@maveradabiryazar
|
Selamın aleykümm... Kitabın benim için yazması en zor bölümüne hoş geldiniz...
Gecenin en karanlık vakitlerinde başında bekleyen iki kişinin varlığı ile uyandı. Üzerinde ki formalardan ve gecenin bir vakti sessizce götürülüşünden anlamıştı celladına gittiğini. Sesini çıkarmadı. Sessizce yerinden kalkıp hazırlandı. Yıllar önce alıp içeride hiç giymediği ütülü beyaz gömleğini giydi. Ölüme en çok beyaz yakışırdı diye düşündü. Bu günün geleceğini tahmin ettiği için hazırlığını yapmıştı. Önceden hazırladığı zarfı yatağının üzerine bıraktı ve herkes uykudayken koğuştan çıkarıldı. Daha önce gelmediği, güzel döşenmiş bir odaya getirilmişti. Normalde gecenin bu saati burada olduğu için kızgın bakması gereken cezaevi müdürü hüzünle bakıyordu yüzüne. Bir şeyler söyleyip üzgün olduğunu belli ediyordu fakat bir önemi kalmıyordu olacaklar karşısında. Müdürün konuşmasından sonra uzatılan kağıda imzasını attı. Cenazesinin kime teslim edeceğini konuştu müdürle. Ne garipti, daha ölmemişti ama ölümü için plan yapıyordu. Ve karşısında ki bu adam ondan şimdiden cenaze diye bahsediyordu. Demek böyle oluyordu ha. İlk önce adı alınıyordu insandan. Adımız bile bize ait değilmiş demek ki. Son bir isteği olup olmadığını soran adamın yüzüne baktı. Abdest alıp, namaz kılmak istediğini söyledikten sonra başka bir odaya götürüldü. Kaçacak her hangi bir yeri olmadığını bildiklerinden müsaade ettiler yalnız kalmasına. Odanın bir köşesinde kalan lavaboya doğru geçti. Abdest almak için hazırladı kendini. Belki de bu dünyada alacağı son abdestiydi. Besmele çekip niyetini aldıktan sonra suyu sırayla uzuvlarında hissetti. Ellerini yıkarken başladı dua etmeye. "Allah'ım bu suyun ellerimi temizlediği gibi sende günahlarımı temizle." Ellerini yıkadıktan sonra ağzına su verdi. Bir yandan abdestine devam ediyor bir yandan da duasını bırakmıyordu. "Ya Rabbi, dilimle işlediğim günahları affeyle. Cennetinde Peygamberimiz (sav)'in elinden kevser havuzundan içirmeyi nasip eyle." Acele etmeden burnuna götürdü suyu. "Allah'ım sen bana cennetin kokusunu nasip et. Cehennem kokusunu bana nasip etme." Yüzünü yıkadığı suya göz yaşları karışırken devam etti. "Ya Rabbi, nice yüzlerin beyaz, nice yüzlerin kara olacağı günde yüzümü nurunla beyaz kıl, nurlandır." Sıyırdığı gömleğinin kollarını sırayla sağdan başlayarak yıkadı. "Allah'ım, sen benim kitabımı sağ elime ver, hesabımı kolay gör." Eline aldığı suyla başını mesh etti. "Allah'ım! Beni rahmetinle sar, üzerime bereketinden indir." Kulaklarını temizledi suyla. Dualarına devam etti. "Ey Rabb'im! Beni sözü dinleyip de ona en güzel şekilde tabi olanlardan kıl." Aynada yüzünden akan damlalara bakarken boynunu mesh etti. "Allah'ım, benim boynumu ateşten muhafaza et." Sırayla yıkadığı ayaklarına tekrar dua ile eşlik etti. "Ey Rabb'im! Nice ayakların kaydığı günde benim ayaklarımı sırat üzerinde sabit kıl." "Amin." Kurulanmadan bitirdi abdestini. Üzerini tekrar düzelttikten sonra seccadesini alarak temiz olduğunu düşündüğü bir köşeye serdi. Son namazını eda etmek için niyet edip kollarını bağladı. Namazını kılarken kalbini yokladı, içinde ölüm korkusu var mı diye. Tek korkusu akıbetindendi. Onu da Rabbine sığınarak göz ardı etmeye çalıştı. Normalden daha uzun tutsa da fazla uzatamadı namazını. Kapıda ki cellatlarını bekletmek istemedi. Selamını verip ellerini semaya açtı. Önce tövbe etti, sonra şükretti. Halini bilen bir Allah vardı ve O'na anlattı içindekileri. "Allah'ım, senin emrinden Peygamberimin (sav) yolundan çıktığım her an için sana tövbe ederim. Ben acizliğimi ancak senin rahmetin örter. Senden başka sığınacak hiç bir kapım yok. Sana temiz bir iman ile kavuşmayı bana nasip eyle Allah'ım. Cennetinde rızana kavuşmuş olmayı, cemalini görmeyi hak etmeyi, Peygamberinin (sav) dizinin dibinde olmayı bana nasip eyle." Seccadesini katlayıp odanın diğer köşesinde kalan masaya bıraktı. Başını dik tutarak çıktı odadan. Ellerine takılan kelepçeye dahi indirmedi başını. Onurla yürüdü cezaevinin koridorlarını. Bir adım... Annesinin onu beklediğini düşündü. Gülümseme oluştu dudaklarında. Kavuşacaktı işte annesine, sarılacaktı sımsıkı. Bir adım... Babası, ah babası. Nasıl gurur duyardı şimdi oğlunun bu haliyle. İmanla, teslimiyetle çıkıyordu Rabbinin karşısına. Bir adım daha... Dedesini görmemişti yıllardır. Her daim ona bir şeyler öğretmek için çabalayan dedesiyle buluşmayı hayal etti. Bir adım... Ardında bıraktıklarını düşündü. Dostlar edinmişti kendisine. Onu unutmayacak, her daim hayırla hatırlayacak dostlar. Bir adım... Cezaevine ilk girdiğinde hücrede yaşadıklarını düşündü. Ölümden daha zor olduğunu sandığı günün karşılaştırmasını yapmak için güzel bir gündü. Bir adım daha... Ve bir adım... Adımları ilerlerken yüzünde ki o gururlu tavır değişmemiş yanına huzurlu bir hali de eklemişti. Bir kaç yıl sonra belki kimse adını anmayacaktı, varlığını unutacaktı ama Rabbinin katında inşallah şehit olarak anılacaktı. Cezaevinin diğer ucunda kalan avluya doğru çıkarıldı. Yüzüne vuran tatlı serin o rüzgarla gözlerini kapattı. Yaşadığını hissediyordu, şimdilik. Derin bir nefes alırken etraftan gelen kokuları ayrıştırmaya çalıştı. Biraz çimen, biraz toz, biraz ter kokuyordu burası. Gözlerini açıp etrafına baktı. Ona bakan bakışları anlıyordu. Acıyorlardı ona. Oysa o sevgilisine kavuşuyordu, acınacak halde olan onlardı. Tekrar harekete geçti avluda. Adımları ne yavaş ne de hızlıydı. Öyle alelade bir yere gider gibi bir sakinlik vardı üzerinde. Görenlerin şaşırdığı bir sakinlikti bu. Değil feryat etmek, tek bir ah çekmiyordu bu adam. Zorla götürülür gibi değildi zaten. Bir buluşmaya gider gibi, görüşe çıkar gibiydi. Dilinden dualarını eksik etmeden durdu onun için kurulan darağacının başında. Neyden oyulduğunu dahi bilmediği bu ağaç parçalarında sallanacaktı bedeni. Ne kadar süre sonra indirirlerdi cansız bedenini, bilmiyordu. İpe doğru değdi bakışları. Bu ip mi kesecekti nefesini? Eğer nefesini kesenin ip olduğunu düşünseydi basardı feryadı. Ama o biliyordu. Nefesini kesecek olanın Allah olduğunu, bu ipin bir sebep olduğunu biliyordu. Nefesi verenden de, kesenden de razıydı. Elinden çıkarılan kelepçelerle istemeden bileklerini ovdu. Birazdan ölecekti ve sızısı geçsin diye bileklerini ovuyordu. Ne saçmaydı. Beslemesini çekerek önüne bırakılan sandalyeye çıktı. Şehadet getirip kendi elleriyle geçirdi ipi boynundan. Ayaklarının altında ki sandalye düşmeden son duasını etti. Hz. İbrahim misali teslim oldu. Ateşe düşmeden yakardı Allah'a. "Hasbünallahü ve nimel vekil! Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!." Duası biterken vuruldu ayağındaki sandalyeye. Boynu iple, o da Azraille baş başa kaldı. Nefesi kesilirken gözünden akan yaşa engel olamadı. Acıdan mıydı? Hayır. Göz bebekleri göğe doğru yükselirken dudaklarında bir tebessüm belirdi. Acı çekmesi gerekirken gülüyordu şimdi. Çırpınan ayakları hareketsiz kalırken anladılar ruhunun bedenini terk ettiğini. Güzel bir adam, güzel bir ölüme teslim olmuştu. Bu dünyadan bir Tarık Gümüş geçmişti. Tarık Gümüş bu dünyadan vazgeçmişti. ... Gün daha aymadan gözlerini açtı Yağız. Sabah namazını kılmak için ayaklanıp abdestini aldı. Bir kaç kişinin namaza durduğunu görünce o da kimseyi beklemeden namazını kıldı. Seher vaktinin kıymetini anlıyordu artık. Bu kıymetli vakti de uykuyla değil ibadet ile geçirmek için çaba gösteriyordu. Çok olmamıştı namazlarını kılmaya başlayalı fakat etkisini en başından beri hissediyordu. Namazdan sonra duasını edip gözleriyle Tarık'ı aradı. Normalde o kaldırırdı Yağız'ı namaza fakat bugün ya kalkmamış ya da namazını kılıp Yağız'ı uyandırmadan geri uyumuştu. İki seçeneğe de aklı yatmadığı için ayaklanıp Tarık'ın yatağına doğru geçti. Yatak boştu, belli ki Tarık çoktan kalkmış namazını kılmıştı. Peki o zaman neredeydi? Etrafına biraz daha bakınacaktı ki yatağın üzerinde ki zarf dikkatini çekti. Dışarıdan birinin Tarık'a göndermiş olmasını düşünerek almayacaktı fakat üzerinde kendi adını görünce şaşkınlıkla eli zarfa doğru gitti. Tarık'ın boş yatağına uzanarak zarfı elinde çevirdi. Başka bir not aradı fakat bulamadı. Sabah sabah olanlara anlam veremiyordu. Tarık nereye gitmişti ve bu zarf neydi? Başka bir cezaevine mi alınmıştı yoksa? İyi ama neden birden gece vakti yola çıksın ki? Düşüncelerle boğuşurken zarfı dikkatlice üst tarafından açtı. Ters çevirerek zarfın içindekilerin yatağa düşmesini sağladı. İlk önce parmaklarına değerek yatağı boylayan küçük bir parçayı hissetti. Henüz tam aydınlanmamış hava da bunun ne olduğunu seçebilmek için eline aldı. Üzerinde küçük çiçeklerin işlendiği ahşap yüzüğü bulunca şaşkınlığı daha büyüdü Yağız'ın. Bu o yüzüktü. Tarık'ın bitiremeden sevdiğini kaybettiği yüzüğü. Yüzüğün hikayesi ve anlamını bildiği için daha dikkatle inceledi. Üst tarafı bombeli papatya ve gül desenleri ile işlenmişti içinde parmaklarıyla hissettiği bir yazı vardı fakat ilk bakışta okuyamamıştı. Yüzüğü pencereye doğru yaklaştırarak tekrar okumaya çalıştı. Yüzüğün içinde ki ismi okuduğu an tebessüm oluştu dudaklarında. "Demek Çiçek ha?" Yıllardır gizemli kalan bir şifreyi çözmüş gibi sevinçliydi. Tarık'ın sevdiğinin ismi onu ilgilendirmiyordu elbet, onu ilgilendiren Tarık hakkında ufak da olsa bir bilgiye sahip olabilmekti. Yüzüğü geri bıraktıktan sonra zarfın içinden düşen kağıdı aldı eline. Koğuşun en ücra köşesine, pencerenin dibine geçerek açtı elinde ki kağıdı. "Bu mektubu seninle kıldığım ilk sabah namazının ardından yazıyorum kardeşim. Çok özenirdim koğuşta mektup yazan, alan arkadaşlara. Bende bir mektup yazayım dedim. Yağız, geç bulduğum kardeşim. Sen bu mektubu okuyorsan bil ki ben ölmüşüm demektir." Yağız elinde ki mektubun ilk satırların uğradığı şaşkınlık ve acıyla kaşlarını çattı. Kafasında kendince bir muhakemeye girişti. Tarık'ın davası yıllardır sürüyordu, sonuçlanmamıştı. Yağız bilmiyordu fakat Tarık o gece uykusundan uyandığından anlamıştı davasının ses getirmemek için gizlice görülüp sonuçlandığını. Yağız dolan gözleri ile okuduğuna hala inanamıyordu. Boğazında oluşan o yumru değil yutkunmasını, nefes almasına dahi izin vermiyordu. Dün gece beraber oturmuşlar, çay içmişlerdi. Şimdi bir mektup ile ölüm haberini vermesi imkansız gibiydi Yağız için. Kendisini toparlayabildiği kadar toparladı ve mektubuna devam etti. "Bir süredir içimde bir sıkıntı var. Rüyalarım karışık, dualarımda dahi geleceğe dair bir istek çıkmıyor dilimden. Hani derler ya Allah söyletmiyor diye, öyle işte. Üzülme sakın, ben üzülmüyorum. Nasıl öldüm, kim öldürdü, ecel mi, cinayet mi? Bilmiyorum. Merakta etmiyorum. Şerefli, onurlu ve imanlı bir ölüm istiyorum Rabbimden. İnşallah nasip eder. Şu an yatağımda yazarken bile bakıyorum etrafıma. Çeşit çeşit şehirlerin, türlü türlü köylerinden onlarca adam bir koğuşta sıralanmış yatıyoruz, tıpkı bir mezar gibi. Kapladığımız alan, farklarımız, her şey ama her şey bana artık ölümü çağrıştırıyor. İntihar değil bu çağrışım yanlış anlama. Hissediyorum. Sana karşı bir hatam olduysa hakkını helal et. Bir pişmanlığım, keşkem yok bu dünya da. Yalnız, seninle biraz daha vakit geçirmek isterdim. Sen iyi bir adamsın Yağız. Senden tek bir ricam var. Ardımdan umutsuzluğa düşüp tekrar kendi içinde kaybolmayasın. Allah'ın ipine sıkıca sarıl. Ha bir de arada bir hatırlayıp şu kardeşine bir dua gönderirsen de fena olmaz. Bir kaç parça eşyam dışında hiç bir varlığım yok. Ahşap malzemeleri sana bırakıyorum, kitaplarımı Yiğit'e. Bir kaç parça gömlek pantolonum var, onları da koğuşta dağıtırsın çocuklara. Allah'a emanet ol Yağız. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. O'ndan geldik ve yine O'na döneceğiz. " Yağız okuduğu satırları bitirirken ağlaması hıçkırıklara, hıçkırıkları bağırışlara dönmüştü. İsyan etmiyordu, merak ediyordu. Ne olmuştu Tarık'a? Nasıl ölmüştü? Koğuşta yeni uyananlar Yağız'a sorular sorup sakinleştirmeye çalışırken, uyuyanlar da zaten seslerden uyanmışlardı. Yağız, koşarak dayandığı demir kapıyı yumruklamaya başladı. "Nerede? Tarık nerede?" Çevresinde ki hiçbir şeyi gözü görmezken bir iki dakika sesi kesilmeden devam etti bağırışları. Yağız'ın durmayacağını anlayan nöbette ki koğuş görevlileri ise dayanamayarak kapıyı açtılar. Ne bir cevap verdiler, ne de bir soru sorulmasına müsaade ettiler. Vurdular, Yağız'ı susturmak için vurdular. Yağız ise aldığı darbeler ile kabullenmişti Tarık'ın öldüğünü. Onlar vurdukça Yağız ağladı. Yağız ağladıkça onlar vurdu. Canının acısını dahi hissetmedi Yağız, ağlaması yediği dayağa değildi. Onun acısı çok daha derindeydi. Üzerini defalarca kez örttüğü, sevdiklerinin yokluğu ile dolan yüreğindeydi acısı. Ne kadar yerde kaldı Yağız bilinmez. En sonunda bıkan görevliler çıkarken Eren baba ile bir kaç kişi kaldırdılar Yağız'ı yerden. Onlarda anlamışlardı olanları. Eren baba bir yandan gözünde ki yaşı siliyor bir yandan da Yağız ile ilgileniyordu. Tarık'ın acı kaybını o sabah Yağız gibi Yiğit'te öğrendi. Zaten ertesi günü gazete manşetlerinden tüm ülke öğrenecekti fakat ateş yine düştüğü yeri yakacaktı. Yiğit sabahın erken saatlerinde açtığı kahvesini temizleyip ilk müşteriler için çayını demlerken aldı haberi. Kahvede gürültüyle çalan telefona koştu. Mahallede telefon olan bir kaç dükkan vardı ve mahallenin tüm telefon işleri o dükkanlardan görülürdü. Kim bilir kimin için aranıyordu yine. Telefonu kulağına götürünce anladı işlerin ters gittiğini. Cezaevinden gelen bir arama ilk defa oluyordu. Yağız ve ya Tarık diye düşündü içinden. Karşı tarafı dinledi. "Vekil olarak sizin bilgileriniz girilmiş Yiğit bey. Tarık Gümüş'ün dün nöbetçi mahkemede yargılanması sonucu infazı görülmüş ve yasalar gereği cezası olan idamı uygulanmıştır. Cenazesini teslim almak için yarına kadar mühletiniz var. Aksi takdir de kimsesizler mezarlığına defni gerçekleştirilecektir." Yiğit duyduklarının gerçekliğini tarttı kafasında. Tarık ve idam. Telefonda ki adama hiç bir şey diyemeden kapattı. Beklemediği acı bir haber karşısında hata yapmak istemiyordu. Bu denli yakınını ilk defa kaybediyordu. Ali amcasının ölürken babasının tepkisini hatırladı. En yakın dostunu toprağa verirken hem üzgün hem de soğuk kanlıydı. O da her zaman ki gibi babasını örnek olarak kendisini toparladı. Tarık'a son borcunu yerine getirecekti.
|
0% |