Yeni Üyelik
20.
Bölüm

17. Bölüm - Tövbe

@maveradabiryazar

Ben geldimmmm. Finale son 3 bölümmmm.

Oy ve yorumlarınızı bekliyorummmm.

 

Mayıs 1984

Bir süredir bedeninin bir uzvu haline gelen ahşap parçayı inceledi. Tek eline sığabilecek kadar küçük olsa da uzun süre uğraştıracak kadar inceydi de. Beklediğinden çok daha zordu ahşap oymacılığı. İlk zamanlar Tarık'ı reddedip, istemediğini söylese de iki ay kadar önce fikri değişmiş, ilk işini de bir kaç hafta sonra kızının doğum günü için bitirmeye çalışıyordu Yağız.

Henüz bitmese de tavşan şeklini almaya başlamıştı. Eli Tarık kadar hızlı olmadığı için uzun uğraşlar sonucu yol kat etse de büyük bir huzur veriyordu bu iş ona. Her şeyden önce kendisiyle baş başa kalıyordu, yüzleşiyordu. Bu yüzleşme önce ki yalnız kalışları gibi değildi. Sabrın olgunluğuyla demlenen bir yüzleşmeydi, hatta belki kabulleniş. Daha önce defalarca kendisine sorduğu kader çizgisinin teslimiyetini düşünüyordu oyduğu ahşapta.

Şekle girmesi için kesip parçalanan henüz oyuncak bile olamamış cansız maddeyle bağdaştırdı kendisini. O da bu kıvama gelebilmek için az mı parçalanmıştı? Ne farkı vardı şimdi bu canı bile olmayan tahta parçası ile arasında? Onu da işleyen bir el varmış gibi hissetti teninde acıyı. Önce bir kağıda çizildi olması istenilen şekli, kaderi gibi çizildiği şekilde kesildi etrafı. Derisinin yüzülüp kanadığını, sonra zımpara ile pürüzlerinin yok edildiğini ve cansız suretine boya süründüğünü hissetti. Elinde şekillenen bir oyuncaktan çok kendisi gibiydi. Ne ilk hali gibi keskindi ne de şekilsiz. Fakat mayası aynıydı, sertti. Kendisinin sertliğinden bir gram ödün vermeden dönüşmüştü bu esere. Hem aynıydı hem de değildi, ne kendisiydi ne de başkası. Tıpkı Yağız gibi.

"Az kalmış, ha bitti ha bitecek."

Tarık'ın sesi ile gözlerini ellerinden çevirdi. Tarık'ın masaya koyduğu çaylardan birini önüne çekip başıyla teşekkür etti.

"Bu hafta göndermem lazım artık. Süveyda hanım babasından hediye bekler artık."

Yağız'ın buruk tebessümüne anlamlar yükledi Tarık. Yağız'ın hiç sarılamadığı 3 yaşında bir kızı vardı. Kokusunu unutmamak için zıbınını kokladığı, sesini unuttuğu, huyunu bile bilmediği bir kızı...

Tarık verdiği namaz arasından sonra tekrar işinin başına geçmiş çayı ile Yağız'a yardımcı olmuştu. Getirdiği çaydan bir kaç yudum alıp Yağız'a döndü.

"İç hadi çayını soğutma. Devam edersin yine."

Yağız ellerini birbirine vurarak ufak bir temizleme yaptıktan sonra şeker attığı çayını yudumladı. Bükülmekten ağrıdığını fark ettiği beli ile yerinde kıpırdansa da işinin başından ayrılmadı.

"Hızlı öğreniyorsun, elin yatkın bu işlere."

"Ya ne demezsin, 2 ayda bir ördek yapacak kadar hızlıyım."

Kendi kendini alaya alan Yağız'a Tarık da güldü.

"Ben onu da yapamamıştım sen şükret haline."

"Sen ne yapmıştın ilk?"

"Yüzük."

Yağız, dudaklarına ulaşamadan bekleyen çayı ile Tarık'a döndü.

"Nasıl yüzük? Bildiğimiz yüzük."

Tarık başını kaldırmadan onaylar gibi hafifçe başını sallarken, Yağız tebessüm etti.

"Kime?"

Tarık, sorula sorular karşısında Yağız'a göz ucuyla bakarken içli bir nefes çekti.

"Birine işte."

"Eee sen yüzüğü verince ne yaptı?"

"Hiç."

Tarık, iki parmağı ile çevirdiği bardağın sıcağı ile yansa da umursamadı. Daha büyük bir yangın vardı içerlerinde bir yerlerinde.

"Nasıl hiç? Bir şey demedi mi kız?"

"Vermedim ki."

"Niye?"

"Ben o yüzüğü bitirene kadar, o başkasının yüzüğünü takmıştı."

Yağız'ın şaşkın ifadesi kısa sürerken yerini hüzne bıraktı. Tarık'ın yaşadığı duyguyu hissetmek şöyle dursun yerine kendisini koymak bile yük oldu Yağız'a. Yutkunup bir süre sessizce bekledi ikisi de.

"Evlendi mi?"

Tarık bakışlarını kaldırarak belli belirsiz bir gülümseme ile kafasını salladı. Yağız aldığı derin nefesin ciğerlerine sığmadığını hissetti.

"Nasıl dayandın? Nasıl müsaade ettin?"

"Nefeslendiğimiz şehrin müdavimi Hz. Mevlana der ki; kadere olan rızam, yazana olan sevdamdandır."

"Nasıl yani? Şimdi sevdiğin kız biriyle evlendi, sende kader dedin bir şey yapmadın öyle mi?"

"Kabullenmekten başka ne yapabilirdim ki?"

"Konuşsaydın kızla, alıp götürseydin ne bileyim bir şey yapmamaktan iyidir herhalde."

"Düşündüm tabi dediklerini yapmayı."

"Niye yapmadın o zaman?"

"Benim nasibimde belki onu sevmek vardı ama onun nasibinde beni sevmek yoktu. Dediklerini yapma yapardım da elime ne geçerdi? Kıyıya vuran bir balık çırpınsa ne olur, çırpınmasa ne olur?"

Yağız, Tarık'a attığı bakışlarında şaşkınlığını ele veriyordu. Yağız her daim düşündüğü gibi fevrice hareket etmiş o teslimiyet noktasına ulaşamamıştı. Ulaşmak ister miydi, o da bilinmez.

"Madem o balığın kaderini çırpınması değiştirmiyor ne diye yaşıyordu ki zaten? Yani kaderimde bu varmış deyip hiç mi çaba göstermeyeceğiz kendimiz için?"

Tarık, hem konuyu kendisinden değiştirmek hem de Yağız'ın anlam arayışına açıklık getirmek için ciddiyetiyle ona dönüp duruşunu dikleştirdi.

"De ki: "Allah bizim için ne yazdıysa, başımıza gelecek ancak odur. O bizim Mevlâmız'dır. Mü'minler, yalnızca Allah'a güvenip dayansınlar."

"Ayette de diyor işte Allah ne yazdıysa başımıza o gelecek diyorsun. Madem kaderim önceden yazılmış senin benim ne suçumuz var? Yaptığım her şey benim suçum değil, kaderim o zaman?"

Yağız, açık bulmuşçasına Tarık'ı bölüp hızla konuşurken, Tarık sinirlenmesi yerine gülümsüyordu.

"Sakin ol şampiyon. Suçu öyle kadere atınca çıkarmazlar buradan seni."

Gülüşleri büyüdü. Elbette burada olmaları da bir kaderdi, sadece Yağız farkında değildi.

"Önce kader ne demek onu konuşalım. Nedir kader sence?"

Yağız basit olduğunu düşündüğü soruya düşünmeden cevap verdi.

"Allah'ın bizim yapacaklarımızı yazması değil mi işte?"

"Bir bilgi doğru da olsa eksikse yanlışa sürükler. Kader; olmuş olacak her şeyi Allah'ın bilmesi demektir. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Yani biz herhangi bir şeyi Allah bildiği için yapmıyoruz, bizim o şeyi yapacağımızı Allah biliyor."

"Nasıl yani?"

"Yani, Allah sana onu seçtirmek için kaderine yazmıyor, geniş ilmi ile senin onu seçeceğini bildiği için yazıyor. Allah, insanlara özgür irade vermiştir. Yani burada da o irade yok sayılmıyor."

"Anladım. Yani iki yol var diyelim, Allah kaderimde A yolunu yazdığı için o yolu seçmiyorum. Allah benim A yolumu seçtiğimi bileceği için kadere yazılıyor."

"Aynen öyle kardeşim."

"O zaman Allah bütün insanların kaderini biliyor mu?"

"Elbette biliyor. Allah geniş ilim ve kudret sahibidir."

"Madem Allah insanların kaderini biliyor, o zaman neden insanları yarattı? Nasıl olsa bizim iyi mi kötü mü olacağımızı biliyor. Ona göre direkt cennete veya cehenneme atsaydı ya bizi."

"Yağız, bazen ağzının ortasına şöyle bir geçiresim gelmiyor değil ha."

"Yapmadığın şey değil. Ne dedim şimdi, yalan mı?"

"Sorduğun sorular komik geliyor bazen. Yani cevaplar çok basit ama sen düşünmüyorsun. Sadece üzerinden o sorumluluğu atmaya çalışıyorsun."

"Neymiş komik sorunun basit cevabı?"

Tarık, sen iflah olmazsın der gibi başını iki yana sallayarak konuşmasına devam etti.

"Allah ilk önce melekleri yaratmıştır. Biraz önce dedim ya, bizler özgür iradeye sahibiz. Olaylara nasıl tepki vericez ya da ne yapıcaz, sevap mı günah mı bizim irademizde. Fakat melekler de irade yoktur, onlar Allah'a karşı gelmezler. İnsanoğlu kendi kendi isteği ile sınanmayı, dünyayı tercih etti.

Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir. Ayette de yazıyor zaten insanın kendi isteği ile bu yükü sırtlandığı.

Şimdi sorduğun soruya gelelim. Direkt ödül ve cezaya geçseydi, Allah zaten biliyordu diyorsun. Bir öğrenci düşün fizik dersi her daim zayıf olsun. Öğretmeni bir dahaki sınavı daha yapmadan o çocuğa zayıf not verse ne olur? Yani çocuk aynı zayıf notu alacak olsa bile hakkına itiraz eder, belki yüksek alacaktım der.

Araf suresinde de der ki; Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.

Yani hesap günü gelip çattığında benim haberim yoktu, ben daha dünyaya gelmemiştim bile demeyesin diye her şey bir düzen içinde oluştu."

"Ben neden böyle bir sözü hatırlamıyorum o zaman?"

"Hatırlarsan nasıl imtihan olsun ki?"

Yağız, Tarık'a hak verdi. Gerçekten cevapları basitmiş demişti içinden. Fakat bu basit cevapları nasıl olurdu da şimdiye kadar öğrenememişti. Konuştukları üzerinden düşünerek elinde ki işe devam etti. Düşünmek için fazla vakti vardı ve düşünecek şeylerin olması bile vakit geçirmek için mühimdi.

Radyoda çalan türkünün sesi ile düşüncelerinden arındı. Yanında kendi işiyle uğraşan Tarık'ın türküyü mırıldanmasını dinledi. Değişik bir adamdı Tarık. Cesurdu... Cesareti onu harekete geçirmemiş, zekası ve inancı onu teslimiyete ulaştırmıştı. Cesaretin aptallıktan değil de güçlükten geldiğini kanıtlar donanımdaydı.

Aradan geçen 2 haftalık süreçte Yağız ve Tarık tekrar yüzük konusunu açmamışlardı. Tarık konuşmak istemediğini belli ediyor Yağız da buna saygı duyuyordu. Kızına işlediği ahşap oyuncağı bir mektupla beraber göndermişti evine. Yeğeninin de bir an önce büyümesini, oyuncak oynamaya başlayınca ona da bir şeyler göndermeyi merakla bekliyordu.

Gönül sık sık gelen mektuplara her seferinde aynı heyecan ile koşuyor olsa da burukluğu devam ediyordu. Yıllardır hasret kalmıştı sevdiği adama. Üstelik artık görüşe de gidemiyordu. Arada sırada mektuplarla kızının fotoğrafını gönderse de kendisine ait bir şeyi göndermiyordu. Belki özler de inadından vazgeçer diye.

Süveyda artık 3 yaşında olurken bıcır bıcır bir kız çocuğuna dönüşmüştü. Babası gibi fazla yaramaz olsa da cilvesi ile kendisine kimse kızamıyordu. Annesine düşkünlüğü kadar dedesinin de dizinin dibinden ayrılmaz olmuştu. Arada dükkana gidip ortalığı karıştırsa da Muhammed dedesi hiç sesini çıkarmazdı. Bazen farkında olmadan dedesine "baba" diye seslenir, annesi ve dedesi de bu eksikliği bildikleri için onu düzeltmezlerdi.

Süveyda'nın bu aralar en sevdiği yer Nehir halasının eviydi. Kendi bebeğini de alıp gittiği halasında onu taklit eder, halası Alperen'e ne yaparsa o da oyuncak bebeğine aynısını yapardı. Nehir, Süveyda'nın kıskanmaması için hem onunla oyun oynar gibi yapar hem de bebeğinin ihtiyaçlarını giderirdi.

Daha yeni kırkı çıkan oğlu babasının kopyası olarak doğmuştu. Nehir dışarıya kıskanır gibi yapsa da oğlunun eşine benzemesinden oldukça mutluluk duymuştu. Hatta içerisinden bol bol dualar ediyordu huyu da ona benzesin diye. Yiğit ise şimdiden mükemmel bir baba olmuştu. Gündüz işinin yorgunluğunu bile umursamayıp geceleri her sese uyanır oğluyla ilgilenir olmuştu. Daha şimdiden ona kitaplar okuyup, marşlar söylese de yapmak istedikleri listesi baya kalabalıktı. Şimdi daha iyi anlıyordu Yağız'ı. İşe giderken bile oğlunu özlerken , sarılamadan kızının hasretini çeken Yağız'a içi gidiyordu.

Yiğit çok özlemişti kardeşi bildiği dostunu. Sürekli mektuplar gönderse de yan yana olmak gibi olmuyordu işte. Oysa şimdi büyük bir aile olmuşken bu eksikliği tamamlamayı çok isterdi. Kızını yeğenime alırım deyip ayarlarıyla oynamak isterdi mesela. Gazozuna maça girip yenilince tüm parasıyla gazoz ısmarlamayı, hanımları da alıp sahilde ki balıkçıya gitmeyi, çocuklarını beraber büyütmeyi... Yağız herkes için büyük bir eksiklikti.

...

Yaklaşık 2 ay kadar sonra Yağız'ın eli ahşap oymaya iyice alışmıştı. Artık oyuncaktan daha fazlasını yapmaya başlamış hatta bir kaç ay sonra satacak kadar tecrübe edinir olmuştu. Hem kafasını oyalıyordu bu iş hem de burada para kazanmak için bir yoldu. Maddi manevi iyi geliyordu ahşap işi ona.

İşi öğrenirken Tarık ile daha bir yakın olmuş hatta yedikleri içtikleri ayrı gitmez olmuştu. Tarık sandığından daha bilgiliydi. Yağız da çok kitap okurdu fakat okudukları ona hayal gücünden başka bir şey katmamıştı belli ki. Tarık öyle değildi. İlimde, bilimde her türlü konuda fikrini ortaya koyup bildiklerinin arkasında duracak kadar kendisini geliştirmişti. Her konuda okusa da ilgi alanı tasavvuftu. Eren baba ile bu konuları konuşmayı çok severdi Tarık. Yağız ilgilenmiyormuş gibi gözükse de yanlarında işini yapar tüm dikkatini onlara verip o güzel kıssaları dinlerdi. İlk önceleri hikaye deyip geçtiği o kıssalar da şimdi hayattan öğütler yakalar yanlışı doğruyu ayırt etmeye çalışırdı.

Kendisi de sorularını çekinmeden sormaya başlamıştı. Bazen Tarık'a bazen de Eren babaya sorular sorardı. İkisi de hiç sıkılmadan cevaplar verir Yağız'ın akıl karmaşası bitene kadar pes etmeden cevaplarlardı. Yağız içinde ki değişimi yavaş yavaş fark ediyordu. Buna engel de olmuyordu, kendisi de memnundu bazı şeylerin değişmesinden. Özellikle kaderci yaklaşımı değişmiş ve teslim olarak burada yaşamını sürdürmeye odaklanmıştı.

Tarık ne kadar fark etse de bu değişimleri Yağız'a değiştiğini söylemiyordu. Olur da inat edip eskiye dönmesinden çekiniyordu. Akışına bırakarak Yağız'ın yanında daha fazla İslam'ı konuşuyor ona daha çok soru soracak konu biriktiriyordu. Bir kaç defa namaz için çağırsa da Yağız henüz o harekete geçememişti. Tarık'ı namaz kılarken izliyordu fakat kendisini hazır hissetmiyordu. Hissetse bile namaz kılmayı da bilmiyordu ya neyse.

Eren baba ve Tarık ile yaptığı sohbetlerden birindeydi yine. Çaylarının dumanı sohbetlerine eşlik ederken konuyu da derinleştirmişti Eren baba. Yağız'ın bir kaç gündür bozuk olan moralini düzeltmeye çalışıyordu.

"İçinde neyi büyütürsen yarın buradan çıkarken evine götüreceğinde o olur? Acıyı mi büyütmek istersin, umudu mu evlat?"

Yağız elbette ki umutlanmak istiyordu, genelde bunu yapıyordu da zaten fakat bazı anlar geliyordu ki içinde ki o kötü hislere engel olamıyordu. Eren babanın sorusunu cevapsız bıraktı. Sessizliği aslında ona hak verdiğinin bir kanıtıydı. Eren baba ise cevap alamasa da konuşmasına devam etti.

"67 yaşındayım. 67 kışın, 67 bahara devrildiğini, kurumuş toprağın yeşerdiğini, solmuş çiçeğin açtığını, hasretin vuslata, keşkelerin iyikilere döndüğünü gördüm. Her sonun ardında ki yeni başlangıca, öfkenin ardındaki sevgiye, yaşanmamışlıkların pişmanlığına, düşenin kalktığına şahit oldum. Ne varız ne de yokuz bu cihanda. Hiçliğin en derin noktasında savruluyoruz. Her anını yaşadığımız dünyaya bile ait değiliz. Ne tam mutluyuz ne de tam mutsuz. Her şey karışık, her şey iç içe. Tek aidiyet Allah'a. Gerisi hep yabancı, insan kendine bile yabancı. Sende içinde ki bu yabancı ile başa çıkamıyorsun bazen işte. Hepimiz öyleyiz ama korkma. Bu medresede zaten imtihan zor. Sende daha da zorlaştırma kendine."

"Neden medrese dedin ki? Hapisteyiz sonuçta."

Tarık konuşmaya dahil olmasa da can kulağıyla dinliyordu onları. Eren babanın tecrübesi ve Yağız'ın toyluğu öyle güzel sıcak bir hava katıyordu ki yudumladığı çaydan daha bir lezzetli oluyordu.

"Yusuf Peygamberi (as) bilir misin?"

"Bilirim az çok. Kardeşleri kuyuya atmışlar."

"Öyle ya. Kardeşlerinin ihanetine uğrayarak imtihanı başlamış ama tek imtihanı bu olmamış."

Yeni doldurdukları çaylardan birer yudum daha alarak sohbetlerine devam ettiler. Yağız'ın meraklı halleri Eren babayı cezbetse de yaşının ağırlığı ile anlatıyordu bildiklerini.

"Yusuf peygamber sadece kardeşlerinin kıskançlığı ile imtihan olmadı. O kuyudan çıkıp, köle pazarında satıldı yetmedi iftiraya uğradı o da yetmedi zindana atıldı. Başına ne gelirse gelsin Allah'a sığındı. Allah, ona sığınanı yarı yolda bırakır mı hiç? Bırakmaz. Zindan da dahi Allah'ın razı olacağı bir kul oldu. Zindanı medreseye çevirmiş. Mısır'a sultan olmuş ama daha da önemlisi Rabbimin sevgili kullarından biri olmuş."

"İnsan zindanda ne öğrenir ki?"

"İnsan öğrenmek istedikten sonra zindanda da öğrenir kuyuda da. İnsanın aklı öğrenmeye kapalıysa en büyük mekteplere gönder öğreneceği bir şey olmaz. Onlar Hakk'ı öğrenmişler. Belki bizde öğrenmeye oradan başlamalıyız."

Yağız anlıyordu Eren babanın ona anlatmak istediklerini. Son zamanlarda Tarık olsun Eren baba olsun uzun uzun konuşuyorlardı da aslında. Yağız da bazı şeylerin zamanı geldiğinin farkındaydı. Artık inanmakla kalmıyor istiyordu da. Fakat büyük bir utanç duyuyordu. Onlar gibi namaz kılmak istese de alnının secdeye varmasından utanıyordu. Ne yüzle kılacaktı namazı? Nasıl çıkacaktı Rabbinin karşısına?

"Allah demez mi şimdiye kadar aklın neredeydi diye?"

Tarık, Yağız'ın içtenlikle sorduğu soru karşısında içi titreyerek baktı. Bu Yağız'ın ilk yaklaşımıydı. Şimdiye kadar hep sormuştu fakat yaklaşmamıştı. Aldığı cevapları hep kendi içerisinde sindirmeye çalışsa da işte şimdi bir adım atıyordu.

"Rabbimin merhameti oldukça büyüktür, tövbe eden her kuluna merhamet eder Allah."

"Ya çok günahı varsa o kulun?"

Tarık sessizliğine son vererek araya girdi.

"Peygamberimiz (sav)'in bir hadisinde; Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir, der. Tövbe tüm günahları siler Yağız."

"Ya tövbe ettikten sonra yine günah işlerse?"

Tarık elindeki bardağı bırakarak yerinde dikleşti. Görüntüsüne zıt yumuşak tuttuğu sesiyle Yağız'ı teskin etti.

"Bir gün Hz. Ali efendimize (ra) biri geldi,

-Ya Ali ben bir günah işledim ne yapayım, diye sordu. O,

-Tövbe et, buyurdu. Adam,

-Tövbe ettim yine bozdum tövbemi, dedi. O,

-Yine tövbe et, dedi.

-Ne zamana kadar böyle yapayım diye sorunca, o da,

-Şeytan yenilinceye kadar yap, dedi."

Yağız dirseklerini dayadığı dizlerinden destek alarak eğildi. Eğdiği bakışları zeminin tozlu mermerlerine değse de aklı bambaşka yerlerdeydi. Tövbe etmek istedi, özür dilemek istedi Rabbinden. Kirlerinden temizlenmek, Rabbine teslim olmak istedi. Yılların içine biriktirdiği tüm duyguları göz yaşlarıyla secdede dökmek istedi. Yapamadı... Elinde ki bardağı bırakarak sessizce yatağına geçti. İzmir yazında üşüyerek üzerini örttü. Uyumasa da kapattı gözlerini. Kendisiyle yeni bir muhasebeye girişti. Sonu artık belliydi. Seçeceği yol belliydi.

Uzun süre çıkmadı yatağından Yağız. Kimse de ses etmedi kaldırmak için. Tarık artık zamanı geldiğini anlamıştı, ona davetini yapacaktı. Ertesi günü kahvaltıda karşı karşıya gelmiş olsalar da Tarık doğru anı bekliyordu. Günlük işlerini bitirdikten sonra saat öğleyi bulmuştu. Koğuşta Yağız'ı bulamayınca avluya çıktı. Bir duvara yaslanıp düşünceli duran Yağız'a doğru ilerledi. Yağız'ın yaptığı gibi o da sırtını duvara dayadı. Derin bir nefes alarak kafasını kaldırıp bir süre gökyüzünü izledi. Ona direkt konuyu açamazdı. İlk önce sohbete katılmasını sağlayıp oradan konuya girmeliydi.

"İki çocuğu var."

Yağız anlamamış gibi kafasını Tarık'a çevirip sordu.

"Kimin?"

"Yüzüğü yaptığım kızın."

Yağız konuya ilgili olduğunu göstererek Tarık'a tam bir dönüş yaptı. Tahmin ediyordu zaten çocuğu olduğunu, sonuçta evlenmişti.

"Gördün mü çocukları?"

Tarık kafasını olumlu anlamda salladı. Köye gittiği nadir vakitlerde görmüştü. İki güzel kız çocuğu vardı annesine benzeyen.

"Ne hissettin peki gördüğünde?"

Yağız, Tarık'ın yüzünü dikkatle inceledi. Her karışında acıya rastlamayı bekledi fakat beklediği gibi olmadı. Tarık'ın yüzünde sadece bir gülümseme vardı.

"Onun adına mutlu oldum. Yani sonuçta sevdiği bir adamdan iki tane çocuğu var, mutlu bir ailesi var. Üzülmek ya da ne bileyim kinlenmek bencillik olurdu."

"Garip adamsın."

Tarık daha bir gülüyordu bu tabir karşısında.

"Eyvallah."

"Adı neydi peki?"

"Boşver, kendisi de adı da bana haram sonuçta. Yıllar oldu ben adını anmayalı, şimdi sen merak ediyorsun diye açtım konuyu. Daha da açmam haberin olsun."

"Eyvallah öyle olsun."

Tarık girmek istediği konuya yavaş bir giriş yapmak istedi. Yağız'ın hali biraz önceye göre daha iyi durumdaydı.

"İnsan bir kere Allah'a teslim etti mi kendini bir daha hiç bir şeye gereğinden fazla üzülmüyor. Biliyorsun sonuçta, Rabbim benim için en iyisini bilir diyorsun, bu da geçer diyorsun."

"Evet öyle gerçekten. Sende, Eren baba da bunu yapabilmişsiniz."

"Yaptık mı yapamadık mı Allah bilir, çabalıyoruz. Sen neden çabalamıyorsun Yağız?"

"Anlamadım."

Yağız anlamıştı anlamasına ama verecek cevabı yoktu. Neden çabalamıyordu? Neden teslim olmuyordu? O da bilmiyordu ki.

"Seni ilk tanıdığım Yağız değilsin. Sanki o ilk asiliğin, fikirlerin gitmiş de özüne dönmüş gibisin. Özüne diyorum bak. Yiğit anlattı önceden nasıl bir ailede büyüdüğünü, nasıl bir çocukluk geçirdiğini. Sonra nasıl bu fikirlere kapıldın bilmiyorum ama şimdi o fikirlerden sıyrılma vakti gelmedi mi?"

Yağız tekrar sırtını dayadığı duvarda başını eğdi. Utanıyordu. Düşünecek bir şeyi yoktu sadece bir utanç vardı içinde. Allah'a karşı, annesine karşı, babasına karşı ve karısına karşı. Herkesten her şeyden utanıyordu. Hem bir yerlere saklanmak istiyor hem de kendisini belli edip ben de varım artık demek istiyordu. Tarık ona biraz zaman tanıdı. Bir cevap beklediğini belli edercesine de yanından ayrılmadı. Yağız ise kafasında bir zaman yolculuğuna çıkmıştı. Annesi ve babasını kaybettiği o güne döndü. Evinde kız kardeşi ile anne ve babasını beklerken o kazanın acı haberini aldığı güne.

Bir günde iki cenaze çıkmıştı evlerinden. Hem annesini hem de babasını taşımıştı omuzları. O gün öğrenmişti sevdiği bir insanın tabutunun dünyalardan daha ağır olduğunu. Bedeni taşımıştı taşımasına da yüreğine öyle ağır gelmişti yükü.

"Sana annemle babamı nasıl anlatırım, bilmiyorum. Anlatmak istemediğimden değil, beceremem yani, dilim dönmez. Annem..."

Yağız derin bir nefes çekti içine. Kalbinde bir yerlerin sızladığını hissetti. İlk gün ki gibi değildi fakat oradaydı acısı ve kendisini belli ediyordu işte.

"Annem bu dünyanın en merhametli insanıydı. Öyle böyle değil, çok yaramazdım küçükken. Sadece çocuklarla değil büyüklerle bile kavga eder öyle gelirdim eve. Kırmadığım cam, patlatmadığım top kalmazdı. Yine de kızamazdı annem, söylenirdi unuturdu hemen. Her gece uyumadan muhakkak uğrardı yanımıza. Bazen uyur gibi yapar dinlerdim. Hep dua ederdi, dualarla uyuturdu. Ben ardından bir dua bile edemedim."

Yağız'ın gözleri yaşarmış, bakışları bir yere odaklanmıştı. Eskiyi konuşmak hem onu rahatlatıyordu hem de üzüyordu.

"Babam, diğer babalar gibi değildi. Bıyıkları, duruşu sertti, tam Anadolu adamıydı ama işte ne anneme ne bize karşı göstermezdi o sertliğini. Annemin gözünün içine bakardı konuşurken. Türkü söylerdi bazı bazı. Babam çok severdi annemi. Öyle diğerleri gibi sevgisini göstermekten kaçınmazdı babam."

Tarık, Yağız'ın babasını anlatırken ki gururlu tavrına gülümsedi. Bir baba, evladıyla gurur duymak için bir çok bahane üretebilirdi fakat bir evlat babasıyla gurur duyuyorsa orada bahaneler değil gerçekler söz konusu olurdu.

"Babamdan ilk ve son kez bir tokat yedim biliyor musun? Arkadaşlarım hep anlatırdı babalarından yedikleri dayakları, şaşırırdım. Yedi sekiz yaşlarıma kadar bilemedim hiç o duyguyu. Tek bir tokat yedim hayatım boyunca, o kadar yaramazlığıma rağmen. Sebebini hatırlamıyorum ama sonrası mıh gibi aklımda. Ne yaptıysam yine sinirlendirmişim işte adamı. Öyle çok sert değildi ama acıttı tokadı tabi. Acıdan çok utanç hissetmiştim. Dayak yedik tabi ilk kez. Ertesi günü hiç unutmam babam beni çağırıp bir bardak su istedi. Çocuk aklı unuttum hemen dünü, götürdüm koydum masaya suyunu. Odadan çıkmadan durdurdu babam. Gel oğlum, dedi. Oturmadım ama bekledim, ne diyecek diye bekledim. Babam karşısında bir adam varmışçasına özür diledi benden. Yok yaramazlık yaptın, hak ettin falan demedi öyle. Adam gibi özür diledi, mahcup oldu. İnsan dayak yediğine sevinir mi? Öyle sevinmiştim ki anlatamam. Ne babamın bana vurma sebebini hatırlarım ne de o tokadın acısını ama o özrü ölsem unutamam. Kendimi önemli, değerli bir adam gibi hissetmiştim."

"Mesele yanlış yapmak da değil, gönül almakta yani, tövbe gibi ha?"

Yağız'ın bakışları Tarık'a değince kabullendi, başıyla onay verdi. Gülümsemesi silindi yavaşça yüzünden.

"Onları kaybedince kendimi de kaybettim sanki. Kendi içimde kendimi bulamadım. Dedemle babaannem iyi insanlardı ama işte bir anne baba değillerdi. Erzurum'a dönünce çok yalnız kaldım. Koskoca dünyada bir başıma hissettim kendim. Sevdiğim herkesi geride bırakmıştım. O hareketli yaramaz tavırlarım hırçınlığa dönüştü zamanla. Üniversitede iyice arttı. Bir nevi kendimi güçlü göstermek istedim. Kimsem olmasa da bende varım, bende yaparım demek istedim. Kendi benliğimi kendime kanıtlamaya çalıştım belki de, bilmiyorum. Bir kaç arkadaş edindim o dönemler. Öyle senin gibi Yiğit gibi değildiler. Şimdi şimdi anlıyorum bana yaklaşım tarzlarını. Kendimi kanıtlamama sözde fırsat veriyorlardı, beni önemli hissettiriyorlardı. Bende kendimi bir şey sandım işte. Önemli görüldüğüm yerde var olmaya çalıştım. Yanlış yapmışım."

Yağız ilk defa yaptığı bu itirafa kendisi de şaşırmıştı. Tam da öyle olmuştu. Varlık kavgasına girmişti kendi içinde.

"Yaşadıkların kolay değil ama yaptıkların da doğru değildi Yağız. Hiç bir sebep kötü sonuçları temizlemez. Yapman gerekeni artık biliyorsun. Sen her şeyden önce Rabbin için önemlisin. Yoksa ne diye yaratsın seni. Sen bu gerçekleri gör diye belki de buradasındır. Hem Mevlana demiyor mu; Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu kovmaktır. Allah tozunu alıyor diye, niye kederlenirsin ey can?"

Yağız bıraktığı tek damla yaşı silmeden Tarık'a sarıldı. Sımsıkı sarıldığı dostuna teşekkürler etti bırakmadan. Tarık da sevincine ortak olup sırtına erkekçe bir kaç kez vurdu. Vakit öğleye gelirken beraberce abdest almaya geçtiler. Yağız sırasını karıştırsa da Tarık'a bakarak güzelce abdestini aldı. Namazda okuması gereken sureleri biliyordu ama unutmuştu çoğunu. O yüzden Tarık öğle namazını sesli şekilde eda ederken Yağız arkasında bir çocuk gibi onu taklit ediyordu. Namazları bittikten sonra Tarık onu seccadesiyle baş başa bıraktı.

Yağız tövbesine nasıl başlayacağını bilemedi. Terleyen avuç içlerini bükülmüş dizlerine sildi. Kafasını eğdiği secdede boynunu bükerek bir süre bekledi. Şimdiye kadar secdeden uzak kalışını düşündükçe göz yaşlarına engel olamadı. Sessizce akıttığı göz yaşlarını silmeden ellerini kaldırdı.

"Allah'ım, sana geldim."

Bir damla yaşın parmak ucuna aktığını hissetti Yağız. Su nasıl yakardı tövbesinde öğrenmişti.

"Senden af dilemeye dahi yüzüm yok. Senden uzakta sandığım günlerimde dahi en yakınımdaymışsın. Ya Rabbim ben pişmanım. Senden ayrı, senin rızandan uzakta geçirdiğim her saniyeme pişmanım. Senin merhametine muhtacım Allah'ım."

Yağız'ın damla damla başlayan yaşları şimdi hızlanmış, sesinde titremeye yol açmıştı.

"Ben sana hakkıyla tövbe etmekten bile acizim. Sen bu aciz kulunu lütfunla bağışla Allah'ım. Affet Ya Rabbim. Günahlarımı affet, kaçışlarımı affet. En çok da nankörlüğümü, şükürsüzlüğümü affet Allah'ım. Ben seni unutsam da sen beni bir an bile unutmadın. Bana verdiklerine dahi kör oldum ben. Karımı, kızımı, kardeşimi, herkesi gördüm de bana onları nasip edeni göremedim. Affet Ya Rabbi, affet."

Çoğalan hıçkırıkları devam ederken ellerini yüzüne kapatıp defalarca tekrar etti son cümlesini.

"Affet Ya Rabbi."

Uzunca süre kalkmadı seccadenin başından Yağız. Tövbesi bitince tekrar namaza durdu. Yılların acısını çıkarır gibi hatırladığı kadarıyla uzunca kıldı namazını. Bu defa şükür için koydu başını secdeye. Teslimiyetin, Allah'a bırakmanın huzuru içinde kalktı seccadenin başından. Güzelce katlayıp yerine koyduktan sonra avluya geri çıktı. Tarık ve Eren babanın yanına adımlarken yüzünde tebessüm oluştu.

"Selamın aleyküm."

Yağız'ın selamını duyan Tarık gülümserken Eren baba şaşırmıştı. Yağız verilen selamı alırdı fakat selam vermezdi öyle.

"Aleyküm selam."

Ettikleri sohbete devam ederken Eren baba da anlamıştı Yağız'ın değişimini. İçinden şükretti o da bu genç adam için. Bir insanın imana kavuşması demek, müjde demekti. Yağız selamıyla müjdesini vermişti.

Loading...
0%