Yeni Üyelik
19.
Bölüm

16. Bölüm - Hem Alp Hem Eren

@maveradabiryazar

Merhabaaaa. İşte yeni bölüm ile karşınızdayım yineeeee.

20. Bölüm son, final...

Son bölümler geliyor ve bu kitaba veda etmek zor oluyor benim için.

Neyseee, keyifli okumalarrr.

OY VE YORUMMMMM'a göre yeni bölüm hızlı gelirrrrr.

 

Haziran 1983

Koğuşta ki büyük hareketliliğe ayak uyduruyordu Yağız. Her gün olduğu gibi sessiz fakat diğerlerine yardım edecek kadar hareketliydi. Yarın Ramazan ayının ilk günüydü ve koğuşta hummalı bir temizlik yapılıyordu. Ellerinde ki imkanlar ile köşe bucak temizleniyor, manevi temizliğe maddi olarak da bir boyut kazandırıyorlardı. Yağız, yıllardır Ramazan'ı umursamaz oruçlarını dahi tutmazdı fakat herkes çalışırken kendisinin oturmasını ayıp gördü.

Sahur için ve iftar için iş bölümleri bile yapılmış, mukabele için planlamalar hazırlanmıştı. Her zaman koğuşta Kuran okunur, namaz kılınırdı fakat bu defa toplu bir düzenleme mevcuttu. Yağız hem anlam veremiyor hem de birlikte hareket etmenin tatlı sevincini içerisinde yaşıyordu.

Haziran sıcağıyla beraber yaptıkları temizlik onları öyle terletmişti ki avluda yürüyüş yapacak halleri dahi kalmamıştı. Temizlik bittikten sonra herkes köşesine çekilirken Yağız da yatağına uzanıp eşini düşledi. Gönül de inancı gereği oldukça önem verip kesin hazırlık yapıyordur, diye düşündü. Annesinin peşinde dolanıp, işine taş koyan kızını hayal etti bir süre. En son 6 ay kadar önce görmüştü kızını. Şimdi kim bilir ne kadar büyümüştü. Mektuplarında sıkça anlatırdı kızının hallerini Gönül, fakat gözünde canlandırsa da görmek gibi olmuyordu işte.

Yanında kıpırdanan Tarık'a göz ucuyla baktı. Tarık'ın da ona döndüğünü görünce yüzünü ona çevirip göz kırparak ne olduğunu sordu.

"Yarın herkes oruçlu olacak, biliyorsun."

"Yani?"

"Sen de tutacak mısın?"

Yağız, Tarık'ın durduk yere sorduğu soruya anlam veremeyip alay edercesine güldü.

"Hayır tabi ki. Hem anlamış da değilim sizin aç kalmanız Allah'ınıza nasıl bir yarar sağlıyor?"

Tarık sabır çekip etrafına bakındı. Kendisi bir yere kadar olsa da Yağız'ın bu hallerini idare edebilirdi fakat koğuşta herkes Tarık kadar anlayışlı değildi.

"Bizim tuttuğumuz oruca ihtiyacı yok Allah'ın elbette. İhtiyaç sahibi olan biziz."

"İnsan açlığa değil, besine ihtiyaç duyar."

"Bilimsel bilimsel konuşup delirtme beni şimdi. Günlerce aç kalmıyorsun herhalde. İslam'da asla kendini zora sokma, işkence etme yoktur."

"Eee ne oluyor o zaman oruç tutunca?"

Yağız bu soruları cevap almak için değil, Tarık'ı cevapsız bırakmak için soruyordu aslında. Fakat bilmediği şey ise Tarık'ın bu konularda oldukça sakin kalıp cevap verebileceğiydi.

"Oruç bir kere kul olduğumuzun farkına varma, nimetlerin değerini anlama, nefsi terbiye etme, toplumdaki muhtaç insanların durumlarını daha iyi anlama ve beden için bir perhiz olması gibi pek çok faydaları sayılabilecek bir ibadettir."

Tarık, Yağız'ın bunları bilip de umursamamasına sinir olsa da sözlerine devam etti.

"Kuran-ı Kerim'de, orucun farz olduğu Ayet-i Kerime'de şu şekilde ifade ediliyor: "Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazıldığı gibi, size de oruç yazılmıştır. Umulur ki korunursunuz."

"Eyvallah dediklerin doğru diyelim. Peki bu açlık insan vücuduna zarar vermez mi? Allah neden istesin bizim zarar görmemizi?"

Tarık, Yağız'dan alabildiği cevap ile mutlu oldu fakat bu mutluluğu mimikleriyle belli etmeden devam etti.

"Aynı soruyu bende sana soruyorum işte; Allah neden istesin bizim zarar görmemizi? Sandığınız gibi oruç zarar vermiyor vücuda. Manevi olarak faydası olduğu kadar tabi ki fiziksel olarak da faydası var. Bilim her geçen gün İslam'ın emirlerinin ne kadar faydalı, yasaklarının da ne kadar zararlı olduğunu ortaya koyuyor. Fakat siz görmek istediğiniz kadarını görüyorsunuz.

Oruç tutmak, kişinin bedeni, zihni ve ruhi düzeyde faydalıdır. Oruç tutarak insan vücudu dinlenir, temizlenir. Sindirim sistemi yavaşlar, bağırsaklar temizlenir. Aynı zamanda vücut fazla ağırlığını atar, kan şekeri ve kolesterol seviyeleri düşer, kalp sağlığı iyileşir.

Zihinsel ve ruhsal olarak, oruç tutmak kişinin sabır, irade gücünü arttırır. Açlık ve susuzluğa alışırken, bencillikle baş edebilme ve başkalarına yardım etme duygusunu da pekiştirir. Oruç tutarak insanlar birlik ve dayanışma içinde bir araya gelirler, aile bağları güçlenir."

Tarık yavaş yavaş kelimelerini bitirirken Yağız hiç bölmeden dinledi. Her şeyden önce karşısında ki insana saygısı vardı. Zaten Tarık dışında konuşacağı pek kimse de yoktu. İster istemez görüşleri diğerleri için uzak durma sebebi olmuştu. Fakat Yağız eski Yağız değildi. Tarık'ın anlattıklarını düşünse de bir cevap veremedi. Ne onu onaylayabiliyordu ne de boş verip yok sayabiliyordu. Tarık da ikilemde kalan Yağız'dan net bir cevap beklemiyordu zaten.

"Oruç tutmasan bile sahuru bizimle yap, iftara kadar da dayanırsın zaten. Günlerce aç kaldık hepimiz, alışkınız. Bırak oruçlu bilsinler seni. Burada herkes herkese karşı anlayışlı değil. İzmir gibi değil burası."

Tarık son söylediklerini kısık sesle söylemiş, etrafına bakınmıştı. Yağız'ın iyiliği için söylese de duyan birilerinin yanlış anlaması olağandı.

"Kimseden korkum yok."

"Onu biliyoruz, gördük İzmir'de. Korktuğun için demiyorum, yılların burada bu insanlarla geçecek, göze batma rahat et diyorum."

Yağız biraz sessiz kalarak düşündü. Önceden de oruç tutmasa bile ailesinin yanında dikkat ederdi. Şimdi evinde olsa yine aynı şeyi yapacak karısına karşı saygı duyup özen gösterecekti tavırlarına. Zararı olmaz diyerek hak verdi Tarık'a.

"Tamam ama bil ki korktuğum için değil, Ramazan ayına saygı duyduğum için."

Tarık, Yağız'ın gururunu anlasa da içten içe hak veremiyordu. Ondan onay aldıktan sonra tekrar yerine geçip dinlenmeye devam etti.

Saatler sahur vaktini bulunca erkenden hazırlıklar yapılmıştı. İlk sahurun heyecanı koğuşta bile yaşanır olmuştu. Altı yanmış çaydanlıkta demlenen çay, haşlanan yumurta ve bir kaç zeytin, peynir ile beraberce yaptılar sahurlarını. Sahurdan sonra cemaat olan mahkumlara imamlığı Eren baba dedikleri yaşlı bir amcaları yaptı.

Eren baba, 50'li yaşlarında, saçları ağarmış, yüzü nurlu bir adamdı. Yıllardır içerideymiş Eren baba. Söylenenlere göre doğuda bir ilden nakil gelmiş buraya. Ağzı dualı bu adamın cezaevinde ne işi olur diye düşünseler de ilk başta, sonradan öğrenmişlerdi sebebini.

Köylerinde ailesiyle yaşayan Eren babanın 4 evladı varmış. Evin tek kızının evlenmek istediği adama, kızını vermeye Eren baba yanaşmayınca kızı kaçmış. Damadı ne kadar hayırsız, içkici olsa da evlattır deyip gönül koymamış kızına. Aradan 2 yıl geçer geçmez kızı bir çocuk veremedi diye öldürmüş damadı. Eren baba da bu acıya dayanamamış bulduğu ilk fırsatta damadıyla hesaplaşmış.

Üzerinden kaç yıl geçti bilinmez fakat Eren baba hala kızının yasını tutardı içinde. Babalık yaptığına hak veren mahkumlar da zaten adının yanına baba lakabını takmışlardı. Koğuşta herkese babalık yapar, hepsini bir ananın evladı olarak görür, bilirdi. Koğuşta ki herkeste büyük saygı gösterirlerdi elbet. İmamlığa da hem yaşı hem bilgisi sebebiyle onu seçmişlerdi.

Yağız, bazı vakitler dalıp bu adamı düşünürdü. Kendisini onun yerine koyar, aynı şeyi yapacağından şüphe dahi etmezdi. Ona kalırsa Eren baba burada boşu boşuna yatıyordu. O bir suç işlememiş, yapması gerekeni yapmıştı. Kendisi de bir kız babası olarak bu haklılığı bariz görüyordu.

Sahurdan sonra uyuyan koğuş öğle vakti uyandı. Kahvaltı yapamayacakları için uykuyla vakit geçiren koğuş öğle namazından sonra mukabeleye oturdu. Vakitleri burada çok olduğu için günde en az üç cüz okumaya gayret ediyorlar, hatimleri tamam etmek için her anı değerlendiriyorlardı. Yağız, koğuşta okunan Kuran'ı ne anlıyor ne de onlara katılıyordu. Yatağında oturarak izlediği insanlara öylece bakıyordu. İçerisinden anlamını bilmeyip okudukları bu şeylerin nasıl bir faydası olacağını düşünse de, Tarık'ın Kuran okuması ile dikkatini oraya verdi. Diğerlerinden daha iyi ve hızlı okuyarak böyle yetiştiğini kanıtlıyordu sanki. Tarık hakkında hiç bir şey bilmediğini fark edince meraklandı. Öylesine bir merak değildi aslında bu. Tarık hem inancı hem de fikir yapısı bakımından değişik duruyordu biraz. Kuralları gerici, fikirleri aydın gibiydi. İçerisinde bir çelişki gibi dursa da Tarık kendisiyle hiç çelişmiyor, Yağız'a göre gerici medeniyetinde yaşıyordu adeta.

Aynı vakitlerde Gönül de evinde ki ufak topluluk ile mukabele ediyordu. Kızını öğle uykusuna uyuttuktan sonra gelen Nehir, Nazlı, Emine hanım, Zahide ve bir kaç komşusu ile Kuran okuyor, Ramazan'ın bereketinden faydalanmaya çalışıyorlardı. Nehir henüz akıcı şekilde okuyamadığı için dinleyip, gözüyle takip ediyordu. Bu bile büyük bir adımdı Nehir için. Hakkını vererek geçirmek istediği ilk Ramazan'dı Nehir için. Daha önceden de oruçlarını tutsa da, oruç dışında başka ibadetlerini yapmazdı. Şimdi tesettürü, namazı, orucu ve okuduğu ayetler ile şükrediyordu yaşantısına.

Yiğit gündüzleri evde olup iftarda açıyordu kahveyi. Babasından gördüğü düzeni devam ettirmeye niyetliydi. Nehir ile düzenli olarak Kuran okusa da Nehir'in yokluğunda tekrar cüzlerini okuyarak hatim tamamlamaya çalışıyordu o da herkes gibi.

Erkenden bitirdiği cüzünden sonra mutfağa geçip ilk iftar hazırlığını yapmaya başladı. Nehir gelene kadar bitiremese de bir nebze olsun yükünü almaya çalıştı. Son bir kaç gündür zaten halsiz olan Nehir, orucun yorgunluğu ile yemek derdi çekmesin istedi. Soyduğu patlıcan ve patatesler ile güveç hazırlarken bir yandan da çorba yapmaya girişti. Farkında olmadan acı yapsa da işinin hakkını vermişti. Yemek ve çorba hazır olurken gelen eşi ile gülümsedi. Tahmin ettiği gibi bitirememişti fakat pilav ve salatayı da eşiyle beraber yapacak olmanın tadı da başkaydı.

Nehir içeriden gelen kokular ile mutfağa geçip, çorba karıştıran Yiğit'i gördü. Yiğit'in bu hallerine şaşırmayı bırakmış şükretme evresine çoktan geçmişti. Yiğit sandığından çok daha iyi bir koca olmuştu Nehir'e. Onu hiç bir konuda üzmüyor, kısıtlamıyor her şekilde yanında oluyordu. Daha ona derdini bile anlatmadan bir bakışından anlayan eşi ile hayatı oldukça huzurlu geçiyordu.

"Selamın aleyküm Yiğit."

"Aleyküm selam karıcım, hoş geldin. İlk mukabelen nasıl geçti?"

"Güzeldi güzeldi de sen neler yaptın yine?"

Yiğit kollarını iki yana açarak kendisini övmeye başlamıştı Nehir'in sevimli bulduğu tavırları ile.

"Kocan yine mükemmellik peşinde işte ne yapsın?"

Yiğit'in hallerine kocaman bir gülümseme gönderen Nehir ile Yiğit de gülmeye başladı.

"Pilav ve salata için yardıma ihtiyacım vardı geldiğin iyi oldu."

"Eminim benden daha güzel yaparsın."

"Beni bu şekilde kandırıp tüm işi bana yıkamazsınız ama Nehir hanım."

Tatlı atışmaları devam ederken beraber bitirdiler mutfak işlerini. Beraber geçirdikleri ilk iftara dualar ile başlayıp, şükürler ile bitirdiler. İftardan sonra Yiğit kahveye geçerken Nehir de yarın ki iftar hazırlığına başladı. Her sene olduğu gibi bu yıl da Ramazan'ın ikinci günü iftarı mahallede yapacaklardı.

Ertesi günü mukabeleden sonra Gönül ile beraber kayınvalidesine gitti Nehir. Evin gelini olarak Emine ezesine yardım etmeyi kendine bir görev saysa da ne Emine hanım çok iş veriyordu ne de Nazlı, Nehir'e iş bırakıyordu. El birliğe ile hazırladıkları yemekleri iftara az bir vakit kala Yiğit ve Ömer'in de yardımı ile meydana taşıdılar. Her evden çıkan tencereler masaları doldururken bir yandan da çocukları oyalıyorlardı. Süveyda ve Yakup oyun oynarken masa hazırlayan anneleri bir yandan da göz kulak oluyorlardı.

Yemekleri eşit şekilde masalara pay eden Nehir'in hem sıcağın hem de orucun etkisiyle tansiyonu düşmüştü. Kimseye belli etmemeye çalışsa da Yiğit sürekli izlediği eşinin halini anlamış biraz oturmasını istemişti. Emine hanım da gelininin yanına gelerek telaşlanmış iftara kadar bir iş yaptırmamıştı. Nehir üzerinde ki ilgiden ne kadar memnun olsa da utanıyor eşini başından göndermeye çalışıyordu.

İftardan sonra Nehir iyi olması gerekirken daha kötü olmuş, halsizliğine bir de bulantı eklenmişti. Yiğit ile beraber kayınvalidesine geçen Nehir'e mahallede hemşirelik yapan Selda'yı çağırdılar. Selda, Nehir'in tansiyonuna baksa da evde yapabilecek bir şeyi yoktu. Yiğit, abisiyle beraber Nehir'i hastaneye götürürken Nehir istemese de mecbur kalmıştı. Günlerdir süren bu halin sebebini tam olarak bilmese de aslında bir tahmini vardı.

Tahmin ettiği gibi de oldu. Kan tahlillerine bakan doktorun bebek müjdesi ile anladılar bu zorlanmalarını. Yiğit, baba olacağının müjdesi ile önce hastaneyi sonra evi ayağa kaldırmıştı. Ömer abisi, kardeşinin bu mutluluğuna gülüyor Nehir ise çekinerek bakıyordu.

Ramazan ayı boyunca Yiğit, halsiz kalan eşine oldukça dikkat ediyor neredeyse her işi kendisi görüyordu. Nehir oruçlarını ilk günler tutamasa da bulantıları geçer geçmez tekrar orucuna başlamıştı.

Ramazan ayı, tatlı haber ile başlayıp o şekilde devam etti herkes için. Gönül evde kızına öğrettiği dualarla Ramazan'ı tamamlarken Yağız'da oruç tutmasa da koğuştakilere kendisini oruçlu gibi göstererek bitirmişti bu ayı.

Bayramın ikinci günü Yağız'a sürpriz şekilde gelen eşi ile hakiki bayramını yaşamıştı. Görüşe çıktığı ilk an yüzünde ki gülümsemeden belli oluyordu ne kadar mesut olduğu.

Nehir'i göremeyince merak etse de ilk önce karısının ve Muhammed amcasının halini hatırını sordu. Yeni uyandığı belli olan kızına ilgi gösterdikten sonra tekrar karısına döndü.

"Nehir neden gelmedi? İyi mi?"

"İyi iyi merak etme, çok selamı var sana bayramını kutluyor."

"Sağ olsun sende gidince çok selam söyle. Yiğit'i gördü abisini unuttu tabi gelmez artık."

Yağız'ın hem şaka yollu hem de ciddi olarak alınmasına gülüştüler.

"Unutmadı unutmadı. Söyle ona bir dahakine yeğeniyle gelirim inşallah dedi."

Yağız, duyduklarını ilk önce anlamasa da yüzüne gülerek bakan karısı ile kız kardeşinin hamile olduğunu anlamıştı. Gönül'e bir kaç soru sorup durumunu öğrense de koğuşa geçer geçmez bir mektup yazmayı aklına koydu. Önce babalığı tatmıştı şimdi de dayılığı tadacaktı. Hayat dışarıda tüm heyecanı ile devam ediyor ve Yağız dışarıdan bir izleyici gibi sadece haber alabiliyordu.

Muhammed bey torununu alarak dışarı çıkmış her zaman olduğu gibi bu çifti yalnız bırakmıştı.

"Gönül'üm, kızgın mısın bana?"

Gönül bakışlarını kaçırdığı adama yalan söylemek istemiyordu fakat onu üzmekten de korkuyordu. Bir süre cevap veremese de üzerinde hissettiği bakışlar ile çekinerek konuştu.

"Birazcık."

Yağız, karısının her zaman ki merhameti ile bu birazın aslında ne kadar fazla olduğunu biliyordu.

"Ben kendime çok kızgınım Gönül. Sen beni affetsen de ben kendimi affedemiyorum. Senin yanımda olmanın kıymetini meğer anlayamamışım, sahip çıkamamışım seninle geçirebileceğim günlere."

"Bu da bizim kaderimizmiş Yağız. Çok şükür iyisin, iyiyiz. Biraz daha sabrettikten sonra bitecek inşallah."

"Bitme biter de Gönül bende bitiyorum burada."

Gönül, Yağız'ın gözlerinde ilk defa gördüğü bu vazgeçmiş duygu ile yerinde kaldı. Her zaman ayakta durup kendisini iyi gösteren Yağız gitmiş, bittiğini söyleyen Yağız gelmişti.

"Kızım benim kim olduğumu bile adam akıllı bilmiyor belki."

Yağız, sessizce döktüğü bir damla yaşı silecek gücü bile bulamamıştı kendisinde.

"Burası... Burası cehennem. Sensiz her yer cehennem Gönül."

"Deme öyle Yağız. Daha sık gelmeye çalışırım ben, üzülme lütfen."

Gönül de güçlü durmaya çalışsa da sesi çatallaşmış, gözleri dolmuştu.

"Gelme Gönül."

Yağız, göz yaşlarını silerek ciddiyete büründü. Gönül ise şaşırmıştı. Yağız, Gönül'ü ne kadar görmek istese de gelme diyordu işte.

"Beni burada böyle görmenizi istemiyorum. Hele ki ilerde Süveyda'nın beni böyle hatırlamasını hiç istemiyorum."

"Yapma Yağız. Söyle-"

"Gönül, lütfen. Kocan olarak senden bir şey istiyorum. Bir daha gelmeyin. Seni deli gibi özlesem de gelmeyin, ne olur."

Karşısında yalvarır gözler ile bakan kocasına başıyla onay verdi Gönül. Yağız kendisini toparlayarak devam etti.

"Sen bana ne kadar kızsan haklısın. Ben düşünmeden hareket eden bir çocuk gibi davrandım. Sana söz veriyorum, bu defa gerçek bir söz ama, babam gibi baban gibi bir baba olucam. Ne seni ne de kızımızı üzmek yok artık. Söz veriyorum."

"Sen zaten çok iyi bir babasın Yağız."

Yağız, Gönül'ün onu teselli etmesine ufak bir gülüş ile karşılık verdi.

"Sen olmasan ben ne yapardım Gönül?"

Utanan karısını izlemeye devam ederek aklına gelen şeyle yerinde kıpırdandı.

"Burada ortak kullanıyoruz kitapları. Muhafazakar yazarların kitapları var genelde işte. Geçen bir şiir okurken de aklıma sen geldin. Sanki senin için yazılmış gibiydi. Sürekli karşımda olduğunu hayal edip defalarca okudum hayallerimde sana o şiiri. Şimdi karşımdasın, şiir sensin ama müsaadenle bir şiir de ben okuyayım, ha?"

Gönül duydukları ile hem utanıyor hem heyecanlanıyordu. Kızaran yanakları ile kafasını salladı. Yağız, karısının bu çekingen hallerini izlerken okumaya başladı ezberlediği şiiri.

"Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti
Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti

Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma
Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma

Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından
Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından

Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde
Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde

Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş
Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş

Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine
Kapılıp gidiyorum saçının sellerine

Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar
Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar

Bir kurtuluştur o an çağrılsa senin adın
Sesin ne kadar sıcak sesin ne kadar yakın

Tabiat bir bembeyaz gelinlik giymiş gibi
Yüzüme kar yağıyor sanki elinmiş gibi

Sensiz geçen zamanı belli yaşamamışım
Sensizlik bir kuyuymuş onu aşamamışım

Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden
İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden

Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm"

Gönül, Yağız'ın sesinden dinlediği şiiri, çölde kalmışçasına kana kana içti. Tellerden uzanan elleriyle tek temaslarını kurdular. Oysa şu an sarılmayı ne çok isterdi eşine. En zor günlerinde birbirlerine destek olmak için varlardı hani eşler, oysa en zor günleri ayrı geçen günleri olmuştu. Yağız'a söz verdiği gibi bir daha görüşe gelmemek üzere vedalaştı Gönül. Kalbinde hissettiği yük ile çıktı yola.

İnsan sevdiğinin kalbinde soluklanmalıydı. Yokluğu ile kesilen soluğu imtihanı olmuştu Yağız'ın. Kendisi yaşadıklarını hak ediyordu belki ama eşi ve bebeğine çektiriyordu işte. Onların daha fazla kendisi yüzünden zahmete girmesine gönlü razı gelmiyordu. Madem dedikleri gibi bu Yağız'ın imtihanıydı, o da geçecekti bu sınavı el mahkum.

Bir kaç gün sessiz kalan Yağız'ı fark etse de sesini çıkarmıyordu Tarık. Dertleşecek kadar yakın değillerdi fakat boş verecek kadar düşman da görmüyordu onu. Yağız'ın içinde bulunduğu değişimi fark ediyor, Yağız'ın olgunlaşan tavırlarını uzaktan izliyordu. İlk gün gördüğü öfke dolu çocuk değil, dertleriyle yoğurulup olgunlaşmış bir adam duruyordu karşısında.

Yağız yudum yudum içtiği çayı ile elinde ki kitabı karıştırıyordu. Kaç yıldır elindeydi bu kitap fakat okumaya niyeti olmamıştı hiç. Bu kitabı Muhammed ustası ilk verdiğinde Gönül'ün peşine takılmıştı, daha dün gibi hatırlıyordu. Rastgele açtığı sayfalardan şiirler okuyor, üzerinde fazla düşünmeden yeni bir sayfa açıyordu. Vakit geçirmek için pek de seçeneği yoktu zaten.

Bir süre sonra yanında ki sandalyede hareketlilik hissedince kaldırdı kafasını kitaptan. Tarık'ın da yanında başka bir kitap ile oturmasına ses etmedi. Bir süredir anlam veremiyordu zaten Tarık'ın tavırlarına. Hem onunla konuşmuyordu hem de yanında bitiyordu.

Bir süre daha sessiz kalıp kitaplarıyla ilgilendiler. Birbirlerinden bekledikleri ilk adımı bu defa Yağız attı. Yavaşça kapattığı kitabı kenara iterek biten çayının bardağı ile oynadı. Tarık'ın gözü Yağız'ın hareketlerinde olsa da sessizliğine devam etti. Yağız ise duruşunu dikleştirerek Tarık'a dönmeden konuştu.

"Kitaplardan sıkılacağımı hiç düşünmezdim."

"İstediğin kitaplarını okuyamadığından mı bu isyanın yoksa okumaktan başka seçeneğin olmadığından mı?"

"Ne fark eder ki?"

Tarık da Yağız gibi kitabını kapatarak gülümsedi. Yağız'a dönerek yaptığı bu hareketle Yağız'da ona yönünü çevirdi.

"Haklısın, galiba bazen bende sıkılıyorum."

"Sen hiç değilse arada at falan da yapıyorsun, ha?"

Yağız'ın gülerek Tarık'ın mesleğine değinmesine Tarık da güldü.

"Buyur gel sende yap."

"Eyvallah ama ben anlamam tahtadan, odundan, oymadan."

"Yiğit daha önce ikinizin telkari işlediğini söylemişti, emin ol ondan daha zor değil."

"Çıraklığıma kadar öğrenmişsin ama ben senin hakkında bir şey bilmiyorum."

Tarık, Yağız'ın onu merak etmesine şaşırmıştı. Kendisi hakkında pek bir şey anlatmasa da saklama gereği de duymazdı kendisini.

"Sor anlatalım Yağız kardeş."

Yağız aklında ki ilk soruyu sorup sormamakta kararsız kalsa da merakına yenik düştü.

"Neden hiç ziyaretçin gelmiyor?"

O kadar mahkumun arasında Yağız'ın bunu fark etmesine şaşırsa da dürüst bir cevap verdi Tarık.

"Ziyaretime gelecek kimsem yok da ondan."

Oldukça düz bir ifadeyle cevap veren Tarık'ın yüzünde hiç bir duyguya rastlamadı Yağız.

"Öldüler mi?"

Tarık'ın kafasını sallayarak onay vermesiyle yanlış konudan başladığını anladı Yağız.

"Başın sağ olsun. Kusura bakma, bilseydim açmazdım konuyu."

"Sorun yok. Alıştım ben artık, birbirimizden çok da farkımız yok sayılır."

Yağız, Tarık'ın kendisi hakkında ne bildiğini bilmese de çok şey bildiğine emindi. Yiğit neden anlatmıştı bilmiyordu fakat kızmamıştı da bu duruma.

"Acıları ortak olanlar konuşmadan da anlaşabilirlermiş."

Yağız'ın olgunca yaklaşımı ile gülümsedi Tarık. Karşısında ki bu adamı bir kaç ay önce öldüresiye dövmüş olsa da şimdi oturup ortak acılarından bahsediyorlardı.

"Benim kayıplarım olduğu kadar kazançlarım da var. Biliyorsun bir ailem var artık. Senin de yok mu hayatında aile kurmayı isteyeceğin birileri?"

Tarık'ın yüzünde ki buruk gülümseme Yağız'da birilerinin olduğunu düşündürse de Tarık sözleriyle tam tersini söylüyordu.

"Olmadı."

"Niyeyse bana öyle gelmedi."

"İnsan analizi mi yapıyorsun, hayırdır?"

"Analize gerek yok yüreğinden çıkan duman uzaklardan görünüyor."

Gülerek söylediği sözlere Tarık da eşlik ediyordu. Hayatı hakkında kimseden bir şey saklamazken tek sırrıydı sevdası ve karşısında ki adam bu sırra ulaşmaya çalışıyordu. Tarık'ın sessiz kalışından konunun derinliğini anladı Yağız. Saygı duyarak üstelemedi. Delikanlının en kuytu köşesiydi sevdası.

Günler ilerlerken çok sık olmasa da sohbetleri ara ara gerçekleşti bu iki mahkumun. Dost değillerdi ama artık düşman olmadıklarına da eminlerdi. Hatta koğuşta yalnızca birbirlerine güvendikleri de kuşkusuzdu. Ne ileri ne geri olan bu muhabbetlerinin aylar sonra pekişeceğini ön göremeseler de bir başlangıca doğru yol alıyorlardı.

Şubat 1984

Nehir'in gebeliğinin son günleri zorlukla ve bir o kadar da keyifle geçiyordu. Bebeğini kucağına almak için saydığı son günlerde karnı oldukça büyümüş, hareketleri kısıtlanmıştı.

Yiğit'in babalık heyecanı dışarıdan bakan herkes için görülür seviyedeydi. Herkesin sertliği ile tanıdığı Yiğit Efe Öztürk ailesine verdiği kıymeti her daim gösteriyordu. Manavdan aldığı meyve torbaları ile daha hava kararmadan evin yolunu tuttu. Nehir, hamile geçirdiği zamanlar da bile bir şey istemese de Yiğit eli boş dönmemeyi, küçük bir şekerle dahi karısını mutlu etmeyi kendisine şiar edinmişti.

Mahallesine girdiği gibi penceresinde yolunu gözleyen kadına bir tebessüm sundu. Gelme vaktine yakın her daim yerinde bulduğu eşi ile içi rahatladı. Karısının, onun gelmiş olduğunu gördüğünü bilse de kapıyı çalmaktan geri durmadı. Evinin erkeği olup işten geldiği o ilk gün olduğu gibi yine kapıyı sevdiği kadının açacak olmasının heyecanını yaşadı.

Güler yüzüne sardığı çiçekli eşarbı ile kapıyı açtı Nehir. Yiğit'in selamını aldıktan sonra ceketini astı. Karısının eğilmesine müsaade etmeden eğilip terliklerini ayağına geçirdikten sonra elindekileri mutfağa bıraktı. Her zaman ki gibi huzurlu bir akşam yemeği yiyip, akşam çaylarını içtiler. Yiğit her işte Nehir'e yardımcı olsa da ara ara gelen ağrılarına engel olamıyordu. Özellikle son bir kaç gündür ağrıları çoğalmış, doğumun yaklaştığını haber verir olmuştu.

Neredeyse tüm geceyi ara ara vuran sancılarıyla geçirdi Nehir. Doğumun nasıl başlayacağını büyüklerinden ve Gönül'den dinlemiş olsa da ayırt etmekte zorlanıyordu. Daha önceden de yalancı sancıları olmuştu, belki yine onlardandır deyip uzun süre idare etti.

Ertesi günü eşini işe gönderdikten sonra bile hiç bir iş yapmamış sadece dinlenmek için vakit ayırmıştı kendine. Fakat dinlenmek çare etmeyip sancıları artınca ikindi vaktinden sonra duramaz oldu. Bir süre daha dayansa Yiğit işten gelecekti zaten fakat sancıları nefesini keserken bunun hesabını tutamadı. Zorlukla gittiği odasında üzerine feracesini giyinip başını örttü. Yatağının yanında duran sehpanın üzerinde ki çantasına uzanırken beklemediği bir şey oldu. Bacakları arasında hissettiği ıslaklığa büyük bir sancı eşlik etti. Sancının şiddeti ve yaşadığı şaşkınlık ile olduğu yere çöken Nehir göz yaşlarını tutamadı. Tek başınaydı, korkuyordu ve doğumu başlattığı söylenen suyu gelmişti.

Yiğit ise her zaman ki gibi işlerini hallettikten sonra evin yolunu tuttu. Pastaneye uğrayıp Nehir'in en sevdiği pastadan alıp küçük bir sürpriz yapmak istedi. Mahalleye kadar hızlı adımlarla gelse de onu penceresinde beklemeyen karısı ile tedirgin oldu. Her akşam mahalleye girer girmez onu gördüğü pencere şimdi bomboştu. İçinden ettiği dualar ile evin kapısını çaldı, daha ilk çalışta beklemeden cebinde ki anahtara uzanıp kapıyı açtı.

"Nehir, güzelim."

Mutfaktan gelmesini beklediği ses odadan gelince yönünü hemen oraya çevirdi. Karısı iki büklüm olmuş şekilde yerde kıvranırken saniyelik olsa da aklını kaybeder gibi oldu. Yiğit'in dumura uğramış ifadesini fark eden Nehir ise onu kendisine getirmeye çalıştı.

"Ben iyiyim Yiğit, bebeğimiz geliyor."

"İyisin."

Nehir'e değil de kendisine hatırlatıyor gibiydi. Hızlıca kendisine geldikten sonra Nehir'i alarak dışarı çıktı. Kapısının önünde ki merdivene karısını oturttuktan sonra mahallede ki çocukları abisine ve babasına haber vermeleri için gönderdi. Kendisi ise mahalleden geçen ilk arabayı durdurarak hastane yolunu tuttu.

Nehir'in doğumhaneye girmesinden sonra Yiğit dualarına başlarken ailesi de yavaş yavaş hastaneye gelmişti. Geçen her dakika günler kadar uzun geliyordu Yiğit'e. Nehir'in evde ne kadar süre o acıyı çektiğini bilmemesi kendisini suçlaması için yeterliydi.

Aradan geçen iki saatin sonunda doğum sağlıkla gerçekleşti. Haber veren hemşireye teşekkür edip Nehir'in kaldığı odaya geçti Yiğit. Kapıyı açmadan kulağına gelen bebek ağlama sesiyle irkildi. Odaya girer girmez gözleri karısının kızaran gözlerini bulurken dudağından şükürlerini bıraktı.

"Elhamdülillah. Çok şükür Allah'ım."

Yiğit yavaş adımlarla kucağında bebeğiyle uzanan karısının yanına gitti. Nehir mutluluktan yaşaran gözleriyle Yiğit'in ilk tepkisini izlerken bir yandan da bebeğiyle ilgileniyordu. Yiğit gözleri kapalı olsa da huysuzlanıp ağlayan bebeğine baktı. Kısa bir bakışın ardından karısına geri dönüp alnına öpücüğünü bıraktı.

"Güzelim, iyi misin?"

"Çok iyiyim, geçti bak."

Yiğit de başını sallayarak geçtiğini hem kendisine hem ona teskin etti. Nehir, bebeğini Yiğit'e doğru uzatsa da tedirginliğini belli etti Yiğit.

"Çok küçük, ben tutamam."

"Oğlumuzu baba kucağından mahrum mu edeceksin?"

Nehir'in bu sözlerinde sitem yoktu, oğlu olduğunun haberi vardı. Yiğit, gözleriyle tekrar bir onay bekler gibi baktı Nehir'e.

"Evet, oğlumuz oldu."

Yiğit gülümseyerek ilk kucak deneyimini yaşadı. Korkuyla tuttuğu oğlunun kokusunu içine çekti. Anlamasa da bebeğiyle konuştu.

"Oğlum, Alperen'im. Adın gibi hem Alp hem Eren olarak yaşayasın. Vatanına, dinine hayırlı bir evlat olasın oğlum."

Loading...
0%