@maveradabiryazar
|
Mayıs 1981 Yaşamanın en kutlu gayesi olan hürriyetin uzağında geçen dokuzuncu aylarıydı. Mahkemenin üzerinden aylar geçmişti ama etkisi Yağız için hala tazeliğini koruyordu. Mahkemeden çıkıp cezaevine geri girmesinin hemen ardından müdürden aldığı haber ile yıkılmıştı Yağız. Çınar bildiği, dedesini kaybetmişti. Öyle suçlu hissediyordu ki kendini, idam istenmesini bile haklı buluyordu. Yağız'ın varlığı bile tehlikeliydi sevdiklerine. Dedesiyle acı, tatlı anılarını düşündü uzun süre. Koğuşta ne olursa olsun çıt çıkaramadı Yağız. Dedesini kaybettiğini hepsi öğrenmişti fakat bu sessizliği idam istenmesine bağlıyorlardı. Yiğit, Yağız'la görüşmek için fırsat kolluyor fakat Yağız'ın geri çekilmesiyle doğru düzgün konuşamıyorlardı. Yiğit, Yağız'ın tavırlarını alınganlık göstermedi. Biliyordu, diğer devrimci arkadaşları ile de konuşmuyordu Yağız. Baba olacağını öğrendiği gün, dedesini kaybetmişti. Dedesi ölmüştü ve bir bebeği olacaktı. Ne büyük zıtlık. Doğum ve ölüm... Yağız bu içinde bulunduğu zıtlıkla kendisinin acizliğini fark etti. Dışarıda onsuz da hayat devam ediyordu. Yaşamıyla, ölümüyle... Yağız derin düşüncelerine devam ederken diğerleri de gündemde ki meseleleri konuşuyorlardı. Bu küçük hücre tipi koğuşlardan çıkıp cezaevinin büyük, karışık koğuşuna geçeceklerdi. Yine sağcısı, solcusu bir arada olacaktı belki ama hiç değilse insan muamelesi göreceklerdi. Bugün yarın geçeriz diye düşünüyorlardı. Koğuş değişince artık üzerlerinde ki baskı da azalacaktı. Hatta aileleri ile görüş bile sağlayabilirlerdi. Burada değil görmek, bir mektuba bile hasrettiler. ... Nehir, bir süredir kaldığı evde hala kendisini yabancı hissediyordu. Muhammed amcası ve Gönül ne kadar üstüne titreseler, ilgilenseler de Nehir'in acısı bir türlü dinmiyordu. Annesi, babası, babaannesi, dedesi, abisi... Hiç kimsesi yanında değildi şimdi. Üstelik bir evi de yoktu. Hiçliğin en uç noktasındaydı. Düştüğü yerden kalkması gerektiğini biliyor fakat bunun için kendisinde ne güç buluyordu ne de istek. Hiçlik duygusu kalıcı olarak yerleşmişti belli ki içine. Gönül, iyice büyüyen karnı ile doğuma gün sayıyordu artık. Sevdiği uzaktaydı fakat tutunabileceği parçası onunlaydı. Yağız'a kavuşması uzun sürse de, inşallah bebeğine kısa vakitte kavuşacaktı. Gönül ve Nehir her zaman ki gibi akşam sofrasını beraber kuruyorlardı. Nehir, ne kadar tükenmiş hissetse de Gönül'e ağır iş bırakmamak için elinden geleni yapıyordu. Muhammed bey, geldiği gibi kızlar ile beraber sofraya oturmuştu. Muhammed bey ne olursa olsun sofrada buluşmaya özen gösteriyordu ki bir nebze de olsa Nehir kendisini buraya ait hissetsin. "Ne yaptınız bugün bakalım kızlarım?" "Bildiğin gibi baba, Nehir yaptı ben izledim işte." Muhammed bey ve Gönül gülümseyerek Nehir'e dönerken Nehir önünde ki çorbaya dönmekle yetindi. "Yemeğini bitirsene kızım." Nehir, gelen soruyla kafasını kaldırdı. "Aç değilim Muhammed amca." "Olmaz öyle kızım. Hiç değilse çorbanı iç, bak soğutmuşsun." Nehir asla kırmak istemediği bu adama karşı tebessüm gönderip çorbasını kaşıkladı. Her yediği lokmada içinden mahcup oldu Muhammed beye. "Kesene bereket Muhammed amca." "Eline sağlık güzel kızım." Nehir, Muhammed amcasına karşı teşekkür ederken Muhammed amcası da ona teşekkür ediyordu. Nehir bu adama minnet duyuyordu ve bu duygunun altında eziliyordu. "Sağol Muhammed amca. Sen olmasan ne yapardım bilmiyorum. Teşekkür ederim." Muhammed bey, kızı bildiği Nehir'e gülümsedi. "Şükrünü bana değil kızım Rabbime sun. O vermek istemeseydi ben hiç vesile olabilir miydim? Sen şimdi sadece veren eli görüp çekiniyorsun ama işte öyle değil o işler. Rızkını bize getiren de Rabbim, şükrü hak eden de." Nehir, amcasının sözlerini dinliyor ama onun alçak gönüllü olmasına veriyordu bu sözleri. "İnsanlar hasta olunca doktora gidip iyileşirler öyle değil mi? Sanırlar ki şifayı o doktor ona verdi. Oysa şifayı da veren Allah'tır. Doktor sadece bir aracıdır. Allah şifa vermek isterse ölüm döşeğindekini bile iyi eder. Lakin kaderin de ölüm olduktan sonra bir öksürük öldürür adamı, çare bulamaz doktorlar. Sen de rızkını benden bilip borçlu hissetme kendini." Nehir duyduklarını anlıyordu ama kafasında bazı şeyleri oturtamıyordu. "Muhammed amca, madem Allah ne isterse o oluyor neden bu dünyada bu kadar kötülük var?" Muhammed bey, Nehir'in günler sonra konuşmak istemesine sevinmiş yaptığı bu sorgulamayı anlayışla karşılamıştı. "Allah ne yaratırsa yaratsın, hayır üzere yaratır. Bunu şer olarak çevirip kullanan yine insanın kendisidir kızım. Mesela su; nasıl güzel bir nimet değil mi? Su olmadan yaşayabilir miyiz, yok. Ama denizde boğulan biri için su artık şer olarak görünür. Ya da ateş. Rabbim ateşi bize bir hayır ve nimet üzere yaratmıştır ama elini uzatsan yakar, şer olur. İşte kötülük de böyledir. Allah var, ama insan Allah'a yönelmiyor, şeytana uyuyorsa bu onların tercihi olur." "O zaman kötülük diye bir şey hiç olmasın. Dünya da herkes iyi olsaydı ya o zaman?" Muhammed bey, Nehir'in bu masum soruları ile içinde ki karışıklığı anlayabiliyordu. "Dünya iyilikten ve doğruluktan ibaret olsaydı, insanlar özgür olamazdı kızım. Evet, Allah kötülükleri engellemiyor; çünkü bizleri imtihana tabi tutuyor. Eğer bütün kötülükler ortadan kalksa iyilik diye bir şey de söz konusu olamaz. Çünkü her şey zıddı ile bilinir. Karanlık olmadan aydınlığı bilemezsin, hastalık olmadan sağlığı, gece olmadan gündüzü bilemezsin. Kötülük de olmak zorunda ki imtihan olabilelim. Bir düşün bakalım; okulda aynı sınıfta olduğun bir arkadaşın sınavdan kalmış olsun, sende tam puan ile geç sınavı. Ama öğretmenin ikinizi de aynı derece de mezun etsin, adil olur mu sence?" Nehir başını sallayarak "olmaz" cevabını verdi. "İnsan özgür yaratıldı. Melekler gibi iradesiz varlıklar değiliz. Rabbim bize çeşit çeşit yol vermiş, kişi kötülüğü seçiyorsa bu Allah'ın değil, kötü seçim yapan insanın suçudur. Kötülükler olacak ki iyilerin kıymeti her daim bilinsin." "İyi ama güçlü olan bu kötülere karşı iyinin bir kıymeti kalmıyor ki. Onlar güçleri ile her istediklerini yapıyorlar, biz ise elimiz kolumuz bağlı oturuyoruz burada." Muhammed bey, Nehir'in öfkesini anlıyordu. Üst üste yaşadığı o kadar acının sonunda sinirini çıkaracak bir şeyler araması gayet tabiiydi. "Hiç bir kötülük, yapanın yanına kar kalmaz kızım. Belki bu dünyada işler dediğin gibidir. Bazen o kötüler dışarıdan bakıldığın da mükemmel bir hayata sahip olarak gözükebilir. Fakat ilahi bir adalete inanan her insan bu mükemmel kötülüğün getireceği belayı bilir." "Ne yani cezasını çekmesi için ölmesini mi beklemeli insan?" "Nahl suresi 61. ayette der ki; Eğer Allah insanları haksızlıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onlara belirlenmiş bir sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor. Ama süreleri dolduğunda onu bir an bile ne erteleyebilirler ne de öne alabilirler. Ve yine İbrahim suresi 42. ayette der ki; Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor. İmtihanı geçenler ve kalanların belli olacağı, ayrıştırılacağı o gün Rabbim elbet en adil şekilde kötüyü iyiden ayırır. Ve emin ol, o gün görülecek ceza dünyada göreceği her cezanın üzerindedir." Nehir bu soruları neden sorduğunu bilmiyordu. Kötü olduğunu düşünüp cezalandırmak istediği biri yoktu fakat adaletine sığınmak istediğinden, emin olmak istiyordu belki de. Masanın toparlanmasının ardından çaylar da içilmiş herkes odasına çekilmişti. Uyuyan sadece evin ışıklarıydı. Nehir düşünmekten uyuyamıyor, Gönül ise akşamları yavaş yavaş vuran sancısı ile uykusuz kalıyordu. Muhammed bey ise her akşam yaptığı gibi odasında Kuran okuyordu. Belli bir vakte kadar uyumasalar da yorgun düşen vücutlar Muhammed bey ve Nehir'in uykusunu getirirken Gönül'ün azalmasını beklediği sancıları sıklaşıyordu. Gönül açtığı ışık ile sancıların gelme sıklığını kontrol ediyordu. Düzenli gelen sancılardan sonra doğum zamanı geldiğine kanaat getirerek üzerini giyip hazırlandı. Sancının gelmesi ile iki büklüm olurken sancı gittiği an nefes alıp hazırlanmasına devam etti. Saate baktığında sabah ezanı okunmak üzere olduğunu fark etti. Babası birazdan kalkardı. Biraz erken uyandırmakta sakınca yok diyerek odasından çıktı. Babasının odasına geldiğinde sakin kalmaya çalışıp kapıyı çaldı. Onun bu halini biri görse her şey normalmiş de babasını kahvaltıya kaldırıyormuş sanırdı. Muhammed bey çalan odasının kapısını hayır olsun diyerek açtı. Kızını hazırlanmış şekilde ve ter içinde görünce, torunun gelmek üzere olduğunu anladı. "Baba, geceden beri sancım var." "Tamam kızım, tamam. Sen otur şöyle." Babasının yardımı ile oturduğu koltukta eliyle karnını okşadı. "Ben Nehir'i de kaldırayım, sen burada bol bol oku kızım. Meryem suresi oku." Muhammed bey, aceleyle Nehir'in kapısını çalarak seslenmiş, durumdan haberdar etmişti. Hızlıca hazırlanıp çıktıkları hastane yolunda Gönül'ün sancıları daha da artmıştı. Babasından gizli akıttığı göz yaşları ve sancı anında sıktığı dişleri ile zorlanmaları başlamıştı. Uzun süredir dilinde okuduğu ayetler ile hastaneye giren Gönül bebeğine kavuşmak için dualar ediyordu. Ebe tarafından kontrolü yapılıp doğumhaneye giren Gönül'ün arından Muhammed bey, Allah'a dualar ediyordu. Gönül, doğumhanede geçen vakitleri hesaplayamıyor, artık geçmeyen sancılar ile nefes bile zor alıyordu. Ona sık sık nefes alıp ıkınmasını söyleyen ebenin sözünü dinliyordu. "Çok az kaldı annesi, hadi son kez, güçlü bir şekilde." Gönül, duyuyordu fakat artık gücü kalmıyordu. Allah'a peygamber duaları ile dua ettikten sonra son kez tüm gücünü toplamaya çalıştı. Ve Gönül'ün acı çığlıkları güçlü bir bebeğin ağlamasına karıştı. Dokuz aydır beraber nefes aldığı bebeğinin sesini duyması ile şükürlere boğuldu. "Annem." Göz yaşları ile bebeğini izledi. Kucağına aldığı ilk an sanki yıllardır birikmiş hasretini sona erdirmek ister gibi kokusunu içine çekti. Gönül en çok anneliği sevdi. ... Bir süredir kulaklarına gelen haberlerin sonunda yeni koğuşlarına geçtiler. Koğuş 36 kişilikti. Eskiye nazaran daha genişti. Günün belli saatlerinde çıkabilecekleri avlunun diğer tarafında farklı bir koğuş daha vardı. Araları duvarlar ile örülü olduğu için kimseyi göremiyorlardı o taraftan. Belki tanıdıkları birileri vardı fakat iletişim oldukça zor ve tehlikeliydi. Yiğit, arkadaşları ile yataklarına yerleşti. Yağız, hem arkadaşlarıyla birlik içinde görünüyordu hem de çok ayrı bir dünyanın içindeymiş gibi dolaşıyordu. Kahvaltılarını yeni koğuşta yaptıktan sonra yeni gelenler ile tanışmalar yaşanıyor, sohbetler ediliyordu. Demir kapının gür sesi ile elinde mektuplarla bir görevli içeri girdi. Herkes bir umut baktığı görevliye, isimleri söylenenler güler yüz ile yöneliyordu. Evden, sevdiklerinden en ufak bir habere oldukça muhtaçtılar. Yağız ve Yiğit aylar sonra ilk mektuplarını alacaklardı. Mahkeme günü kısa görüşlerini saymazlarsa bu ilk temas olacaktı onlar için. "Yağız Efe Aydın." "Yiğit Efe Öztürk." İsimlerinin okunmasıyla, heyecanlarını dizginlemeden mektuplarını aldılar. Yataklarına çekilip kısa bir an bulundukları koğuştan uzaklaşmak istediler. Yiğit'in abisinden gelmişti mektup. Abisinin adı yazılıydı mektupta ama hepsi beraber yazmışlardı, Yiğit adı gibi biliyordu. Ailesinden aldığı haberler Yiğit'i mutlu etmişti. Herkes iyiydi, üstelik bir de yeğeni olmuştu. Ömer abisinin bir oğlu olmuştu. Yiğit, amca olmanın mutluluğu ile mektubuna bir kaç göz yaşı döktü. Annesinden, babasından ve Nazlı'dan olduğunu düşündüğü cümleleri tekrar tekrar okudu. Ailesinin iyi olduğunu bilmek Yiğit'i oldukça rahatlatmıştı. Ama öğrenmek istediği biri daha vardı. Nehir, dedesini kaybettikten sonra ne yapmıştı, hiç bilmiyordu. Yağız ile konuşmaya çalışıyor fakat başarılı olamıyordu. Ne babası ne de Muhammed ustası yalnız bırakmazdı Nehir'i ama işte merak etmek elinde değildi. Yağız, Yiğit kadar sevinçle açamadı mektubu. Dedesinin ölümü hakkında kendisini suçlasa da, sevdiklerinin onu suçlama ihtimali canını yakıyordu. Bir süre bakıp iç geçirdiği mektupla yatağında bekledi. Okumaya cesaret edemediği için yastığının altına koyduğu mektubu düşünmemeye çalıştı. Belki de ilk defa kaçıyordu. Oysa müebbet yiyeceğini bildiği, silahlarla yakalandığı o gün bile kaçmamıştı Yağız. Gün içinde Yiğit bir kaç kez Yağız'a mektup hakkında sorular sorsa da Yağız'ın suskun halleri sonucu, okumadığını anlamıştı. Ne kadar Nehir'i merak etse de, Yağız'ın bu halini gördükçe üstüne gidemiyordu. Yiğit ailesi konusunda daha rahattı, babası ve abisi vardı ardında. Fakat Yağız için aynı şey söz konusu değildi. İkindi vaktinde aylardır bekledikleri avluya çıktılar. Bir kaç metrelik, çevresi duvarlarla örülü şu avlu nasılda gözlerinde büyük bir cennet bahçesine dönüşüyordu. Temiz hava, güneş, rüzgar, bulutlar, gökyüzü... Daha önce hiç fark edip bakmadıkları şeyler şimdi anlam kazanmıştı. Kaybetmenin ardından gelen o büyük farkındalık kucaklamıştı onları avluda. Göğün maviliği, rüzgarın esintisi, güneşin sıcaklığı, şimdi her şey önemliydi hayatlarında. Demek ki insan yaşamak için sadece ekmeğe suya ihtiyaç duymazmış. Yaşamın en büyük gerekliği insanı özgür kılan, yaşamına anlam katan her bir zerreymiş. Yağız, farkında olmadan yön verdiği adımlarıyla avlu boyunca gidip geliyor, volta atmak dedikleri bu uygulamayı yapıyordu. Süreleri bitene kadar yürüdü Yağız. Yürürken, düşündü; düşünürken, anladı. Akşam yemeğinde yedikleri bir kaç lokmanın ardından koğuşa geçen mahkumların kimisi radyo dinliyor kimisi sohbet ediyor, kimisi de yapacak bir işleri olmadığından erkenden uykuya geçiyordu. Yağız, bu dört duvar arasında kaçmanın bir mantığı olmadığını hatta o mektuptan başka sığınacak bir şeyi olmadığını biliyordu. Koğuşta herkesin uyumasını bekledikten sonra geçtiği bir masanın köşesinde cılız bir mum yakıp mektubu açtı. Bir yandan koğuşu göz ucuyla takip ediyor olsa da Yiğit'in gizli gizli onu izlediğini göremiyordu. Yağız, karısından gelen mektubu yüreğine bastırıp kokladı. Gönül'e karşı ölesiye mahcuptu. Mum ışığına yaklaştırıp mektubunu okumaya başladı. Sevgilim, Yağız sevdiğim... Mektuplarıma karşılık alamadığımdan anlıyorum mektuplarımın sana ulaşamadığını. Belki bu sefer eline geçer umuduyla yazdığım kaçıncı mektup bende bilmiyorum. Üstelik sana anlatacaklarım da var bu sefer. Hayatımda yaşadığım en güzel duyguları, sensiz yaşamak canımı sıkıyor bazen. Sevgilim, yokluğun beni zora sokuyor. Bazen sanki taşıyorsun içimden. Tüm kızgınlığıma rağmen, her hücremle sevmeye devam ediyorum seni. Biliyorum bunların hepsi bir imtihan, ama yine de sana kızmaktan alı kıyamıyorum kendimi. Seni üzmek istemiyorum ama merak ediyorum. Benden ve bebeğinden uzakta geçen ayların davana değdi mi? Ne kazandın veya ne kazandırdın davan için? Aylardır eksik yaşadım her mutluluğumu. Hissettiğim ilk tekmeler de öyle çok ağladım ki canımın yandığını sandılar. İlk aşermem de babama diyemediğim için evde yaptığım bir kaç şey ile iştahımı bastırdım. Bulantım veya sancım olduğu gecelerde sabaha kadar uykusuz kaldım. Sen hiç birinde yanımda değildin Yağız. Sana muhtaç olduğum dönem de böylesine yalnız kalmam, kalbimde bir delik inşa ediyor sanki. İsyana düşmekten korktuğum her an da zikre sığınıyorum. Kalben yaptığım zikrim ile öfkemi silip, sevgimi bırakıyorum sana. Hem aşkım hem de imanım kalbimde çünkü. Babam demişti ki; "insanda, hayat suyunun ilk çıktığı yer kalptir." Bu yüzden zikir kalpten çekilirmiş. Hani diyor ya; "Yere göğe sığmadım ama mümin bir kulumun kalbine sığdım." Kalp çalışmaya başlarsa, hayat başlar. Zikri ve kalbi duran kişi de ölüdür. Ben zikrim ve sevgim ile kalbimi öldürmemek, yaşatmak için elimden geleni yapacağım Allah'ın izniyle. Babamdan öğrendiğim bir şey daha var; kalbin en değerli yeri diye bilinen, nokta-i süveyda. Kalpte ki siyah nokta. "Can özüdür ve sevenin canı buradadır. İnsanın hakikati bu noktadadır." demişti babam. Şimdi sen merak ediyorsun, sana bunları neden anlatıyorum diye. Sabırsızsın bilirim. İstedim ki şimdi yatağımızda uyuyan kızımızın isminin anlamını öğren. Süveyda... Evet, Yağız'ım, bir kız babası oldun. Onu görebilmeni ne kadar çok isterdim. Adını saçlarında taşıyor resmen. Simsiyah saçları öyle güzel ki. Sana benziyor diyemiyorum kusura bakma. Huyu konusunda şüphelerim var. Biraz huysuz ve yaygaracı bir kız. Hakkını savunma konusunda yolunda ilerliyor belli ki. Her şeye rağmen çok şükür iyiyiz. Yokluğunda beni hayata bağlayan kızımız ile yolunu gözlüyoruz. Nehir de bir kaç kez mektup yazdı sana fakat ulaştırmıyorlar diyerek vazgeçti yazmaktan. Senden cevap aldığı ilk an yazacağına şüphen olmasın. Dedenin kaybından sonra Nehir'i toparlamak güç oldu. Fakat, Süveyda ona da iyi geldi. Nehir iyi bir hala. Fotoğraf da göndermek isterdim fakat mektup gibi o da ulaşmaz diye bekliyorum. Senden bir haber almaya öyle muhtacız ki. Ömer abiden bazen iyi olduğunu öğreniyoruz fakat o da seni göremiyormuş. İnşallah iyisindir. Aklımız, kalbimiz hep seninle. Bütün dualarım seninle. Allah'a emanet ol sevgilim. Gönül Aydın... Yağız okuduğu mektup ile göz yaşlarını bıraktı. Hıçkırıklarını avuç içiyle kapatıp sarsıla sarsıla ağladı. Bir kızı olmuştu, Yağız baba olmuştu. Süveyda... Kokusunu bilmediği, hiç görmediği bir bebeği vardı. Gönül'ün sitemlerinde ki haklılıkta boğuldu. Haklıydı, değmemişti. Hiç bir kazancı olmamıştı, hatta kayıpları vardı. Gönül'ün hakkını ödeyemezdi. Kızgın da olsa sevmekten vazgeçmemiş her şekilde arkasında durmuştu. Yağız, karısına çok şey borçluydu, en çok da huzurlu bir hayat. Yiğit, sarsıla sarsıla ağlayan arkadaşını görünce endişelense de rahatlaması için sesini çıkarmadı. Hıçkırıklarının kesilmesini bekledikten sonra yavaş hareketlerle sessizce yanına yaklaştı. Yağız, yaklaşan adımlarla gözlerini silip mektubu cebine koydu. Karşıt gruptan bir saldırı olma ihtimaline karşı hızlı hareket edip sırtını duvara yasladı. Gelenin Yiğit olduğunu görünce rahatlayıp tuttuğu nefesini verdi. Neyse ki mumu önceden söndürmüştü ki ağladığını bu karanlıkta anlayamayacaktı Yiğit. "Kötü bir haber mi geldi?" Yiğit, koğuştakileri uyandırmamak için fısıltı şeklinde soruyordu sorusunu. Yağız, her koşulda Yiğit'in onu merak etmesini seviyordu. Abiliğini yine yapıyordu. "Baba olmuşum." Yiğit, Yağız'ın sözlerini yanlış mı anladım der gibi bakıyor, tekrar etmesini bekliyordu. "Tabi bu durumda sende amca olmuş oluyorsun." "Hadi lan." Yiğit, tepkisini gösterirken bu defa ses tonunu ayarlayamamış bir kaç kişinin uyanmasına sebep olmuştu. "Sişşt. Toplama milleti başımıza." "Baba oldun demek ha?" Yiğit, sonunda inandığı cevap ile gülüyor Yağız'a sarılıyordu. "Yakışır kardeşime be. Bir günde ikinci kez amca oluyorum ha." "O ne demek lan?" "Ömer abimin de bir oğlu olmuş. Yakup koymuş adını." "Ömer abine söyle uzak tutsun oğlunu kızımdan. Sizde huydur malum." Yiğit, Nehir'den bahsedildiğini anlıyor fakat şu an konuyu açmak istemiyordu. "Kız babası mı oldun sen şimdi?" "Ne sandın ya?" Yağız ve Yiğit dostça omuzlarını sıkıp gülümsediler. "Eminim çok iyi bir baba olacaksın kardeşim." "Çıkabilirsem olurum." "Çıkarsın tabi ya. Beraber çıkarız hatta." Yağız, Yiğit'in verdiği desteğe tebessüm edip yatağına uzandı. Uzun uzun kızını ve karısını düşündü. Acaba ne yapıyorlardı şimdi diye iç geçirdi. Belki uyutmuyordur bebeği, karısını. Hem ne demişti; "yaygaracı, huysuz bir bebek, babası gibi." Gülümsemeden edemedi. ... Nehir, yengesinin dinlenmesi için ilgilendiği yeğeniyle güzel vakitler geçirdi. Henüz kırkı çıkmamış bebeğe anlamadığı el oyunları yapıp ninniler söylemişti. Süveyda belli bir vakte kadar rahat durmuş olsa da bir süre sonra acıkmış olmasından olacak ortalığı ayağa kaldırmıştı. Kız halaya çeker dedikleri belki de gerçekti. Gönül, kızının ağlama sesleriyle uyanmıştı. Kızıyla ilgilenerek, uyku halinden çıktı. Geceleri uykusuz kaldığı için gün içinde Nehir sayesinde ufak kaçamaklar yapıp dinleniyordu. Bu sayede Nehir'de yeğeni ile daha fazla vakit geçiriyor, yüzü gülüyordu. Muhammed bey, yazın gelmesi günlerin uzamasına rağmen eve daha erken geliyordu. Torununa oldukça düşkün bir dede olmuştu. Onu her kucağına aldığında nazar duaları okuyor, hayırlı bir evlat olması için dualar ediyordu. Muhammed bey, melek bildiği üç kızı ile dünyada cenneti yaşıyordu. Tek eksiği oğulları bildiği Yağız ve Yiğit idi fakat onların da yakında burada olacağına inanıyor, her akşam onlar için Kur'an okuyup dua ediyordu. Bu akşam da her zaman ki gibi yatsı vaktinden sonra odasına geçip Kur'an'ın başına geçti. Gönül, kendi odasında kızını beşiğinde sallayıp ninnilerini söylerken; Nehir, bir süredir gizlice yaptığı şeyi tekrar yapma planındaydı. Kötü bir şey yapmıyordu fakat nedense yaptığından utanıyordu. İçine çöken hüznü her dağıtmak istediği akşam kendisini sebebini bilmediği şekilde Muhammed amcasının odasının önünde buluyordu. Kapının ardından gelen Kur'an sesini dinliyor, anlamasa da büyülenme hissiyle rahatlayıp odasına geçiyordu. Ne zaman Kur'an sesini dinlese huzurlu bir uyku geçiriyor, kabusları ondan uzak kalıyordu. Yine sebebini bilmediği huzura kavuşmak için bu kapıdaydı. Ayakta bekleyerek kulak verdiği bu sesi, gözlerini kapatarak dinledi. Şarkı ve ya şiir sözleri gibi değildi. Hayalinde canlanan bir şey yoktu fakat gözünde resmedemediği, hayalinde canlandıramadığı bir durumdaydı. Bulutların üstünde gibi hür ve mutlu, yer yüzünde gibi güvenli hissediyordu. Gözleri kapalı şekilde ne kadar dinledi bu ayetleri bilinmez fakat Muhammed bey okumasını bitirse de Nehir yerinden kıpırdayamamıştı. Uyumadan önce torununu bir daha görmek için odasından çıkan Muhammed bey, Nehir'in halini görünce istemeden üzüldü. Bilseydi rahat duyacağı şekilde oturma odasında okurdu Kur'an'ı. "Nehir, kızım iyi misin?" Nehir, amcasının sesiyle dünyaya tekrar gözlerini açarken büyük bir mahcubiyet hissetti. "İyiyim, dalmışım. Özür dilerim." "Ne özrü kızım, estağfurullah. Beni de hiç uyku tutmadı konuşacak adam arıyordum. Gel hadi biraz oturalım seninle." Beraber oturma odasına geçerken yan odadan gelen ninni sesleri ile Süveyda'nın hala uymadığını anlamışlardı. "Eskiler boşuna dememişler torun baldır, evlat şeker diye. Torun gelince, kızlarımı ihmal ettim tabi. Hakkını helal et kızım." "Olur mu hiç öyle şey Muhammed amca, ihmal etmedin tabi ki." "Nasılsın Nehir'im?" "İyiyim amca, bildiğin gibi işte." Nehir iki elini açıp ufak bir tebessüm ile cevap verirken, Muhammed bey ciddiyetle devam etti. "Gönlün nasıl kızım?" Nehir, duyduğu bu kısa ama derin cümleyle sızlayan burnu ile göz yaşlarını dökmeye başladı. Sessizce başlayan göz yaşları hızlandıkça utanıyor elleriyle yüzünü kapatıyordu. Muhammed bey, hiç bir şey demeden Nehir'in sakinleşmesini bekliyordu. Her ne kadar ağlamasına üzülse de, bu patlamaya ihtiyacı olduğunu biliyordu. İçine atıp, gömmeye çalıştığı her duygu ileride depremlerde gerçekleşen büyük enerji patlamaları gibi yıkımlara sebep olurdu. O yıkımların sürekliliğini önlemek için şimdi küçük bir kaç sarsıntı şarttı. Bukalemunları bilir misiniz? Her zaman girdiği farklı ortamlara ayak uydurarak farklı renklere girerler. Dişi bukalemunlar bu farklılaşmayla bir devrim niteliğinde ölüme giderler. Girdikleri farklı renklerden bıkmış olacaklar ki, ölürken tüm renklerini serbest bırakarak bir renk patlaması yaşarlar. Ruhunun öldüğünü hissederken içinde hissettiği bu renk patlaması aslında içinde bir yerlerde açığa çıkmayı bekleyen duygularının eseriydi. Bir süre sonra sildiği göz yaşları ile konuşmak için hazırlandı Nehir. "Gönlüm, ölü gibi. Hiç bir şeyle mutlu olamıyorum, hiç bir şeyden umudum kalmadı. Hiç gibi hissediyorum." "Hissediyorsan ölü değildir kızım. Yorgun olabilir, mutsuz olabilir ama ölü olamaz. Hissettiğin her duygu hayatın devamını gösteriyor aslında." Nehir, Muhammed beye tam olarak içini dökemiyordu. Hem ona saygı duyuyor hem de üzmek istemiyordu. "Geçen gün alışverişe çıktığım zaman, insanlar bana acıyarak bakıyorlardı. Semiha teyze bana kolay atlattığımı söyledi. Oysa ben ölüyorum sandım." "Hayatın kendisi böyledir kızım. Bir gün mutluluktan havalara uçurur insanı, bir gün de bir musibet ile yere çakar." "Muhammed amca, Allah beni sevmiyor mu? Neden bütün dertler, sıkıntılar benim başıma geliyor?" Nehir, şimdi 5 yaşında küçük bir kız çocuğu gibi ağlıyor, sevildiğini hissedip şımarmak istiyordu. Muhammed bey, Nehir'in düşüncelerini anlıyordu. Yaşı ve yaşadıkları onu toy ve savurgan yapıyordu. "Başına gelen olaylar elbette ki zor, ama bunların senin başına gelmesi Allah'ın seni sevmediği anlamına gelmez. Geçmişe baktığımızda Allah en zor imtihanları, en sevdiği kullarına vermiştir. Hz. Yusuf (as), hem kardeşleriyle sınanıp kuyuya düştü, hem de sınandığı nefsinde galip gelmesine rağmen zindana atıldı. Sence Allah, peygamberini sevmiyor muydu?" "Seviyordur elbet." "Elbet seviyordur ya. Sevgi de kanıt ister. İmtihanın zorluğu ne kadar çok olursa, imtihanı aşan kul o kadar değerli olur Rabbimizin katında. Hem başka bir açıdan bakarsak bu musibetler, nimet bile olur insana." Nehir, sildiği göz yaşları ile merakla baktı Muhammed amcasına. "Nasıl olacak o?" "Sabır göstererek, şükrederek, dua ederek. Diyelim ki iki kişi zor bir hastalığa yakalandı. Sağlığı verdiği gibi hastalığı da veren Allah öyle değil mi? Bu iki hastanın biri sürekli hastalığından yakınsa, şikayet edip isyana düşse haksızlık etmiş olmaz mı? Bunca yıl sağlıklı yaşatan Allah, biraz hastalık verdi diye isyan etmek yakışmaz. Diğer hasta da, isyan etmek yerine haline şükretse, şikayet etmek yerine sabır gösterse, dua edip Allah'tan istese Rabbine daha çok yaklaşmaz mı? Hem dinimizde de hastalıklara şükretmenin, günahlarımıza kefaret olduğunu söyler. Yani sabrettiğin, şükrettiğin sürece musibet gibi görünen nimete dönüşür." "Doğru söylüyorsun Muhammed amca ama dediğin kadar kolay olmuyor ki." "Elbette kolay değil. Kolay olduğunu kim söyledi, kızım? Zor olacak ki kıymeti, değeri olsun." Nehir, amcasının söylediklerini kafasında tartıyordu. Aslında dedikleri mantıklıydı ama yine de kafasında oturtamadığı şeyler vardı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra uyumak için odalarına geçtiler. Nehir uzun süre düşündü. Neye şükredecekti? Herkesi kaybetmişti. Şükredecek neyi vardı? |
0% |