@maveradabiryazar
|
Merhabaaa. Yeni bölümü yayınlamak istedim. İnşallah seversiniz. Oy ve yorumlara göre diğer bölümde erken veya geç gelebilir.
"Birikmiş hissetmek... Bu duyguyu ilk defa yaşamıyorum aslında. Farklı sıklıklarla, yaşamın bana sunduğu dolmuşluklarıyla önce sebepsiz yere bezmişlikle gelen, birkaç gün beni sulu göz yapıp rahatlatan ve sonra yeni bir birikim için hazırlayan bu duyguyla çok uzun yıllardır tanışığım. Ne zamandır bu duyguylayım bilmiyorum ama bunu yaşayan tek kişi değilim, onu biliyorum. Ağlamanın verdiği rahatlama ile yazmak istedim. Sahi, rahatlamak için neden ağlamaya ihtiyaç duyuyoruz? Bedende ki bu rahatlamanın tıpta bir karşılığı var mı? Yoksa rahatlayan ruhumuz mu? Kur'an-ı Kerim'de mutsuz, hüzünlü zamanlarımızda göğe bakmamız gerektiği yazıyor. Bu koca koca binalar varken göğe bakıp mutlu olmak ne mümkün! Belki de mutsuzluğumuzun kaynağı göğe olan özlemimizdir. Turgut Uyar'da şiirinde demiyor mu "ikimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım" diye. Gökte ki bu sır ne? Bulutlar, yıldızlar, güneş, ay... Allah'ın tecellisinin en güzel örnekleri değil mi? Tek sır o da değil. Kur'an-ı Kerim aynı zamanda mutlu oldukça da yere, toprağa bakmamız gerektiğini söylüyor. Ölümü her an hatırlayalım, ona göre yaşayalım diye. Oysa biz ortamda ölüm konusu açılınca hemen değiştiririz konuyu, "ölümü konuşmayalım şimdi" deriz. Ne zaman konuşalım? Biz hiç ölümü konuşmak için toplanıyor muyuz? Ölüme o kadar hazır değiliz ki, ölüm denilince tek tepkimiz korku oluyor. Oysa ölüm de toprak gibi yeni bir başlangıç, doğum değil midir? Buna inanıp, nasıl inandığımız gerçekten korkabiliyoruz? Çünkü ölüme hazır değiliz. Ölüme nasıl hazır olur insan? Namaz, oruç, zekat, hac bunlarla mı? Elbette ibadet edeceğiz. İbadetini eksiksiz yapan her insan hazır mı ölüme? Madem ölüme hazır olmaya ibadet yetmiyor, eksik olan ne? İbadeti ne için yaptığımızın bilinci eksik günümüz insanında. Namaz kılma, oruç tutma sebebimiz Allah'ın rızasını almak mı, yoksa cehennemin azabından kaçıp cennete girmek mi? Biz rızayı unuttuk. Rabbimizi razı etmeyi, Rabbimizden razı olmayı unuttuk. Biz ödül olan cennete o kadar odaklanmışız ki, ödülü verecek olana; gönlümüzün, kalbimizin Allah'ın cemalini görmek istemesini unutmuşuz. İnsan zaten kelime anlamı olarak "unutan" demekmiş. Unutmak öyle hafızadan bir bilginin silinmesi olarak değil, kalbin unutması veya unutturulması demek. Bir kitap da okumuştum. İnsan öfkelendiği zaman kalbi sakinleşmesi gerektiğini bilir ama o an unutur, unutturulur. Bezm-i elestte vermiş olduğumuz sözü kalbimiz bilir. Kalp her daim Allah'ı ister, ama unutur. Dünya hayatı, bezm-i elesti kalbe unutturur. İbadetlerimizle Allah'ı andığımız, zikrettiğimiz her an kalbe Allah'ı hatırlatırız. Allah'ı hatırlayan kalp sakinleşir, hafifler. İmam Gazali hazretlerinin bir kitabında okumuştum. Sebepsiz iç sıkıntısının nedeni ruhun cenneti özlemesiymiş. Bu özlemin bilincinde olsak umutsuzluğa düştüğümüz her an Allah'a koşarız. Ne diyor Allah Taha suresinde 73. ayette; "Allah umut bağlanılanların en hayırlısı ve en kalıcısıdır." Nehir, kapattığı defterinin kapağı ile sırtını yatağının başlığına dayadı. Yiğit'in çıkmasının üzerinden 2 hafta kadar geçmişti. Bu süre zarfında çok sık olmasalar da görüşmüşlerdi. Pek tabi görüşmeleri yalnız olmamış genelde Nazlı'nın ve bazen de Gönül'ün eşlik etmesi ile olmuştu. Nehir, nişan için acele etmek istemiyordu. Şu an sadece abisi ile meşgul olmak istiyordu. Yiğit'in çıkışına ne kadar sevinse de aklı hep abisindeydi ve sevincini tam olarak yaşayamıyordu. Bu yüzdendi iç sıkıntısı. Sabah namazından sonra uyumamış Kuran okuyarak geçirdiği saatlerin ardından defterine gömülmüştü. Evde hüznün her kokusu mevcut gibiydi. Bugün Yağız için görüşe gideceklerdi. Yarın da abisi Konya'ya yolcu olacaktı. En az Nehir kadar düşünceli biri daha vardı evde. Gönül tüm gece uyumamış, Süveyda'yı bile yatağında yalnız bırakmıştı. Tek kişilik koltuğundan tüm gece cama bakarak sabahlamıştı. Düşünceleri hiç susmamış, onu bir an olsun rahat bırakmamıştı. Yağız için olan endişesi içinde büyüdükçe içine daha çok kapanıyordu. Beklemeye alışmıştı fakat şimdi onu daha az hatta belki hiç göremeyecek olması canını yakıyordu. Maddi olarak çok da iyi durumda değillerdi. Babasının kazandığı para ile hem evi geçindiriyorlar hem de bir kaç lira Yağız'a gönderiyorlardı. Bu durumda Konya'ya her fırsatta gitme gibi imkanları kalmıyor hatta yılda bir veya iki kez ancak gidebilecek olmalarına yanıyordu. Gün artık aydınlanırken Süveyda'nın çıkardığı sesler ile kendine geldi Gönül. Kızına karşı tebessümünü takınarak bakan Gönül'e koşarak gelmişti kızı. Pamuk elleri ile uzanan Süveyda'yı kucağına alarak derince koklayıp, öptü. Henüz tam konuşamadığı için bir kaç peltek kelimeyle içeri gitmek istediğini belli etti. Kalkar kalkmaz tüm evi uyandırmayı görev edinmişti bile Süveyda. Evde ki herkes de Süveyda'nın tatlı sesiyle uyanmaya can atıyordu zaten. Evin her yanına yapışan kasvetli havayı dağıtan küçük kıkırtılar eşliğinde güne başlamışlardı. Kahvaltılarını yaptıktan hemen sonra hazırlanarak yola çıktılar. Gönül, Yağız için dolu bir bavul hazırlamıştı. İçerisine kendi elleriyle ördüğü atkılar, kazaklar, çoraplar koymuştu. Yaz olsa da sevdiği adamın Konya'da geçireceği kışı düşünüyordu şimdiden Gönül. Yiğit ve ailesi de Yağız'ı yolcu etmek amaçlı eşlik etmişti. Cezaevine gelip görüşe geçmişlerdi. Yağız, ailesine güç vermek için yüzüne yalandan bir tebessüm yerleştirmişti. Aslında hepsinin yaptığı şey aynıydı, hepsi de bunun farkındaydı fakat bu oyunu bozmaya hiç birinin cesareti yoktu. Hal hatır faslı ile başlayan konuşma Yiğit ve Nehir'in nişanı ile devam etmişti. "Muhammed amca, aman ha hemen vermeyesin kızı. Biraz süründür, sabıkası var sonuçta." Yağız'ın kendisini görmezden gelerek Yiğit'e olan söylemlerine gülmüşlerdi. "Yapma be kayınço." "Demesene şunu lan. Bir gel içeri sen ya bir gel." "Eyvallah ben hiç gelmiyim." "Yürek yok ki gelesen." Yağız'ın şiveyle konuşması ile gülmeleri büyürken Konya konusuna geri dönmüşlerdi. "Ben kışlık bir şeyler koydum çantaya, teslim alırsın." Gönül'ün büyüklerinin yanında çekinmesi Yağız'ı gülümsetse de diğerleri eşleri yalnız bırakmaları gerektiğini anlamışlardı. Yağız'a uzun uzun öğütler veren İbrahim ve Muhammed beye arada Emine hanım da eşlik ediyordu. Yiğit ise yan tarafta biraz önce görüş için çağırdığı Tarık ile konuşuyordu. Tarık'ın bir ailesi yoktu. Onun için nerede olduğunun önemi de yoktu o yüzden. Fakat Yiğit, abisi bildiği bu adamı da unutmayarak vedalaşmak istemişti. Yağız ve Gönül'ü baş başa bırakarak artık dışarı çıkan ailesine Yiğit baş onayı verdi. Ailesini Tarık ile tanıştırdı Yiğit. Emine hanım ve İbrahim bey daha önceden Yiğit'in bahsettiği Tarık'ı ilk defa görseler de tanıyorlardı. Emine hanım kimsesiz olan bu çocuğa anne edasıyla yaklaştı. Fazla vakitleri olmasa da kısacık bir sohbet bile iyi gelmişti Tarık'a. Zaten çok uzun sürmeyerek görevliler görüşün bittiğini bildirmişti. Herkes sırayla görüş alanından çıkarken Yiğit sona kalarak tekrar Yağız ile vedalaştı. Ailesini tekrar dostuna emanet ederek son gecesini geçirmek üzere koğuşuna ilerledi. Ertesi günü sabah erkenden çıktıkları yol, akşam vakti Konya'ya girişleri ile tamamlanmıştı. Hızlı bir şekilde girişleri yapılarak gelişi güzel yerleştirilmişlerdi koğuşlara. Farklı şehirlerden, farklı suçlardan mahkum çeşit çeşit insanın bir arada olduğu toplulukta tanıdık yüz bulmak şimdi çok ama çok güçtü. İzmir'den bir kaç kişiyi görmüş olsa da en yakın bildiği bir Tarık vardı, onu da kavgalardan bilirdi. Dostu dediği, sırtını dayayabileceği kimse kalmamıştı şimdi. Daha önceden gelen mahkumlar çoktan koğuşu sahiplenir edaya geçmiş, yataklarını seçmişlerdi. Yağız boş bulduğu bir yatağa doğru ilerleyip eşyalarını koyarak yerini tuttu. Tarık da Yiğit'e verdiği söz ile Yağız'ın yanında bulunan yatağa yerleşti. Yağız ne kadar şaşırsa da boş kalan fazla yatak olmadığı için ses etmedi. Aradan geçen bir kaç günün sonunda koğuş da yeni arkadaşlıklar kurulmaya başlansa da genel olarak herkes kendi başının çaresine bakıyordu. Tarık ve Yağız ise herkese karşı mesafeli durarak yalnızlığın zirvesi için yarışıyorlardı. Yağız ilk günden bir mektup göndererek sağ salim geldiğini haber verdi ailesine. Tarık ise her zaman ki gibi gününü geçirme derdindeydi. Yağız bildiği kadarıyla, Tarık onlardan bir kaç yaş kadar büyüktü. Yiğit ile yakın olsalar da çok farklılardı. Tarık, Yiğit'in daha sert, daha ciddi haliydi. Elinde her daim bir kitap olurdu. Kendi alacak parası olmadığı için arkadaşlarının kitaplarını ödünç alır ya da kitabı kiralama bedeli olarak sahibinin bir kaç ağır işini görürdü. Elinden tahta oymacılığı gelirdi. Marangozluk işlerini iyi bilir, bununla geçim sağlardı. Üniversite de hukuk okusa da bitirememiş, görüşleri sebebiyle en sonunda kendini kovdurmuştu. ... Gönül bir haftadan fazla beklediği mektubun sevinciyle başlamıştı güne. Erken saatlerde çalınan kapıyı babası açmış gelen mektubu hemen kızına vermişti. Yağız'dan gelen iyi haber ile bir nebze olsun içleri rahatlamış, günlerdir bir haber bekledikleri sevdiklerinden haberlerini almışlardı. Gönül, bir kaç gündür Nehir'in hazırlıkları ilgilense de aklı hep Yağız'daydı. Nasıl olmasındı? Hem mahpusluk hem gurbet zor işti. Bulduğu her fırsatta dualar etti kocası için. Mektuptan sonra toparlanarak sevince bürünmüştü. Son hazırlıkları da bir çırpıda bitirdi. Nehir heyecandan tırnaklarını yese de etrafında dört dönen Nazlı ve Gönül ile her şeyi yetişmişti. "Sanki daha önce yaşamıştım ben bu anı. Muhammed amca da istenecek kız bitmiyor maşallah." Diyerek tatlı atıflarda bulundu Nazlı. Gönül, Nehir'in üzerinde ki elbiseye uygun şalını bağlıyor, Nazlı da Süveyda'yı kucağına alıp mıncırıyordu. Her şey hazır olduktan sonra Nazlı evine geçip ailesi ile tekrar gelmek için hazırlandı. Gönül ve Nehir baş başa kaldıklarında ise sessizliğe gömüldüler. Birbirlerini çok iyi anlayan kader ortaklarıydı onlar. "Abimin yanımda olmasını çok isterdim. Ailemden birilerinin olması meğer ne kadar güç veriyormuş bana." "Aynı kandan olmasak da bizde senin aileniz Nehir. Biliyorum çok zor ama bu da senin imtihanın. Hem bak Süveyda var abinin vekili olarak." İkisi beraber baktıkları Süveyda'nın ellerinde gördükleri toprak ile ayaklandılar. Nehir, Süveyda'nın toprağı yemesine engel olurken Gönül de hızlı şekilde dökülen toprakları temizliyordu. "Haklısın valla abimi hiç aratmıyor, çıkardığı sorunlarla." Gönül ve Nehir gülerken Süveyda elinden alınan toprak ile ağlıyordu. En sevdiği şeylerden biriydi saksıları eşeleyip toprak yemek. Annesinin özenle diktiği elbisesi şimdiden batmıştı. Aradan geçen bir kaç dakika sonrası kapı çalındı. Nehir büyük bir heyecan ile kapıyı açtı. Karşısında duran aileye tebessümlerini sunarak içeri buyur etti. Önce İbrahim amcasının sonra da Emine ezesinin elini öptü. Ömer abisi ve Zahide ablası da oğulları ile içeri geçerken Nazlı'da yeni yengesine sarılarak tebrik etti. En sona kalan Yiğit ellerini dolduran çiçek ve çikolatayı Nehir'e uzattı. Nehir, Yiğit'in elinden aldığı çikolatayı Gönül'e vererek önüne dönse de Yiğit önceden yere bıraktığı bir çiçeği daha veriyordu. Kucağında yer kalmayan Nehir, şaşkınca Yiğit'e baktı. Nehir'in elinde ki zaten söz çiçeğiydi, bu saksıda ki çiçekler ne içindi? "Bu ne Yiğit?" "Pencere önü çiçeği." Yiğit ağzı kulaklarında verdiği cevap ile Nehir'i de güldürmüştü. Yiğit'in düşünceli tavırları önceleri Nehir'i şaşırtsa da artık ona ayak uydurmaya başlamış sevilmenin tatlı heyecanına bırakmıştı kendini. Herkes içeri yerleşirken çoktan samimi sohbetlere girişilmişti. İbrahim bey, Muhammed beye takılarak daha da neşelendiriyordu evi. "Eee Muhammed bey biz iyi alıştık sizden kız istemeye. Önce Gönül kızım, şimdi Nehir, belli mi olur ilerde belki benim toruna senin torunu da isteriz." Muhammed bey dışında herkes gülerken, Muhammed bey kız babası ağırlığını korudu. "Siz isteyin efendim, adettendir. Lakin ben verir miyim, onu bilemem." "Vermez misin usta?" Bu defa Muhammed bey de gülüyordu Yiğit'in endişesine. "Ben size gelin isteyin dedim oğlum, veririm kızı demedim ki." "Valla usta, Yağız bile verdi kızı sen kıyamazsın artık." Yiğit'in, şaşılacak Yağız'dan aldığı cesaret ile kahvelerini içmeye başlamışlardı. Yiğit, ilk yudumda tuzlu olduğunu anladığı kahveyle Nehir'e çevirdi bakışlarını. Omuzlarını kaldırarak mecbursun bakışı atan Nehir'in gözlerinin içine bakarak bitirdi kahveyi. "Kahvelerimizi de içtiğimize göre, sebebi ziyaretimiz belli." Herkes kahvesini bırakarak, dikkatlerini toplasalar da Süveyda ve Yakup'tan çıkan çığlıklar ile konuşmasına devam etti İbrahim bey. "Ben Ali'yi tanıdığım da hemen hemen o Yiğit kadar bende Ömer kadardım. Çok mert adamdı Ali. Kahveye ne zaman gelse oturmadan selam verip halimi sorardı. Dışarıdan bakan bu adam hiç gülmez mi derdi ama o sert görüntünün ardında öyle büyük bir merhamet yatardı ki ah ah. Çok iyi adamdı Ali. Aile olmuştuk birbirimize. Hepiniz bilirsiniz zaten, yıllarımız beraber geçti. Kardeşlerimden çok ona koşardım başım sıkışınca. Ama işte kader. Fidan bacımla daha gencecik yaşlarında göçtüler bu dünyadan." Nehir, İbrahim amcasının sözlerini yaşlı gözlerle dinliyordu. Anne ve babasını dinlemek onu mutlu etse de ailesinden kimsesi olmadığı şu günde mutluluk dolan kalbini bir perde gibi sarıyordu hüzün. "Hayat işte; bir gün varız bir yokuz. Çok şükür ki Ali'den kalma iki evlat bizimle de hasretimizi onlarla gideriyoruz. Yağız'ı, Nehir'i her daim evladım bildim. Onların mutlulukları ile gülüp, mutsuzlukları ile ağladım. Allah'ın emri peygamberin kavli ile Nehir'i, Yiğit'e gelin olarak değil, kızım olarak istiyorum." Muhammed bey derin bir iç çekerek kısa bir süre bekledi. Bu süre de herkes toparlandı. Nehir bir kaç damla akıttığı yaşı Gönül'ün verdiği mendil ile silmişti. Muhammed bey daha öncesinde Yağız'dan aldığı onay ile söze girdi. "Rabbim rahmet eylesin, mekanları cennet olsun inşallah. Pırlanta gibi iki evlat yetiştirdiler. Nehir, daha önceden de kızım gibiydi fakat artık gibi lafını kullanmak istemiyorum. Nehir, çok kıymetli benim için. Hele onun yeniden doğumuna şahit olabilmek nasip oldu ya çok şükür daha ne isterim. Yiğit'i de evvela çocukluktan bilirim. Elimde büyüdü, bana çıraklık etti, bir yerde ben yetiştirdim onu da. Nehir'e nasıl kefilsem ona da öyle kefil olurum. Tabi bu kefillik durumundan yüz bulma sakın Yiğit efendi, biz kız tarafıyız bilesin." Yiğit de dahil herkes tatlı tebessümler sunmuştu. İbrahim bey ve Muhammed bey taraf mevzusunda şakalaşırken Yiğit araya girdi. "Eeee usta, verdin mi kızı?" Yiğit'in telaşı İbrahim beye sabır çektirirken Muhammed beyi de söz girmeye mecbur etmişti. "Gönül'de de dediğim gibi ben kızımı vermem, emanet ederim. Hayırlı olsun." Muhammed beyin hayırla sonuçlanan sözleri ile tebrikler başlamış yüzükler takılmıştı. Kahveler gidip, çaylar gelirken sohbet ilerlemiş düğün tarihleri de konuşulmuştu. Çok uzatma taraftarı değildi iki tarafta zira beklemek için bir sebepleri yoktu. Yiğit, devlete bir süre atanamayıp öğretmenlik yapamayacaktı. Babası artık yaşlandığını söyleyerek kahveyi ona emanet etmiş kendisi emekliliğe ayrılmıştı. Yiğit, ilk zamanlar pek istemese de babasının teklifine artık sıcak bakıyordu. Akşamı huzurlu şekilde geçiren aileler evlerinde dinleniyorlardı. Yiğit eve gider gitmez şükür namazını kılarken Nehir taze duygularını abisine bir mektup ile anlatmayı tercih etmişti. Kasım 1982 Yağız ranzasında uzanarak dinlediği radyoda ailesini düşledi. Bir ay kadardır uzaktı ailesinden. Darbe gününden sonra aylarca görememişti, haber alamamıştı bu 1 ay sözde çok hafif kalıyordu. Fakat insan ruhu hasret duygusuna asla alışamıyordu. Günlerinin çoğunu uyuyarak geçiriyor, bazen güçten düşmemek için spor yapmaya çalışıyordu. Henüz anlaşabileceği birini de bulamamıştı koğuşta. Genel olarak ülkücülerin kaldığı, diğerlerinin ise muhafazakar olduğu bir koğuştaydı. Bulunduğu şehir dolayısıyla mıdır bilinmez ama tek yabancı kendisini hissediyordu burada. Oysa onun gibi gelen diğer mahkumlar çoktan adapte olmuşlardı buraya. Kendisi gibi yalnızlığı seçen bir tek Tarık vardı, fakat onun yalnızlığı biraz daha farklıydı. Benim ki mecburi yalnızlıkken o keyfi olarak bile isteye yalnız kalmak istiyordu. Herkesle anlaşsa da bir tür inzivaya çekiliyordu genelde. Eskisi gibi tez canlı değildi Yağız, çevresinde olan bitene daha olgun bakıyordu. Daha doğrusu bakmak zorunda kalıyordu. Her şeyden önce düşünmesi gereken bir ailesi vardı ve onların güvenini bir daha sarsmayacağına söz vermişti. Eskisi gibi fikirlerine bağlılığı da yoktu zaten. Sanki Süveyda'nın doğumuyla birden yılların olgunluğu çökmüştü omuzlarına. Babalık görevini uzaktan yapamıyor olsa da babası gibi bir baba olmaya çalışıyordu. Gönül ise eşinin yokluğunda Süveyda'ya hem annelik hem babalık yapıyordu. Mükemmel bir babaya sahip olduğundan babalık görevini idare etse de anneliğinden bir türlü tatmin olamıyordu. Annelik nasıl yapılır bilemediğindendi bu yalpalaması belki de. Annesini daha küçük yaşta kaybettiği için babası tarafından büyütülen Gönül, eksik yanın ne demek olduğunu çok iyi biliyor kızının bu eksiklikle büyümemesi için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bazı günler oldukça zorlanıp sabaha kadar göz yaşı dökse de kendi sildiği yaşlar ile kızına yine gülümseyen bir yüzle kucak açıyordu. Kızına hiç durmadan gösterdiği ilgi ve verdiği sevgi kendi ruhunda ki eksiklikleri hatırlatıyordu bazen ona. Kendisi de sevgiye, ilgiye muhtaç haldeydi fakat güçlü durmak zorundaydı. Kimseden sevgi dilenmek istemese de baş vurduğu bir yol vardı aslında. İlgi görmek için, hasta numarası yaptığı zaman anlıyordu insan bazı şeyleri. Anneliğin o köklü sancıları öyle bir yük yüklüyordu ki omuzlarına kendisini göremez oluyordu. Annelik kapı arkasında gizlice bir paket çikolata yemek gibi bir şeydi. Hem kendinizi mutlu eden bir şey yapmak istiyorsunuz hem de önceliği evladınıza vermediğiniz için vicdan azabı çekiyorsunuz. Gönül, her şeyiyle bağlanmıştı kızına. Tüm günü, her anı Süveyda ile geçiyordu. Zorluğuyla gelen o güzel mükafatı eşliğinde huzura koşuyordu kızıyla. Kızının her gelişmesini görmek, bu küçük mucizeyi yetiştirmek ne büyük lütuftu insana. Bir gülüşüyle her şeyi unutacak kadar çok seviyordu kızını. Nehir ise geçirdiği nişanlı günlerinde oldukça mutlu ve heyecanlıydı. Emine ezesinin çeyiz hazırlıkları ile ilgilenirken utanıyor artık gelini olduğunu bilmenin çekingen tavırlarıyla yaklaşıyordu. Yiğit'ten ise köşe bucak kaçar olmuştu. Yiğit, Nehir'in ondan kaçmasının sebebinin utanması olduğunu bildiği için alınmıyor hatta hoşuna gidiyordu. Nehir'de ki bu değişimi hayallerinde bile göremezken şimdi yaşıyor olmak şükür sebebi olmuştu. Nişan faslını çok uzatmak istemeseler de Nehir'in isteği üzerine bir süre daha bekliyorlardı. Nehir'in bekleme sebebi ise bulunduğu duruma daha bir alışması ve Yiğit'in de toparlanması içindi. Bu toparlanma maddi anlamda değildi elbette. Yiğit ne kadar iyi görünse de içeride yaşadıklarının etkisini dışarıda da yalpalayarak görüyordu. İnsanların bakışı bile değişmişti. Herkesin olduğu gibi Yiğit'in de zamana ihtiyacı vardı. Ocak 1983 Nehir aynanın karşısında uzun uzun izledi kendisini. Gözünü alan gelinliğe tebessümle bakarken gözlerinde hüznü de barındırdı. Bir kaç saat önce nikahları kıyılmıştı. Düğün istemediğini özellikle söyleyerek mahallede yemek vermekle yetindiler. Şimdi ise yeni evinde yeni odasındaydı. Evi hem yeni hem de eskiydi. Yiğit, nikaha kadar ev sahibiyle konuşup Nehir'in kaldıkları eski evi kiralamıştı. Bir kaç ay kirada duran ev oldukça yıpratılmış olsa da nikah gününe kadar Yiğit el birliği ile toparlamıştı evi. Nehir, ilk gördüğünde mutluluktan ağlamış durmadan teşekkür etmişti Yiğit'e. Evin her karışını gezip kendilerine göre ayarlamışlardı fakat Nehir bahçesinde kesilen dut ağacını görünce yüzünü düşürmüştü. Onun doğumuyla dikilen bu ağaç sanki onu simgeliyordu bu evde. Neyse ki Yiğit onu da düşünmüş; Nehir'in yeni doğumuna yeni bir ağaç dikmek gerek diyerek elinde bir fidan ile çıka gelmişti. Beraber diktikleri ağaca daha bir hevesle bakıyordu Nehir. Henüz taşınmasa da arada gelip suyunu veriyor hatta bir bebek ile konuşur gibi onunla konuşuyordu. Artık anlamıştı sevginin gücü bir odun parçasını bile yumuşatır, büyütürdü. Haftalarca süren hazırlıklar sonucunda yeni evindeydi Nehir. Evin küçük kızı olarak çıktığı eve, hanım olarak girmişti. Bir şükür sebebi daha eklenmişti, binlercesinin yanına. O kadar acıya rağmen Rabbi ona bir çok kez güzellikler bahşetmişti. Önceleri bu güzellikleri görmese de şimdi her yerde her koşulda o güzelliklere odaklanmayı biliyordu. Kapının çalmasıyla Yiğit'tin geldiğini anlayarak kıpırdandı yerinde. Gelinliğinin eteğini sıktığı ellerini gevşetmeye çalıştı. Yiğit'in odaya girmesi ile gözlerinin aradığını buldu. Küçük sayılan oda da Nehir gelinliği ile ön plandaydı zaten. Yavaş adımlarla yaklaşıp Nehir'in karşısında durdu. Nehir'in eteklerinde ki ellerini kavrayarak avuçlarının içine hapsetti. Nehir ise duvağının altından ellerine bakıyordu. Yiğit'in ellerinin arasında küçücük kalan elleri büyük bir huzur yaydı gönlüne. "Nehir." Yiğit'in fısıldar gibi söylediği adı ile kafasını kaldırdı. Duvağın ardından görünen Yiğit'in gözleri dolu doluydu. Nehir bir cevap vermek isterdi fakat sesini çıkarsa sanki dudaklarının arasından karnında ki kelebekleri kaçıracaktı. "Yaslan göğsüme sevdiğim Nehir, Yiğit'in sesinden duyduğu bu şiir ile mest olmuştu. Yiğit'i yıllardır tanısa da ona özel bu halleri her zaman Nehir'i şaşırtmaya devam ediyordu. Mutluktan dolan gözleri Yiğit'in ceketinin cebine uzanan ellerine kaydı. Duvağın ardından gördüğü bir bileziği usulca Nehir'in bileğine taktı Yiğit. Duvağını artık açacağını düşündüğü sırada Yiğit tekrar cebine uzandı. Renkli boncuklardan yapılan çocuksu kolyeye şaşkınlıkla baktı Nehir. Bu kolye yıllar önce kendi elleriyle yapıp taktığı kolyeydi. Kaybettiğini düşündüğü kolyeyi yıllar sonra karşısında görürken gözlerini sevdiği adama çevirdi. Yiğit içten bir tebessüm edip Nehir'in duvağını açtı. Nehir alnında hissettiği dudaklar ile bekledi. "Yıllar önce bizim evde düşürmüştün." Yiğit, daha önce defalarca hislerini söylemişti, hissettirmişti Nehir'e fakat çocuklukta ki hislerini hiç konuşmamıştı. Nehir ise beklemediği bu durum karşısında ne yapacağını nasıl tepki vereceğini bilmiyordu. "Sana verecektim ama işte, bende kalsın istedim. Yani tabi seni hatırlamak için bu kolye gibi, mendil gibi şeylere ihtiyacım yok, her daim aklımdasın. Fakat senden bir parçaya sahip olmak sana sahip olmak gibi hissettiriyordu ne bileyim." Yiğit'in küçük itirafı karşısında doldurdu gözlerini Nehir. Bir kaç dakika çocukluk hislerinden bahsettikten sonra Yiğit ayaklandı. "Abdestin var mı?" Yiğit'in sorduğu soruya başıyla cevap verip onayladıktan sonra Yiğit önde Nehir arkada seccade başına geçtiler. Nehir ona imamlık yapan eşiyle huzura erdiğini hissediyordu. Oysa her şey yeni başlıyordu. Daha yeni ayaklanmış bir bebek gibi hissediyordu kendini. Elinden tutacak isim de artık kocası olacaktı. ... Evlendiklerinden beri her sabah olduğu gibi bu sabah da Yiğit tarafından uyandırıldı namaza Nehir. İlk bir kaç gün uykucu olduğundan utansa da Yiğit'in bunu sorun etmemesinden dolayı rahatlamıştı. Günleri artık rutine oturmuştu. Sabah namazı kıldıktan sonra Yiğit, Nehir'e biraz Kuran okuyup, öğretiyor sonra beraber yaptıkları kahvaltının sonunda Yiğit işe giderken Nehir evi ile ilgileniyordu. Kalan vaktini Gönül ve Nazlı ile geçiriyor, her gün farklı bir yemek yapmayı öğrenmeye çalışıyordu. Henüz yeni evli oldukları için Emine hanım sık ziyaret etmese de Nehir hemen hemen her gün çalıyordu kayınvalidesinin kapısını. Zaten karşılıklı olan evleri ile birbirlerini görmemeleri pek mümkün olmuyordu. Günler sonunda mektuplar hasretliği gidermez iken Yağız'ı ziyaret için yola çıktılar. Gönül, Süveyda, Muhammet bey, Yiğit ve Nehir ile geçen yolculuktan pek tabi Yağız'ın da haberi vardı. Mektuplarda konuştukları bu buluşma için merakla yol gözlüyordu Yağız. Her ne kadar zahmet etmelerini istemese de onları görmek için can atıyordu. Yağız görüşe çıkar çıkmaz eşinin özlemiyle kızının hasretiyle yandı. Gördüğü ailesi ile mutluluktan hızlı adımlarla yanlarına vardı. Uzun uzun konuşup hasret giderseler de bu buluşma hiç birine yetmeyecekti. 2 yaşına gelmiş kızı ile ilgilenip sık sık ne kadar büyüdüğünden bahsediyordu Yağız. Kızının büyümesi mutluluk verici olsa da onsuz büyümesi acı veriyordu ona. Yiğit, Yağız ile uzun uzun görüştükten sonra Tarık ile de kısa bir görüş yaptı. Sık sık Yağız ve kendisine dikkat etmesi için tembihlerken Yağız'ın içerde ki hallerini Tarık'tan duyunca şaşırıyordu. Oldukça sessiz ve sakin olduğunu söyleyen Tarık'a şaşırsa da rahatlıkla baktı. Burada geçirecek daha uzun yılları olacaktı ikisinin de o yüzden rahat durmaları şarttı. Görüş biterken diğerleri, Gönül'ü eşiyle yalnız bırakıp vedalaştılar. Gönül ve Yağız ise yılların verdiği hasretlik ile birbirlerine doyamasalar da mecburen tekrar ayrı düştüler. Dönüş yolu, gidiş yolu kadar mutlu geçmedi. Giderken taşıdıkları heyecan şimdi bir köşeye çekilmiş yerini özleme bırakmıştı. Özlem, ne ağır bir yüktü insan omuzlarında. |
0% |