanan sesler çoktan bana eziyet etmeye başlamıştı. “Öldüğünde arkandan üzülecek tek kişi.” Bu cümle defalarca zihnimin köşelerine çarpıp merkezine oturdu ve tekrarlandı. Öyle ki dayanılmaz bir hal alıp gözlerimden bir damla yaşın süzülmesine neden oldu. Haklıydı. Okuldan sonra yanımda kalan tek kişi oydu. O zaman kanım hızlı akıyordu, hormonlarım yerinde durmadığı için arkadaş çevremden en çok eğlendiğim adamla ilişkiye girmiştim. Sevgi yoktu belki ama yanında iyi hissettiğim bir gerçekti. Sonra çevremizden teker teker hepsi ayrıldı. Bir tek o ve ben kaldık. Tabii o da o beni aldatana kadardı. Benim evimde başka kadının onun altında olduğunu görmek canımı acıtmamıştı ama bir arkadaşımı daha kaybettiğimi bilmek beni sarsmıştı. Sonra o da her şeyini kaybetti. Şimdi olduğu kişiye dönüştü. Ve dediği gibi, arkamdan üzülecek bir o kalmıştı. Dalgın dalgın yatak odamın kapısına vardım. İçeri girdiğimde bir kitabın devrildiğini gördüm. Kaşlarımı çatarak dün açtığım kitap olduğunu fark ettim. Bunu neyin düşürdüğünü anlamasam da geri yerine koyup yatağa adımladım. Arkamı döner dönmez bir ses geldi ve ben irkilerek geri çekildim. Kitap, az önce aldığım yerdeydi. Bu kez kapağı açılmış ve dün katlayıp koyduğum sayfa kitaptan biraz uzağa düşmüştü. Yavaşça, temkinli şekilde aşağı eğildim ve sayfaya uzandım. Ellerime alıp açtığım sayfayı okumak için yere oturdum. Bu sayfa dün gözüme karanlıkta pek farklı görünmemişti ama şu an bakınca bu kitaba ait olmadığı açıktı. Daha önce diğer kitaplarda da böyle bir şey görmemiştim. Bu, nereden gelmişti? Sayfayı okurken kafam karışmıştı. Büyük bir yuvarlağın içinde bazı semboller ve kenarlarda tarifler vardı. Hangi otun nasıl ezileceği, hangi toprağın işe yarayacağı veya ateşin harlanmasıyla ilgili. Suyla toprağı karıştırıp yapılacak olan şekillere kadar. Son olarak, etrafta tek bir ışığın bile yanmaması gerekiyordu. Şöyle yazıyordu: Toprak suya karıştığında, Otlar özünü bıraktığında, Hava ateşle buluştuğunda, Son ışık karanlığa karışacak. Karanlık, ona ait olanı alacak. Eklenti bir bölüm vardı. Bu, rüyamda duyduğum şeyle aynıydı. Kanın aldığını kan verir. Kanın aldığını yalnızca kan verir. Ne demek oluyordu bu? Neden sürekli bunları duyuyor ve görüyordum? Birisi bana bir şey anlatmaya çalışıyordu, ama kim? Yıllardır kaçmaya çalıştığım ama kendimi kollarında bulduğum Şeytan mı? Kötü bir ruh mu? Başka boyutun varlıkları mı? Bir cadı olmak, bu dünyada inanılmaz şeylerin kapısını açıyordu. Hiç aklının yetmeyeceği şeylere alışıyordun. Ama bu kadar büyük bir şeyi kaç kişi yaşamıştır? Anlamıyordum, hiç anlamayacakmış gibi hissettim. Ama bunu çözmeliydim. Boşuna olmadığını biliyordum. Boşuna olamazdı. ... Üç gün rüyalarımda sadece bu şeyleri duymaya başladım. Kafayı yemek üzereydim. Anlamak istemiyordum artık. Çünkü çoktan anlamıştım. Anlamak korkutucuydu. Ama başka çarem kalmamış gibi hissettim. Hiçbir şeyden emin değildim. Cidden delirecektim. Ama çaresizdim. Cidden çaresiz. Birileri, birileri bunu yapmam için beni zorluyordu. Kontrol altında hissediyordum. Zihnimde artık tek değildim. Yalnız olmadığımı biliyordum. Şeytan, zihnimle oynuyordu. Onu oyuncağı haline getirmişti. Beni bu kararı almaya zorluyordu. Ben, sanırım şeytanın oynadığı oyunda piyon olacaktım. Yapacaktım, şeytana uyacaktım. İstemeden kollarına düştüğüm şeytanın savaşında mağlup olacaktım. °•°•°•°•° Her yer birbirine karışmıştı. Yazdıklarıma son noktayı koyarken akan gözyaşlarımı umursamamaya çalıştım. Kâğıdı katlayıp yatağımın üstüne koydum. Yatak odasından çıktım ve banyoya gittim. Orada da durum evin diğer her yerindeki gibiydi. Dağınık ve düzensiz. Her şeyin tam olduğundan emin oldum. İhtiyacım olan tüm malzememeler buradaydı. Mektup yerindeydi. Anahtar kapımın önündeki kulpta asılıydı. Her şey hazırdı. Önce İris çiçeklerini bir kabın içinde ezmeye başladım. Hikâyesi açısından oldukça anlamlı bulmuştum. Çiçekler, Hades’e ölen kadınların ruhunu taşıyan Tanrıça İris’in ismini taşıyordu. Sanırım, durumumuza uyuyordu. Verimli bir yerden alınan toprağı ay ışığında bekletilmiş su ile çamurlaştırdım. Yere çizdiğim şekiller beyaz banyo fayanslarının üstünde belirgin bir şekilde görünüyordu. Elime bir maşa alıp yanan kömürleri çizdiğim koca dairenin etrafına dizdim. Körükle hepsini tekrar canlandırdım. Kömürler kızıla çaldığında çekildim. Derin bir nefes aldım. Üzerimdekileri çıkarmaya başladım. Kıyafetlerim tamamen beni terk ettiğinde ciğerlerime derin bir nefes çektim. Vakti gelmişti. Çiçekleri ezdiğim kabı ellerime alıp bedenime sulanmış bitkileri yedirdim. Bedenime değdikçe benden sekip yerlere dökülen bitki biraz sonra ruhumun benden aynı onun da yaptığı gibi ayrılacağını söylüyordu sanki. Bu gece, ruhum beni bu çiçeklerin bedenimden ayrılışı gibi terk ediyordu. Gülümsedim. Etrafıma, bu eve baktım. Son kez, evime baktım. Yıllardır kendi emeklerimle var ettiğim her şeye. Hepsi, bunun içindi demek. Kenarda duran hançeri aldım. Gözlerimden bir damla yaş yuvarlandı ama durmadım. Duramazdım. Zihnim, ellerim, bedenim. Hiçbiri benim kontrolümde değildi. Bıçak bileklerime değdi. Soğuk metal tenimi kesti. Canımın acısı çığlıklarıma değdi. Ama ben ses etmedim. Kan yavaşça bileğimden döküldü. Daire çeklinin etrafına damlamasına izin verdim. Ruhum, bu dakikadan sonra bana ait değildi. Ruhunu şeytana satanlar Tanrı’nın tapınağından kovulanlardır. Şeytanın ayağına kadar gidip onun ayaklarına kapananlar kutsal olan her şeyi elinin tersi ile geri çevirenlerdir. İyi olan her şeyi geride bırakan zavallı fâni, acı çekerek can verir. O lanetlidir. Onlar şeytanın göz boyamalarına kanmış zavallılardır. Şeytanın safına geçip Tanrı’yı devireceğini düşünenlerdir. Onlar iyi olan her şeye kafa tutmuş cahillerdir. Çekecekleri acı vardır onları bekleyen. Zavallı ben. Karanlığın içinde kalan son ışığa bakıyordum. Mumun üzerinde yanan alev bana gideceğim cehennemi hatırlatıyordu. Alev alev yandığını sandığımız cehennem gerçekten ateşlerle mi bezenmiştir? Belki sadece kendi karanlığında boğulan günahkârlarla dolu bir yerdir. Cehennem, belki içinde bulunduğumuz kederdir. Tanrım, eğer ordaysan: Çocuğun günahların en büyüğünü işledi. Ben bir günah işledim. Bile bile, yanmaya koşar adım gitmek için. Ben bu gece, şeytanla el sıkışmıştım. Onunla anlaşma yapmıştım. Ona ruhumu satmıştım. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Ellerimdeki kanlara baktım. Anlaşma yapmak için ellerini sıktığım günahların efendisi beni, ruhumu yanına almıştı. Mumu söndürdüm. Yerlere dağılmış bitkilere ve kanlara baktım. Karanlıkta, hiç ışık yokken her şey ne kadar net görünüyordu. Gece öyle güzeldi ki içime doluyordu. Ay görünmüyordu. Önüne set çekmişti gece. Gözlerimi kapatıp başımı yukarı kaldırdım. Yere uzandım. Gözlerimdeki yaşlar soğuk zeminin üzerine düşüyordu. Elimin biri gövdemin üzerinde diğeri ise taşlara uzanmıştı. Sesimi duyan kalmamıştı. Ruhum karanlığın içine çekilirken hiç çığlık atmamıştım. Bu kararı verdiğim günü hatırladım. Bir hafta önce, hayatımın hatasını mı yoksa yapmam gerekeni mi yaptığım konusunda emin olamadığım o güne. Gülümsedim, bir önemi kalmış mıydı? Yanımda duran hançeri son kez elime aldım. Bunu bilinçli yaptığımdan bile emin değildim. Akıl sağlığımı yitirmiştim. Artık ne olacağı bir tek onun iradesine kalmıştı. Benim değil, ruhum benim değil onundu. O ne isterse o olurdu. Hançerin sivri metal ucunun açıktaki sol göğsümün üstünde nasıl hareket ettiğini hissettim. Bileklerimden akan kanlar beyaz tenime dökülüyordu. Damlaların ağırlığını hissedebiliyordum. Etraf kan kokuyordu. Kalbimin parçalandığını hissettiğimde, kelimenin tam anlamıyla, neredeyse çığlık atacaktım. İlk kez bu kadar yaklaşmıştım. Beni birilerinin kurtarması için yardım çığlığı atmaya ilk kez bu kadar yakındım. Ama olmadı. Her seferinde olduğu gibi kanın oturduğu boğazım bu çığlıklarla yazılmış cümleleri de tek tek yuttu, yok etti. Kan oluk oluk bedenimden yerlere akın ediyordu. Üzerine uzandığım soğuk fayanslar daha da soğuk hale geliyordu. İzlediğim tavanın görüntüsü gözlerimi terk etmeye başladığında son kez Tanrı’dan bir şey diledim. Lütfen, bu olurken tek olmama izin verme. Lütfen. Gözlerim giderek kapanıyordu. Demir kokusu tüm banyoyu sarmıştı. Ölüm, soğuk ve acımasızdı. Seni yanına alırken hiç insafı yoktu. Sadece seni yanında istiyordu. Sen de onun emirlerine boyun eğiyordun. Boğuk birkaç ses duyduğuma emindim. Ama kulaklarım da diğer tüm organlarım gibi giderek işlevini yitiriyordu. Birkaç sesleniş. Bir bağırma. Kapı sesleri. Koşan adımlar. Yitirdiğim ses duyum bunları zorlukla ayırt etmeme engel olmaya çalışsa da son algıladıklarım bunlardı. Sonra büyük bir gürültü. Kilitli kapı defalarca vurulduktan sonra kırıldı. Gözlerim zorlukla oraya döndü. Artık cidden son dakikalarımdaydım. Karıncalanan gözlerim ve çok az duyabilen kulaklarım beni bunu düşünmeye itiyordu. “Siktir!” Ölmeme birkaç saniye kala, kutsal tapınağından kovulduğum Tanrı, kapısına geldiğim ilk an sesimi duymuştu. Haklılarmış, o bağışlarmış. Ama artık çok geçti. “Nebula! Nebula bu da ne?” Başımı kollarının arasına alanın o olduğunu biliyordum. Çemberin içinde olması artık önemli değildi. Ruhum çoktan şeytanın evindeydi. Kalan et parçası onun için bir şey ifade etmezdi. “Nebula aç gözlerini! Bu bok da ne? Nebula!” Zack’in titreyen sesini duyduğumu sandım. Onun yüzünde seçebildiğim tek yer gözleriydi. Yaşadıklarımız bir bir zihnime düştü. Kahkahalarımız, kıkırdamalarımız. Sıcak temasları, dostça sarılmaları ve eğlendiğimiz anların hepsi. Artık bütün bunlar geride kalmıştı. “Nebula! Bunu sana kim yaptı?” Artık ağlıyordu. Elimdeki hançeri görse de bunu bana sormuştu. Fazla vaktim yoktu. Bir katilim olduğunu düşünmesini istemiyordum. Kalan ömrümde, başka bir şey düşünmeden sadece benimle konuşsun istedim. Zorlukla dudaklarımı araladım. Kuru sesimi duyurmak için ciğerlerimi zorladım. Yine de sesim bir fısıltıdan farksızdı. “Kimse, kimse yapma,” öksürdüm. Ağzımdan bir damla kan süzüldü. Korkuyla bana bakan Zack ağlamaya devam etti. “Nebula, neden? Neden?” Gülümsedim. Elleriyle saçlarımı yüzümden çektiğini hissettim. Ellerimi tutup dudaklarına götürdüğünü. Ona bakıp yine sesimi bulmak için uzun bir süre çabaladım. “Sözünü,” acıyla inleyerek devam ettim. “Tuttun.” “Öldüğümde arkamdan üzülecek tek kişi.” O tek kişi Zack’ti. Ben öldüğümde ağlayacak bu dünyadaki tek kişi. Bu evi, kalan her şeyimi on bıraktığım için pişman olmayacaktım. Kısa ömrümde, dostum olduğu için içimden ona teşekkür ettim. “Nela, gitme! Nela!” ağlaması şiddetlendi ve bana sıkıca sarıldı. Ama karanlık, hiç bu kadar güzel olmamıştı. Üzgünüm Zack, bana ayrılan süre son bulmuştu. Boşluğa düşmüştüm. … “Nela! Nela uyan! Hayır, hayır, hayır! Ölemezsin, hayır!” Genç adam acı çığlıklar attı. Öyle acıydı ki duyanın içinden ağlamak geçerdi. Genç kızın güzel yüzüne baktı. Kapanan gözlerine. Bu hayatta onun saçmalıklarına katlanan tek kişiyi kaybetti. Böyle bitmesin istedi. Hatalarını telafi etmek istedi. Ama artık hatalarını telafi edeceği, onu koruyacak ve ona evini açacak bir Nela’sı yoktu. Ona kahvaltı hazırlayan Nebula’sı yoktu. O hayata gözlerini yummuştu. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Ölen bedene sıkıca sarıldı. Bırakmak istemedi. Öldüğünü kabul etmek istemedi. Sanki ölmemişti de o bıraksa kollarında can verecekti. Ama öyle değildi. Genç kızın kalbi kanla süslenmişti. Sıktığı bedenin bıraktığı boşluk gözlerini açmasına neden oldu. Korkuyla geriye çekildi. Genç adam ağlayan gözlerinin ve bulanık zihninin bir oyunu olduğunu sandı. Nebula, kollarında değildi. Dahası içine girdiği o saçma şekiller de onun cansız bedeni ile beraber ortadan yok olmuştu. Korkuyla ayağa kalktı. Kafası karışıktı. Delirdiğini sandı. Aklen iyi durumda değildi. Hem de hiç iyi değildi. Ne olduğunu anlamadan diğer odalardan birine girmek için kendini zorladı. Bir kâbus görmüş olmayı diledi. Böyle şeyler ancak kâbuslarda olurdu. Yatak odasına kendini attığını fark ettiğinde nefesleri hızlandı. Ne yapacağını şaşırmış halde oradan oraya yürüyüp duruyordu. Ellerini saçlarının içinden geçirdi. “Lanet olsun!” arkasını dönüp yatağa baktı. Üzerinde bir kâğıt gördüğünde kaşlarını çattı. Kâğıda doğru adımlar atmaya başladı. İki adımda yatağa ulaşıp oturdu ve kâğıdı ellerine alıp katlanan kâğıdı açmaya ve onu okumaya başladı. “Merhaba Zack, sen olduğunu biliyorum.” Genç adam okuduklarına karşılık gözyaşlarına engel olamadan okumaya devam etti. “Neden yaptığımı merak ettiğini de biliyorum. Buna cevap veremem. Beni ne halde gördüğünü de bilmiyorum çünkü bunları daha öncesinde yazmış olacağım ama sana bir sürprizim var. Uzatmayacağım, bu ev artık sana ait. Evet, artık ben olmadan bu eve girip çıkabileceksin. Her şeyi ben ayarladım, sadece yerleşmen yeterli. Ben yokken, evime iyi bak olur mu? Burayı severdim. Senin de seveceğini biliyorum. Sevmenden çok, ihtiyacın olduğunun da farkındayım. Bunu, bir teşekkür olarak kabul et. Bu dünyada arkamdan üzülecek tek kişiyi üzmek yaptığım büyük bir yanlıştı. Ama onu mutlu etmek istiyorum. Bunca zaman yanımda olduğun için teşekkür ederim. Nela.” Adam hıçkırıklarla ne olduğunu bile anlamadan dizlerinin üstünde buldu kendini. Konu hiç bu ev olmamıştı ki. İçindeki Nela olmuştu. Ona kucak açan, onunla şakalaşan, onu her haliyle kabul eden ve ona yiyecek, giyecek şeyler veren Nela. Ayrılsalar bile gelip ister diye aldığı kıyafetleri saklayan Nela. Evine gelmesinden rahatsız olduğunu söylerken ona en sevdiği şeyleri hazırlayan Nela. Gülmediğini ve komik bulmadığını söylediği şakalarına gizlice gülen Nela. “Bakacağım, evine ve hatırana iyi bakacağım. Gözün arkada kalmasın.” Adam bilinçsizce bu sözleri söyledi. Ama dediklerini yapması ve toparlanması, uzun bir zaman alacaktı. °•°•°•°•° Her şeyden önce, koca bir evren var olmadan önce, ne vardı? Boşluk? Belki de. Emin değilim. Soğuk bedenimi ele geçirirken içimi ürperten bir hisle mücadele ediyordum. Karanlık vardı. Renkler yoktu. Ses yoktu. Görüntü yoktu. Bir an hisler bile yok oldu. İçimde garip, tarif edemediğim bir ritim dolaşıyordu. Hissedemediğim bedenimin içinde çok güçlü bir ruh sıkışmış gibiydi. İçim içime sığmıyordu. Sanki olduğum, sırtımı yasladım yer her neresiyse kalbim burasıyla birlikte atıyordu. Kalbimin ritmi bile garipti. Kalbim sanki bir beden için daha kan pompalıyordu. İki kişi için atan bir kalbi tek bedene sıkıştırmışlar gibi hissettiriyordu. Zihnim bulanıktı. Pek bir şey hatırlamıyordum. Yavaşça hislerimi kazandım. Kalbimin aldığı ritim beni o boşluktan kurtarırken hislerimi de bana geri vermişti. Tüm bedenim akan kanın damarlarımda gezindiğinden haberdar olmuştu. Yavaşça, önce hisler geldi. Üzerinde yattığım pürüzlü, sert ve soğuk yüzeyi hissediyordum. Rüzgâr esiyordu ve ben üşüyordum. Tenim açıktaymış gibi sürekli esen rüzgâr tenimin en ücra köşelerine değiyordu. Sonra sesler geldi. Bir yerlerde su damlıyordu. Rüzgâr sert bir taşa çarpıyor gibi uğulduyordu. Algılarım, çok güçlenmişti. Gözlerim birkaç seğirmeden sonra yavaşça açıldı. Zorlukla etrafa bakmaya çalıştım. Gözüm henüz yeni yeni görmeye başlıyorken başımı çok çeviremeden durakladım. Başım dönmüştü. Midem bulanıyordu ve üşüyordum. Neredeydim ben? Üzerime baktım. Çıplak tenimin soğuk taşlara değdiğini görünce şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemeden etrafa bakındım. Korktuğum bir senaryo vardı ama şu an onu bile hatırlamıyordum. Öyle olsa diye geçirdim içimden, bir yerlerim ağrırdı diye düşündüm. Ama inanılmaz bir şekilde biraz önceki halim birden yok olmuştu ve iyi hissediyordum. Ne olduğunu bilmiyordum ve kendimi korkutmak istemiyordum. Ama öğrenene kadar bir şeyler giyinsem iyi olurdu. Bu şekilde dolaşamazdım. Siyah taş duvarlara baktığımda bir odada olduğumu anladım. Karanlıktı, pek bir şey göremiyordum. Etrafa bakınmaya çalıştım. Neresi olduğunu anlamak hala güçtü ama etraf neredeyse tamamen boştu. Sadece kenarda bir sandık olduğunu gördüm. Yavaşça ve sanki biri beni izliyormuşçasına gerilerek ayağa kalktım. Parmak uçlarımda taş zeminin üstünde ses çıkarmamaya çalışarak adımladım. Sandığa ulaşıp açtığımda ses çıkarmama çalışmalarım son buldu. Büyük bir gıcırtıyla birlikte açılan sandık toz ve örümcek ağlarıyla doluydu. “Tanrım, bu da ne? Burayı kimse temizlemiyor mu?” öksürerek ellerimi sallayıp tozu uzaklaştırdım. Sandığın içine ancak bakabildim. “Evet, bakalım burada neler var?” Evet, kelimesindeki ikinci “e” harfini biraz uzatarak kurduğum cümleden sonra kıyafetleri incelemeye başladım. Garip kıyafetlerle karşılaştım. Birkaç parşömen, birkaç şişe ve tüy de vardı. Kıyafetler sanki bir kostüm partisinden alınmış gibiydi. Pek seçme lüksüm yoktu sanırım. Giyinmeye başladığımda garip bir şekilde toz ve örümcek ağlarının kıyafete sanki hiç değmemiş gibi kıyafetin tertemiz olduğunu fark ettim. Sanki o sandık binlerce yıldır orada ama kıyafet yeni konmuş gibiydi. Siyah elbise üzerime birebir uyduğunda şaşkın ama mutluydum. Yani mutlu olduğumu düşünmek istedim. Bir çift çizme vardı. Kısa kıyafet gotik bir tarza sahipti. Dizlerimin üzerinde bitiyordu ve çok akışkan bir kumaşı vardı. Dokusu ipek gibi değildi ama hissiyatı ipekten bile kaliteliydi. Dantelli ve salınan bol kolları vardı. Kare yakasıyla gerdanımı açıkta bırakıyordu. Kendinden bir korsesi ve vatkalı omuzları vardı. Katlı kabarık eteği çizmelerle birlikte tam olarak filmlerden veya kitaplardan fırlamış gibi hissettiriyordu. Dizlerimin altında biten mat bitişli deri çizmeler oldukça hoş ve tam numarama uygundu. İplerini sıktıktan sonra hazırdım. Kostüm çok güzeldi ama ben hala üşüyordum. Sandıkta son bir kumaş daha gördüğümü hatırladım. Yine siyah renkte koyu mor işlemeleri olan bol şapkalı bir pelerin olduğunu fark ettiğimde cidden bir kostüm partisinin kıyafetleri olabileceğini düşündüm. Ama kumaşı öyle iyiydi ki üzerime geçirdiğim ve ipini yakasından bağladığım anda sıcacık hissettim. Artık hazır hissettiğime göre bir çıkış bulmalıydım. Hoş, bu kıyafetle insanlar kim bilir hakkımda ne düşünürdü? Adımlarımı hızlandırıp kapı olduğunu düşündüğüm ilerideki boşluğa yavaşça adımlar attım. Karanlık o kadar rahatsız etmese de görme oranımı aşağıya çekiyordu. Kapıya ulaştığımda taş duvarlar arasında eski tip bir tahta kapı görmek beklemediğim bir şeydi. Siyaha boyanmış tahtalar gümüş demirlerle sabitliydi. Kapıyı halka şeklindeki tutacağından sertçe kendime çektim. Zorlukla ve yüksek bir ses çıkararak açıldığında artık bir gıcırtı sesine daha tahammülümün kalmadığını düşünmeye başladım. Kafamı yavaşça dışarı çıkardım ve etrafa baktım. Şaşırdığımı söyleyemezdim, her yer karanlıktı. Tamamen odadan çıkıp dar koridorlarda yolumu bulmaya çalıştım. Başta sağdan çıkmayı denedim. Koridorun en sonuna gittiğimde girdiğim dönemeçlerden sonra aynı yere geldiğimi fark ettim. Sinirle başka bir yolu daha denedim. Bu kez biraz önce önünden geçtiğim duvarın önüne gelmiştim. Etrafta meşale demirleri dışında hiçbir şey yoktu. Cidden, nereye düşmüştüm? Korku evine falan mı? Bu kez tekrar bir yol denediğimde yolun sonu aşağı inen bir merdivene ulaştı. Hem tedirginlik hem de buradan çıkma isteği ile yavaşça aşağı inmeye başladım. Biraz dik olan merdivenler oldukça uzundu. Karanlıktan sonunu pek net göremiyordum. En aşağıdaki basamağa vardığımda bir kat daha inmem gerektiğini görüp çığlık atmamak için dişlerimi sıktım. Sonunda gerçekten bir yere vardığımda geniş düz bir alanda olduğumu fark ettim. Su sesi yoğunlaştı. Bir mağaranın içinde gibi hissettiriyordu. Bazı yerlerin çatlamış ve yıkılmış olduğunu fark ettiğimde buranın terk edilmiş olabileceği ihtimali daha da güçlendi. Ama bu elbiseleri açıklamazdı. Odanın sonuna baktığımda basamaklarla yükseltilmiş bir köşede büyük bir heykel olduğunu gördüm. Heykel öyle büyüktü ki benim birkaç katım kadardı. Sanırım merdivenlerin neden o kadar dik olduğunu çözmüştüm. Tavan bayağı yüksekti ve böylesine bir heykeli ancak bu yükseklik kurtarırdı. Yavaşça heykele doğru adımladım. Yaklaştıkça içimde anlam veremediğim bir coşku oluştu. Çok çok yaklaştım. İçim kıpır kıpır, anlam veremediğim bir heyecanla dolup taştı. Üzerimdeki pelerinin iplerini çözdüm ve omuzlarımdan düşmesine izin verdim. Heykele bakarken dünyayla ilişkim kesilmiş gibiydi. Garip bir dürtü ile dizlerimin üzerine çöküp heykeli izlemeye başladım. Öyle heybetliydi ki. Büyük ve güçlü. İçimde anlamsız bir gücün kıvılcımı parladı. Heykeldeki kırıklar ve çatlaklar onun o güçlü duruşunu biraz bile sarsmamıştı. Tahtının köşesini kavrayan elleri, sakin yapısı, yarı çıplak bedeninde görünen kaslar. Uzun saçları ve kararlı gözleri. Olağanüstü görünüyordu. Şu an yaptığım başta ne kadar anlamsız gelse de şimdi, çok daha anlamlıydı. Kim görse istemeden de olsa diz çökerdi. Tahtın üzerinde tüm kudretiyle oturuyordu. Ben ise onu izliyordum. Sonunda anladım, burası bir tapınaktı. Bu da muhtemelen bir Tanrı’nın tasviriydi. Kendimi nasıl bulduğumu hatırladım. Çıplaktım, bir odaya kapatılmış haldeydim. Kaçırılmış mıydım? Bir adak olarak sunulmak için kaçırılmış olabilir miydim? Dini ayinler için bazı dinlerin garip anlayışları olduğunu duymuştum. İnsan kurban etme gibi. Eğer durum buysa, düşündüğümden kötüydü. Buradan çıkmam gerekirdi. Dini bir ayine kurban gitmek istemez, Ayin. Kan. Kanın aldığını kan verir. Hatıralar zihnime tek tek doldu. Kaşlarımı çattım. Kafamı iki yana salladım. Kalbime saplanan bıçağın keskin ucunu hatırladım. Bileklerimi kesen aynı bıçaktı. Neler yaptığımı hatırladım ve ürkütücü bir şekilde ince bir çığlık atıp ellerimle ağzımı kapattım. Ben ne yaptım? Korkuyla gözlerimi yüzümü ellerimle kapatıp hatırlamaya çalıştım. Zihnim, benim kontrolümde değildi. Hiçbiri yaparken, bedenimi ben kontrol etmiyordum. Zihnim, hatırlıyorum. Bulanıktı ve sonucu çok ağır olmuştu. Ben, ölmüştüm. Bu nasıl olabilirdi? Ölmüş olamazdım. Ölmüş olsam, bunları düşünemezdim ki. Kendimi kontrol ettim. Ne bileğimde ne kalbimde hiç iz yoktu. Nasıl, nasıl olabilirdi? Korkuyla derin nefesler almaya başladım. Farkına vardığım şey korkunçtu. Bir insanın öldüğünü kabul etmesi, tezatlar içinde bir cümlenin içinde sıkışıp kalmıştım. Öldüysem, burası neresiydi? Tüm bu etrafımdakiler de neyin nesiydi? Yerdeki pelerine uzanıp hemen ayağa kalktım ve üzerime örtüp çıkışı aradım. Buradan hemen çıkmalıydım. Buraya boşuna gelmiş olamazdım. Ne olduğunu çözüp aklımı başıma alana kadar bu durumu sineye çekmem gerekiyordu. Nasıl yapacağımı bilmiyordum ama şu an hayatta kalma içgüdüsü ile hareket ediyordum ve sağduyum buradan çıkmam gerektiğini haykırıyordu. Şapkayı başıma çekip çıkışlara koşmaya başladım. Zemin kattaydım. Burada tüm kapılar açıktı. Koşarak kapılardan birinden çıktım. Neyden kaçtığımı bile bilmiyorken kapıda gördüğüm şey ile duraksadım. Gökyüzü, her zamankinden çok farklıydı. Korkudan dizlerim titremeye başladığında komada olabileceğim ihtimalini değerlendirdim ama öyle olsa sanırım bunları düşünemezdim. Gökyüzüne emin olmak ister gibi tekrar baktım. Büyük gezegenler, atmosfere çok yakın haldeler. Sanki dünyaya ait değil gibi. Bir çıtırtı duyana kadar şok geçirmek üzereydim. “Dur!” Ardından yükselen ses ile hızlıca sesin geldiği yöne döndüm. Arkamda birkaç adam vardı. Ama üzerlerindekileri görmemle birlikte iyice kafam karışmış ve ne yapacağını bilemez bir hale gelmiştim. Üzerlerinde beyaz zırhlar ve sarı işlemeleri parlıyordu. Öyle güçlü ve güzel görünüyorlardı ki bakan bir daha bakmak isteyebilirdi. Adamların gözleri genelde ya mavi ya sarıydı. Saçları, şaşılacak bir durumdu. Hepsinin saçları beyazdı. Bazılarının saçları elf saçları gibi uzun ve örgülüydü. Yüzleri pürüzsüz ve altın oranlara sahipti. Hepsi nefes kesecek kadar yakışıklıydı. Ama kafam hala karışıktı. Onlar kimdi ve şu an kaçmam gerekiyor muydu? “Siz de kimsiniz?” En öndeki adam bana yaklaşmaya çalıştığında çığlık attım. Bir adım geriye çekildi. “Üzerine gelme!” Durdum ve sakince geriye bir adım attım. “Soruma cevap ver, kimsin?” Adam arkamda bir yere baktığında kafam karıştı. Yavaşça arkama bakarken neredeyse dengemi kaybedip toprağa düşecektim. Ama adam bu olmadan kollarını etrafıma sararak beni tuttu. Korkuyla debelenmeye başladım. “Bırak beni! Bırak!” Adam ellerini havaya kaldırıp gözlerime dokundu. “Uyu!” İçimde ki hiçbir mücadele duygusu bu emire karşı gelmedi. Komutuyla birlikte saniyeler içinde uykuya daldım. Sonrası, alıştığım şekliyle karanlık. °•°•°•°•° Gözlerimi açtığımda karanlığa alışmış gözlerime değen ışık oldukça rahatsız ediciydi. Kaşlarımı çatarak ve yüzümü ekşiterek ayağa kalkmaya çalıştım. Ellerimle destek aldığım yerin yumuşak yapısı kafamı karıştırdı. Kendimi yumuşacık bir yatağın üstünde bulmayı beklemiyordum. Beyaz bir çarşafın üstünde akışkan ipek kumaşlar ve yumuşacık yatağın üstünde siyah giysilerimle ben. Buraya ait olmadığım çok net bir şekilde belli oluyordu. Etrafta göz gezdirdim. Oda o kadar parlaktı ve sarı beyaz renkleriyle süslenmişti ki gözlerimi tekrar kısmak zorunda kaldım. Tamam, bu sorudan yorulmuştum ama neredeydim ben? En son hatırladıklarımı ölçüt aldığımda bir süre kendime düşünme molası verdim. Düşün Nela, saçma sapan rüyalar gördün. Sonraki bir hafta için her şey yarım. Kaybolmuş hissediyordun ve zihnin senin kontrolünde değildi. Not yazdın, sonra kendini... Tamam, burası tamam. Sonra bir tapınakta uyandın, tapınaksa eğer ve üzerine giyecek bir şeyler falan alıp aşağı bir heykelin yanına indin. Sonra tam aklını başına alıp kaçacakken arkandan bir grup garip giyimli adamlar geldi. Bir ara gökyüzüne bakmıştın, orası da baya garipti. Bu durumda... Ben neredeydim? Tamam, dur! Komaya girmiş olabilir miydim? Yani, böyle şeyler ancak bu gibi durumlarda yaşanırdı, değil mi? Kapının çalınma sesiyle irkilip hemen ayağa kalktım. Üzerimi toparladım. Elime silah niteliğinde bir şeyler aramaya başladım. Aklım, benden önce çalışmaya başladığı için gerçekten bir konuda şanslı hissedebilmiştim. Sonunda masanın üstünde bir şamdan bulduğumda üstündeki mumları söküp onu elime aldım ve kapının arkasına geçtim. Tedirginlik ve korkuyla seslendim. “Gel!” kapı açıldığı anda içeri anlamadığım hızda, bir sürü kadın giriş yaptı ve etrafa bakınmaya başladılar. Elimdeki şamdanla kalıverdim. Kadınlar, Tanrım! Sırtlarında koca koca kanatlar vardı! Sanırım gerçekten bayılacaktım. “Leydim? Nerede, ah buradasınız!” Gereğinden fazla neşeli kadını, ya da her neyse, görmemle ve üzerime yürümesiyle birlikte şamdana tekrar tutundum. “Siz de kimsiniz?” sesim ve ellerim titriyordu. “Bu, bu sırtınızdaki şeyler de ne? Beni buraya kim getirdi?” Sesim her cümlemde biraz daha tedirgin çıkıyordu. Korkudan altıma kaçırabilirdim bile. Tamam, bu iğrenç olurdu! Ne diyordum ben? “Ah! Leydim, sinirleriniz çok bozulmuş anlaşılan. Lütfen, kendinizi bize bırakın. Burada, kimse düşmanınız değil.” Alayla ve korku duygusuyla karışık bir ses çıkardım. “Hah, ne demezsin!” Ellerimin boğumları beyaz beyaz olmuştu. Şamdana sandığımdan fazla bel bağladığımdan ona ciddi anlamda sıkı sıkı tutunuyordum. “Leydim, gerçekten bize güvenin. Eğer oturursanız size merak ettiğiniz şeyleri elimden geldiğince açıklarım.” Diğer kadınlar fazla güleç ama sessiz tiplerdi. Bu kadın ise ya da artık bunlar her neyse diğerlerine göre çok daha konuşkandı. Yüzü bana dönük olduğu için daha fazla inceleme fırsatım oldu. Burnu küçücüktü. Gözleri kocaman ve sarı, kehribar renklerindeydi. Dudaklarının üstü, sus çizgisi çok daha eğimliydi. Küçük dolgun dudaklara sahipti. Elmacık kemikleri oldukça yüksekti. Çenesi ise ince bir hatta sahipti. İnce ve feminen. Kulakları sivriydi. Açıkçası diğerleri de tıpkı onun gibiydi. Hepsinin göze çarpan fizikleri ve olağan üstü kanatları vardı. Baldırları biraz dışa dönüktü. Kolları da öyle. Onlar, içinde bulunduğum bu durum çok saçmaydı ama sanırım onlar, periydi. Düşüncelerime inanamadım ama durum buydu. Bir grup peri, bana bakıyordu. Anlamsız şekilde, içimde bir huzur hissettim. Sanırım, onlar o kadar da kötü değillerdi. Ya da bana bunu düşündürebilecek kadar kötülerdi. Sakince elimdekini bırakıp başımı salladım. Beş kişilerdi ve daha ne kadar güçlü olduklarını bilmiyordum. Şimdilik uzlaşsam iyi olurdu. Peri kız bana yaklaştı ve omzumdan tuttu. Beni yavaşça büyük bir aynanın karşısına geçirdi ve benden ellerini uzaklaştırdı. Ellerini birbirine vurup diğer perilere komut verdi. Hepsi hazırlanmaya başladığında kafam karışık bir şekilde onlara baktım. “Ne yapıyorlar?” Peri kıza sorduğum soru onu hep yaptığı gibi daha çok gülümsetti. Acaba ağzı ağrımıyor muydu? “Sizi hazırlamak için çalışıyorlar. Üzerinizdeki bu,” duraksadı. “Bu çöplerden kurtarmak için.” Üzerimdekileri beğenmemesi bir yana ki bence gayet güzellerdi, yüzünü ilk defa memnuniyetsiz görmüştüm ve belli ki çok fazla gülümsediği için basit bir tiksinme ifadesini bile yerine getiremiyordu. Yüzünde çok eğreti duruyordu. Onu botokslu kadınlara benzetmiştim. “Peki, öyleyse başka bir soru sorayım. Siz, nesiniz?” Gülümsedi ve ellerini önünde birleştirdi. “Leydim bizler perileriz. Krallığın hizmetkârlarıyız. Görevimiz size hizmet etmek.” Onu zaten anlamıştım da, neyse. “Beni ne için hazırlıyorsunuz ve neden buradayım?” Ben peri kızla konuşurken bir tanesi ölçülerimi alıyor ve mırıldanıyordu. Sesi, içimi gıdıklıyor gibiydi. Her mırıltısı beni daha çok sakinleştirdi. “Lordum bizzat sizinle benim ilgilenmemi istedi. Ne için burada olduğunuzu size söyleyemem çünkü bunu ben de bilmiyorum leydim. Ancak, sizi lorduma götürmek için hazırladığımızı söyleyebilirim, buna iznim var.” Genişçe ve pis bir şekilde sırıtıp diğer kızlara baktı. “Ayrıca, bir tahminim de var. Yaklaşan törenler için burada olma ihtimaliniz yüksek.” Kızların hepsi ortada müstehcen bir şey konuşuluyormuş gibi kıkırdamaya başladı. Kaşlarımı çattım. Anlamadım ama yorum yapmayacaktım. Bir kız gelip belimi ölçerken yavaşça kollarımı kaldırdım ve kız çekilince tekrar odağımı ona çektim. Biraz önce söylediklerini yok sayıp sordum. “O da kim?” Sakin ve anlayışlı bir şekilde anlattı. “Işık lordu, bu krallığın sahibi.” Kaşlarım havalandı. Tamam, tüm bunlar kulağa bir saçmalık gibi geliyordu ama reddetmek artık biraz zordu. Özellikle de karşımdaki perinin kanatlarına gözlerim defalarca kaymışken. Tanrı aşkına onlara dokunmak istiyordum! “Leydim, kollarınızı açar mısınız?” Peri kızın söylediklerinden sonra bir kızın kollarımın ölçüsünü almak için beklediğini fark ettim. Hemen dediğini yaptım. Dalmıştım. Benimle konuşan peri kızına döndüm. “İsmin ne?” nazikçe gülümsedi. “Aleni, Leydim.” Başımı hafifçe salladım. “Peki, Aleni. Ben neredeyim? Yani cidden, tam olarak neredeyim?” O sırada bir peri kız üzerime bir korse tuttu. Korse tıpkı onların üzerindekiler gibi beyaz ve sarı işlemelere sahipti. Beğenmemiş olacak ki vazgeçti. Aleni konuşmaya başladı. “Burası, Eldora leydim. Elementlerin hüküm sürdüğü krallıkların olduğu bir yer. Siz de Lord Aruen’in yönettiği krallık olan ışık krallığındasınız. Onun emri tarafından buraya getirildiniz.” Şaşkındım ama sesim çıkmadı. Sanırım peri kızları işini bitirmişti. Arkamı dönmemi işaret ettiklerinde arkamdaki modelin üstünde sade bir beyaz elbise olduğunu gördüm. Gerçekten güzel kumaşları vardı. Tıpkı üzerimdekiler kadar kaliteli duruyordu. Beyaz beni açar mıydı emin değildim ama çıplak kalmaktansa giyinmeyi tercih ederdim. Bunu o kısa sürede mi yapıp yapmadıklarını sormayacaktım. Daha çok aklımı kaçırmış hissetmeye meraklı değildim. Tekrar elbiseye baktım. Elbisenin etek kısmı uzun ve sadeydi. Tüllerle kaplıydı. Üstü ise kendimi bir krallıkta hissetmem için özellikle işlenmiş gibiydi. Omuzları açık ve üzerlerinden aşağıya kadar tüller uzanıyordu. Buna rağmen sade ve şıktı. “Beğendiyseniz, bu olsun mu?” Başımı hafifçe salladım. O da bana gülümsedi. “Öyleyse, sizin yıkanmanız için her şeyi hazırlattım. Dilerseniz güzelce temizlenmenize yardım ettikten sonra sizi hazırlarken de başka seçeneklere bakarız. İstemeniz yeterli. Burada olacağız.” Gözlerimi kırpıştırdım. Sanırım, yıkanmak bana da iyi gelecekti. Teklifini kabul ettim ve beni yıkanmam için götürdükleri yere peşinden gittim. Odanın içinde başka bir kapı olduğunu o an fark ettim. Girdiğimde ise şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. İçerisi, kocamandı ve yıkanmam için hazırlattım dediği yer resmen bir göletti! “Lütfen, çekinmeyin. Biz peri kızlarıyız. Doğallık bizi rahatsız etmez. Rahatça üstünüzü çıkarabilirsiniz, sonra da yıkanmanıza yardım ederiz.” Şok içinde birden ona döndüm. Beklediğim yardım bu değildi. Aslında belki çok tepki vermem saçmaydı ama birden utangaç ve savunmasız hissetmiştim. “Ben kendim, yıkanabilirim.” Kıkırdadı, yavaşça yaklaştı. “Lütfen, lordum gereken özeni göstermemiz gerektiğini söyledi. İzin verin, sizin yerinize biz yapalım.” İstemeye istemeye başımı salladım ve utangaç bir şekilde üzerimdekileri çıkardım. Tamam, bu çok utanç vericiydi. Beş kişinin gözü önünde soyunmak bir yana dursun hepsi evrenin en garip şeyini yapıyormuşum gibi bana bakıyordu. Üzerimdekileri çıkarıp ellerimle göğüslerimi çapraz kapattığımda hepsi gülümsedi ve beni suya doğru götürdü. Girmem için sabırla beklediler. Suya girmek için yavaşça taşın kenarına oturdum ve dizlerimi suyun içine soktum. Serin suyun içine kendimi hızlıca bıraktım. Belki bir nebze utancımı gizler diye. Su içine girdiğim an öyle iyi hissettirdi ki, gözlerimi hazdan kapattım. Serin su sanki ruhumun içine işliyordu. Suyun içindeki tüm hareketlerim gevşememe yardım ediyordu. Sesler dikkatimi çekene kadar suyla aramda özel bir çekim vardı bile diyebilirdim. Birkaç kişinin daha suya girdiğini duyduğumda şaşkınlıkla gözlerimi açtım ve ne ara aşağı indirdiğimi bilmediğim ellerimi yine çapraz şekilde bağlayıp göğsümü gizledim. Peri kızları benim ardımdan sırasıyla soyunup suya girmişlerdi. Gerçekten kan yanaklarımda birikmişti sanki. Serin suyun içinde yanmaya başlamıştım. Ama onlar hayattaki en normal şeymiş gibi bana yaklaşıyorlardı. Bu çok gericiydi! İrkilsem de bir şey diyemedim. Kanatlarını hafifçe hareket ettirerek yanıma geldiler. Çıplak bedenlerine bakmamak için gözlerimi suya bakarak oyalamaya çalıştım. Cidden, erkek olsaydım ancak bu kadar ahlaksız hissederdim. Hepsi gelip bedenime dokunmaya ve beni temizlemeye başladığında nefesimi tuttum. Sanki her an yanlış bir hareket yapabilirmişim gibi. Olduğum durum çok normaldi sanki ama ben anormal davranmaktan yine de korkuyordum. Utanç ve tedirginlik geçmeye başladığında hem tamamen gevşemiş hem de tamamen temizlenmiş hissetmiştim. Peri kızları türlü masajlar, kokular ve ilaçlarla saçlarımı ve bedenimi güzelce temizlemişlerdi. Hayatımda en rahat hissettiğim an olabilirdi. Çıktığımda hızlıca beni hazırladılar. Saçlarımı kuruttular. Kızgın demirlerle şekil verdiler. Güzel yağlar sürdüler. Yüzüme renk versin diye hafif makyajlar yaptılar. Üzerimi giydirdiler ve son olarak aksesuar taktılar. Benim en çok dikkatimi çeken ise ince bir taçtı. Taç bir kraliyet üyesine aitmiş gibi olmaktan daha çok bir süs içindi, çok belliydi. Ama ona bağlı zincirlerin üstlerinde sırasıyla inciler diziliydi. Sarı işlemeli ucu saçlarımı süslerken inciler salınmış saçlarıma yıldızlar düşmüş gibi parlıyordu. Haklarını vermem gerekiyordu, gerçekten güzel olmuştum. Aleni’nin hayran bakışlarını gördüğümde diğer kızlara baktım. Hepsi hayran olmuş gibi bakıyordu. Utançla birlikte gururum okşanmıştı. İlk ses Aleni’den çıkmıştı. “Çok güzelsiniz leydim. İlk geldiğinizde sizi bu odada gördüğümüzde de büyülenmiştik. İçeride sizi suların içinde gördüğümüzde de... Ama şimdi, gerçekten mükemmel görünüyorsunuz.” Kanın yüzümde biriktiğine gerçekten emindim artık. Sıcaklamış ve utanıştım. “Teşekkürler.” Başka pek bir şey söyleyemedim. Onlar hala hayran hayran bakarken Aleni gülümsedi. “Vakti geldi, lordum sizi akşam yemeği için bekliyordur. Sizi oraya kadar kendim götüreceğim.” Artık cidden meraklanmaya başlamıştım. Hızlıca başımı salladım ve elbisenin eteklerinden hafifçe kaldırıp onu takip ettim. Sonunda, bunca hazırlıktan sonra neler olduğunu öğrenme şansım vardı. Aleni ve ben odadan çıktıktan sonra gördüklerime, geldiğimden beri olduğu gibi inanamadım. Nutkum tutuldu, her yer o kadar muntazam görünüyordu ki... Beyaz duvarlar parlayan bir maddede ile kaplıydı yer yer. Göz alıyordu. Etraf güzel kokular ile bezenmişti. Pek kimse yoktu ama etrafta birkaç muhafız ve gördüğüme hala emin olamadığım yaratıklar vardı. Küçük periler uçuşuyordu. Kafamı kaldırıp her yere bakarak gülümsüyordum. Öldüğümde cehenneme gitmeyi beklemiştim ama cehennem eğer burasıysa dünyadakilerin boş çabalarıyla çok dalga geçerdim. Aleni ile beraber bir şeyin içine girmiştik. Asansöre benziyordu. Vay be, burada da vardı demek diye içimden geçirmeden duramamıştım. “Yemek odasına.” Onun böyle demesinin nedenini anlamamıştım ama ona dönüp baktıktan sonra tekrar önüme döndüğümde o kapalı yerde olmadığımızı fark ettim. Hadi canım! “Işınlandık mı?” Anlamayan bir yüz ifadesi takındığında onun için bu şeylerin çok normal şeyler olduğunu hatırladım. Ben ise şu an tam bir görgüsüz gibi davranıyordum. Bozuntuya vermemeye çalıştım ve onunla beraber yürümeye başladım. “Evet, ışınlandık leydim. Ama biz ona portal yolculuğu diyoruz.” Başımı dik tutmaya çalışarak anladığımı belirterek kafa salladım. Boğazımı temizledim. “Peki, bunu sadece o alet mi yapıyor?” Kıkırdadı, neden şaşırmadım acaba? “Hayır leydim. Biz hizmetkârlar saray içinde bu şekilde bir yerden başka bir yere gidebiliriz. Ama bir lord veya vâris iseniz veya bir soylu... Bunlara gerek kalmaz.” Hafifçe başını eğdi ve geriye çekilip eliyle beni devasa bir kapının önünden içeri buyur etti. “Geldik Leydim. Bol şanslar, ihtiyacınız olduğunda seslenmeniz yeter.” Tedirginlikle boğazımı temizleyip başımı salladım. Tam kapıdan göz ucuyla bakıp ona döndüğüm sırada ortadan kaybolmuştu. Tamam, bu bir korku filmine dönüşmese iyi olurdu. Kapıdan içeri derin bir nefes alıp ellerimle elbisemi tutarak girdim. Bir lord ile ilk kez karşı karşıya gelecektim. Ne yapmalıydım? Önünde eğilmem gerekiyor muydu? Sanırım zarif bir şekilde bunu yapabilirdim. Ama hayır! Ben kaçırılmıştım! Buraya zorla getirildiğimi bu süslü şeylerle kimse bana unutturamazdı. O andan itibaren daha dik ve hırslı yürümeye başladım. Büyük bir masanın ucunda bana sırtı dönük birini zorlukla görebilmiştim. Oturduğu koltuk epey büyüktü. Utanmasam taht bile diyebilirdim. Ses çıkarmasam bile beni duymuş olacak ki hafifçe hareketlendi ve beni görünce ayağa kalktı. Böylece yüzünü görme şansım oldu. Yüzü, tıpkı tapınakta gördüğüm muhafızlarınki ve peri kızlarınınki gibi pürüzsüzdü. Aynada kendime baktığımda ben kendimde de bunu fark etmiştim. Şaşkınca adımlarımı atarken onu incelemeye devam ettim. Mavi cam gibi gözleri, hafif sakalları, güçlü çene hattı, keskin bakışları, bembeyaz saçları ve üzerinde harika bir kraliyet takımı vardı. Kırık beyaz, gri arası renge sahip, yakaları uzun ve omuzlarında işlemeler olan bir üst. Altında ise soğuk beton grisi bir pantolon ve biraz daha koyu uzun çizmeler. Uzun beyaz saçları bir erkeği genelde feminen gösterebilecek türdeyken onu tam bir yırtıcı gibi gösteriyordu. Ne düşünmem gerektiğini bilmemekle beraber harika göründüğünü söyleyebilirdim. Ama nedense gözlerine bakmak, anlamadığım şekilde garip hissettirmişti. Beni çok dikkatli izliyordu, gereğinden fazla dikkatli. Eğilmediğimi gördüğünden olsa gerek hala bir şey beklediği açıktı. Ama ben ona istediğini vermeyecektim. Saygı istiyorsa, kazanacaktı. Kendi krallığında. Bir lord. Her neyse işte. Bana biraz daha sabırla yaklaşmayı seçmiş olacak ki yumuşak bir ifade takındı. Pek beceremese de. İzbandut gibi adam, pek tatlı görünecek gibi değildi. Kaçtı boyu? İki metre mi? Bana eliyle geç işareti yaptığında buz gibi ifadesi biraz beni germişti. Şu an ona kötü bir söz söylememek için nedense kendimi zor tutabilmiştim. Masaya oturdum. Tam olarak gösterdiği yere. Fazla itaatkâr bir davranış olduğu için canım sıkılsa da onun konuşmasını bekleyecektim. Zaten ağzımı açsam kesin kötü bir şeyler söyler ya da iğneleyici konuşurdum. Bunu yaparken de kesinlikle canımdan olurdum. Bir kez daha. Zihnimi susturmaya çalışıp ona odaklandım. Bana gerçekten fazla dikkatli baktığı için çıplak hissetmiştim. Yani, ne gereği vardı ki böyle bakmasının? Ayrıca, oturduğumda yemekleri görmemle oluşan açlığım ve utancım şu an birbiriyle kavga edip bana can çekiştiriyorken bu yaptığı çok çok daha ayıptı. “Bir açıklama beklediğini görebiliyorum. Ama her şeyden önce bir tanışalım. Ben ışık krallığının lordu, Lord Aruen. Ve sen?” Onu biliyordum zaten. Geldiğimden beri lord aşağı lord yukarı. Ama inanır mısın, ben de buraya kim olarak getirildiğimden pek emin değildim. Benim cevabımı beklediğini fark ettiğimde boğazımı temizledim. “Ben Nebula, Nebula Anderson. Kaçırılmış kız da diyebilirsin.” Kaşlarını hafifçe çattı. “Seni kaçırmadım.” Açıklama istediğimi bilip bana bu açıklamayı yapması çok komikti. Alayla güldüm. “Ya, ne demezsin!” Sert bakışlarından korkacağımı sanıyorsa yanılıyordu. Şu andan itibaren ölmüş birisiydim zaten. Yani, beni neyle korkutabilirdi ki? “Sen diyara geldiğinde, bunun olacağı hakkında uyarıldık. Seni birileri yakalayıp zarar vermeden oradan götürmemiz gerekiyordu. Yani, kaçırılmış kız, biz seni kaçırmadık. Seni kurtardık.” Boğazımı temizledim. Ona güveneceğimi düşünmesindeki temel nedeni merak etmiştim. “Birincisi, bana kim neden zarar versin ve siz neden benim gelişim hakkında uyarılıyorsunuz? Sen bir lordsun. Benimle ne gibi bir alakan olabilir ki? İkincisi ise sana neden güvenmeliyim?” Sorum ilk kez onu gülümserken görmeme neden oldu. Gülümsemek sayılırsa tabi. Sırıtmıştı sanki. “Başka pek şansın yok. Burası benim krallığım ve sen de şu an buradasın Nebula.” İsmimi öyle bir söylemişti ki rahatsız olmuştum. Başımı dik tutmaya çalıştım. “Bu kadar rahatsızsan bıraksana beni. Zaten burada olmayı ben de istemem.” Kıkırdar gibi garip bir ses çıkardı. Bu adam hiç gülmüş müydü? “Rahatsız değilim. Sen çok aksisin ve bu her yerinden belli oluyor.” Benimle alay ediyordu. Ben aksi falan değildim! Yaşadığım şey çok normalmiş gibi bana kalkıp aksi diyemezdi. “Peki, neden bana bu kadar iyi şartlar sunuyorsun? Aksi birisine bu kadar iyilik sence fazla değil mi?” Onu köşeye sıkıştırdığımı sandım ama o içeceğinden bir yudum alıp keyifle başını iki yana salladı. “Bunu şu an ben de sorgulamaya başladım.” Bu adamla konuşmaya biraz daha devam edersem sinirden deliye dönebilirdim. “Senin benimle derdin ne? Zaten bilmediğim saçma sapan bir yerde uyanıyorum ve sen beni kaçırtıyorsun. Sonra bir bakıyorum koca koca kanatları olan garip peri yaratıkları etrafımı sarıyor. Az kaldı beni taciz ediyor. Sonra beni hediye paketi gibi süsleyip senin önüne koyuyorlar. Sen ise kalkmış bana burada yok asi yok şöyle yok böyle! Delirtmek mi istiyorsunuz beni?” Bir anda o kadar çok konuşmuştum ki -ne söyleyeceğini şaşırmış olsa gerek- tuhaf tuhaf yüzüme bakıyordu. Sonra dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. Hala tuhaf bakışlarına devam ediyordu ve gerçekten sinir bozucu olmaya başlamıştı. “Ne diye öyle bakmaya başladın?” Daha da keyiflendi ve yavaşça içeceğinden bir yudum alıp beklemeye ve beni sabırsız bir hale sokmaya başladı. Ama baklayı pek ağzında tutamamıştı. “Etrafında birilerini görüyor musun Nebula?” Kaşlarımı çattım. “Bu da ne demek?” Yavaşça ayağa kalktı ve aynı hızdaki adımları ile bana yaklaştı. Fazla dibime girmişti. Sinirlerim yine bozulmaya başlamıştı. “Bana bu şekilde konuşman bile öldürülmen için bir sebepken ben sana bana güvenmen için bir neden daha veriyorum demek.” Ben onun sözlerini idrak etmeye çalışırken o devam etti. “Yani güzel Nebula, senin başına bir şey gelmesin diye uyandığın andan beri seni koruyorum. Özellikle muhafızları içeri almadım. Çünkü sorgulayacağını ve hatta sinirden üzerime yürüyebileceğini bile düşündüm. Böyle bir durumda o güzel yüzün omuzların üstünde duramayabilirdi. Nitekim kendin bile hala sinirden dolayı ayağa kalktığının ve neredeyse üzerime yürüdüğünün farkında değilsin.” Fısıldayan sesi fazla yakınımdaydı. Kanımın çekildiğini hissettim. Haklıydı, ayağa kalktığımı fark etmemiştim bile. Hem korku hem sinir hissetmiştim. Hissettiklerimi anlatmak için iki kelime yeterli değildi ama kendime bile bir şey anlatacak gücü kendimde bulamadım. “Neden? Neden beni koruyorsun?” bu sefer sorumu sakince sordum. Ciddi olmalıydım. İçimde çok çılgın bir tarafım olmasının yanında beni dizginleyen sakin bir tarafım da vardı. Bu yanım burada beni korurdu. Ama sakin tarafımdan çok zekâma güvenmeliydim. Beni buradan ancak o sağ çıkarırdı. Aruen çok yakındaydı ve nefesi yüzüme değiyordu. Garip bir kokusu vardı. Herhangi bir şeye benzetebileceğim şekilde değildi. Onun kokusunu aldığımda içimdeki hisleri tanımlamak daha kolaydı. Ilık bir hissin içimde bazı yerlere dokunup benimle oyun oynaması gibiydi. Kokusu içimi kısa süreli aydınlatıyordu sanki. Dudaklarını oynattığında kendimi gerçekten savunmasız hissettim. İçimden bir ses arkama bakmadan koşmamı söylese de durdum. “Seni koruyorum çünkü değerlisin. Başka bir boyuttan geldin, değil mi?” Yavaşça başımı onaylar nitelikte salladım. O da aynı yavaşlıkta benden uzaklaştı. Şimdi tam karşımda ama biraz uzağımdaydı. Böylesi daha iyiydi. “Bunun nedeni: İlaheler senin burada olmanı istedi. Neden istiyorlar bilmiyorum ama bunu öğreneceğim ve o zamana dek bizim için bir soylu sayılacaksın. Çünkü önemi olmayan hiç kimse buraya başka bir boyuttan adımını atamaz. Hele ki İlaheler aracılığıyla gelmişse asla önemsiz olamaz.” İçimdeki bir titreme beni korkunç bir korku seline kaptırdı. Bu sel öyle büyüktü ki içime sığmadı. Gerçekten titrediğimi hissediyordum ve kendime gelmem için biraz beklemem gerekti. Kehaneti hatırladım. O kehanetten sonra nasıl aklımı yitirdiğimi. Kendimde olduğum vakitlerin ne kadar az olduğunu. Kendime nasıl kıydığımı. Ben korkunun ne demek olduğunu sanırım gerçekten ilk defa burada öğrenmiştim. Şimdi ne yapacaktım? “Sen iyi misin?” ne dediğini idrak etmem biraz vakit alsa da başımla onayladım onu. İyiyim, iyi olmak zorundaydım. Ona doğru baktım. “Şimdi ne olacak? Onlar, beni neden istiyorlar?” Derin bir nefes aldı. Başını bilmediğini ifade etmek için iki yana salladı. “Onların ne düşündüğünü bilemezsin Nebula. Onlar bizim gibi değiller. Onlar gökseller." Derin bir nefes de ben verdim. “Peki, şimdi ne yapacağım? Hiçbir amacım olmadan kim olacağım?” Sesli söylediğimi fark etmemiştim. O ise gülümsedi. Pek gülümsemediği için her gülümsediğinde garipsiyordum. “Eğer güvensizliğin geçtiyse sana kim olduğunu bulmanda yardımcı olabilirim.” İlk kez tavrı sempatik gelse de yelkenleri kolay indiremezdim. “Nasıl olacakmış o?” Elleriyle beni tekrar buyur ettiğinde bu sefer sorun çıkarmadan yerime oturdum ve onun da geçmesini bekledim. “Öncelikle lütfen bir şeyler ye.” İlk defa söylediği bir şey beni çok mutlu etmişti. Çok aç olduğumu belli etmeden bir şeyler yemeye başlamıştım. Kibar olmak için çok uğraşsam da bu açlık minicik lokmalarla geçecek gibi değildi. Özellikle ömrümde böyle güzel şeyler yememişken. Yine de yanlış bir izlenim bırakmak istemiyordum. “Bu diyara geldiğinde bundan haberdardım. Tanrıçaların bunu istediğini biliyordum. Ben sadece ışık krallığının lordu değilim Nebula. Ben bu diyarın, Eldora’nın da lorduyum. Tanrıçalarla olan sulhu sağlamak benim görevim. Seni korumalıydım. Bu yüzden seni hissettiğim anda başına bir şey gelmesin diye seni buraya getirttim. Ama aynı zamanda halkın da güvenliğinden sorumluyum. Bir tek ben değil, onlar da seni hissetti. Onlara düzgün bir açıklama yapana kadar seni gizlemem gerekiyor. Kim olduğunu ve buraya neden getirildiğini bulana dek, sana yardım edeceğim. Sen ise benim sözlerimden çıkmamaya özen göstereceksin. Bu konuda oldukça ciddiyim.” Yemeğimi yavaşça çiğnemeye ve onu daha dikkatli dinlemeye başladım. “Yani ben senin eğitimlerini ve güvenliğini sana sağlarken sen de göz önünde olmama konusunda bana söz vereceksin.” Lokmamı yuttum ve yavaşça nefes verdim. “Sana güvendim ve inandım diyelim, bunca şeyi neden yapalım? Daha kim olduğumu bilmeden bana ne eğitiminden bahsediyorsun? Belki ben sadece kurban olarak seçildim? Tanrıçaların beni neden istediğini bile bilmiyoruz. Tabii gerçekten onlar beni burada istemişse, haksız mıyım?” Hafifçe sırıttı ve ellerini birleştirdi. “Neyi ima ettiğini görebiliyorum Nebula. Ama neyi değiştirir ki? Söyle bana, şüphelerinde tamamen haklı olsan ne değişir? Benim krallığımdasın. Benim diyarımdasın. Benim yemek odamda, benim sana temin ettiğim kıyafetleri giyiyorsun. Sana bir anlaşma sunmuş olmam elimi sıkmanı beklediğim anlamına gelmez. O eli çoktan sıkman gerektiği anlamına gelir. Kaçışın veya başka bir şansın olduğunu sanıyorsan, buyur. Dışarıya bir adımını atman yeterli, yok olman saniyeler almaz.” Gülümsedi ve ekledi. “Benim korumam olmadan tabii.” Sinirle dişlerimi sıkmıştım. Kabul etmek istemesem de haklıydı. Her şey onundu. Elimden ne gelirdi ki? Onun da dediği gibi ancak onun ellerini sıkabilirdim. İstemesem bile onun elini sıkmak zorundaydım. Şu an onun diyarında ona kafa tutamazdım. Yani, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demeye mecburdum. Derin ve bıkkınlıkla dolu bir nefes verdim. “Öyle olsun lordum. Dediğinizi yapacağım, ama istediğim birtakım şeyler var.” Lordum kelimesini kinaye ile söylemiştim ve son sözlerim onun bana tek kaşını kaldırıp bakmasına neden oldu. “Sence pazarlık yapabilecek halde misin?” Göz devirdim. Konuyu buraya getirmeye bayılıyordu değil mi? “Anladık kötü haldeyim ama aptal da değilim. Madem tanrıçalarla sulhun için bir rol oynuyorum ve bana bu kadar iyilik yapacağını söylüyorsun öyleyse kendime bir pay biçmekten çekinmeyeceğim.” Dudaklarını hafifçe büzüp başını kısa bir an yana yatırdı ve tekrar konuştu. “Dinliyorum.” Bilmiş bir şekilde gülümseme sırası bendeydi. Yine de çok abartmadan konuya dönmem gerekiyordu. “Yanıma birini istiyorum. Bilgili birini. Bu diyar hakkında gerektiği kadarını öğrenebileceğim birini.” Dudağının kenarı havalandı. “Zaten bunun için eğitim alacaksın ama kabul. Başka var mı bir isteğin?” Tabii ki de vardı. Başımı sallayarak devam ettim. “Kütüphaneye girebilmem gerekiyor.” Bilmem kaçıncı kez kaşını çattı. “O neden?” Bu sefer kıkırdama sırası bana gelmişti. “Senin temin edeceğin kişiden öğrenemediklerim için. Hem, gün içinde çok görünmem işte fena mı?” Biraz düşündü. Bunu görmek doğru yolda olduğumu hissettirdi. Bilgi güç demekti. Şu an en çok ihtiyacım olan da güçtü. Zor olsa da bunu da kabul etmiş görünüyordu. “Başka?” Gülümsedim ve devam ettim. “Peri kızlarını istemiyorum. Anlarsın ya… Biraz fazla güleçler. Rahatsız edici derecede. Son olarak, bana bilmem ve öğrenmem gereken şeylerin bazılarını sen söyleyeceksin. Senin bildiğin şeylerin bir hizmetçininkinden fazla olduğunu kabul edersek ve kitaplarda bulamayacağım şeylerin olduğunu da tabii, sana başvurmam gerektiğinde bunu geri çevirmeyeceksin.” “Bu kadar mı? Biraz düşündükten sonra başımı salladım. “Bu kadar, şimdilik.” “Şimdilik?” Başımı olumlu anlamda tekrar salladım. “Aklıma başka bir şey gelirse söylerim.” Kıkırdar gibi bir ses çıkardı. “Çok mütevazısın.” Omuz silktim. “Huyum kurusun.” Konuşma ve yemek faslı bittiğinde Aleni’yi, beni bana tahsis edilen odaya götürmesi için çağırdık. Bana programımdan bahsedecek kişinin yarın farklı birisi olacağını ve günün belli saatlerinde eğitim alacağımı söylediler. Anlaşılan bir süre bazı eğitimler almam şarttı. Öbür türlü halkın karşısına çıkacağım zaman ki bu nasıl ve ne şekilde olacağı belli bile olmayan bir şeydi ama o zaman burada barınabilmem için ve Tanrıçaların beni ne için istediğini öğrenene kadar olan süreçte bu eğitimlere ihtiyacım olduğunu kabul etmiştim. Yarın yanıma gelecek olan kişi programım boyunca bana eşlik edecekti. Onu kendim istemiş olsam da ona güvenemezdim. Buradaki kimseye güvenemeyeceğim gibi. Tabii öğrenmem gereken bir şey olduğunda yanımda biri olması gerekiyordu. Bunu yanında çok dibimde de olmamalıydı. Sonuçta, her yaptığımın Aruen’e yetişmesini de istemiyordum. Odaya gittiğimde perileri istemediğimi söylediğim için sadece bana verilen geceliği kendi giyinip yatağa geçmiştim. Böylesi kesinlikle daha iyiydi. Neredeyse sürekli uyumuş olmama rağmen bu yaşadıklarım beni çok yıprattığı için uykum gelmişti. İçimden karşı koymak gelmediğinden hemen gözlerimi kapattım ve uykuya daldım.
… Karanlık aldı ona ait olanı. Kan verdi aldıklarını. Asırların borcu. Kanla kapandı. Ruhun kaybolmuş yarısı, Yapbozun kayıp parçası, Al sen de sana ait olanı. Al sen de, Sana ait olanı. Gözlerimi açmadan önce duyduklarım bunlardı. Kafa karışıklığının yanında artık bunlara alıştığım için yadırgamadım. Geldiğim yerin ilk gördüğüm orman olduğunu görmek beni ilk anda korkutsa da sakinliğimi hızlıca yakalamıştım. Bu sözlerin ne anlama geldiğini yine anlamamıştım. Kafa yormam gerekiyordu. Anlıyordum ama ne kadar kafa yorarsam yorayım yine de işe yaramayacak gibi hissettiriyordu. Orman yine sessizdi ama bu kez ilk gördüğüm andaki gibi değil, bıraktığım son andaki gibiydi. Zihnim bana oyun oynamamıştı. Ay, mor bir renge bürünmüştü. Ateş hala aynı şekilde yanıyordu. Gece ormandan bu sefer vahşi hayvanların sesi geliyordu. Aklıma gelen bir şeyle duraksadım. Bu rüyayı ikinci görüşümdü. Bir şey yapmamı bekliyorlardı. Benden bir adım bekliyorlardı. Ama ne yapmalıydım? Emin değildim. Tedirginliği bir kenara bıraktım. “Ne istiyorsunuz? Beni neden buraya getirdiniz?” Bir cevap yok. Sadece aynı vahşi hayvanların sesleri ve ateşin geceye karışan çıtırtısı. Yine seslendim. “Ne yapmam gerekiyor? Neden buradayım?” Yine bir cevap yok. Ayağımın tekini sinirle yere vurdum. Gökyüzünde bir şeyler değişene kadar resmen köpürüyordum. Bir an kuvvetli bir çekim hissettim. Tıpkı iki mıknatısın zıt kutupları gibi gökyüzündeki şey ile birbirimize çekiliyorduk sanki. Bir manyetik alanın içerisine girmiştim ve o manyetik alan fazla kuvvetliydi. Sonra ormandan bazı sesler yakınlaşmaya başladı. Etrafım kuşatıldı. Bir sürü hayvan. Ama hepsi birbirinden farklı ve türünü bile bilmediğim yaratıklardı. Beni bir çemberin ortasına almışlardı. Hepsi üzerime gelirken çok savunmasız ve korku dolu hissetmiştim. Geriye bir adım attım ama orada da olduklarını bildiğimden arkama döndüm. Hepsi sürekli üstüme yürüyordu. Etrafımda tam bir tur attım ve kendime gelmek için kendime süre tanıdım. Tamam, Nela sakin ol. Sadece bir rüya. Canını yakamazlar. Korkma ve sakinliğini koru. Hala üstüne geliyorlar ama sakin ol. Sakin panik yapma! Gerçekten titremeye başladığımda artık hepsiyle aramızda üç metreden daha az mesafe vardı. Sonra, büyük bir canlı, daha önce gördüğüm herhangi bir canlıya benzemiyordu ama tarif etmem gerekirse bir aslanı andırıyordu. Yelesi ve gri kürkü yerlere değiyordu. Vücudu çok farklı ve çok güçlü görünüyordu. Çok büyüktü. O, en yakınıma o geldi. Ön ayaklarından birinin üstüne çökerek önümde eğilip bana selam verdiğinde hepsinin de böyle yaptığını fark etmiştim. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Sayamayacağım kadar yaratık vardı ve hepsi beni bir çemberin içine alıp önümde diz çökmüşlerdi." Onların ne yaptığını bile anlamadan üzerime düşen gölge ile başımı yukarı kaldırdım ve içimi muhteşem bir his kapladı. Öyle güçlü ve harika bir hazdı ki kelimelerle tarif edebileceğimi bir saniye bile düşünemedim. Yine de üzerime düşen gölgenin sebebini öğrenemedim. Sadece uzaktan gelen bir şey gördüm. Küçücük bir nokta yaklaşıyordu bana doğru. Bir tüy düştü gökten ellerime. Gülümsedim. Okuduğum bir kitapta şeytanın yaptıklarını konu almış bir sayfa vardı. Diyordu ki: “Şeytan, gökyüzünde durup arkasına takacağı mürit ararmış kendine. Seçtiği günahkâra haber yollamak için cennetten kovulduğunda kırılan kanatlarından bir tüy hediye edermiş. O tüy ki, sahip olan kişiye tüm sahte ilgiyi ve mutluluğu bahşeder ama asıl yaşamda onu gerçeklerle boğarmış.” Ve okuduğum cümle şöyle bitiriyordu yazdıklarını: “Eğer birileri size şeytan tüyüne sahip olduğunuzu söylerse, bu sizin lanetinizdir ve eğer şeytanın hediyesini kabul ederseniz gerçeklerle yüzleşeceğinizi bilmeniz gerekir.” Elimdeki tüye bakarken aklımdan geçenler korkuttu beni. Sonra elimde bir sıcaklık ve ince bir sızı hissettim. Tüy yanmaya başlamıştı. Tamamen yanana kadar nedense onu bırakamadım ve son parçasına kadar kül oldu avuçlarımda. Küller gökyüzüne dağılırken onları izledim. Ben şeytanın müritliğini yapmıştım. Hediyesini kabul etmiştim. Lanetlenmiştim. “Çözeceğim, buraya neden geldiğimi öğreneceğim. O zamana kadar gölgelerde saklanacağım.” Dudaklarımdan istemsiz dökülen bu sözlerden sonra daha ne olduğunu bile anlamadan uyandım. “Leydim.” Korku ile sesin döndüğü tarafa döndüm. Karşımda genç bir kız görmeyi hiç beklemiyordum. Bembeyaz saçları vardı ve masmavi cam gibi gözlerini üzerime dikmişti. O da ışık krallığındaki herkes gibi beyaz giyinmişti. “Sen de kimsin?” Kız zarif bir şekilde gülümsedi. “Ben gökkuşağı bölümünden sorumlu askerlerden Lenora leydim. Lordumuz sizin güvenliğinizden ve rehberliğinizden bundan sonra benim sorumlu olduğumu söyledi. Sizinle ben ilgileneceğim.” Üzerimdeki şoku atlatabildiğimde yüzüne baktım. Aksi bir tip olmaması beni memnun etmişti. Ne gerekiyorsa ondan öğrenebilir miydim orası muamma ama yine de her yaptığımı gözeten birini yanımda istemezdim. Lenora ise pek öyle bir kıza benzemiyordu. Eh, bunu zaman gösterecekti. “Anlaşıldı Lenora. İlgin için teşekkürler ama keşke odama girmeden önce kapıyı çalsaydın.” Kız biraz utanmıştı. Hemen kendini açıklamaya başladı. “Ben kapınızı çaldım fakat duymadınız. İçeriden sesler gelince güvenliğiniz için bakmam gerektiğini düşündüm. Üzgünüm, tekrarı yaşanmayacak.” Sağ elini havaya kaldırdı. “Şerefim üzerine söz veriyorum.” Afallamıştım. Onu suçlu hissettirmek değildi niyetim. Tamam, belki biraz ama bu kadar değil. “Bu kadar ciddi olmana gerek yok. Öylesine söylenmiş bir sözdü.” Dünkü perilerin yanında sen melek sayılırsın be kızım! Başını sallayıp anladığını belirterek sessizleşti. Üzerindekilere baktım. Eğer yanımda zırhla gezmeyi düşünüyorsa bu fikri hemen terk etmeliydi. Ben rahatsız olurdum onun yerine. “Ayrıca sen tüm gün o şeyin içinde mi olacaksın?” Soruma hiç tereddüt etmeden başını sallayarak cevap verdiğinde ona karşı “olmaz” dercesine bir ifade takındım. “Ben asla rahat edemem. Lütfen ben hazırlanana kadar rahat şeyler giy gel. Yanımda bir asker olmayacaksın sonuçta.” Boğazını temizledi. “Leydim sizi korumam gerekiyor.” “Eee” dercesine bir ifadeye büründü yüzüm. “Yani silahlarıma ve dolayısıyla zırha ihtiyacım olacak.” Ona göz devirdim. “Lenora, saraydan dışarı adımımı atarsam bu söylediğini yap olur mu? Şimdi değil.” İstemeye istemeye başını salladı. Hazırlanmam için beni yalnız bırakacağı sırada onu durdum. “Bu arada ben Nebula ama sen bana Nela de.” Başından aşağı kaynar su dökülmüş gibi bakıyordu bana. Ne olmuştu şimdi buna? “Leydim, soylulara isimleriyle hitap etmemiz yasak.” Bu kez abartılı şekilde göz devirdim. Ben soylu falan değildim! Sakin olmaya çalışarak gülümsedim. “Bak ben bir soylu değilim. Rahat ol. Hem rahatlamanda yardımcı olacaksa ben de sana Nora diyeyim, ne dersin?” Düşünmeye başladı. Sonra kendi teklifini sundu. “Öyleyse ben size leydi Nebula diyeyim.” Ona bıkkın gözlerle baktığımı görünce yeniden o suçlu ifadesine büründü. Onu şimdiden bu kadar yormak istemediğimden ortak yolda buluşmak için bir adım da ben attım. “Birisi yanımızdayken leydim diyebilirsin. Ama tekken Nela diyeceksin. Ben ise sana Nora diyeceğim, anlaştık mı?” Bu kez mahcup bir şekilde kabul etti. İçimden bir ses bana hiç ismimle seslenmeyeceğini söylese de ona inanmış gibi yapıp gitmesine izin verdim. Periler olmadığında özel alanım konusunda çok daha rahat hissetmiştim. Hazırlanırken onlardan daha iyi bir iş çıkardığımı düşünmesem de idare ederdi. Dün giydiklerime çok yakın şeyler seçip makyajımı da benzetebildiğim kadar benzetmeye çalıştım. Aynada son kez kendime baktığımda son onayı da aldıktan sonra kapıdan dışarıya çıktım. Nora’nın beni kapıda beklediğini görünce kaşlarımı çattım. Umarım sözlerimi fazla ciddiye alıp odama bir daha hiç ayağını basmamayı düşünmemiştir. Beni görünce gülümsedi. Üzerine daha rahat tıpkı benimkiler gibi dökümlü elbiseler giymiş ama yanına bir kemer de almayı ihmal etmemişti. O kemerde ise iki tane hançer vardı. Neyse en azından koca bir kılıç getirmemişti. Onun dışında hayatımda gördüğüm en güzel kızlardan biri olduğunu söyleyebilirdim. Buradaki herkes güzel olmak zorunda mıydı? Beni çok hafifçe süzdü. “Çok güzel olmuşsunuz leydim.” Gülümsedim, elbette Nela demeyecekti. “Sen de öyle Nora.” Sessizlik molamız uzamaya başladığında konuşmaya karar vermiştim. “Evet, rehberim, bugün ne planlarımız var?” Görevini yeni hatırlamış gibi aydınlanıp yapacaklarımızı saymaya başladı. “Önümüzdeki üç saat boyunca Diyar Tarihi, Büyü ve İksir dersleriniz olacak. Her güne farklı dersleriniz var elbette. Her seferinde program hakkında sizi bilgilendirmekle görevliyim. Sonraki iki saat yakın dövüş ve silah kullanma eğitimi alacaksınız. Işıklar çekildiğinde ise kütüphaneye giriş için özel bir izniniz var. Bir saat vakit geçirebilir ve dilediğiniz kadar kitabı yanınıza alma hakkınız var. Sonra yemek odasında lordumuz sizi bekliyor olacak.” Her cümlesinin ardından başımı sallıyordum hafifçe ama son cümlesinde durakladım. “Nasıl? Ben her gün onunla mı yemek yiyeceğim?” Yüzüme yine korku dolu bir ifade ile baktı. “Lord Auren için böyle söyleyemezsiniz. Ayrıca gelişiminizi bizzat kendisi takip etmek istiyor. Bu göz ardı edebileceğiniz bir şey değil.” Omuz silktim. Tüm akşam yemeklerinde beraber olmamız şart değildi. Güzelim yemekleri yerken suratsız bir yüzü izleme niyetinde değildim. İştahımı seviyordum. “Neyse ne işte. Hem, sadece o saatlerde mi yemek oluyor? Ben açım.” Kız benim tavrıma oldukça şaşkın tepkiler veriyordu. “Elbette hayır. İlk önce yemek yiyip sonra derslere geçebiliriz. Başımı salladım. “Sevindim, öyleyse hadi gidelim.” Başını sallayıp beni yemek yemem için gitmem gereken yere yönlendirdi. Yemeği yedikten sonra hemen derslere geçmiştik. Bir kadın, tıpkı gördüğüm diğer herkese benzeyen bir kadın, bana dersler verecekti. İçinde kültürlerine, tarihlerine ve nezaket kurallarına kadar olan derslerde şimdiden hangilerinde sıkılacağımı ve hangilerinin işime yarayacağını çıkarmıştım bile. Neyse ki iyi bir öğrenciydim. Çoğundan iyi bilgiler elde edebileceğimi düşünsem de ne kadarını bana verecekleri de merak konusuydu. “Leydi Nebula, dinliyor musunuz?” daldığımı fark ettiğimde kendime gülümsedim. Düşüncelerimin arasında iyi bir öğrenci olmamla ilgili kısım kendi kendini çürütmüştü. “Dinliyordum efendim, dalmışım sadece.” Sorun değil der gibi ifadesindeki iğneleyici bakışları o arkasına döndüğünde gözlerimi devirmeme neden oldu. “Eldora, altı elementin krallıklarının oluşturduğu bir diyardır. Bu krallıklar beş lord ve bir kraliçenin kontrolü altındadır. Bunlardan ilki diyarın da lordu olan Işık Lordu Aruen’dir. Sıralama statülerle devam eder. Su Lordu Kaybern, Hava Lordu Boreas, Ateş Lordu Azurel, Toprak Lordu Omaran ve Doğa Kraliçesi Elena.” Kadına sinir olmuş olsam da söyledikleri dikkatimi çekmeye başladı. Demek bir statü vardı. Nedense Elena denen kraliçenin neden en sonda olduğunu tahmin edebiliyordum. Kadının anlattıklarını kaçırmamak için daha fazla dinlemeye başladım. “Diyarın doğusunda biz bulunuyoruz. Yani ışık krallığı. Kuzey bölgelerinde su ve hava elementi bulunur. Güney bölgesinde ise ateş ve doğa elementleri. İç kısımda ise toprak elementi hüküm sürer.” Kaşlarımı çattım. “Madam, batıda ne var peki?” Kaşlarını çatarak bana döndü. Bir an ortam gergin bir hal aldı. “Hiçbir şey leydim.” Sessizleştik ama ben içimden çoktan söylenmeye başlamıştım. Hiçbir şeymiş! İyi be, soru da sorulmuyordu bunlara. Hepsinin suratı bir karış! Sonraki dersler iksirde temel malzemeler ve tılsımlarla ilgiliydi. Çoğunu ezberlemiştim ama dünyadakine benzemeyen isimler ve bilmediğim çoğu iksir malzemesi ezber yapmamı zorlaştırdı. Tılsımlar dikkatimi çekmişti. Neredeyse her şey için tılsım var gibi görünüyordu. En çok ilgimi çeken de bu olmuştu. Ama bu kadın bana sadece ilgilendiğim şeylerin konu başlıklarını veriyormuş gibi davranıp sonrasında hiçbir şey anlatmıyordu ve bu çok sıkıcıydı! Ders bu şekilde devam etti. Geriye kalan vakitte kayda değer hiçbir şey söylememişti sanki. Dersi olabilecek en sıkıcı haliyle işledikten sonra nihayet bitmişti. Kapıdan dışarıya çıktığımda Lenora’nın beni beklediğini gördüm. Beni görünce anlam veremediğim bir şekilde gözleri parladı. Görevine fazla bağlıydı. Açıkçası biraz garip de bir kızdı. “Leydim, dersiniz nasıldı?” Alaycı bir şekilde gülümsedim. “Ölüme bir adım daha yaklaştım içeride.” Gözleri kocaman oldu. “Biri size bir şey yapmaya mı çalıştı?” Ona baktım. “Cidden mi?” bakışı attım ama o anlamadı. “Şaka yaptığını söyle?” Anlamaz bir ifade ile beni seyretti. Ona gözlerimi abartılı bir şekilde devirip arkamı döndüm ve yürümeye başladım. “Lenora, hatırlat da sana kinayeli şeyler söylemeyeyim.” Beni takip etmeye başladı. Bir süre sessizlik oluştu. Sonra onun sesini duydum. “Leydim bana kinayeli şeyler söylememeniz gerektiğini hatırlatmamı istemiştiniz.” Gözlerimi “Yok artık” dercesine büyütüp ona döndüm. “Özellikle mi yapıyorsun?” Suçlu bir ifade ile bakmaya başladığında sabır dileyerek iç çektim. “Lütfen bir sonraki derse götür beni.” Başını sallayıp ilerlemeye başladı. Alana geldiğimizde etrafın bir arenaya benzediğini fark etmiştim ama içi hem küçüktü hem de boştu. “Leydim, sizin için özel hazırlanmış kıyafetler şurada. Giyinip öyle başlayalım isterseniz?” Lenora’nın sözlerine kulak verdim ve yönlendirdiği tarafa yöneldim. Giymem için hazırlanan kıyafetlere doğru yürüdüm ve onları ellerime alıp giyinmem için uygun görünen odaya doğru yürümeye başladım. Odaya girip kapıyı kapattıktan sonra krallıktaki her şey gibi beyaz olan rahat giysileri giydim. Eskrim giysilerime benziyorlardı. Buraya geldiğimden beri giydiğim en rahat şeylerdi. Çıktığımda Lenora’yı bir adamla konuşurken gördüm. Adamın beyaz saçları kısaydı ve mavi gözleri buz rengindeydi. Krallıktaki herkesin aynı olması ve benim gece siyahı saçlara sahip olmam biraz gerici olmaya başlamıştı. “Ah, hoş geldiniz.” Lenora varlığımı yeni fark etmiş şekilde bana döndü. Adam bana seslenmese kim bilir ne kadar daha fark etmezdi? “Leydim, gelmişsiniz.” Başımı onaylar şekilde hafifçe eğdim. Sonra gözlerimle adamı işaret ettim. Anlayıp gülümsedi ve bizi tanıştırmak için ortamıza geçti. “Bay Lomas, birlik eğitim başkanı. Krallıkta neredeyse eli kılıç tutan herkesin kılıç kullanmayı öğrenmesinde katkısı olan kişi.” Lomas alçak gönüllü davranmaya çalışarak gülümsedi. “Lenora biraz abartıyor leydim, izninizle?” elini sıkmak için uzattığını sanıp ben de elimi uzattım. Ama o elimin tersine, beyaz deri eldivenin üzerine minik bir öpücük kondurdu gözlerini kaldırıp bana baktığında çapkın bakışları gözümden kaçmamıştı. Lenora ikimize bakarken beni tanıtmayı unuttu sanmıştım ama bakışlarındaki bir şeyin buna engel olduğunu anlayıp elimi çektim ve ellerimden birini diğerinin üzerine kapatarak birleştirdim. “Memnun oldum Bay Lomas, ben Nebula.” Başını hafifçe eğdi ve geri çekildi. O konuşmaya başladığında ben gizlice Lenora’yı izliyordum. Şu an daha iyi gibiydi. Her ne kadar onun bir şapşal olduğunu da düşünsem o üzmek istemeyeceğim bir şapşaldı. Çok yeni tanışmıştık ama şapşal insanları severdim. Benim de şapşal bir insanım vardı. Eskiden. Gözlerimi kısa süreliğine sıkıca yumup açtım. Ben bunları düşünürken karşımdaki adam konuşmaya devam ediyordu. Benim daldığımı fark etmiş olacak ki duraksadı ve o duraksadığında ben ancak ona odaklanabildim. “İyi misiniz leydim?” adamın sorusuna hafif bir gülümseme ile yanıt verdim. “Evet, iyiyim teşekkürler. Söylediklerinizi sakıncası yoksa tekrar edebilir misiniz?” İyi olduğuma inandıktan sonra istediğim şeyi yerine getirdi. “Ben sizin yakın dövüş ve silah kullanma derslerinizde sizinle ilgileneceğim. Lordumuz özellikle benim bu görevi üstlenmemi istedi. Eğer hazırsanız da ilk dersimizi başlatmak isterim.” Emin olamadan başımı salladım. Bu tür şeyler hep kitap okumak kadar dikkat çekiciydi benim için. Ama yapamadığım herhangi bir şeyin olmasını sevmiyordum. Yeni öğrenmeye başlayacağım şeyleri hata yapma olasılığım yüksek olduğundan genelde denemek istemezdim. Bu kez pek öyle bir şansım varmış gibi görünmüyordu. “Tamam öyleyse. Sizinle şöyle geçelim. Lenora, bizi ileride bekler misin?” Lomas’ın söylediklerine başıyla onay veren Lenora dediğini yapıp ileride bir yerde durdu. Biz ise biraz daha iç taraflara yönelmiştik. “Şimdi, öncelikle reflekslerinizi ölçelim. Çevikliğinizi test ederiz ve sizinle neyin üstünde çalışmamız gerektiğini öğrenmiş oluruz.” Onu dinlerken hareketsizdim ve sanırım fazla ciddiye aldığımdan biraz heyecanlanmıştım. Tam karşıma geçti ve bana baktı. “Hazır mısınız?” başımı olumlu anlamda salladım. Birkaç metre uzağımdan bana ışık topları gönderdiğinde şaşkınlıktan olduğum yerde kaldım ama sonra üzerime geldiklerini görmemle kollarımı kendime siper olarak kullanmıştım. Hiçbir şey hissetmediğime emin olduğumda başımı kollarımın arkasından çıkarıp etrafı kolaçan ettim ve ışık toplarının yok olduğunu gördüm. Lomas ise bana biraz umutsuz vaka olarak bakıyordu sanırım. Yoksa ilk dersten bu yüz ifadesinin başka bir anlamı olamazdı. “Evet, şey sanırım uzun süreli bir eğitime tabi tutulmanız gerekecek.” Mahcup bir şekilde gülümsediğimde o da kendini gülümsemeye zorladı. Ardından derse devam etti. “Şimdi öncelikle duruş çalışacağız. En temel konumuz bu. Duruşunuz ne bir kaya kadar sert ne de bir tüy kadar hafif olmalı. Esnek ama kendinden emin bir duruşunuz olmalı. Soru şu: Bunu nasıl yapacaksınız?” Gülümsedi ve yanıma geçip durduğum pozisyonu taklit etti. “Bu şekilde değil.” Boğazımı temizledim ve duruşumu düzeltmeye çalıştım ama ne yapacağımı bilmediğimden sadece omurgamı dikleştirmekle kaldım. “Size göstereyim. Öncelikle duruşunuzun neden yanlış olduğundan bahsedeyim. Hamle yapabileceğiniz anda atılmanıza fırsat vermeyecek bir duruş sergiliyorsunuz. Aynı şekilde savunma da yapamazsınız bu durumda. Yani bu söylediğim sorunları gidermemiz gerekiyor öncelikle.” Cümlesi bittikten sonra sol ayağını hafif geriye ve biraz çapraz biçimde koydu. Sağ dizini hafifçe büktü ama yere sağlam bastığı buradan bakınca bile belliydi. Bedenini çok hafif öne doğru eğdi ve ellerini kendini korumak için önüne siper olarak koydu. “Bu savunmak için gereken duruş. Geriye sürüklenmeniz durumunda sol bacağınız sizi dik tutacaktır. Esnek duruşu sayesinde hareket etmeniz de kolaylaşacaktır.” Sözleri bittiğinde sol bacağını içe çekti ve aşağı eğilip yeniden sol bacağından güç alarak eski haline döndü. “Bu şekilde üzerinize uygulanan baskıdan kurtulabilirsiniz.” Onu taklit etmeye çalıştım. “Arkada kalan bacağınızı biraz daha serbest bırakın. Bileklerden güç alırsanız daha esnek olacaktır. Diğer türlü sakatlanma olasılığınız artar.” Dediğini yapıp hatamı düzelttim ve ondan onay aldıktan sonra biraz bunun üzerine çalışmıştık. “Hazır mısınız?” Derin bir nefes aldım. “Hazırım.” Havada birkaç ışık topu görmemle onlardan kaçmak için esnek bir şekilde hareket ediyordum. İlki sağdan gelmişti ve yumuşak bir şekilde sola kaydım. Diğeri tam kafamın üstünden geçerken aşağı eğildim ve sonuncusu tam olarak gövdemin üzerine gelirken olduğum yerden kenara kaydım. “Hızlı öğrenen öğrencileri severim.” Lomas’ın sözlerine gülümsedim. O sırada gözlerim Lenora’yı aradı. Bizi izliyordu ve gülümsüyordu. Sanırım biraz önce yaptığım o muhteşem hareketleri görmüştü. Tamam, bana yüz vermeye gelmiyordu. “İkinci aşamaya geçebiliriz.” Kaşlarımı çatıp ona döndüm. “İkinci aşama mı?” Sorum havada kalırken biraz önce yaptığının aksine daha büyük ışık topları göndermeye başladı. Şaşkınlıkla ataklarından kurtulmaya çalıştım. Bu kez daha hızlı ve daha güçlü saldırısına anlam veremesem de bu sefer tecrübeliydim. Saldırılarından tek tek kaçmayı başardım ama o durmadan devam etti. Işık topları havada çizilen çizgilere dönüştü. Onları kılıç darbeleri olarak kullanıyordu. O üzerime gelirken köşede duran kılıçlara koşarak aralarından birisini elime aldım. Lomas ise gülümsedi! Manyak! Kılıç darbelerine karşılık vermeye başladım. Cidden mi? Ben kılıç kullanmayı bile bilmiyordum! Ama sanırım biliyormuşum. Çünkü eğer bilmiyor olsaydım şu an ışıkları kılıçla savuşturan ben olamazdım. “Lomas, sen delirdin mi?” Soruyu soran ne yazık ki ben değildim. Lenora araya girmeye cesaret edemedi ama zarar görmemem konusunda özel bir emir almıştı. Elbette karşı çıkacaktı. Son raddeye kadar çarpıştık. Bu iş giderek… Keyifli bir hal almaya başlamıştı! Lenora bir köşeye çekildi ve tekrar bizi izlemeye başladı. Tehlikede olmadığımı gördükten sonra sadece izleme kararı almış gibiydi. Biz ise sahanın her yerini dolaşıyorduk. Darbelerim ise oldukça güçlenmişti. Hatta onu bazen tuzağa düşürdüğüm oluyordu. Bunu fark ettiğim her an onun üzerine daha çok gidiyordum. Bunu fark eden tek kişi ben de değildim. O da fark ediyordu bu durumu. Başta onun için keyifli bir ders amacıyla yapılan küçük bir mücadele ise şu an gerçek bir düelloya dönüşüyordu. Bunu bana hissettirdiği her an kılıcı daha sağlam tutuyor ve adımlarımı daha kontrollü atıyordum. Darbelerimi onu şaşırtarak indirdiğimde kıl payı kurtulmuş ve ışık gücünü daha savurgan bir hale getirmişti. Bu ise onu amacına ulaştırmıştı. Düşündüğü gibi işimi zorlaştırdı. Savurgan gücü darbelerimi engellemeye başladı. Keyiflenme sırası ona geçmiş gibi görünüyordu. Ama görünüyordu işte. Kılıcı savurup beklemediği anda alt taraftan onu gafil avladığımda kılıcın ucu bedenine temas etmişti. Şaşkınlıkla ve nefes nefese kılıcın ucuna baktı. Sonra kılıcın ucunda, onu tutan bana baktı. Terden saçlarının yapısı bozulmuştu. Nefes sesleri açık alanda resmen yankılanıyordu ama tek yorulan ve nefes nefese kalan elbette o değildi. Ciğerlerim sanırım bir ara nefes alma fonksiyonlarını durdurmuştu yoksa bu acı için kendime yapabileceğim pek bir açıklamam yoktu. “Leydim…” Lenora’nın sesini duyduğumda tedirgin sesine bir anlam veremeden ona döndüm. Bana bakarken düştüğü dehşetin tarifini yapabileceğimi düşünmüyordum. Gerçekten… Korkmuş görünüyordu. Kendime baktığımda çok değişen bir şey yoktu. Ama etrafımda bir güç dalgalanması hissettim. Zayıf ve dağılan bir yapısı vardı ama onu hissetmek bana güç veriyordu. Ne yazık ki onu kısa sürede kaybetmiştim. Şaşkınlıkla etrafıma baktım ve sonra Lenora’ya döndüm. “O da neydi?” Lomas boğazını temizledi. İkimiz de ona döndük. “Hakkınızla kazandınız leydim, tebrikler.” Durdu ve saygı ile hafifçe eğildi. “İzninizle.” Yavaşça bizden uzaklaştı. Başta neden bu dersin bu noktaya geldiğini ve neden bana saldırdığını bile anlamamıştım. Sonra refleksleri kontrol etme şeklini hatırladım. O, benim olayın içindeyken neler yapabileceğimi görmek istemişti ve ben de ona görmek istediğini vermiştim. Şimdi ise bana vebalıymışım gibi bakıyorlardı. Lomas yanımızdan ayrılınca Lenora’ya tekrar döndüm. Etrafımdaki o şey de neydi?” Lenora hala şoktaymış gibi suratıma bakıyordu ve ben az önceki çekişmenin etkisindeydim. Nefes nefese onun bana yapacağı açıklamayı bekliyordum. “Leydim, bunu lordumuzla konuşursanız daha sağlıklı olur. Ben, neler olduğunu tam olarak bilmiyorum.” Kaşlarımı çattım. Bir yalan olduğunu anlamak hiç zor olmamıştı. Önce Lomas’ın hiç onunla çekişmemişiz gibi, bu olaylara hiç şahit olmamış gibi şüpheli gidişi ve ardından Lenora’nın bu dehşete kapılmış ifadesi kesinlikle garip bir şeylerin döndüğüne işaretti. Yine de bunu sonraya erteledim. Fazla sorgularsam daha çok şüpheyi üzerime çekerdim. Doğru vakti bekleyecektim. Sabırlı olmalıydım. Boğazımı temizledim. “Ders bittiyse odama dönmek istiyorum. Bugün ziyadesiyle yoruldum. Dinlenmem gerekiyor.” Lenora ne diyeceğini bilemeden suratıma baktı. “Kütüphaneye gidecektiniz leydim.” Başımı dikleştirdim. “İstemiyorum, sadece dinlenmem gerek.” Tam arkamı dönecekken sesini tekrar duymamla durdum. “Lordumla yemek yemeniz gerekiyor. Geleceksiniz değil mi?” istemesem de başımı salladım ve bir şey demeden odamın yolunu tuttum. Işık krallığında, özlediğim o gece havası yoktu. Sanki bir bulut gelmiş ve ışığın önünü kesmişti. Yani sadece biraz hava kararıyordu da denebilirdi. Zaten bu ışık kaynağının adı da güneş değildi. Ona Solara diyorlardı. Işık krallığının yegâne değeri solara. Derste öğrenmiştim. Geceye de burada gece demiyorlardı sanırım. Onun yerine sanki gece dünyanın en lanetli kelimesiymiş gibi “ışık çekildiğinde” diyorlardı. Hoş, ışığın çekildiği falan da yoktu ama neyse. Aynada üzerime son kez baktım. Bu işi gerçekten öğrenmiş gibiydim. Her seferinde biraz daha onlar gibi makyaj yapıyordum. Açılın periler, büyüğünüz geldi! Tamam, Nebula abartma. Kapıdan çıkıp yemek odasına gitmek için kendimi hazırlamıştım ki Lenora önümü kesti. Bu kız hep benim kapımın önünde mi bekliyordu? “Leydim, bekleyin. Lord Aruen’in bugün özel misafirleri var. Sizi yemek için başka bir odaya götürmem söylendi.” Kaşlarımı çattım. O suratsızlar lordunu görmeye çok meraklı değildim ama uyması gereken bir anlaşmamız vardı. Ona soracağım şeyler vardı ve şimdi onunla konuşabilmem için diğer günü mü bekleyecektim? “Kimmiş bu misafirler?” Sorum karşısında Lenora oldukça dikkatliydi. “Diğer krallıktan birkaç ulak ve soylularla bir toplantısı çıktı.” Belirli bir şey söylememesi daha çok dikkatimi çekti. “Birden bire?” Boğazını temizlediğini görmüştüm ama bunu sessizce yaptı. “Krallık işleri işte. Yemeğe geçelim isterseniz?” Bu işten bir şey çıkacaktı ya hadi bakalım. Yemek yemeye gittik ama benim aklım hala o olaydaydı. Gerçekten, kim gelmişti de bu kadar acildi ve ne olmuştu? Meraklı kişiliğim yerinde duramaz hale gelmişti. “Nora, bir şey soracağım.” Lenora yemeğini yemeyi bırakıp bana döndü. “Tabii ki dinliyorum leydim.” Ben de ağzımdaki küçük lokmayı yutum ve ellerimi masaya yaslayıp ona doğru biraz eğildim. “Kim geldi? Yani, soylular dedin ya ondan sordum. Lord ve varislerin dışında kimler buralarda soylu olarak sayılıyor?” Aslında cevabı bugün derste öğrenmiştim ama amacım ağzını aramaktı. Bana baktı ve sorumu cevaplamak için boğazını temizledi. “Şöyle ki her krallığın kendi hiyerarşisi vardır. En başta lord ve varisler, altında soylu aile gruplaşmaları ki bu krallıklara göre değişir. Yani en azından değer verdikleri şeye göre değişir. Sonra,” “Nasıl yani? Nasıl değişir dedin?” merakıma yenik düşerek sorduğum soruya anlayış göstererek cevap verdi. “Her krallığın önemli saydığı değerler farklıdır. Işık krallığında saygın olmak için krallığın zekâ konusuna ileri gelenlerinden olmak gerekir. Su krallığında ise ruhsal bağlantıları güçlü birisi olmalısınız. Bir şaman gibi. Ya da bir keşiş ve ailesi. Hava krallığında iyi bir muhafızsanız ve yıllarca sadık bir şekilde krallığa hizmet vermişseniz saygın sayılırsınız. Ateş krallığında işler biraz karışır, onlarda cesur olan ve büyük cesaret örneği göstermişseniz soylu sayılırsınız. Toprak krallığında güçlü olmanız gerekir. Doğa krallığında ise sizin için önemli şeyleri krallık için feda edebiliyor olmanız gerekir. Yani toplarsak; ışık krallığı için zeki, su krallığı için sezgisel, hava krallığı için sadık, ateş krallığı için cesur, toprak krallığı için güçlü ve doğa krallığı için de fedakâr olabilmeniz gerekir. Bunların tarihteki örneklerine bakarsak köklü ailelerin kendine ait hikâyeleri olur. Genelde evlilikler de bu şekilde gerçekleşir.” Düşündüm ve dediklerinden toparladığım bilgileri kafamda tarttım. Bunun ayrıntılı halini bilmiyordum. Sadece kabaca piramitleri biliyordum ama belki bilmediğim başka şeyler de vardı? Sormadan öğrenemezdim. Tekrar ona döndüm. “Peki ya soyluların altında kimler olur?” Gülümseyip yanıtladı sorumu. “Onların altında krallıkla sorumlu olan görevliler vardır. Generaller, muhafızlar veya sihirli yaratıklar ve hizmetkârlar gibi. Onların da altında halk bulunur ama bu sizi yanıltmasın halk son çember değildir. Onların da altında casuslar ve terör gruplaşmaları, terk edilmişler bulunur.” Son cümlesini bir şeyden tiksiniyormuş gibi yüzünü ekşiterek söylemesi dikkatimi çekti. “Onlar kim?” Soruma karşı omuz silkti. “Söz etmeye bile değmeyecek kişiler. Özetlemek gerekirse krallıklarla bağlı yaşamayı reddeden yaratık ve asteralar. Eskiden yaşadıkları krallıkların dış kısımlarındaki sınır dışı, kurak ve terk edilmiş arazilere yerleşim yeri kurarlar. Krallıklara hizmet vermeyi ve geleneklere uymayı reddederler.” Astera diye bahsettiği kendi ırkıydı. Bu krallıktaki herkes bir asteraydı. Demek mükemmel diyar Eldora bile kendi devrimcilerini bünyesinde barındırıyordu. İşte bunları derste öğrenemezdin. Yemek bittiğinde odama döndüm ve üzerime rahat şeyler giydim. Saate baktığımda kaç olduğunu anlamak zordu. Buradaki her şey fazla sihirliydi. Sayıların biçimi farklıydı ve bazılarında sadece karmaşık semboller vardı. Elime bir şamdan aldım ve kapıyı hafifçe açtım. Etrafta kimse yoktu. Yavaşça ve ses çıkarmadan dışarı çıktım. Etrafa iyice bakındıktan sonra muhafız var mı diye kontrol etmem gerekti. Etrafta normalde hep muhafız bulunurdu. Özellikle ben ne zaman odadan dışarı kafamı çıkarsam bir tanesi etrafta oluyordu ama şu an hiçbiri etrafta görünmüyordu. Gelen “misafirler” ile ilgisi olup olmadığını merak etmiştim doğrusu. Belli ki tüm muhafızların bu gece işi vardı. İyi, işime gelirdi. Buraya ilk geldiğimde Aleni ile gittiğimiz portal geçidini buldum. İçine yerleşmek için acele ettim. Boğazımı temizledim. “Kütüphaneye.” Gözlerimi kapatıp açtım ve yüzümde bir zafer gülüşü oluştu. Tam olarak kütüphanenin içine ışınlanmıştım. Diğer seferinde öyle olmadığını, yemek odasının kapısının birkaç adım gerisinde olduğumuzu hatırladım. Sanırım bugün şansımı fazlasıyla tüketmiştim. Etrafa bakındım. Gerçekten ama kelimenin tam anlamıyla devasaydı. Her yer kitaplarla doluydu. Dünyadaki Nebula için burası bir cennet olabilirdi ama buraya geldiğim ilk andan beri o kızı çok geride bıraktığımı hissediyordum. Çok, derinlerde… Kendimi toparlamaya çalışarak etrafı gezinmeye başladım. Aynı zamanda sessiz de olmam gerekiyordu. Nora bana burasının belirli saatlerde açık olduğunu söylemişti ve normalde izinsiz girilemezdi ama nasılsa geçit beni buraya çıkarmıştı. Bunu sonra düşünülecekler listeme ekleyip devam ettim. Bu liste de amma kabarmıştı! Gezinirken kaybolmaktan korktuğum için etrafıma iyice bakındım. Nerede olduğumu bilmem gerekiyordu yoksa buradan çıkamazdım. Çıksam da birinin beni bulması sonucu olurdu ki bu da kuralları çiğnediğimi açığa çıkaracağından bunu da istemezdim. Geçtiğim yerde kitap isimlerini okumaya başladım. Işık Günlükleri, Solara ve Yıldız Gezegenleri, Yedi Kutsal Dev, Periler ve Işık Yaratıkları, Bolina ve Keşiş Derlemeleri… Ne garip isimleri vardı kitapların. Ellerim kitapların üzerinden geçerken bir an durdum. Bu, daha önce nasıl aklıma gelmemişti? Ben, ben bu yazıları nasıl okuyabiliyordum? Şaşkınlıktan elimin tekiyle hafifçe ağzımı örttüm. Geldiğimden beri hepsini anlıyor ve onlarla konuşabiliyordum. Ama burası, bambaşka bir boyuttu. Bu nasıl olabilirdi? Onların dilini bilmem için önce öğrenmem gerekmez miydi? Yazılara baktım. Biraz önce okuduğum yazılara. Artık benim bilmediğim bir dilde yazılmışlardı ama ben hala onları anlayabiliyordum. Düşündüm ve sakinleşmeye çalıştım. Bu diyardaki her şeye şaşırırsam çok barınamazdım sanırım. Derste ne demişti o kadın? Tılsımlar! Tılsımlardan bahsetmişti. “Tılsımlar üçe ayrılır. Zayıf tılsımlar: Yapan ve yapılan kişileri etkiler. Büyük bir topluluğa işaret edilmediğinden veya bir kişiden fazlasını etkilemediğinden zayıf olarak nitelendirilirler. İkinci derece tılsımlar, bir topluluğu etkileyen ama çok büyük bir kitleye etki etmeyen tılsımlar. Son olarak birinci sınıf tılsımlar, tüm diyarı etkileyebilecek türden olanlar. Bunların amacı yaşamımızı daha kolay ve anlaşılır kılmaktır ve sadece birinci sınıf varlıklar yani ilaheler ve ilahlar tarafından yapılan tılsımlardır. Yapılan tılsımın farkında olmak gerçeği daha net gösterse de etkisi kaybolmaz.” Tabii ya, dil tılsımları. Kolay yaşamak ve anlaşmak için daha iyi ne olabilirdi ki? Zekâma bazen hayran kaldığım anlar oluyordu. Hala ne aradığımı bilmeden etrafa bakınıyor ve geziniyordum. Ama hala kayda değer bir şey yoktu. Sonunda farklı bir şeyle karşılaşmıştım. Onun bir kürsü olduğunu düşünsem de yanına gidip bakmak en iyisi olacaktı. Evet, yanılmamıştım. O bir kürsüydü. Ama buradaki her şey o kadar devasa ve süslüydü ki ilk bakışta emin olamamıştım. Kürsüye yaklaştım ve yanındaki merdiven basamaklarına adımımı attım. Yavaşça kürsüye çıkıp etrafı gözetledim. Bunun neden burada olduğunu bilmek istiyordum. Buradaki her şey büyülüydü ve hepsinin bir amacı vardı. Bunu bir amacı olmasa buraya koymazlardı diye düşündüm. Bir an, sadece aklıma bir fikir geldi. Ya bu da portal geçidi gibi seli komutla çalışıyorsa? Yani, aslında burası için çok normal bir durum sayılabilirdi. Deneyip yanılırsam bir aptal gibi hissetmek istemesem de başka pek bir şansım yoktu değil mi? Boğazımı temizleyip etrafa baktım. Kimsenin olmadığını bilsem de tedirgin olmuştum. Aptal görünmek her zaman korkum olmuştur. Yalnızken bile. Tam kendimi hazırlamıştım ki durakladım. Ne söyleyecektim ki? Aradığım şeyin ne ile ilgili olduğunu bile bilmiyordum. Ellerimi kürsüye yasladım ve gözlerimi kapattım. Gerçekten tam bir aptalın yapacağı şeyi yapmıştım. Benim burada ne işim vardı ki? Neyi bulmayı ümit ediyordum? Etrafımda bir güç dalgasının oluşmasını açıklayacak nasıl bir bilgi beni tatmin edebilirdi? Olduğum yerde ofladım ve kürsüden aşağı inmek için basamaklara yöneldim. Tam o sırada yukarıdan bana süzülen bir şeyi görmemle şok içinde duraksadım. Bir kitap, raflarından ayrılıp bana doğru geliyordu! Cidden, doğru mu tahmin etmiştim? Ama bu nasıl olabilirdi? Hiçbir şey söylememiştim ki. Sadece… Aklımdan geçirmiştim. Kürsüye yerleşen kitabı izlerken anladım. Hissetmişti, aklımdan geçenleri hissetmiş ve ihtiyacıma uygun kitabı bulmuştu! Kitap sayfaları kendini çevirmeye başlayınca daha çok şaşırsam da artık cidden bu diyardaki şeylere şaşırmamaya kendimi alıştırmam gerekiyordu. Kitap bir sayfada durunca gözlerim hemen o sayfayı mesken tuttu kendine. Hemen okumaya başladım. Artık dil tılsımının farkında olsam da etkisi devam ettiğinden okumakta güçlük çekmiyordum. İlk satırı okurken bu durumu düşünüp garipserken metni okuyamadığımı fark edip bu durumu unutmaya çalıştım ve kendimi toparlamak için derin bir nefes alıp verdikten sonra okumaya devam ettim. Sayfada şöyle diyordu: “Gücün özü, kendine ihtiyaç duyulma anında küçük kıvılcımlar olarak nitelendirdiğimiz şekilde ortaya çıkar. Eğer potansiyel güç adrenaline bağlı ortaya çıkarsa, ruh ve öz özdeşleşme aşamasındayken eğer araya bir şey girmezse özdeşim tamamlanır ve asıl potansiyele ulaşılır ama güç zayıf ve dağılan bir yapıdaysa tam potansiyel gerçekleşmemiş demektir. Gücün asıl potansiyeline ulaşmak için onunla bir düşünmeli ve onu eğitmeyi öğrenmek gerekir.” Şaşkınlıkla okumayı tamamladığımda olan tüm şeyler gözümün önünde belirdi. Etrafımda, havada süzülen şeffaf ipek parçaları gibi görünen şeyleri hatırladım. Zayıf güç potansiyeli bu muydu? Benim bir gücüm mü vardı? Kaşlarımı çattım. Bu olamazdı. Benim ne gibi bir gücüm olabilirdi ki? Hem ben buradan bile değildim. Ben alt tarafı… Bir ses duymamla düşüncelerim bölündü. Gerilerek kitabı hemen elime alıp saklanmak için basamaklardan hızlıca aşağı indim. Hemen bir rafın arkasına saklandım. Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafı iyice dinledim ama bu kez ses gelmedi. Yanlış mı duydum diye düşünsem de işimi şansa bırakamazdım. Etrafı kolaçan etmek istedim ama karşıma birisi çıkarsa durumu nasıl açıklayacağımı bilmiyordum. Gerçekten kelimenin tam anlamıyla kapana sıkışmıştım. Ne yapacağımı bilmeden yavaşça olduğum yerden çıktım ve çıkışı bulmak için doğru yolu bulmaya çalıştım. Aynı zamanda etrafı kolaçan edip sessiz olmam da gerekiyordu. Neydim ben? Gerçekten bunu güvende olduğum bir zaman diliminde sorgulamam gerekiyordu. Çıkışı bulmak için geldiğim yolları takip etmeye başladım. Ses hala yoktu ama içimde garip bir his vardı burada tek olmadığımı söyleyen. Onu dinlemekten başka çarem yoktu. Rafların arasında gezinirken bir ses daha duydum. İşte bu kez duyduğuma emindim ve kesinlikle diğerinden daha yakındı. Gerginlikle kitaba sarıldım ve adımlarımı hızlandırdım. Neredeyse koşar adım oradan çıkmak için ilerliyordum. Önüme bakmaktan çok arkama bakar olmuştum. Lütfen, lütfen yakalanmadan buradan çıkayım. Söz bir daha kuralları çiğnemeyeceğim. Arkama bakarken tökezledim ve neredeyse yere kapaklanıyordum. Son anda kurtulup koşmaya devam ettim. Çünkü buna artık yürümek denmezdi. Sessiz olmaya çalışsam da korku beni tamamen esir almıştı ve nefes seslerim neredeyse her yerde yankılanmaya başladı. Arkama bakarken bu kez gerçekten düşmüş ve güçlü bir sesin çıkmasına neden olmuştum. Korkuyla etrafa bakmaya başladım. Buraya geldiğimden beri neden böyle şeyler başıma geliyordu benim ya? Hemen toparlanmaya çalıştım ama sanırım… Sanırım gecikmiştim. Üzerime düşen gölgeyle içime düşen tedirginlik doğru orantılıydı. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes verdim. “Bak eğer beni öldüreceksen önce bir kendime gelmemi bekle olur mu? Koşarken çok yoruldum.” Nefesimi verip duraksadım. Ses vermeyeceğini anladığımda kafamı kaldırdım ve tek gözümü açıp ona baktım. İlk gözüme çarpan uzun boyu oldu. Sonra siyah giysileri ve kapalı yüzü. Kafasını saran bol bir şapkası vardı. Deri çizmeleriyle bakışırken kafamı kaldırdığım ve gözlerini görmeye çalıştığım için bunları görebilmiştim. Kırmızı parlayan gözlerini görmemle geriye doğru çektim kendimi. “Sen de kimsin?” Dik dik yüzüme bakmaya devam etti. Bana baktığı süre boyunca ben de gözlerimi onunkilerden çekmedim. Başını hafifçe yana eğdi ve beni baştan aşağı inceledi. “Ölümün ben değilim küçük tavşan.” Sözlerinden sonra üzerime eğildi. “Ama hayatın için söz vermiyorum.” Tam üzerime geldiği sırada irkilerek geri çekildim. Neden bilmiyorum ama kalbim daha hızlı atmaya başladı. Sanki içimde hareket eden ve bu anı bekleyen güçlü bir şeyler vardı. Hep zamanını bekleyen duygular. Uzun süredir bu anı bekleyen duygular. Belki de güç. Kestirmesi imkânsızdı. Kalbim adrenalin ile dolup taştı. Hislerim beni bilinmeze sürükledi. Kalbim o kadar güçlü çarpmaya başladı ki ağrıdığını hissetmiştim. Bu hissi tanıyordum. Ölmeden önce kalbimin nasıl sızladığını hatırlıyordum. Geçmiş sancılı birer hatıra düşürdü beynime. Ölmeden önceki son anlarım, buraya geldiğim ilk an, hayatımı kazanmak için verdiğim tüm emekler, hepsi ne içindi? Kanımda oluşan zehri hissetmeye başladım. Zehir tüm bedenime satır satır işlendi. Kalbimden, bedenimden ve ruhumdan taştı. Bu güç gerçekten beni aştı ve olduğum yere akmaya başladı. İçimde hep ortaya çıkmayı bekleyen bir fırtına vardı. O fırtına bu kez gerçekten olduğum yeri de benimle birlikte sürükleyecekti. Ben yıkım olacaktım. Bedenim yıkımı tanıyordu. Bedenim, zehir işliyordu. Laneti elinde tutuyordu. Ruhum acının ve kayboluşun tohumlarını taşıyordu. Kanım, kaderimin izlerini takip etti ve fısıltılar zihnime doldu. … Kader izleri Geçmiş acıların yitik sesleri İşlesin ruhuna zehrini Kanın aldığını kan verir Kanın aldığını kan verir Asırların borcu var yazgında Yıllar önce ödenmeyen Bir kan damladı bu topraklara Adı yıldızlardan silinen Al sana ait olanı Al zehrin ve vebanın verdiği kadarını Al Al Al! Büyük bir patlama oldu. Ses duvarları aştı. Krallıktaki tüm canlılar irkildi. Eldora bir irkilme yaşadı. Günah kapıları aralandı. Herkes acıyla kıvrandı. Şeytan ona ait olanları almak için günah kapısının ardını kolladı. Kırık kanadının ardından sırıttı ve günahkârları yanına çağırdı. Şeytan için hasat zamanıydı. Günah işlenmişti. Kutsallardan biri günahkâr seçilmişti. Yazgılar günahları yazar ve onları affetmezdi. Affetmedi. Kutsalar günah işledi ve Eldora bunun bedelini ödeyecekti. Çarmıha gerilmeyi bekleyen ruhlar feda etti kendini. Kendini feda eden günahkârı kaç kader kalemi yazardı? Kaç tüy buluştu parşömenlerle ve kaçı çarmıhtan kurtardı çile çeken günahkârları? Tanrıçalar günah işlemişti cezasını çocukları ödeyecekti. Çarmıha günahı işleyen değil günahın tohumu gerilecekti. Bu yanlışa kader kalemleri de ortak olacaktı. Hiçbir kalem bedel ödendiğinde ödeyenin kim olduğuyla ilgilenmezdi. Hiçbir kader darağacına karşı örmezdi ağlarını. O iplerle boğardı nefesi kesilecek olanı. Korkulan oldu. İlk soluk, ilk adım, ilk günah… Hepsi gerçekleşti. Bir asrın borcu, kanla ödendi.
|
0% |