Yeni Üyelik
14.
Bölüm

12. Bölüm - Mektup

@maveradabiryazar

Merhabaaa. Derd-i Dünya kitabının yeni bölümü ile karşınızdayım. Kitabı aslında aylar önce bitirmiştim ve şimdi hazır bölümleri sizlerle paylaşıyorum.

Bölümler yaklaşın 20'şer sayfa uzunluğunda, öyle kısa kısa değil ve ciddi emekler verip yazdım. Karşılığında sizlerden oy ve yorumlarınızı istiyorum.

Artık oy ve yorum gelmeden bölüm atmak niyetinde değilim. Keyifli okumalar...


Gönül, sabahın erken saatlerinde, sonunda sevdiğinden aldığı mektup ile huzura kavuştu. Ona son gönderdiği mektubun üzerinden bir kaç hafta geçmişti. Yağız'ın kokusunu alır gibi kokladığı mektubu defalarca okudu. Süveyda için ne kadar mutlu olduğunu, iyi olduğunu, özlemini, merakını en çok da özürlerini yazmıştı satırlara. Gönül, Yağız'a ne kadar kızsa da kıyamıyordu. Ona gönderdiği mektubunda sitem edişine kızdı. Belli ki kocasını üzmüştü bu sitemler. Bir dahakine daha dikkatli yazmak için özen gösterecekti.


Gönül, kızı ile ilgilenirken Nehir de öğlen gelecek olan Nazlı için hazırlık yapıyordu. Çayın yanına bir kaç ikramlık hazırladıktan sonra Nazlı'yı beklediler. Eskisi gibi sık sık görüşemiyorlardı. Nazlı genelde annesi ileydi, tek bırakmak istemiyordu.

Nazlı, gelir gelmez sevdiği Süveyda bebeği annesine uyuması için teslim ederken Nehir ile yalnız kaldılar.

"Nasılsın Nehir?"

"Gördüğün gibi işte."

"Seni iyi edecek bir şey var bende."

Nazlı, çantasından çıkardığı mektubu Nehir'e doğru uzattı. Yiğit, ailesine gönderdiği mektupların arasına bir de Nehir için mektup bırakmıştı. Ömer abileri mektubu ulaştırması için Nazlı'ya vermişti. Nehir elinde tuttuğu mektuba bakarak Nazlı'dan cevap bekledi.

"Abim göndermiş senin için."

Nehir, dolan gözleri ile Nazlı'ya sarılmıştı. Bir ilaç niteliğinde olan mektuba baktı.

"Biz bir kaç gün sonra yine mektup göndericez abime. Sende o güne kadar cevap yazarsan bizimkilerle gönderirim. Yağız abi de görmemiş olur öyle."

"Olur, yazarım tabi."

Nehir bir an önce mektubu okumak istese de Nazlı'ya ayıp etmemek için açmıyordu. Gönül'ün de gelmesi ile eski günlerde ki gibi dostane bir sohbete oturmuşlardı. Birbirlerine destek olup, yaralarını sarmışlar ve uzun sohbetin ardından vedalaşmışlardı.

Nazlı'nın gidişi ile akşam yemeklerini yemişler Nehir çay faslına kalmadan odasına kapanmıştı. Mektubu okumak için oldukça sabırsız olsa da doğru anı bekliyordu. Zarfı büyük bir özenle açarak mektubu okumaya başladı.

Nehir..

Sana başka sıfatlarla hitap etmek çok isterdim fakat sana sevgi cümleleri ile başlamaktan ar ediyorum. İsminin yanına sahiplik takısı takamadığım her an geç kalmış olmanın pişmanlığı ile kavruluyorum. Seni görmeden geçirdiğim her anımda sana kavuşacak olmanın umudu ile ayakta kaldım, bunu bilmeni isterim. Yağız'a olan saygım ve inancım gereği bu sana ilk ve son yazışım. Senden bir cevap beklediğim için bu mektubu gönderme gereği duydum.

Ne kadar süre burada kalırım bilmiyorum. Çıkabilir miyim onu da bilmiyorum. Bilmek istediğim, inanmak istediğim tek şey beni bekleyip beklemeyecek olman. Eğer beklerim dersen, bir gün kavuşacağız umuduyla günlerimi sayarım. Beklemem dersen eğer, sebebini bile sormam, hakkındır.

Özlemin içime sığmayan bulutlar gibi. Elhamdülillah senden bir parça, mendilin var elimde. Hasretini gidermese de yara bandı oluyor gönül yarama. Keşkelerim birikiyor seni düşündükçe. Keşke diyorum, daha erken sevdiğimi söyleseydim, Yağız'ın karşısına geçip ben kardeşini seviyorum diyebilseydim. Belki o zaman benim de Yağız gibi, beklediğim olduğuna emin olup, döndüğümde ailem bildiğim kadınıma koşabilmenin umudunu taşırdım.

Senin aşkında bulduğum hislerle anlam kazanıyor her şey. Avluya çıktığım da gökyüzüne bakıyorum, seni görüyorum. Radyoda bazen güzel bir şarkı çıkıyor, türküler de bana seni hatırlatıyor. Hatırlatmalarına da gerek yok aslında. Unutmak gibi bir durum asla söz konusu değil. Her anımla, her nefesimle benimlesin.

Yaşadıklarını biliyorum. Geçirdiğin en zor günlerinde yanında olamamak benim için en büyük işkence. Fakat biliyorum Nehir, sen güçlü bir kızsın. Benim için ayakta kal, lütfen. Sen yıkılırsan, ben yıkılırım. Cevabını bekliyorum. Cevabın ne olursa olsun seni sevmeye devam edeceğim.

Yiğit Efe Öztürk.

Nehir okuduğu mektup ile göz yaşlarını bıraktı. Yiğit'i elbette beklerdi. Ama abisi ona Yiğit konusunda son uyarısını yapmıştı, seni silerim demişti. Nehir ne abisini ne de sevdiğini yarı yolda bırakmak istemiyordu. Yiğit'e bu durumu açık açık yazmaktan başka çaresi de yoktu. Kafasını toparladıktan sonra Yiğit'e yazacaktı, şu an tek yapmak istediği mektubunu tekrar tekrar okumaktı.

Bir süre uzandığı yatağından kalktı. İçeriden sesler gelmiyordu. Belli ki Gönül ve Muhammed amcası uyumuşlardı. Biraz daha kulak kesildikten sonra içeriden gelen Kuran seslerini dinledi. Muhammed amcası bu defa oturma odasında okuyordu. Sesi daha rahat duyuyor ve amcasının bunu Nehir için yaptığını biliyordu.

Arapça olarak dinlediği sözlerin hangi ayetlere ait olduğunu, ne anlattığını bilmiyordu fakat yine büyüsüne kapıldığı sözler ile dinlemeye devam etti. Yiğit'ten gelen mektup ile kendisini daha iyi hissediyor, bu sözleri yakından duymak istiyordu. Kapıyı açarak, hiç bir şey demeden Muhammed ustasını rahat dinleyebileceği başka bir koltuğa oturdu. Muhammed bey, Nehir'in geldiğini fark etse de okuduğu İbrahim suresine devam etti.

Kuran'ını bitirdikten sonra ellerini açıp seslice duaya başladı. Nehir de Muhammed amcasını taklit ederek ellerini açıp ettiği dualara amin dedi. Duaları bittikten sonra göz göze gelen bu manevi baba kız birbirlerine gülümsediler.

"Kendimi istemeden hep seni dinlerken buluyorum. Okuduklarından bir şey anlamıyorum ama elimde değil, bilmiyorum."

"Dinle tabi kızım. Kuran'ı Kerim öyle bir kitaptır ki ona düşman olanlar bile gizli gizli dinlermiş. Etkisinden çıkamayan bir sen değilsin yani, merak etme."

Muhammed bey, saygıyla kapattığı Kuran'ı ile Nehir'e gülümsüyordu.

"Düşman olan nasıl dinlesin ki? Yani ben bir şeye düşman olsam ondan etkilenmem, etkilensem düşman olmam, öyle değil mi?"

"Normal de dediğin doğrudur tabi ama istisnai durumlar olabiliyor. Kişi doğru olanın ne olduğunu bilse de kibri yüzünden yanlışa devam edebiliyor.

İslam'a düşman olanların en bilindiklerinden Ebu Cehil, Ebu Süfyan ve Ahnas, Hz. Muhammed'e (sav) büyük bir düşmanlık besliyorlardı. Bir gün Peygamberimiz (sav) evinde namazını kılıp Kuran'dan ayetler okurken bu üçü birbirlerinden habersiz şekilde okunan o ayetleri dinliyorlardı. Gizli yaptıkları bu eylemi kimse görmesin isterken eve dönüş yolunda birbirlerini gördüler. Birbirlerine burada ne yaptıklarını sorsalar da, hepsi anlıyor fakat cevap veremiyorlardı. Üçü bir olup bir daha aynı şeyi yapmamak üzere yemin edip evlerine gittiler. Ertesi gece yine birbirlerini Peygamberimizin (sav) evinin önünde buldular. Söz vermelerine rağmen üçüncü gece tekrar yeminlerini çiğneyip ayetleri dinlemek için gittiler. Baktılar bu iş böyle olmuyor; anaları, babaları, evlatları üzere büyük yeminler ettiler bu yaptıklarını bir daha yapmamak için.

Sabah olunca Ahnes merakına yenik düşerek Ebu Süfyan'ın evine gitti. "Muhammed'den işittiklerin hakkında fikrin ne?" diye sordu. Ebu Süfyan, ona "öyle şeyler işittim ki bu işittiklerimi hem anladım hem inandım, öyle şeyler de işittim ki onları hiç anlayamadım" cevabını verdi. Bunun üzerine ikisi bir olup Ebu Cehil'in evine gittiler. Aynı soruyu ona da sordular; "Ey Ebu Cehil, duydukların hakkında senin fikrin nedir?" Ebu Cehil; "Tabi ki söyledikleri hakikat." yani ayetleri kabul etti ama sözlerine de şöyle devam etti; "Biz Beni Amir kabilesindeniz, Muhammed ise Beni Haşim'den. Biz ve Abdimenaf Oğulları yarış halindeyiz, şerefi paylaşamadık. Onlar yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar taşıdılar, biz de taşıdık. Onlar atiyye verdiler, biz de verdik. Peygamberliği kabul etmemiz demek o kavmin emrine girmek demek olur. O yüzden kabul edemeyiz."

Yani bu İslam düşmanları bile Kuran'ın büyüsüne, etkisine kapılıyorlardı. Kuran sadece dini yönden değil ruhsal yönden de insan için göz aydınlığıdır. Yolunu kaybedene pusula, hasta olana şifa, umutsuza umuttur."

Muhammed amcasının anlattığı şeyleri dikkatle dinleyen Nehir başka bir soru sormak istedi.

"Peki Muhammed amca, neden İslamiyet? Yani demek istediğim, Kuran'ı diğer kitaplardan ayıran ne? Diğer kitapları da Allah indirmedi mi? Neden Kuran, diğerlerinden farklı?"

"Farkını kanıtlamak için biraz önce verdiğim dinlerken büyülenme bile kanıt olarak yeterlidir aslında ama şimdi ki gençler bilimsel, somut kanıtlar ararlar.

Kuran bildiğin üzere sözlü olarak inmiştir. Yani Cebrail (as), vahiy yoluyla Peygamberimize (sav) bildirdiklerini sahabe ezberleyip daha sonradan buldukları yerlere yazıyorlardı. Sureler de öyle Kuran'da gördüğün gibi sıralı şekilde inmedi. Yani misal veriyorum; Meryem suresi inerken, Bakara suresinin belki yarısı inmişti. Peygamberimizin bildirmesi üzerine hangi ayet, hangi sureye geliyordu biliyorlardı.

Şimdi, Bakara suresi 246 ayetten oluşuyor. Sözlü olarak gelen bu surede bir ayet var; "Sizi orta bir ümmet yaptık." Bu ayet, Bakara suresinin ortası olan 143. ayettir. Orta ümmet olarak belirtip, surenin en ortasını sözlü olarak seçmesi sence mantıklı mı? Bakara suresi, 10 yıla yakın bir sürede tamamlanmış. Sence tüm ayetleri aklında tutup matematiksel hesap yapması mümkün mü Peygamberimizin?"

"Belki de sadece bir tesadüftür."

Nehir'in verdiği cevaba karşı babacan bir gülümseme sundu.

"Senin dediğin gibi olsun, tesadüf diyelim. Peki müsaaden olursa matematiksel olarak ilerleyelim, bilimsel olarak."

"İyi olur."

"Kuran'da birbirine anlam itibarı ile zıt ve eş olan kavramlar var. Mesela; ahiret kelimesi 115, dünya kelimesi 115 defa geçiyor. Melek 83, şeytan 83 defa geçiyor. Kuran'da ismi geçen tüm peygamberlerin sayısı 523 iken; elçi, peygamber kelimesi de 513 yerde geçer."

Nehir ilk defa duyduğu bu kanıtlarla şaşırırken Muhammed bey ciddiyetle devam etti.

"Benim en çok şaşırdığım ise; Kuran'da Adem kelimesi 25, İsa kelimesi 25 defa geçiyor. Al-i İmran suresinin 59. ayetinde ise; Şüphesiz ki Allah'ın katında Hz. İsa'nın durumu, Hz. Adem'in yaratılışı gibidir, diyor. Tüm insanoğlunun babası varken, babasız doğan iki insanı birbirine eşit saymış.

Ayrıca yine Kuran'da ay kelimesi 12 defa geçerken, gün kelimesi de 365 defa geçer. Bekle bir dakika."

Muhammed bey, hızlıca odasına doğru ilerlerken Nehir daha neler öğreneceğinin merakını duyuyordu. Bir iki dakikanın ardından Muhammed bey elinde küçük bir not defteri ile geldi.

"Yaşlandık artık, eskisi gibi akılda tutulmuyor her şey. Okuduğum kitaplardan, dergilerden bilimsel karşılaştırmalar yapıp notlar almıştım. Sana onları da okuyayım."

Bir kaç sayfa çevirip aradığını bulmaya çalıştı. Bulduğunda ise parlayan gözleri ile konuşmasına geri döndü.

"Albert Einstein; gökyüzüne yükseldikçe hava oranı azalır, demiş. Bu bilimsel açıklamaya Kuran yüzyıllar öncesinde En'am suresinin 125. ayeti ile cevap vermiş; Onun göğsünü göğe yükseltiyormuşçasına dar ve sıkıntılı yapar.

Yine bir başka bilimsel görüş; Edwin Hubble; evren sürekli genişliyor ve boyut olarak artıyor, demiş. Yine Kuran, bilimin yeni çözdüğü olayı Zariyat suresinin 47. ayeti ile yüzyıllar önce bilip, çözmüş; Göğü gücümüzle biz kurduk, şüphesiz ki biz onu genişleticiyiz.

Yüzyıllar öncesinde Hz. Muhammed (sav) teleskopla mı inceledi gökyüzünü? Onun bunları bilmesi normal bir şey mi? Bunların da tesadüf olduğunu düşünüyor musun, kızım? Neyse ben devam edeyim.

Yine bir başka görüş; beynin ön tarafının tepesi yalan söylerken etkinleştirilir, demiş. Alak suresinde de; O yalancı, alından (perçeminden) yakalarız, der.

Caroline Fowler; durgunluk ve hareketlilik göreceli şeylerdir. Çünkü dünya sürekli hareketlilik halinde ve dağlar bulutlar gibi hareket ediyor, demiş.

Yine yüzyıllar öncesinde Neml suresinde; Dağları görür onları hareketsiz yerlerinde donmuş sanırsın. Halbuki onlar bulutların yürümesi gibi geçip giderler.

Peki diyelim Peygamberimiz gökyüzü hakkında mükemmel bir bilgiye sahipti. Coğrafyası da mı mükemmeldi?

Rum suresinde geçen savaşı anlatırken "dünyanın en alçak yeri" olarak geçmiş. Ve gerçekten de dünyanın en alçak yerini araştırırsan bahsedilen savaşta geçen Lut gölü olduğunu görürsün.

Dağlara baktığın zamanda da bilim yeni yeni dağların sarsıntıları, depremleri koruduğunu söylüyor. Lokman suresinde ise; Yeryüzünde sizi sarsmasın diye dağlar yerleştirdi, diyor. Ve yine Enbiya suresinde; Onları sarsmasın diye yere sabit dağlar yerleştirdik, diye geçer.

Nisa suresi 82.ayette; "Kur'an'ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!"

Yunus suresi 38. ayette; "Yoksa "Onu Muhammed uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Eğer iddianızda doğru iseniz, o zaman onun benzeri bir sûre de siz getirin bakalım; Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de yardımınıza çağırın!"

Allah ayetleriyle direkt meydan okuyor. Madem inanmıyorsunuz, tüm insanlık toplanın bir benzerini yapmaya çalışın diyor."

Nehir, duydukları karşısında hayretini gizleyemese de sormak istediği, almak istediği cevaplar hala vardı.

"Muhammed amca bu söylediklerin gerçekten hayret verici, daha önce duymadığım şeyler ama anlamadığım bir şey var. Kuran madem her yönü ile mükemmel, neden o zaman ilk insan olan Hz. Adem'e inmedi? Binlerce yıllık insanlık içinde daha iyi olmaz mıydı?"

Muhammed bey, Nehir'in bu soruları sormasına oldukça seviniyordu. Çünkü her sorduğu soru ve aldığı cevap ile inancı tazeleniyor, şüphe yerini imana bırakıyordu.

"Nasıl ki bir insan, bir meslek sahibi olmak için sırasıyla ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteyi bitiriyorsa insanlıkta algı olarak en mükemmel olduğu zaman da yani Hz. Muhammed (sav) zamanında Kuran için hazırdı.

Bir çocuğu nasıl ki ilk olarak üniversiteye başlatamaz isen, İslam'ı da hazır olmayan dönemde insanlığa anlatamazdın. Allah her dönemde peygamber göndermiş, lakin o toplumlara algılayacakları şekilde vahiyler göndermiş."

"Anladım galiba."

"Aklına ne takılırsa istediğin zaman sor kızım olur mu? Sormaktan çekinme."

Muhammed bey, Nehir'in gözlerinde gördüğü sorgulayıcı bakışlar ile içinde tutuşmaya hazır bir imanı görüyordu. Zira sorduğu sorular, aradığı cevaplar bunun alametiydi. Uzun sohbetlerinin ardından Nehir odasına geçerek öğrendiklerinin hayretini tekrar yaşıyordu.

Uykusuz geçen gecesinin ardından uyanır uyanmaz Yiğit'e göndereceği mektubun başına geçti. Yiğit'e içini döktüğü bir mektubun ardından abisine de bir mektup yazdı. Daha önce yazdıklarının ulaşmadığını biliyordu, şimdi ulaşacak olmasının mutluluğu ile kelimelerini doğru seçmek zorunda hissetti.

Ertesi günü Yiğit'e yollaması üzerine Nazlı'ya teslim ettiği mektubun cevabını düşünüyordu. Gerçi Yiğit bir daha mektup göndermeyeceğini söylemişti fakat umut etmeden edemedi.

...

Mektubu göndermesinin üzerinden bir haftadan fazla süre geçmişti. Yiğit, Nehir'den almak istediği cevabı bekliyor, her gün mektup yolu gözlüyordu. Sabah, güne eğitimle başlamışlar öğleden sonra avluya çıkmışlardı. Yağız ile sık sık olmasa da görüşmeleri devam ediyordu. Yağız, baba olacağının haberi ile sevince bulandıktan sonra hayatına daha çeki düzen vermişti. Hem babalık duygusu hem de karısına olan mahcubiyeti ile kendisini artık siyasetten uzak tutmaya çalışıyor, devrimci arkadaşları ile zamanla mesafe oluşturuyordu. Bu mesafeyi sadece arkadaşlarıyla değil, cezaevinde ki herkese karşı koruyordu. Tek derdi bir an önce buradan çıkıp ailesine kavuşmaktı.

Akşam vaktine yakın demir kapının ardından gelen görevli ile mektuplar dağıtıldı. Yağız, adına gelen zarfı alıp açtı. Zarfın içinden üç ayrı mektup ve bir fotoğraf çıktı. Mektupları açmadan eline aldığı fotoğrafa uzun uzun baktı. Karısı, kızı ve kız kardeşi aynı karede poz vermişlerdi. Yağız'ın hayatında üç önemli kız vardı ve hepsi bu fotoğraftaydı. Fotoğrafı elinde daha da yaklaştırıp karısının kucağında ki kızını inceledi. Siyah beyaz fotoğrafa ne kadar uzun bakılırsa o kadar uzun baktı Yağız. Karısının gözlerinde ki heyecanı gördü. Taze anneliği yaşayan karısı, kızına sahiplenircesine sarılmıştı. Kardeşi Nehir'e baktığında ise gözlerinde, yüzünde ki ufak tebessüme inat sadece yorgunluk görüyordu. Olan o kadar olayın ardından Nehir'in gözünden baktığında her şeye hak veriyordu. Yaşadığı acılar ve kaldığı yalnızlık her şey Nehir için zor olmalıydı. Aklı Nehir ile doluydu şimdi. Nehir'den gelen mektubu açıp okumaya ilk onunla başladı. Kardeşi, satırlarında uzun uzun Gönül ve yeğeni Süveyda'dan bahsederek kendisini bir kaç iyiyim cümlesi ile geçiştirmişti. Yazmasa da nasıl olduğunu Yağız anlıyordu. Görüş günleri yakın da açılacaktı ve o zaman daha rahat haber alacaktı ailesinden. Sırayla okuduğu mektuplar ile haber alabilmenin, düşünülmenin sevincini yaşadı. İnsan burada iyi ya da kötü fark etmeksizin her habere muhtaçtı. Hala ailesinden haber alamayan bir kaç kişi vardı, her mektup gelişinde ki heveslerini tarif etmek imkansızdı.

Yiğit, ailesinden gelen mektubu bir kenara koyarak önce beklediği cevabı okumak istedi. Mektubu yırtarcasına hızla açtı. İçinde reddedilme korkusu ile sevdiğinden gelen mektubu okumaya başladı.

İlk yürek yangınım...

Mektubunda sahiplenmeye ar ettiğini yazmışsın. Benim sahipleneceğim tek şey sanırım yüreğimde ki yangın. Seni bildim bileli yüreğim de köz halinde bekleyen bu ateş yokluğun ile alev aldı. Yanıyorum, yanmakla da kalmıyorum yakıyorum. Ne yolunu gözleyebildiğim penceremdeyim, ne de sokağımın başı sana çıkıyor. Şairin de dediği gibi işte;

"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında..."

Yaşamın içinde gibi gözüksem de bende öyle uzağım hayattan işte. Seni üzmek için yazmıyorum bunları lakin konuşacak kimsem de yok. Bazen çiçeklerle konuşuyorum farkında olmadan, o kadar yalnız hissediyorum. Gönül ve Muhammed amca sürekli yanımdalar, her şeyimle ilgileniyorlar ama işte... Muhtaç kalmaktan ölesiye utanıyorum Yiğit. Yediğim her kaşığın hesabını yapıyorum içimde. Ne bir şey istemeye yüzüm var ne de gurur yapacak durumum. Aç kalktığım sofralarda anlıyorum yitirdiklerimin kıymetini. Farkında bile olmadan verdiğim kayıpların haddi hesabı yokken seni de kaybetmek istemiyorum.

Benden bir cevap istemişsin. Beklemeyecek olmamı düşünmen bile içimi sızlattı Yiğit. Değil bir kaç yıl, bir ömür seni hiç görmeden, sesini duymadan, hatta mektubunu bile almadan bekleyebilirim. Bu hayatta en iyi yaptığım şey seni beklemek. Yeni bir pencere inşa ederim senin için gerekirse. Önüne renkli renkli saksılarda çiçekler ekerim. Hayalinle beraber, sevdamı da büyütürüm sensiz geçirdiğim her günde.

Seni beklemeye yemin ederim fakat bu hasretin vuslata erecek olmasına söz veremem. Hayatta tek kalan bağım olan abimi kaybetmeye cesaret edemem Yiğit, anla beni. Bir tek o var, bir tek o. Seninle olursam beni sileceğini söyleyen abime karşı cesaretim yok. Özür dilerim. Seni bir ömür kalbimde severim, beklerim ama daha fazlasına gücüm yok. Çok özür dilerim.

Nehir Aydın

Yiğit, okuduğu satırların etkisi ile ne düşüneceğini bilemedi. Nehir, hem seni beklerim diyordu hem de seninle olamam diyordu. Oturduğu yatağında boğazında ki düğümü yutkunarak sökmeye çalıştı. Yanan gözleri ve sızlayan burnu ağlama hissini getirse de ne yeriydi ne de zamanı. Nehir'in yazdığı her cümleyi tekrar tekrar okuyup, neler hissederek yazdığını düşündü. Yaşadığını hissedememesinden, muhtaç kaldığını düşünerek utanmasından, yalnız kalmasından ve daha bir çok duygusundan bahsetmişti Nehir. Yiğit, Nehir için bir şeyler yapmak istese de bu dört duvar arasında elinden hiç bir şey gelmiyordu. Nehir'in bunca duygusuna karşılık Yiğit de çaresiz hissediyordu. Yağız'ın, Nehir'i tehdit etmesi canını oldukça sıkmıştı. Bunu tahmin ediyordu fakat Yağız'a karşı olan merhamet duygusu o kadar baskındı ki görmemeyi tercih ediyordu. Fakat şimdi okuduğu satırlar ona öfke yüklüyordu.

Kafasını Yağız'a doğru çevirdiğinde mektuplarını okuyup ayaklandığını gördü. Kızaran gözleri ile lavaboya giren Yağız'ı takip etti. Suntadan bozma, lekeli kapıyı sinirle açıp Yağız'ın karşısına dikildi.

"Sen, Nehir'i benden uzak durması için kendinle mi tehdit ettin?"

Yağız, karşısında öfkeyle bakıp kaşlarını çatan adama baktı. Hiç beklemediği an da gelen bu çıkış Yağız'ı şaşırtmıştı.

"Ne saçmalıyorsun sen yine?"

"Saçmalayan sensin Yağız. Anlamıyormuş gibi konuşma. Benimle görüşürse eğer Nehir'i sileceğini söylemişsin."

Yağız, bunları Yiğit'in biliyor olmasına şaşırsa da biraz önce gelen mektuplar ile Nehir'den öğrendiğini anlıyordu.

"Nehir sana mektup mu yazdı lan?"

"Ne o, mektup yazdı diye de mi sileceksin bir başına kalmış bacını?"

"Nehir benim kardeşim lan kardeşim. Ne yaparsa yapsın silemem ben onu. Defol git başımdan uğraştırma beni şimdi."

"Madem silemezsin ne diye tehdit ediyorsun lan kızı o zaman? Niye korkutuyorsun?"

Yağız bu defa sesine hakim olamayarak bağırmaya başladı.

"İstemedim lan çünkü istemedim. Nehir nasıl benim kardeşimse, senin de kardeşin sayılır. Duydun mu beni Yiğit? Beraber büyüdük lan biz. Seninle her şeyimi paylaştım ben, yemeğimden ceketime her şeyimi. Ama Nehir olmaz Yiğit. Kardeşin bileceksin duydun mu?"

Yiğit karşısında bağıran adama bu kez sakinlikle baktı. Biraz önce kavga etmek için gelen kendisi değilmiş gibi oldukça sakin konuşmaya başladı.

"Nehir'in doğduğu zamanı hatırlıyor musun?"

Yağız kaşlarını çatarak anlamamış gibi bakıyordu Yiğit'e.

"Fidan teyze hastaneden Nehir ile beraber geldiğinde, bizim evde oynuyorduk. Geldiklerini duyar duymaz bizimkileri bile beklemeden koşa koşa gitmiştik size. Annen, alış diye senin kucağına vermişti Nehir'i. Ağlıyor diye geri vermek isteyince annen ne demişti sana Yağız?"

Yağız annesinin adının geçtiği bu hatırayı elbette hatırlıyordu. Derinlerinde hissettiği acı ile gözleri doldu.

"Sen onun abisisin. Abi demek, koruyucu güç demek. Ağlasa da, şımarsa da o senin kardeşin. Her zaman elinden tutup, düştüğünde kaldıracak, ağladığında gözünde ki yaşı sileceksin."

Yağız, annesinin yıllar önce söylediği bu sözler ile dik duruşunu bozmayarak akıttı göz yaşlarını.

"Sonra sen büyük bir gurur ile Nehir'i susturup abin burada demeye başlamıştın. O gururunu öyle çok kıskanmıştım ki dönüp daha orada anneme benimde abi olmak istediğimi söylemiştim. İnadımdan oturduğum yerde ağlıyor, bağırıp çağırıyordum. Fidan teyze, beni susturmak için Nehir'in benimde kardeşim olduğunu, ona abilik yapabileceğimi söylemişti."

"O zaman da paylaşmamıştım kardeşimi."

"Doğru. Onun abisi benim diye sende kıyamet koparmıştın. Zaten bende istememiştim hatırlarsan. Ben kendime yeni kardeş isterim. Nehir, Yağız'ın kardeşi, benim değil demiştim. Şimdi de öyle diyorum Yağız. Nehir senin kardeşin, benim değil. Hiç bir zaman da olmadı."

Yiğit, sözlerini bitirirken cevap beklemeden koğuşuna geçti. Yağız ise sarsılmanın etkisi ile bir süre öylece kalıp yüzünü yıkadı. Annesinin Nehir için nasihatlerini düşündü. Yiğit haklıydı, belki de. Nehir'e haksızlık etmişti. Ne olursa olsun arkasında durmalıydı kardeşinin. Kafasında ki karışıklık ile yatağına geçip göz göze gelmediği Yiğit'ten bir süre uzak durdu.

Günler bu uzaklık ile birbirini kovalarken aralarında tek bir selamlaşma dahi olmamıştı. Bunu gerektirecek bir durumda yoktu zaten aralarında. Küsler miydi, hayır. Fakat ikisinin de birbirlerinden uzak kalmaya ihtiyaçları vardı. Kardeş kavgası sayılırdı onların ki. Elbet son bulurdu.

Aylar sonra gelen görüş günü ile koğuşta büyük bir heyecan hakimdi. Mahkumlardan çoğunun ailesi başka şehirlerdeydi fakat gelecek olmalarının umudunu yüreklerinde taşıyorlardı. Yağız umudu bırakmış neredeyse emindi. Karısının ve kardeşinin hasreti ağır basarken, kızı Süveyda'yı ilk kez görecek olmanın sevinci nedense her şeyin önüne geçiyordu. Hiç görmediği parçasının kokusuna bu derece hasret kalması nasıl oluyordu?

Yiğit de ailesinin geleceğinden emin olarak bugün özenli giyinmiş, eşofmanları bir kenara bırakarak pantolon ve gömleğini giymişti. Ütü yapamadıkları için buruşuk olsa da sıcak demliğin altıyla yatağın üzerinde bir kaç git gel yaparak idare eder hale getirmişti. Sırayla çağırılan isimler ile görüş saatleri gelmişti. Yağız ve Yiğit birbirlerinden uzakta sıralarını bekliyor, ailelerinin geç kalmaması için dualar ediyorlardı.

"Yağız Efe Aydın."

Yağız, adını duyması ile gülümserken sırasını sanki kapacaklarmış gibi aceleyle koğuştan çıktı. Yanındaki gardiyan eşliğinde geldiği yerde gözleri ailesini aradı. Tel örgülerin uzunca dizildiği duvarda yavaşça ilerleyerek ailesine bakındı. Biraz ilerledikten sonra gördüğü karısı ile yerinde kalırken istemeden nefesini tutmuştu. Gönül, kucağında pembe elbiseli kızı ile ona bakıyordu. Yağız'ı gördüğü an ağlamaya başlayan Gönül'e, yanında ki Muhammed bey ve Nehir destek oluyordu. Aslında Nehir'in de Gönül'den bir farkı yoktu fakat bu ilk aile buluşmasını bozmak istemiyordu.

Yağız, yavaş adımlarla yaklaştığı tel örgülerin diğer tarafında ki karısına baktı. Ağlamıyordu fakat gözleri mahcubiyetini yansıtıyordu. Bir kaç saniye bakışmanın ardından gözleri kızı Süveyda'ya kayınca, annesi de ona yardımcı olarak yüzünü babasına doğru çevirdi. Yağız, tuttuğu nefesi bu sefer hıçkırıkla vererek ağlamasına engel olamadı. Aylar sonra onu gördüklerinde güçlü durmak isterdi fakat yaşadığı bu yoğun duygu Yağız'ı biçare bırakıyordu.

"Kızım, Süveyda'm."

Tel örgülerin ardından elini uzatarak dokunmak istedi kızına. Gönül, eşinin bu isteğini anlayıp kızının elini yaklaştırdı. Belli belirsiz okşadığı bu küçük, pamuk parmaklara bir kaç öpücük bıraktı.

"Özür dilerim kızım. Yanında olamadığım için, sana babalık yapamadığım için özür dilerim."

Baba kızın bu ilk buluşmasını sessiz göz yaşlarıyla izlediler. Yağız, henüz üç aylık bile olmayan bebeğinden defalarca özür dileyip, geleceğe dair sözler vermişti. Süveyda'nın bir süre ağlaması ile bu özür faslını bitirmiş, sildiği gözleriyle ailesine dönmüştü.

"Nasılsınız?"

Yağız hepsini tek tek merak ediyordu fakat boğazındaki düğüm yüzünden konuşamıyordu.

"Biz iyiyiz oğlum, seni merak ediyoruz işte, biliyorsun. Asıl sen nasılsın? Var mı bir ihtiyacın?"

"Ben iyiyim, merak etmeyin. Bir ihtiyacım da yok. Siz iyi olun da bana yeter."

"Senin için bir şeyler getirdik. Bir kaç parça temiz kıyafet bir de sevdiğin yemeklerden. Ha bir de sıkılma diye babam bir kaç kitap koydu aralara. Teslim edeceklermiş sana."

"Sağ olasın Gönül. Özlemiştim, yani yemekleri."

Yağız'ın kırdığı pot ile Gönül babasından utanırken Yağız, Nehir'e döndü.

"Nehir'im. Abim sen nasılsın?"

"İyiyim abi, Süveyda ile yaramazlıklar yapıyoruz işte."

Yağız, kardeşinin geçiştirdiği duyguları aslında görüyor fakat yüzleşmeye korkuyordu. Korkusunun sebebi suçlu olarak kendisini görmesiydi. Bir kaç dakika görüşmenin ardından Yiğit'i görmeye gelen ailesi, oğullarını beklerken Yağız'ın halini hatırını soruyorlardı. Kısa bir süre sonra gelen Yiğit, Yağız gibi arayış içindeki gözler ile ailesinin yanına gelmişti. Aradaki kolondan dolayı Muhammed amcası ve Nehir'i göremiyordu. Ailesi ile görüşürken yan taraftan gelen ustası ile gözleri ışıldadı.

"Yiğit'im."

"Ustam."

"Nasılsın oğlum?"

"İyiyim elhamdülillah usta, merak etme. Sen nasılsın?"

"Benim keyfim yerinde. Gönül kızım ile Nehir kızım bana çok iyi bakıyorlar. E bir de torun var artık malum. Çok şükür iyiyim."

Yiğit, Muhammed amcasının aslında Nehir'in iyi olduğunu söylemeye çalışmasını anlıyordu. Ona gülümseyerek cevap verdi. Muhammed bey tekrar yan tarafa dönerek;

"Nehir, hadi kızım biz bekleyelim. Yağız ile Gönül'ün konuşacakları vardır."

Yağız, ustasına tekrar saygı duyarak onlarla vedalaştı. Nehir abisinin yanından çıkıp Yiğit'in olduğu tarafa geçerken bir kaç saniye duraksadı. Göz göze geldikleri kısacık an da ayların birikimini sundu Nehir. Yiğit, bakışlarıyla kucakladı sevdiği kızı. Hafif eğdikleri başlarından verdikleri mesajı sadece kendileri anlayabildi. Aylar sonra hayalini kurdukları bir kaç dakikaya şükürler ettiler.

Kasım 1981

İçeri girmelerinin üzerinden bir sene geçmişti. İlk günlerde ki gibi işkence görmeseler de yine de zordu mahpusluk. Hasret zaten tek başına yetiyordu insanı çürütmeye.

Bir kaç hafta önce mahkemeleri görülmüştü. Yiğit, bir kaç eylem ve kavgadan sebep içerideydi. Aslında tam olarak bir suçu da yoktu. Sadece adı sağcıların arasında geçtiği için dışarı çıkarmıyorlar, çıkarmamak için de sürekli mahkemeyi erteliyorlardı.

Yağız ise hakkında istenen idam kararından kurtulmuştu. Silahların üzerinde parmak izi olmamasından kaynaklı sadece tutuklu kalma cezası almıştı. İdam edilmediği için sevinirken, yıllarını bu dört duvarda geçireceği için üzgündü. 9 sene daha tutuklu yatacaktı cezaevinde. Koskoca 9 yıl Yağız içeride, sevdikleri dışarıda nasıl geçecekti? Hem Muhammed amcasına da mahcup hissediyordu. Karısına, kızına, kardeşine baktığı yetmezmiş gibi bir de Yağız için harçlık gönderiyordu. Gönül kızı, Süveyda da torunuydu, bakması normaldi fakat Nehir'e ve Yağız'a olan bu hali Yağız'ın belini büküyordu. Kendisi bir şekilde idare etse de Nehir için yapacak bir şeyi yoktu, Muhammed ustasına emanet etmekten başka.

Yatağında düşündüğü şeylere radyoda çalan şarkı eşlik etti. Önce her zaman ki gibi sözlerine dikkat etmedi. Nedense sonradan göz göze geldiği Yiğit ile şarkı sözlerini seçebildi.

Ortak olmak her sevince, her derde, kedere
Ve yürümek ömür boyu, beraberce, el ele
Olmasın hiç o ta içten gülen gözlerde yaş
Bir gün gelip, ayrılsak bile seninle arkadaş

Bu iki cesur adam birbirlerine baktığı zaman gördükleri onca anıyla her şeye rağmen eskileri özlediklerini hissettiler. Ne Yağız çevirdi kafasını ne de Yiğit kaçırdı bakışlarını. Öylesine uzun uzun baktılar birbirlerine, çocukluklarına.

Evet arkadaş; kim olduğumu, ne olduğumu
Nerden gelip, nereye gittiğimi sen öğrettin bana
Elimden tutup, karanlıktan aydınlığa sen çıkardın
Bana yürümeyi öğrettin yeniden
El ele ve daima ileriye
Bir gün.
Bir gün birbirimizden ayrı düşsek bile
Biliyorum, hiçbir zaman ayrı değil yollarımız
Ve aynı yolda yürüdükçe
Gün gelir ellerimiz yine dostça birleşir
Ayrılsak bile kopamayız

Yağız, Nehir konusunda bir karar vermişti. Yiğit ile olan durumları böyle devam edemezdi. Fakat her şeyin olduğu gibi bununda bir zamanı vardı. O zamana kadar her şeyden uzaklaşmak en iyisiydi ikisi içinde.


Oy ve yorumlarınıza talibimmmm.

Loading...
0%