@maveradabiryazar
|
Hiç bir kanun kitabın da yazmaz belki ama affetmek de bir suçtu. Bu derin zıtlığı içinde barındıran durum, insanın içini kemiren bir kurt gibiydi. Evet, affetmek bir suçtu. İnsanın kendisine karşı işlediği bir suç. Hatta belki de bir ihanet. Hayatının kırılma noktasında aldığı darbeleri affetmek, insanın kendisine yapabileceği en büyük ihanetti. Çocukluğuna ihanetti, gençliğine, sevdiklerine, içinde insan kalmış yanına bir ihanetti. Affetmenin olgunluk olduğunu sandığı dönemlerde insan aslında affetmenin getireceği umuda muhtaçtı. Hayata daha güzel bakacağını, yaşama dört elle tutunacağını sandığı bir umut. Affetmek, umut getirirdi beraberinde. Fakat o umut gelmeden önce, giden o kadar çok şey vardır ki kalan o tek umuda o yüzden sarılır insan. Umut... Ne derin bir kelime. İnsana; kederin de mutluluğun da en ucunu yaşatan küçük bir his. İnsanoğlu muhtaç bir varlıktır. Havaya, suya, ekmeğe, en çok da umuda... Affetmek, insanın omuzlarından kalkan bir yüke benzetilir bazen. Doğrudur, bazı aflar yük alır insandan. Bazıları ise tonlarca yük yükler. Tekrar söylüyorum; affetmek bir suçtur. İnsanın kendisine işlediği suç. İçindeki çocuğun her çırpınışta sarıldığı o öfkeye suç. Bir gün gelecekti ki yapılan bu işkencelerin üstü bir kusura bakma ile örtülecekti. Tarihte unutulan, kısa bir dönem olarak geçen bu tarih binlerce insanın hayatına bir bomba etkisi bırakmıştı. Yağız günlerce çektiği işkence ile hücresinde baygın yatıyordu. Açlıktan kilo kaybetmiş, işkencelerle delirme noktasına gelmişti. Dışarıdan haber almayı çoktan geçmişti, bir küçük gün ışığına hasretti. İşkenceciler, işkenceden yorulmaları sebebiyle değişse de; işkence görenler hep aynıydı. İşkenceden ölen bir kaç kişi dışında hücreler doluydu. Kimse kimseyi görmüyordu fakat duydukları sesler kaderlerini ortak kılıyordu. Yağız, gelen sesler ile sırasının geldiğini anladı. Korkusuz Yağız öleli çok olmuştu, artık gelen askerleri hazır ol da bekleyecek kadar korkan bir Yağız vardı. Gözlerine bağlanan kumaş ile askerlerin arasında koridora geçti. Biraz önce çığlıklarını duyduğu mahkumun, karşı taraftan sürüklenerek geldiğini anladı. Halden düşene kadar işkenceye maruz kaldıkları için yürüyerek girdikleri işkence odasından sürüklenerek çıkarılıyorlardı. Kollarından birini tutan askerin yalpalaması ile gözünde ki kumaşı kayan Yağız gözlerini kıstı. Karşısında sürüklenerek getirilen kişiye döndü bakışları. Bir kaç saniye bakabildiği bu yüzü yara bere içinde de olsa tanıdı. Yiğit... Can yoldaşı, kardeşi bildiği adamdı bu. Yağız'ın gözünün açıldığını fark eden asker, saniyeler içinde kapattı gözünü. Bir kaç saniyede gördüğü yüz ile dehşete düştü. Duydukları çığlıklar, gördüğü sürüklenen beden... Normal bir insanın işkencesine bile dayanamayan yüreği, kardeşinin hali ile sıkıştı. Normalde Yiğit'e uzanan eli kırardı fakat kollarını tutan askerlere karşı duyduğu korku her geçen gün daha da büyüyordu. Başına gelen fenalıkların kardeşinin de başına gelmiş olmasına içerlerdi Yağız. Gönül ve Nehir, birbirlerine belli etmedikleri göz yaşlarını kuytu köşede döker olmuşlardı. İkisi de birbirine güçlü görünmek, destek olmak çabası içindeydi. Gönül, hayata tutunduğu bebeği sayesinde o gücü bulurken Nehir, abisinin yokluğunda emanetlerine sahip çıkmak istiyordu, tıpkı yıllardır abisinin ona yaptığı gibi. Üç ay oluyordu yaşananlardan sonra. Yılın son ayı da bitmek üzereydi artık. Kanlı bir yılı geride bırakmayı tüm millet istiyordu. Ülkede mutlu olan çok az bir kesim vardı; işin ucu kendilerine dokunmayanlar. Onların dışında tüm ülke yas halindeydi. Yağız'dan hiç haber alamadılar fakat ümitlerini de kesmediler. Yiğit'in yakalandığını ise onu gören mahalleliden öğrenmişlerdi. Nehir ilk duyduğunda kısa bir baygınlık geçirmiş uzun süre toparlanamamıştı. Gönül'ün ve dedesinin desteği olmasa ayakta bile duramazdı. Kısıtlamalar devam ederken sokaklarda askerler nöbet tutmaya, tutuklamalara devam ediyorlardı. Tutuklanmak için bir sebebiniz olmasa da kendinizi askeri aracın arkasında kelepçeli bulabilirdiniz. Sözde düzene giren sistem, kendince zehirli gördüğü her insanı etkisiz hale getirmeye odaklanmıştı. Kaldıkları hücrelerden sonra altışar kişilik küçük koğuşlara götürüldüler. Yağız, kaldığı koğuşa geçtiğinde tanıdık iki yüz görebilmişti. Diğerlerini tanımasa da aynı dava uğruna burada oldukları için hemen kaynaşmışlardı. Yiğit için de durum aynıydı. Girdikleri koğuşlar kaldıkları hücreden biraz daha büyüktü. Temiz olmasa da yatacakları bir yatakları vardı artık. Yerleri değişmişti fakat işkenceler değişmemişti. Sırayla götürüldükleri odalardan yine felaket şekilde dönüyorlardı. Neyse ki artık yalnız değillerdi. İşkencelerini bastırdıkları dava arkadaşları yanlarındaydı. Koğuşlarda yüksek sesle dinletilen marşlar ilk önceleri sıkıntı çıkarmasa da zamanla bu bile işkenceye dönmüştü. Sürekli tekrarlayan aynı ses psikolojilerine vurulan bir darbeydi aslında. Yiğit ve Yağız, birbirlerinden habersiz fakat aynı acılarla imtihana tutuluyorlardı. Yağız solcuların koğuşundayken, Yiğit sağcılar koğuşundaydı. Normal bir dünyanın içinde fakat bir o kadar da dışında kalan küçük bir dünyaları olmuştu. Mavera; bir şeylerin ötesinde bulunan yer, zaman. Şimdi onlar için tam da buydu. Dış dünyadan bağlantıları kopuk, yaşamanın ötesinde bir dünya. Darbecilerin yeni bir politikası ile karıştır - barıştır sistemi gerçekleşiyordu cezaevlerinde. Sağcılar ve solcular, bir koğuşta bulunup birbirleri ile dostça yaşayacaklarmış. Bu da işkencenin başka bir çeşidiydi aslında. Fikir ayrılıkları sebebiyle anlaşamayan bu insanları önce yüzleştirecekler sonra ayrı düştükleri her an da tekrar işkence edeceklerdi. Bir çok cezaevinde uygulanmaya başlanan bu sistem İzmir'de de uygulanmaya geçecekti. Milliyetçiliği solculara karşı gelmek sananlar ve devrimciliği sağcılara karşı gelmek sananlar 4 metre karelik bir koğuşta bir araya geleceklerdi. Atladıkları bir şey vardı; savaş başladığı an sebepler unutulurdu. Koğuşlarda gezen bu haberler sağcıları da solcuları da düşündürüyordu. İki taraf da hazırlık içerisine girmek istese de elden bir şey gelmiyordu. Koğuşlara geçtikten sonra yerleri aileleri tarafından öğrenilmişti. Yağız ve Yiğit'in aynı cezaevinde olduklarını bilmek içlerini rahatlatsa da durumlarından haber alamıyor, aylardır onları göremiyorlardı. Yerlerini bile yeni öğrenmişken buna da şükretmekten başka yapacak bir şeyleri yoktu. Gönül, büyüyen karnı ile hayata daha sıkı tutunurken, Nehir tam tersi olarak daha da içine gömülüyordu. Zorunlu olmadıkça konuşmuyor, kendi içine çekiliyordu. İçinde başlayan büyük bir savaş vardı. Ne savaşın sebebi belliydi, ne de kiminle savaştığı. Yağız iki arkadaşı ile bulunduğu koğuştan ayrılıyordu. 3 solcu gidip 3 sağcı gelecekti koğuşa. Üçe üç şeklinde karıştırdıkları koğuşlar patlamaya hazır bomba gibiydi. Eşyalarını bir torbaya koyduktan sonra askerler eşliğinde yeni koğuşuna adımladı. Önünde, asker tarafından açılan demir kapı ile sırayla içeri girdiler. Koğuşlar birbirinin aynısıydı, bir farkları yoktu. Kendilerine keskin bakış yollayan adamlara baktı. Göz göze geldiklerinde, Yiğit ile Yağız kala kaldılar. Yağız, onu son gördüğü işkence odalarını hatırladı. Önünden sürüklenerek geçen Yiğit şimdi yaraları iyileşse de yeni yaralar ile karşısında duruyordu. Yiğit, aylar sonra gördüğü kardeşine baktı. Diğer komünistlere attığı sert bakışlarla değil, şefkat dolu bakışlar ile taradı gözleri can dostunu. Askerler her iki tarafa da sert uyarılarda, daha doğrusu tehditler de bulunmuştu. İki tarafında acıları ortak olsa da dostluk gibi bir beklentileri asla yoktu. Askerlerin koğuşu terk etmesi üzerine koğuş da sessizlik hakim oldu. Ne sağcılar gelenleri buyur ediyordu ne de solcular girdikleri yere selam veriyordu. Yağız ve Yiğit, anlaşmış gibi birbirlerini tanımayan iki düşman olarak davranıyorlardı. Birbirlerine destek gibi gözükmeleri, kendi taraflarında sıkıntı çıkaracaktı. İkisi de bunu bildikleri için sessiz kalarak uzak durdular. Sessizliği bozan yerleşme sebepleri oldu. "Hangi yataklar boş?" Yağız'dan iki yaş kadar büyük olan Erdal selamını esirgediği bu adamlarla kavga etmek istemiyordu. Bir an önce yerlerine geçip üç kişi kaldıkları yoldaşları ile konuşmak istiyordu. Sol gruptan Yağız, Erdal ve onlardan yaşça daha küçük Semih vardı. Sağ gruptan ise Yiğit, Engin ve Tarık vardı. Engin, sorulan soruyla kapıya yakın yatakları gösterdi. Yağız yoldaşları ile ranzaların yanına gelerek ufak bir konuşma gerçekleştirdiler. "Herkes kendine mukayyet olsun yoldaşlar. Kavgayı çıkaran biz olmayalım ama çıkan kavgadan da geri durmayalım. Yalnız hareket etmek yok. Geceleri de sırayla nöbet tutarız. Sonradan gelen biziz sonuçta, tehlike var mı yok mu emin değiliz." Erdal'ın söylediklerine hak verdi Yağız ve Semih. Sessizce yataklarına geçtiklerinde Yiğit de benzer konuşmaları ülküdaşları ile yapıyordu. İki tarafta birbirine asla güvenmiyor tutuşacak tek bir kıvılcıma bakıyorlardı. İlk gün, beklendiği gibi gruplar birbiri ile sohbet bile etmeden kendi köşelerinde sessizce vakit geçiriyorlardı. Gece olunca uyumaya hazır olan gruplar nöbetçilerini seçerek uyumaya hazırlandılar. Yağız ve Yiğit birbirleri ile konuşmak fırsatını bulmuşken ilk nöbetleri gönüllü olarak devralmışlardı. İki saat kadar sessiz kalıp diğerlerinin uyuduğundan emin olduktan sonra, Yağız kısık çıkan sesi ile Yiğit'e döndü. "Seni gördüm." "Ne?" "İşkenceden çıktığında seni gördüm. Seni çıkarıp beni aldılar. Bir kaç saniyelik görme fırsatım oldu ama tanıdım, sendin." Yiğit, en aciz haliyle onu gördüğünü söyleyen adama cevap veremedi. Önüne indirdiği bakışları ile utandı. Yaşadıklarını tekrar hatırlamak dahi ona acı verirken o anları Yağız'ın da yaşadığını bilmek daha da canını yakıyordu. "Ben seni görmedim. Ama duydum. İlk girdiğim gün hücreye götürülürken duydum. Sesinden tanımıştım ama emin olamamıştım." Gözlerini kaldırarak baktıkları yüz de birbirlerinin acılarını gördüler. İşkencelerin bıraktığı izleri ruhlarına gömen bu iki adam birbirlerine karşı ayna olmuşlardı. "Sence çıkabilecek miyiz buradan?" "Çıksak da eskisi gibi yaşayabilecek miyiz Yağız?" "Haklısın." Konuşma umutsuzlukları ile biterken, sırtlarını dayandıkları soğuk duvarda düşlerini süsleyen sevdikleri ile sabahladılar. Gün doğmadan önce namaz için Yiğit, arkadaşlarını kaldırırken, seslere uyanan Erdal ve Semih'e, Yağız tehlikeli bir durum olmadığını söylese de yataklarında uyanmış onları izliyorlardı. Bir güğüm yardımıyla sırayla birbirlerine abdest aldırdıklarından sonra Tarık'ın imamlığı ile namaza duruyorlardı. Semih ve Yağız sessizce izledikleri bu adamlara, Erdal acımayla bakıyordu. Namazları bitip dua eden küçük cemaate laflarını esirgemedi. "Önünde eğildiğiniz Allah bile sizi bu durumdan kurtarmıyor. Siz hala faydasız işlerle uğraşın. Gericiler." Erdal, her daim öfkesi ile hareket eden bir insan olmasıyla hissettiklerini dile vurması çok güç olmuyordu. Engin, duydukları ile kavga etmeye hazırlanırken Tarık'ın kolundan tutması ile geri durdu. "Denedin mi hiç?" Erdal, yüzünde küçümser bir gülümseme ile cevap verdi. "Denememe gerek yok. Şimdiye kadar kim dualarla istediğine ulaşmış?" "Denemediğin gibi araştırmamışsın da belli ki. Bir gün merak edersen denemen için de öğrenmen için de bekleriz. Fikirlerini kendine sakla." Tarık, bulunduğu şu küçük hücre tipi koğuşunda kavga çıkarmak istemiyor, bıktığı dayak ve işkencelerden uzak durmaya çalışıyordu. Zaman burada durmuş gibiydi. Vakit geçirecek hiç bir şey yoktu hücrede. Normal bir cezaevine ne zaman geçerlerdi bilmiyorlardı fakat tutuldukları bu yerde bütün gün oturmakta artık işkenceydi. Yağız, Erdal ve Semih yerden topladıkları küçük taşlar ile parmakları arasında maç yaparlarken Yiğit, Tarık ve Engin de oturdukları tahta masada türkü mırıldanıyorlardı. Aynı yerde yaşamak zorunda kaldıkları düşman bildikleri bu adamlarla mecbur kalmadıkça tek kelam etmiyorlar ama kavgadan da uzak durmaya çalışıyorlardı. Diğer koğuşlardan duydukları sesler ile kavga edenlere yapılanları tahmin ediyorlar ve ona göre davranıyorlardı. Nöbetleşe uyudukları 5 günün sonunda sıra tekrar Yiğit ve Yağız'a gelmişti. Gece herkes uyuduktan sonra az da olsa eskileri konuşarak hasret gidermeye çalışan bu iki isim fırsatları değerlendirmeye çalıştılar. "Şişşt." Yağız'ın, Yiğit'e sessizce ses vermesi ile Yiğit beklediği sohbetin gelmiş olduğunu sezdi. "Aklıma geldi lan. Küçükken seninle topaç yarıştırırdık. Sen nasıl kazanıyordun her seferinde? Senin ki hep daha uzun dönerdi. Gıcık olurdum, bir türlü de söylemezdin nasıl yaptığını." Yiğit "estağfurullah" diyerek kısık sesle gülmeye başladı. "Nerden aklına geldi şimdi?" "Ne bileyim işte geldi öyle. Bir söyle, nasıl yapıyordun?" Yiğit, Yağız'a doğru çevirdiği başıyla, elleriyle göstererek anlatmaya başladı. Sanki şu an en önemli mevzuları buymuşçasına topaç çevirmeyi öğretti Yiğit, Yağız'a. "Bir kaç santim boşluk bırakacaksın ipte. Sen hepsini en sona kadar sarıyordun. İp ivme kazanamaz öyle. Birde sen çok yukardan fırlatırdın topacı hatırlıyorum, kaç tane kırdın öyle." "Ya nasıl atacaktım?" "Biraz daha aşağıdan, yana doğru eğimle bırakacaksın topacı." "Taktikleri aldığıma göre artık buradan çıkınca bir topaç yarışı yaparız ha?" Yağız bir an bulunduğu hücreyi unutarak kurduğu özgürlük hayaline güldü. "Tabi çıkabilirsek." Yiğit de en az Yağız kadar umudunu kesmiş olsa da Yağız'ın durumu onunkinden daha kötü olması sebebiyle destek olmak istedi. Yağız daha 1 ayı bile tamamlamamıştı evliliğinde, yakalandığında. "Çıkmasına çıkarız da yenebilir misin ondan emin değilim." Yağız, Yiğit'in meydan okumasına gülümseyerek karşılık verdi. Kısa ama umut veren bu sohbetin ardından yaslandıkları yataklarında ailelerini düşündüler. Bir kaç saat geçen bu derin sessizliği bozan hiç bir şey olmadı. Yağız, Gönül'ün gözünde gördüğü son duygu olan hayal kırıklığını her düşündüğünde pişmanlık hisleri üstüne çöküyordu. Sözler verdiği karısını, daha yeni evliyken ortada bırakmasını erkekliğine sığdıramıyor kendisine beddualar ediyordu. Aylardır haber alamadığı karısı, kız kardeşi ve dedesiyle geçen düşünceleri her daim vicdanını sızlatıyordu. Gönül ile uyandığı ilk sabahı düşündü Yağız. Hayatının sonunda huzura kavuştuğu o güne ışınlanmayı ölesiye istedi. Hayalini kurdukları Erzurum'da ki evlerini daha tadilata sokmak şöyle dursun, yerleşememenin acısıyla düşündü. Bahçesine Gönül'ün elleriyle belki de hiç dikilemeyecek olan çiçekleri düşledi, çiçeklerin arasında koşuşan iki çocuk. Çok mu şey istemişti bu hayattan? Yiğit, ailesini düşündüğünden daha çok Nehir'i düşünüyordu. Yağız ve Yiğit buradayken, Nehir kim bilir ne haldeydi. Üstelik onu son gördüğünde yaptığı aşk itirafı ile de karşılıklı olan duygularını açığa çıkarmışlardı. Yiğit, yastığının altına sakladığı mendilini çıkardı. Avuçları arasına aldığı mendile hasretle bakıp iç çekti. Kan lekelerini geçirmeye çalışsa da tam olarak geçmeyen lekeler mendilde yer yer sarı kırmızı izler bırakmıştı. Yiğit bu izleri her gördüğünde Nehir'den uzak durması gerektiğini düşünse de sevdası buna asla izin vermedi. Farkında olmadan kokladığı mendille Nehir'i düşünmeye devam etti. Yağız'ın düşlerine ara veren kafasını çevirdiğinde gördüğü Yiğit oldu. Yiğit'in elinde ne tuttuğunu karanlıktan göremese de içten gelen dürtü ile bir süre onu izledi. O da Yağız kadar hasretlik çekiyordu. Yağız, dostunun çektiği hasret duygusuna hüzünle baktı. Geçen bir kaç dakikanın ardında Yiğit'in elinde ki mendile takılan gözleri öfkeye büründü. Yerinden kalktığı gibi hışımla Yiğit'in yanına giderek yakalarından tutup çektiği Yiğit karşısındaydı şimdi. "Ver lan şu mendili." "Saçmalama Yağız, geç yatağına." "Ver dedim lan." Sesi artık daha güçlü çıktığı için koğuştakiler seslere uyanıp taraflarına geçtiler. Aralarında ki mevzuyu hilal işlemeli mendilin siyasal simgesi olarak düşündüler. "Canımı alırsın, ama sevdamı asla." Yiğit, meydan okuyarak baktığı Yağız'dan beklediği yumruk hamlesi ile karşılığını verdi. Kısa sürede kavgaya dökülen mevzu gardiyanların gelmesiyle ayrılsa da Yiğit ve Yağız'ın götürülmesi ile de bitmeyecekti. Gardiyanlar tarafından götürülen bu iki çocukluk arkadaşı bu defa nasıl bir işkenceye maruz kalacaklarını merak ettiler. Tabutluk denen yan yana olan bu iki odaya sırayla konuldular. İçerisinde tabut yoktu, odanın kendisi bir tabuttu. Ya ayakta hazır ol da duracak ya da çökeceklerdi. Ayak uzatmak yasaktı. Tabutluk denen bu hücrede bulunan gözetleme delikleri ile duruşunu bozana atılan dayaklar ile korkuyla duruşlarını bozamazlardı. Dört gün boyunca kaldıkları tabutlukta bir kaç kez dayak yemek zorunda kalmışlardı. Uyku halinde fark etmeden uzattıkları ayakları, vücutlarında bir kaç yaraya sebebiyet vermişti. Dört gün boyunca bedenleri pes ederken, fikirleri daha da güçlenerek hırsın o vazgeçilmez yangının da alev aldı. Esareti, fikirleri yüzünden yaşarken bedenlerine yapılan bu zulüm fikirlerine destek oldu. Her insan eksiği ile yaşamak istediğini söylerdi. Mutsuz insan; mutlu yaşamak ister. Hasta insan; sağlıklı yaşamak ister. Fakir bir insan; varlıklı yaşamak ister. Ve esaretin şu koyu maviliğinde hür yaşamak istiyordu on binlerce insan. Aylar geçmişti o Eylül sabahının ardından. Her evde hakimiyet kuran acı, yerini yavaş yavaş normale döndürüyordu. İşlerine, okullarına giden insanlar ile hayat bir nebze olsun devam ettiğini kanıtlıyordu vatandaşlara. Bazı evler için bu durum pek de söz konusu değildi. Evlatlarının yerlerini artık bilseler de hallerini bilemeyen aileler yüreklerinde taşıdıkları korku ile yaşama tutunuyorlardı. Cevat beyde bunlardan sadece biriydi. Yaşlı bedeni ve yorgun kalbi yaşadığı bu strese artık dayanamıyordu. Tansiyonları sürekli oynuyor artık yataktan bile çıkamaz hale geliyordu. Ölmekten değil de arkasında bıraktığı bu iki genç kız için endişeleniyordu. Yaşadıkları bu günler oldukça zor geçerken bir de yalnız kalacak olmaları Cevat beyi daha da korkutuyordu. Güçlükle atan kalbi artık pes etmek için an kovalıyordu. Tek bir endişeye bile kalbi dayanamaz haldeydi. Çevresindekiler de bunun farkında olarak hareket ediyor Cevat beyin yanında dikkatli davranıyorlardı. Gönül, büyüyen karnı ile ev işlerinde Nehir'e yardımcı olmak istese de görümceden ziyade kardeşi olan bu kız onu yormamaya yeminli gibiydi. Gönül günlerini Kuran ve namaz ile geçirirken Nehir işlerini bitirdikten sonra ruhsuzca oturuyordu. Bazen defterine bir kaç not karalıyor olsa da genel olarak düşünce halindeydi. Kafasında ki düşünceler, Nehir'i her geçen gün zorlar olmuştu. Hem abisi hem de sevdiği adamdan habersiz kalması Nehir'de büyük bir boşluk doğurmuştu. Yiğit ve Yağız'ın avukatlığını üstlenen Ömer, görüşme sağlamak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Fakat şimdilik kimse ile görüş sağlanmıyordu. Gönderdikleri mektuplar bile mahkumlara ulaşmıyor gardiyanların elinde bekliyordu. Aldığı bazı bilgilere göre yakın zamanda geçecekleri cezaevlerinde daha rahat olacaklardı. Yiğit'in girdiği bir kaç kavgalı eylem ve ocakta ki başkanlığı dışında bir sebebi yoktu fakat Yağız'ın durumu çok daha zordu. Yakalanan silahlar Yağız'a büyük bir tehdit oluşturuyordu. Hele ki o silahlarla bir cinayete veya yaralanmaya karıştığı öne sürülürse idam bile istenebilirdi. Şimdiye kadar hem sağcılardan hem solculardan idam istenen mahkumlar olmuştu. Yağız'ın davası henüz görülmediği için bir hüküm verilmemişti fakat risk oluşturabilecek bir durumdaydı. Ömer, davasına yeterli bilgiyi toplayamamıştı, Yağız ile görüş sağlayamadığı için. Yarın görülecek olan davada Yağız gibi bir çok isim olacaktı. Yiğit de bunlardan biriydi. Ömer, tek başına üstesinden gelmeye korktuğu davaya arkadaşlarından aldığı destek ile hazırlanıyordu. Dava günü geldiğinde İbrahim bey ailesi ile gelirken Cevat bey de Muhammed bey ve kızlar ile gelmişti. Adliyenin içerisinde gelecek olan mahkumları bekliyor, her gelen mahkum da gözleri Yağız ve Yiğit'i arıyordu. Yiğit, elleri kelepçeli şekilde girdiği adliye binasında kafası eğik bir şekilde geçerken davasının görüleceği salona doğru yürütüldü. Salonun önünde bekleyen kalabalığa baktığında ailesini görmenin sevinci ile gülümsedi. Emine hanım, iki kolunda askerler tarafından yürütülen oğluna döndüğü an da sevinci kısa sürmüş, yüzünde ki yaralar ile yıkılmıştı. Sesini yükseltmeye kıyamadığı oğluna kalkan elleri düşündüğü zaman annelik duyguları hücuma geçmiş göz yaşlarına akma emri vermişti. "Oğlum, Yiğit'im." Koşarak sarılamaya çalıştığı oğluna askerler tarafından ulaşamamış, İbrahim bey tarafından askerler ile bir sürtüşmeye sebep olmuştu. "İzin verin bir kere sarılayım. Asker oğlum bir defa lütfen." Annesinin askerlere yalvarır gibi istekte bulunmasına Yiğit öfkelenmişti. "Yalvarma anne, yalvarma. Baba, al annemi." Bağırarak annesine ve babasına seslenen Yiğit, iyi olduğunu söyleyerek güçlükle ilerledi. İlerde ki salonun önünde Yağız'ı bekleyen Nehir ile göz göze gelen Yiğit bir süre duraksadı. Nehir'in kırmızı, yaşla dolan gözlerine derin bir bakış gönderdi. Askerlerin sürükleyerek götürdüğü salona girene kadar bakışlarını Nehir'den çekmedi, çekemedi. Yiğit gibi bir kaç mahkumunda hızlıca geçen davası delil yetersizlikleri sebebiyle ertelenmişti. Aslında amaçları onları içerde tutacak zamanı kazanmaktı. Siyasiler içerdeyken sözde düzen kurulacaktı. Yiğit'in davası görüldükten kısa bir süre sonra Yağız hakim karşısına çıkarılacaktı. Girdiği adliye koridorunda uzaktan gördüğü Gönül'e büyük bir hasretle bakarken fark ettiği hafif çıkıntılı karnına şaşkınlıkla baktı. Bakışları keskin ve şefkatli olarak karısının karnına inmiş, kafasında bazı şeyleri oturtmaya çalışmıştı. Aylardır göremediği karısı şimdi karnında bebeği ile karşısındaydı. Yağız bu yakıcı ama huzurlu duygunun içinde boğuldu. Gönül ile kesişen bakışlarında hiç bir şey söylemeden bebekleri için anlaşmış olmalarının büyüsü hakim oldu. Ne ellerinde ki kelepçeler umurundaydı ne de birazdan hakim karşısına çıkacak olması. Aklı, yüreği sadece Gönül ve bebeği ile doluydu şimdi. Güçlü durması için kendi kendine defalarca söz veren Yağız, göz yaşlarını tutamamış Gönül'e bakışlarıyla hislerini dökmüştü. Gönül sevdiği adamdan gelen bu hislere kucak açmış aynı duygular ile karşılamıştı onları. Şu kısacık an da hissettiği duygu karmaşası aklını bulandırdı. Yağız, baba olacaktı. Yağız'dan nasıl baba olacaktı? Ellerinde ki kelepçeler, bedeninde ki işkence izleri bile bu duygunun gücüne ulaşamazdı. Oturtulduğu sandalye üzerinde geriye çevirdiği başı ile Gönül'ü aradı, bulamadı. Suçu diğerlerinden daha ağır olduğu için tek başına yargılanacaktı Yağız. Hakim delilleri inceleyip, uzun uzun anlamadığı kanunlardan bahsetti. Yağız bulunduğu ortamdan çoktan soyutlanmış, hayal dünyasında baba olmanın mutluluğuna erişmişti. Dava boyunca Yağız sessiz kalırken, Ömer avukatlığını üstlenerek elinden gelen her şeyi yapmıştı. Cumhuriyet savcısının istediği idam kararı ile Yağız bulunduğu ortama geri döndü. Şimdi yaşaması gerekti. Kendisin için değil, karısı ve bebeği için yaşamalıydı. Ömer abisi, elinden gelen her şeyi yaparak duruşmanın ertelenmesini sağladı. Hüküm giymeden çıksa bile istenen idam cezası Yağız'ı yerle bir etmişti. Yağız duruşma salonundan çıktıktan sonra son kez ailesine baktı. Hepsini görmüş olmanın mutluluğu ve eksikliği ile dönüş yolunu tuttu. Ömer'in salondan çıkması ile etrafına toplanarak çıkan sonucu merak eden kalabalık neler olduğunu sordu. Ömer'in surat ifadesi moralleri bozmuş olsa da net bir cevap istediler. "Ömer abi ne oldu içeride?" Gönül'ün korkarak sorduğu soruya Ömer ne diyeceğini bilemedi. Söylemek zorundaydı, elbet öğreneceklerdi. "Silahların karıştığı suçlar dolayısı ile savcı idam istedi." Gönül ve Nehir duydukları ile yıkılırken, Ömer hızlıca devam edip onları teskin etti. "Kanıtlanan bir şey yok. Sakin olun. Hüküm veremediler zaten duruşma ertelendi." Gönül hıçkırıklarına artık engel olamayarak oturtulduğu sandalyede uzun uzun ağladı. Nehir ise dayandığı duvarda sessizce göz yaşlarını akıttı. Nehir'in sesi acıdan kesildi. Diyecek hiç bir şey bulamadı. Abisini gönlünde koyduğu en baş köşesine idam kelimesi çok ağır gelmişti. Gönül ve Nehir'e teselli vermeye çalışan topluluğun dikkati yere yığılan Cevat beye çevrildi. Cevat bey yaşanan bunca acıya artık dayanamamıştı. Evlat acısı, eş acısı ve şimdi torun acısı kalbini durdurmak için büyük sebepler olmuştu. Yağız'ın biraz önce kelepçeyle çıktığı adliye koridorundan, Cevat beyin cansız bedeni çıkıyordu. Arkasından ağlayan Nehir çaresizliğin en uç noktasında sığınacak hiç bir liman bulamıyordu. Ölüm... Kelimenin de soğukluğu olurdu. Ölüm en soğuk kelimeydi. Ürpertir, hasta ederdi kalanı. Gidenin toprak altında kaybolan hisleri, kalanlara pay edilirdi. Nehir'in payına düşen acı ve çaresizlik olmuştu. Yüreğinde hissettiği bu acı birikim kendisinin de gömülmesine sebep oldu. Cenaze evi diye nitelendirilen evinde cenaze Nehir'in içindeydi aslında. Dedesinin acı kaybının ardından günler geçse de, Nehir verdiği tüm kayıpların yasını şimdi tutuyordu. Gönül ile yalnız kaldıkları evde, yaşamaya dair yaptıkları bir hareketlilik olmuyordu. Muhammed bey, kızını ve kızı gibi bildiği Nehir'i koruma görevini artık daha yakından yapıyor onlara evini açıyordu. Manevi olarak da maddi olarak da yaşadıkları zor günlerde artık evde kalmaları imkansız hale geliyordu. Dedesinin maaşı kesilince Nehir işe girmek istese de abisinin yargılanıyor oluşu iş imkanlarını tıkıyordu maalesef. İstemeyerek de olsa Muhammed amcasının teklifini kabul ederek doğup büyüdüğü evi ile vedalaşmak zorunda kaldı. Badanası eskimiş evin duvarlarında asılı olan çerçeveleri toparken eper zorlandı Nehir. Sevdikleri yetmezmiş gibi bir de geçmişini gömmesi gerekiyordu. Her köşesinde biriktirmiş olduğu anılara taze göz yaşları ile eşlik etti. Yüreğinde ki bu derin üzüntünün yangınında isyanlarını kederiyle susturarak ayrıldı geçmişiyle bağlantı kurduğu bu evden. Ardına dönüp baktığında penceresinden ona bakan annesinin hayali ile vedalaştı. Nehir yaşadığı bu derin kederin getirdiği olgunluk ile değişiminin il adımını attı. |
0% |