@maveradabiryazar
|
Merhabaaaa. Yeni bölüm ile buradayım... Kitap 20 bölümden oluşuyor. Oy ve yorumlarınızı merakla bekliyorum... Şubat 1982 Hayat, tüm acı ve kavgasıyla akmaya devam ediyor. Rüzgarla gelen bir kaç hüzün esintisi vuruyor göz yaşı dökmüş yüzüne. Sabahın erken saatlerinde, yine baş başa kaldığı bu tıkanmışlık hissiyle baş etmeye çalışıyordu Nehir. Yıllar, aylar, günler geçiyordu fakat içinde ki bu tıkalı kalp pıhtısı bir türlü geçmiyordu. Zamanla geçer sözüne inat, geçmeyen bu duygular Nehir'i özellikle gün doğumuna yakın yakalıyor ağlata bildiği kadar ağlatıyordu. İyi de geliyordu aslında ağlamak. Ama sonu yoktu işte. Ayda bir abisinin görüş gününe gidiyor, bazen denk geldiği Yiğit'i de görüyordu. Hiç konuşmasalar da bu ufak bakışlar dahi yetiyordu. Bir süredir yaptığı şeyi yaptı. Muhammed amcasının verdiği Kuran mealini açıp okudu. Hem merak ediyordu hem de okudukça rahatladığını hissediyordu. Aslında sureleri sırayla okusa da, bu duygusal anların da tekrar tekrar okuduğu kısa bir sure vardı; İnşirah suresi. Açılmak, genişlemek ve sevinmek anlamına gelen bu sureyi ne zaman okusa yitirdiği umut tohumlarını içinde filizlenmiş şekilde buluyordu. "Senin için bağrını açmadık mı? İndirmedik mi senden o yükünü? O sırtında gıcırdamakta olan (ve bu şekilde sana eziyet veren) yükünü? Senin şanını yüceltmedik mi? Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık var. Evet o zorlukla beraber bir kolaylık var! O halde boş kaldığında yine kalk yorul! Ve ancak Rabbinden ümit et, hep O'na doğrul!" Şimdiye kadar hiç bir şarkı, şiir, öğüt hiç biri bu ayetler kadar umut verici olmamıştı. Okumaktan ezberlediği ayetleri bazen Muhammed amcasının dilinden Arapça olarak dinlemek nasip oluyordu. O zaman anlamıyla bütünleştirdiği bu ayetler karşısında büyülenmeden edemiyordu. Uykusuz kaldığı zamanlar da yaptığı gibi mutfağa geçip kahvaltıyı hazırladı. Muhammed amcası sabah ezana kalktığı gibi sobayı yakar, kızlar uyanmadan evin ısınmasını sağlardı. Yanan sobanın üzerine koyduğu demlik ile kalan işlerini halletti. Henüz kahvaltı hazırlanmadan ev halkını uyandıran Süveyda'nın sesi ile tebessüm etti. 9 aylık olan yeğeni diş çıkarma döneminde olduğu için oldukça huysuzdu. Ailecek oturdukları kahvaltıda uzun uzun sohbet ettiler. Gönül, önce kızını doyurduktan sonra kahvaltısına geç başlarken Nehir'e teslim etmişti kızını. Nehir ise yeğenini hem oynatıyor hem de annesinden gizli bir kaç damla reçeli yeğenine tattırıyordu. Süveyda ağzında tatlı bir tat bırakan bu lezzeti ağzını şapırdatarak kabul ediyordu. Bu gün görüş günüydü. Geçen sefer hep beraber gittikleri için bu sefer Gönül tek başına gidecekti. Karı kocayı bazen baş başa bırakmak için buldukları bu yöntem işe yarıyordu. Süveyda'yı havanın soğukluğu sebebi ile Nehir'e bırakarak erkenden yola çıktı Gönül. Bindiği otobüs ile cezaevinin önünde inerken bir süre sıra bekledi. Yağız için getirdiği bir kaç torbayı da görevlilere bıraktıktan sonra görüş alanına girdi. Geldiğinin haber verilmesini bekleyerek her zaman ki ilk gün heyecanına dönüp istemeden üzerini ve şalını düzeltti. Kocasının karşısında güzel ve güçlü görünmeye özen gösteriyordu. Bir kaç dakika sonra kapıdan gelen Yağız ile gülümsemesi artmış heyecanı gün yüzüne çıkmıştı. Yağız'ın da ondan bir farkı yoktu. Hızlıca karısının karşısına geçti. "Gönül'üm, hoş geldin." "Hoş buldum." Gönül, heyecanını yansıttığı sesi ile parmaklarını çoktan tellerin üzerine bırakmıştı. Yağız hiç bekletmeden kavuştu bu parmaklara. "Nasılsın güzelim? Süveyda nasıl? Evdekiler nasıl?" "İyiyiz, hepimiz iyiyiz merak etme. Nehir ile babamın çok selamları var. Asıl sen nasılsın?" "İyiyim ben merak etme. Alıştım artık zaten." Derin bir nefes çekti içine. "Bir işte size olan hasretim zorluk çıkarıyor." "Geçecek inşallah, bu günler de geçecek." Yağız, karısının her daim umut veren sözlerine alışmıştı, iyi de geliyordu aslında. "Süveyda'm nasıl? Büyüdü mü?" "Büyüdü tabi babası." İkisinin de gülümsemesi büyürken gözlerine yaşlar oturdu. Gönül bu yaşları geçiştirmek için devam etti. "Diş çıkarıyor şimdi, çok huysuz. Sürekli ağlıyor, mızmızlanıyor." "Kıyamam ben kızıma." Görüş süresi boyunca hiç susmadan konuştular. İçeriden, dışarıdan, kızlarından her şeyden bahsettiler. Günlerin birikimi ile susmak akıllarına bile gelmiyordu. Görüş bittikten sonra ise zorlukla vedalaşıp çıktılar. Kavuşmalar güzeldi de ah şu vedalar; ne düğümler bırakıyordu boğazlarda. Gönül, kavuşmanın mutluluğu ve yeni bir hasretin hüznü ile dönüş yoluna çıktı. Nehir ise yengesi gelene kadar baktığı yeğenine zorlukla bir kaç kaşık yemek yedirdi. Çatalla uzun uzun ezdiği sebzeleri diliyle iten Süveyda'ya sitemler etti. En sonunda dayanamayıp ayağında sallayarak uyuttu. Evin salonunda sobanın hemen yanında salladığı yeğenine ninniler söyledi. Muhammed amcasının, Süveyda uyuduktan sonra getirdiği çaylar ile ninniyi bırakıp sohbete başladılar. "Muhammed amca verdiğin Kuran'ı okudum biraz ama aklıma takılan bir şey var." Nehir bir yandan ayağında yeğenini sallıyor bir yandan da Muhammed amcası ile kaldığı sakin bir anın kıymetini biliyordu. "Nedir aklına takılan kızım, sor bakalım." "Hangi ayet olduğunu unuttum ama bir kaç yerde gördüm. Erkeğin kadından üstün olduğunu, kadınların erkeklere itaat etmesi gerektiğini yazıyordu. Hatta kadınlar o kadar küçük görülmüş ki, şahitlikte bile erkekler gibi söz sahibi olamamış, iki kadını bir erkeğe eş görmüşler. İslam'da kadın ve erkek neden eşit değil?" "Eşitlik deyince aklıma abin geldi şimdi." Muhammed amcası hafif bir tebessüm ederek çayından bir kaç yudum aldı. "Öncelikle şunu bil ki eşitlik adalet getirmez kızım. Baktığın zaman eşit kelimesi ne kadar adil gözükse de adaletten uzaktır." "Nasıl yani?" "Şöyle ki; iki insan düşün şimdi. Biri oldukça zengin, diğeri ise yoksul biri olsun. Devlet veya bir hayırsever ikisine de aynı miktarda para verse bu eşit olur. Çünkü verdiği miktar aynı. Fakat zengin olanın ihtiyacı ile fakir olanın ihtiyacı aynı olmadığı için bu adil olmaz. Yardım vermeyi geçelim ya da vergi almaktan bahsedelim. Devlet yine o zenginden ve o fakirden aynı vergiyi alırsa eşit olur ama yine adil olmaz." "Anladım, ama kadın erkek eşitliği ile nasıl alakası var bu durumun onu anlayamadım." Muhammed bey, Nehir'in ve kendisinin çayını tazeledikten sonra devam etti konuşmasına. "Kadın ve erkek eşittir. Ama eşit olmaları her şeyin aynı olması durumunu barındırmaz. Kadın farklıdır, erkek farklı. Erkekler bazı konularda kadılardan daha üstündür. Mesela erkekler genel olarak ticarete yatkındırlar, yön bulma kabiliyetleri yüksektir. Ayrıca fiziksel olarak da güç gerektiren işlerde kadınlardan daha iyidir. Kadınlar da erkeklerden daha üstündür bazı konularda. Örnek verecek olursak; kadınlar, erkeklere nazaran duygusal yönden çok daha üstündürler. Daha küçük yaşta gelişen bir merhamet duyguları vardır, hisleri daha kuvvetlidir, el becerileri daha gelişmiştir. Hatta öyle ki fıtratları gereği kız çocukları küçük yaşta bebeklere, evcilik oyunlarına meraklıyken; erkek çocukları araba, silah gibi oyuncaklara meraklıdırlar. Ayrıca cahiliye devrinde yani İslamiyet öncesi devirde, kadını ilk muhatap alan, ona hak veren, önemseyen İslam dinidir. Veda Hutbesinde, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav); Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü teâlâdan korkmanızı vasiyet ederim. Siz, kadınları, Allahü teâlânın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır, diyerek kadına da erkeğe olduğu gibi hak vermiştir. O çok özenilen, medeniyet merkezi olarak görülen Avrupa'dan çok daha önce bu hakkı kadınlara vermiştir İslam." "Peki Muhammed amca o zaman neden erkeğe daha çok miras veriliyor? Madem kadının hakkı var neden miras eşit değil?" Nehir, uyuyan Süveyda'nın üzerine battaniyesini örtüp sallamasını bırakmıştı. "Biraz önce de dediğim gibi kızım eşit miras demek adalet demek değildir. Erkeğin geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi, bakmakla yükümlü olduğu eşi, çocukları hatta anne babası var. Erkek evin reisi olarak, çalışıp ailesine bakmak zorundadır. Kadının böyle bir zorunluluğu yoktur, hatta aksine kadının tüm ihtiyaçları erkeğin gözetimi ve sorumluluğundadır. İstersen yine kişi üzerinden örneklerle açıklayalım. Biri kız ve biri erkek olmak üzere iki kardeş düşünelim. İkisi de evli, kendi aileleri çocukları var. Erkek kardeşe üçte iki pay düşerken, kız kardeşe üçte bir pay düşüyor öyle değil mi?" "İslam'a göre öyle." "Erkek o aldığı payı tüm ailesi için harcamak zorunda. Önceliği her daim ailesi olmak zorunda. Parasıyla evin masraflarını, çocukların eğitimini ve evdekilerin ihtiyaçlarını görmeli. Kız kardeş ise aldığı parayı, mirası eşine vermek zorunda değildir. O para kendisine aittir. O parayı ister kendisine harcar, ister yatırım yapar. İslam kadına bu özgürlüğü tanımış, erkeğe ise aile geçindirme zorundalığı kılmış." "Anladım, o halde dediğin gibi eşitlik olmasa da adalet olmuş oluyor. Peki şahitlik konusu nedir? Neden iki kadın bir erkeğe denk sayılmış?" "Önce bahsettiğin ayeti okuyalım." Muhammed bey yerinden kalkarak odasından getirdiği kitaba kısa bir süre göz attı. Aradığını bulduktan sonra oturduğu yere iyice yerleşerek devam etti. "Bakara suresinde diyor ki; Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek; biri unuttuğunda, şaşırdığında diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir... Ayette açıkça söylüyor aslında. Biri unuttuğunda ona hatırlatacak iki kadın diyor. Biraz öncede dediğim gibi kadın erkek fıtratı birbirinden ayrıdır. Kadın daha duygusaldır, merhametlidir, bazı konularda heyecana kapılabilir. Burada ki meselede kadının yaratılışı ile doğrudan alakalıdır. Sayı konusu da zaten şahitlik yapılan duruma göre değişir. Bazen dediğin gibi erkeklerin şahitliği görülürken bazen de sadece kadınların şahitliği görülür. İslam hukukunda bu konular çok ayrıntılı ele alınır. İki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk geliyor diye; kadın erkeğin yarısıdır gibi bir düşünceye kapılmamalıdır insan. Ayetlerde de zaten açıkça kadın ve erkeğin Allah katında eşit sayıldığı yazıyor. Bir kaç ayet okumamı ister misin bu konu hakkında?" "Olur tabi isterim." "Nisa Suresi, 124. ayet: Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır. Tevbe Suresi, 72. ayet: Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. Ahzab Suresi, 35. ayet: Şüphesiz, Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, gönülden (Allah'a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. Hadid Suresi, 12. ayet: O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşarken görürsün. "Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz), altından ırmaklar akan cennetlerdir." İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur." Muhammed bey saygıyla kapattığı Kuran'ı yüksekçe bir yere bıraktıktan sonra Nehir'in karşısına geçti. "Bunlar gibi çok daha fazla ayet var kızım. Gördüğün gibi kadın ve erkeği aynı kefeye koyuyor ayetler." "Aslında bir kaçını okumuştum ama anlayamamışım demek ki." "Okumak kadar hissetmek ve anlamakta mühim. Ne amaçla okursan, onu bulursun. Sen sorgular gözlerle bakmaya devam ettikçe, sorgulanacak şeyler bulursun. Kalbinle bakmayı dene kızım. Kuran'ın kalbine inmek istiyorsan, onu kalbinle okumalısın." "Kalbimle nasıl okuyabilirim ki?" "İnanarak. Şüphe, kalbinde inancını kemiren bir kurt gibidir. Ne zaman ki şüphelerinden kurtulursun, Kuran'ın merkez olduğuna inanıp ona göre okursun o zaman okuyan gözlerin değil kalbin olur. Şüphelerinden kurtulmak içinde Kuran'da her şeyi sorgulaman gerekmez. Evet bu sorular sana tatminkar cevaplar getirir ama şüphe, içinde ki vesvese ile hiç bitmez. Şüpheyi aldığın cevaplar değil, sığındığın inancın çürütür." Nehir kafasını sallayarak anladığını belirtse de yapabileceğinden emin değildi. Sorgulamak için okuyor muydu bilinmez ama her okuduğu ayette aklına bir çok soru geliyordu. Aylardır bu sorulara cevaplar aldığı Muhammed amcası elbette yalan söyleyecek değildi. Nasıl yapacaktı bilmiyordu ama şüpheden kurtulmanın bir yolunu arayacaktı. Temmuz 1982 Cezaevinde hangi mevsim daha iyiydi bilinmez. Kışın soğukluğu ile ciğerlerinin titrediğini dahi hisseden bu insanlar, yazın sıcağında onlarca kişinin kapalı bir alanda kalması ile de adeta kavrulurdu. Yazın da bir tadı, kokusu olurdu dışarıda. İçeride ki yaz kokusu ter kokusuna karışırken mevsimlere bile hasretlik çekerdi insan. Yaşamak ayrı şeydi, yaşarken hissetmek ayrı. Onların ki şimdi yaşamak değil de, düzene çomak sokmamak için ölü taklidi yapmak gibi bir şeydi. Her şey hissizdi ve olabildiğince soluk. Mahkumların göz bebeklerinde başlayan bu solukluk yavaş yavaş bedene, oradan ranzalarına, oradan da koğuşa yayılırdı. Her mahkumda görülen bu sönen parıltılar bir araya gelince büyük bir karanlığı çıkarırdı ortaya. Simsiyah gecelerden daha karanlık olan bu durumda bir nokta ışığa hasret yaşarlardı. Işığın ne olduğunu ise ancak karanlıkta kalanlar bilirdi. Yiğit, her zaman ki gibi uzandığı ranzasında yüzünü duvara dönerek etraftaki bakışlardan çekti kendisini. Elinde tuttuğu işlemeli mendile uzun uzun bakıyor, mendilin ve kalbinin sahibini düşünüyordu. Son bir kaç görüşte denk gelememişti Nehir ile. Avunacak bir mektup da alamıyordu üstelik. Tek avuntusu olan mendille saatlerini geçiriyor, Nehir'in ona bu mendili verdiği bayram sabahına gidiyordu. Çok yakın ve bir o kadar uzak hissettiği o anıları düşünmek mutluluk ve hüznü beraber getiriyordu. Uzun bir süre izlediği mendili saklayarak geri cebine koydu. Çekindiği bir şey yoktu fakat Yağız ile tekrar tekrar kavgaya tutuşmaktan bıkmıştı. Yağız'ın onu izleyip izlemediğini görmek için yönünü çevirerek sırtını duvara çevirdi. Yağız'ın ranzasına baktığında onu göremese de o tarafta üç kişinin olduğunu görüyordu. Bunlar ne sağcılardandı ne de solculardan. Suçları siyasi değil adli suçtu. Kimisi tacizden, kimisi hırsızlıktan girmişti içeri. Yüzleri kızarmak şöyle dursun içeriyi mesken edinmişti bunun gibiler. Yağız'ın eşyalarını kurcaladıklarını fark ettiği an dikkat kesilip yerinden doğruldu Yiğit. Çalıntı vakaları az da olsa oluyordu koğuşlarda. Burada iki kuruşa bile ihtiyaç duyuluyordu. Fakat bu adamların dertleri başka gibiydi. Hırsızlık yapacak olan insan böyle kahkahalar atıp oyalanmazdı. Yiğit, yaklaştığı gülüşme seslerini sertlikle susturdu. "Neye gülüyorsunuz siz?" Adamlar ellerinde ki şeyi arkalarına saklayarak çokluklarına güvendiler. "Hayırdır birader sana mı soracaktık gülerken?" Yiğit içinden çektiği sabırlar ile sakin kalmaya çalıştı. Bu adamlarla kavga etmeye korkmuyordu da peşine gelecek olan joplara değer miydi onu bilemiyordu. "Ne saklıyorsunuz siz elinizde?" "Hadi yürü git işine belanı başka yerde ara." Yiğit kendisine diklenen yaşça da büyük olan bu adamı tek yumruk darbesi ile yere indirdi. Diğerleri de karşılık vereceği sırada hengameyi gören ülkücüler ile sinmek zorunda kaldılar. "Ver şu elindekini." Adam astığı suratı ile beraber çekimserce elindekini uzattı. Yiğit çatılan kaşlarını adamdan ayırmadan elindekini alırken gözlerini adamdan çevirdi. Biraz önce gülüşüp, fısır fısır konuşmalarına sebep olan fotoğrafa baktı. Nehir'in fotoğrafını kendisi bile görememişken bu pis ellerde gezinmesine öfkelendi. Bakışları sertlikle tekrar bu adamlara dönerken kontrol altında tutamadığı öfkesi ile kendisini kavganın içinde buldu. En şerefli kavgalarından birini verirken onu ayıran ellere saldırmayı da ihmal etmedi. Avluda ki mahkumların ve kapıda ki gardiyanların da gelmesiyle kavga ayrılsa da Yiğit ceza alarak koğuştan çıkarılmıştı. Cezası belliydi. Tabutlukta kalacağı bir kaç gün önemli değilse de kaskatı kesilen bedeni hala öfke yüklüydü. Yağız avluda tek başına volta attığı sırada gelen sesler ile koğuşa dönse de ne olduğunu tam olarak anlayamamıştı. Yiğit'in zorlukla koğuştan çıkarıldığını görünce etraftakilere sormuş, olanları öğrenmişti. Fotoğrafı dolabında kazağının arasında saklamışken nasıl olmuştu da bu adamların eline geçmişti? Yağız, en az Yiğit kadar öfkeliydi fakat öfkesini kusacağı kimse yoktu. Onun dışında gelişen olaylar her zaman onu suçlu çıkarıyordu. Yiğit bir kaç gün kaldığı tabutlukta yaptığına pişman olmadan koğuşuna çıkmıştı. Ağrıyı her yerinde hissederek girdiği koğuşta ilerlemekte zorlanıyordu. Arkadaşlarının yardımı ile yatağına geçen Yiğit, günler sonra uzanmanın rahatlığına ulaştı. "Elhamdülillah." "İyi misin reis?" Yiğit sorulara cevap vermek yerine, sessizliğe gömülerek hasret kaldığı uykusuna kavuştu. Yağız ise uzaktan izlediği arkadaşının uyanmasını gözledi. Yiğit'e hem teşekkür edecekti hem de bu duruma düşmesine sebep olduğu için özür dileyecekti. Fakat tüm gününü yatakta uyuyarak geçiren Yiğit'i iki gün beklemek zorunda kaldı. Anca kendisine gelmişti Yiğit. Yiğit'le konuşmak için uzun zaman bekleyen Yağız artık sıkılmış içine dert olan şeylerin yükünü hafifletmek için ayaklanmıştı. Ranzasının başına geçip konuşmalıydı onunla. Fakat Yiğit'e doğru giderken önünü kesen ülkücüler ile yine yükünü bırakamamıştı. "Nereye böyle?" "Yiğit ile konuşucam." "Adamı tekrar tabutluğa mı göndereceksin lan defol git buradan." Yağız'ın bir şekilde vicdanını rahatlatması gerekiyordu. Geri çekilmek gibi bir düşüncesi yoktu. "Sizinle bir işim yok." Kısa sürede başlayan kavgaya hem sağcılar hem solcular dahil olurken tekrar anlaşılmıştı karıştır barıştır sisteminin bir işe yaramadığı. Yağız, ülkücülerin abi dediği Tarık'tan aldığı darbeler ile yere serilmişti. Yağız kolları arasında başını kollayarak darbelere engel olmaya çalışırken karşılık veremiyor hatta vermiyordu. Sanki yiyeceği bu dayak vicdanını rahatlatmak için bir çözümdü. Bir kaç dakikanın geçmesi ile Yağız iyice harap olurken yardımına Yiğit yetişmişti. "Tarık dur." Tarık'a seslendiği bir kaç sefer sonucunda Tarık durmuşken seslere gardiyanlar da gelmişti. Yiğit gardiyanların hizaya soktuğu mahkumları es geçerek Yağız'a eğilip halini sordu. Yağız cevap veremese de başını sallıyordu. Gardiyanların eşliğinde götürülen bir kaç mahkumdan biri de Yağız oldu. İstemeden düştüğü bu durum ile Yiğit'e olan borcunu öder gibi hissetmişti. İlk önce revire götürülen Yağız daha yaraları iyileşmeden tekrar işkence için tabutluğa götürülmüştü. Girdikleri bu kısır döngü önemsizdi fakat bir kaç hafta görüşe çıkamaz hale gelmişti. Gönül'e ne hesap vereceğini düşünecek uzun bir zamanı olacaktı bu hücrede. Tabutluk da geçirdiği iki günün ardından çıkarılan Yağız, yürüyemiyor hatta gözlerini dahi açamıyordu. Uzun süre ayakta kalmak onu yaralı haliyle oldukça zorlamıştı. Kollarına giren gardiyanlar eşliğinde koğuşa bırakıldı. Kollarından desteğin çekilmesini fark etmesi düşerken gerçekleşti. Yanağına değen soğuk beton ile gözlerini açmaya çalıştı. Bir kaç saniye yerde öylece kalırken birinin ona yardım ettiğini fark etti. Kim olduğunu göremese de bu yardımı itemezdi. Devrimci arkadaşlarıyla aralarında aylardır soğukluk olsa da böyle zor durumda desteğini esirgemezlerdi diye düşündü. Fakat koluna girip onu yatağına taşıyan kişi, konuşmak istediği için dayak yediği Yiğit'ti. Yiğit, yavaşça Yağız'ı yatağına yatırırken tek bir kelime dahi etmemişti. Şimdi sırası değildi. İyileştikten sonra Yağız'ın bir dayak daha yemesi gerekirdi o fotoğrafı açıkta bıraktığı için. Yağız, yatağına geçerken istemeden kısık kısık inledi. Yiğit, arkadaşının haline üzüldüğü için yaraları ile ilgilenmek zorunda kaldı. Ona "ne yapıyorsun" der gibi bakan ülküdaşlarını görmezden gelerek elinden geleni yaptı. Yağız ise kendini çoktan uykuya teslim etmişti. Yağız ertesi günü uyandığında hissettiği ağrıları görmezden gelerek soğuk bir suyun altına girdi. Zor da olsa ayakta kalmak zorundaydı. Herkesin avluda olmasını fırsat bilerek toparlandı. Güçlükle bir kaç lokma ekmek yemeye çalıştı. Şimdi kendisini daha iyi hissediyordu. Avluya çıktığında gözleri Yiğit'i aradı. Ertelenen konuşmayı artık yapmak istiyordu. Ertelemek, sona ulaşmanın imkansızlığını barındırıyordu biraz da içinde. Yiğit, arkadaşları ile bir halka şeklinde durup sohbet ediyordu. Gündemden, siyasetten, futboldan, kitaplardan konuşacak uzun zamanları oluyordu burada. Yiğit, Tarık'ın baş hareketi ile yönünü kapıya doğru çevirdi. "Uyanmış seninki." Yiğit, Yağız'ı ayakta görmesine sevinmiş olsa da konuşmak istemiyordu. Fakat Yağız'ın ona doğru gelmesi ile buna mecbur kalmıştı. Onu ülküdaşlarının arasına fazla yaklaştırmamalıydı. Zira son vaka ortadaydı. "Müsaadenizle." Yağız, ona doğru gelen Yiğit'i görünce yerinde beklemişti. Yiğit ona sert ve karalı adımlarla geliyordu. Yiğit'i tanıdığı için o çatılan kaşların arkasında ki merhameti de görebiliyordu. "Bir şey mi oldu?" Yiğit'in mesafeli duruşu beklendik bir durum olsa da Yağız istemeden şaşırdı. "Konuşalım mı biraz?" Yiğit cevap vermek yerine başını olumlu anlamda salladı ve yavaş adımlarla avluda volta atmaya başladılar. "Dün senin dışında yardım eden olmadı. Teşekkür ederim." "Teşekküre gerek yok. Yılların hatırı için yaptım. Başka bir şey yoksa işlerim var Yağız." "Bekle biraz. Sadece dün için değil, o gün için de teşekkür ederim. Fotoğraf mevzusu." Yağız, bu mevzu da oldukça utanıyordu. Sonuçta karısı ve kardeşi onun namusuydu. "Sen teşekkür edesin diye yapmadım." "Biliyorum. Özür dilerim. Seni de zor duruma soktum." "Yağız, böyle kolay bir hatayı nasıl yaparsın? Lan burada ki herkes senin benim gibi siyasetten içeride değil. Tacizcisi, hırsızı dolu burada. Nasıl özelini, namusunu bırakırsın ortada bu kadar adamın içinde." "Haklısın." Yiğit öfkesiyle bağırırken, Yağız abisinden azar yiyen küçük kardeş gibi boynunu büküyordu. Ailesine duyduğu aşırı özlem onu hata yapmaya meylettirmişti. "Sen kardeşini benden değil onlardan koru, olur mu Yağız?" Yiğit mesafeli duruşuna arkasını dönerek son vermişti. Yağız yalnız kaldığı avlu köşesinde sırtını duvara yaslayarak düşündü. Yiğit haklıydı, hata yapmıştı. Ve yine haklıydı, Nehir'i koruması gerektiği kişi Yiğit olmamalıydı. Yiğit'e her türlü kefil olabilecekken bu yaptığı çocukça bir kıskançlıktan başka bir şey değildi. Her zaman sevdikleri tarafından öncelik olmaya alışan Yağız, kardeşinin önceliğini kaybetmekten korkmuştu. Yaptığının, düşündüklerinin ne kadar saçma ve gereksiz kıskançlıklar olduğunu anlıyordu. Görüşlere bir kaç hafta çıkamadı Yağız. Ailesine Yiğit aracılığıyla iyi olduğunu, sadece mevsimler bir grip geçirdiğini söylettirmişti. Ailesi pek tabi bu duruma inanmasalar da inanmış gibi yapmaktan başka çareleri yoktu. Gönül kısa süreliğine de olsa bu görüşleri yapamadığı için oldukça üzgündü. Bütün yoğunluğunu kızına vererek güçlü durmaya çalıştı. Süveyda yeni yeni yürüdüğü için peşinden koşmak Gönül'ü zaten yoruyordu. Üstelik bu hafta baba demeyi öğrenen kızını babasıyla görüştürecekti. Nehir ise abisini göremese de bu süre zarfında Yiğit'i görmek istiyordu. Muhammed amcası işteyken, Gönül'e hava almak bahanesini sunup dışarı çıkmıştı. Görüş günü olsa da abisi ile görüşemeyeceği için Gönül evdeydi. Nehir heyecanla cezaevine gitti. Cezaevine gireceği sırada kapıdan çıkan Emine teyzesi ve İbrahim amcasından saklandı. Karşılaşmamaları iyi olmuştu. Bir süre bekledikten sonra içeri girip Yiğit'in adını verdi. Görüş salonunda bu defa abisi için değil, sevdiği için bekledi. Yiğit, ailesi ile görüştükten sonra koğuşta arkadaşlarıyla keyifli bir çay içiyordu. Ailesini görmek ona iyi geliyordu. Kısa bir süre sonra açılan demir kapının ardından tekrar adını duymak Yiğit'i şaşırttı. Annesi ve babası geri mi gelmişti? Belki de abisi gelmişti. Görüş alanına geçtikten sonra gözleri annesini ararken gördüğü bir çift göz ile nefesi kesildi. Dudakları kıvrılırken, bakışlarını çekmekte güçlük çekti. Nehir ise doya doya uzun uzun baktı sevdiği adama. "Nehir, seni beklemiyordum." "Biliyorum. Abim görüşlere çıkmayınca gelmek istedim. Abim iyi mi?" "İyi merak edilecek bir şeyi yok. Abini sormak için mi geldin?" "Hayır hayır." Nehir, Yiğit'in kendisini önemsiz hissetmesini istemiyordu. Bunu ona bir defa yaşatmıştı, kaçırıldıktan sonra abisini seçerek. "Ben seni görmek istedim." Yiğit, Nehir'in onu merak etmesine içtenlikle gülümsedi. Ailesi gibi merak eden, özleyen biri daha olduğunu bilmek gönlünü rahatlatmıştı. "Nasılsın Nehir? Bir ihtiyacın var mı?" "İyiyim merak etme." "İyi olmadığını biliyorum." "Gerçekten daha iyiyim. Alışmak demeyelim de kabullendim galiba bu durumu. Muhammed amca ve Gönül'de zaten hiç yalnız bırakmıyorlar beni. Gerçekten merak etme, iyiyim. Sen nasılsın?" "Nasıl olayım işte, bildiğin gibi. Hasretin içimde bir yara Nehir. Sürekli aklımdasın, kalbimdesin. Şu mendil de olmasa sıyırırdım burada artık." Yiğit'in cebinden çıkardığı mendile hüzünle baktı Nehir. Yiğit'ten duymaya alışık olmadığı şeylerdi bunlar. Yiğit her zaman sert durur, duygusunu belli etmezdi. Şimdi ise kelimelere döküyordu hislerini. "Niye bakıyorsun öyle?" Yiğit, Nehir'in hem sevinçli, hem hüzünlü hem de şaşın bakışlarına anlam verememişti. "Ne biliyim, alışkın değilim seni böyle görmeye." "Nasıl görmeye?" "İşte sen hep dışarıya karşı sertsin, otoritersin, herkes bir çekinir senden. Şimdi bir değişik duruyorsun." "Senin dediğin gibi. Dışarıya karşı sertim Nehir. Sen benim içimin en derin yerindesin. Bırak da bir farkın olsun." Söyledikleriyle beraber elini kalbine götürüşü, Nehir'in heyecanlanmasına sebep oldu. Konuyu değiştirmeye çalışarak utangaçlığını kendince gizledi. "Neler yapıyorsunuz içeride? Nasıl geçiyor zaman?" "Bilmesen daha iyi işte. Sohbet ediyoruz bizimkilerle, bir arkadaşın bağlaması var arada türkü söylüyor dinliyoruz, genelde Kuran okuyoruz hatimler indiriyoruz burada. Öyle işte." Nehir, Yiğit'in gözüne girmek isteyen küçük bir çocuk gibi heyecana kapıldı. "Bende okuyorum. Yani sizin gibi değil tabi, ben Türkçesini okuyorum." "Kuran mı okuyorsun?" Heyecanlanma sırası Yiğit'e gelmişti. Nehir başını olumlu anlamda sallayınca Yiğit ona büyük bir tebessüm sundu. "Çok sevindim." "İlk zamanlar pek anlamıyordum ama Muhammed amca açıklıyor her şeyi sağ olsun." "Aklına ne takılırsa sor olur mu? Hiç çekinme. Hem okudukların da iyi gelir sana." "Aslında iyi geliyor mu bilmiyorum. Yani Muhammed amca Arapça okurken çok rahatlıyorum anlamasam da ama ben okuyunca aynı şey olmuyor." "Zamanla olur, pes etme sakın." "Türkçe olarak bana iyi gelen bir sure var aslında. İnşirah suresini biliyor musun?" Yiğit, başını olumlu anlamda sallayarak gururlu bir gülümseme bıraktı yüzünde. "Biliyorsundur tabi, benimki de soru. Sürekli onu okuyorum. Hatta ezberledim bile. Onu okudukça sanki bütün dertlerim bir bir siliniyormuş gibi hissediyorum." "Bende burada sık sık okuyorum İnşirah suresini. Belki çıkınca sana da okurum, ha?" Nehir, Yiğit'in ona sunduğu bu umuda, dolu gözlerle baktı. "Çok isterim." Görevlilerin uyarıları ile vedalaşmaya koyuldular. Yiğit bugün iki görüş yapmıştı. Ve kalbi hiç bu kadar heyecanlanmamıştı. "Kendine iyi bak Yiğit." "Allah'a emanet ol Nehir." Yiğit, koğuşuna dönerken yüzündeki tebessümü hiç silmeden köşesine çekildi. Tekrar tekrar konuştuklarını düşündü. Bir kaç dakika sonra yerinden kalkarak abdestini aldı. Arkadaşları ile ortak okudukları Kuran'ı alıp tekrar tekrar İnşirah suresini okudu. Ona iyi gelen bu ayetlerin, Nehir'e de iyi gelmesi için dualar etti. Bir de kavuşmaları için... Yeni bölüme kadar hoşçakalın... |
0% |