Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm - Mazideki Aşk

@maveradabiryazar

Kahvenin en çok işlek olduğu vakitler akşam üstleri olurdu genelde. Herkes işten gelmiş, kimi evine uğramış kimi uğramadan direkt kahveye geçmiş olurdu. Mahallenin diğer tarafında da kahveler vardı fakat mahalleli genelde İbrahim beyin kahvesine gelirdi.


Havanın vermiş olduğu sıcaklık ile çay ocağında sürekli kaynayan suyun etkisi birleşince iyice durulmaz olurdu içerde. Neyse ki Ramazan geliyordu da iftara kadar kahve kapalı duracaktı.


Bir yandan çayları dağıtıp bir yandan terini silerken Yağız'ın mahalleye girdiğini gördü Yiğit. Dün Muhammed amcasıyla konuştuktan sonra Yağız'la görüşmeye karar vermişti fakat denk gelememişti bir türlü.


"Baba ben birazdan gelirim. Bir Yağız'a selam vereyim."


"Tamam oğlum geç sen, ben hallederim."


Babasına işleri devredip hızlıca kahveden çıktı. Yağız eve girmeden yetişmesi lazımdı.


"Yağız" diye seslenip beklemesini sağladı.


Yağız düz bir surat ifadesiyle Yiğit'e doğru yürümeye başladı.


"Selamın aleyküm Yağız nasılsın?"


"Aleyküm selam. İyi aynı, sen nasılsın? Hayırdır bir şey mi oldu?"


O kadar zaman konuşmamışlardı ki selam vermesinde bir sebep aradı Yağız ister istemez. Bu kadar yabancı kalmaları onları üzmüştü.


"Yok bir şey. Müsaitsen biraz konuşalım. Gel hatta işten yeni çıkmışsın bir balık ekmek yiyelim sahilde, eski günlerdeki gibi."


Dostça bir tebessüm gönderip olumlu cevap vermesi için dua etti Yiğit. Gelmek istemezse ne yapacaktı onu düşünmemişti. Dümdüz konuşmayı planlamıştı sadece. Neyse ki Yiğit'i çok yormadan; "Olur gidelim bende bayadır yemedim balık ekmek, özlemişim." diyerek teklifini kabul etmişti.


Sahile doğru yol alırken yavaştan konuya girmek istemişti Yiğit. Ustasının sözlerine hak verdiği zaman yapacağı bu konuşmayı kafasında planlamak istese de ne diyeceğini pek bilemiyordu.


"En son olanlardan sonra hiç konuşamadık. Biliyorsun pek fırsatım olmuyor. Yazın kahve yoğun oluyor babama yardım ediyorum, abim de yok artık çalışıyor, bir tek ben kaldım yani. Ben seni kırmak üzmek istemedim. Ayıp ettim o gün. Hem de çok ayıp ettim."


Yağız bu özrü beklemiyor olacaktı ki Yiğit'in yüzüne şaşkın şaşkın bakıyordu.


"Kusura bakma o gün için. Elbette benimle aynı fikirlere sahip olmak zorunda değilsin. Ben seni 17 yaşındaki Yağız gibi bekliyordum. Yanlış anlama beni ama çok değişmişsin Yağız. Eskiden benim ağırlığımın yanında senin şakaların olurdu. Yumuşatan bir gülüşün vardı. Şimdi çok keskinsin."


Yağız burukça bir gülümseme ile;


"Büyümüşüz ha Yiğit. Eskiden sabah kavga eder akşamına hiç bir şey olmamış gibi oyunlar oynardık. Hatta akşamı bile bulmazdı. Şimdi öyle mi? Ne sen o koruyucu ağır abi Yiğit'sin, ne de ben neşeli samimi Yağız. Gerçi, doğruyu söylemek gerekirse; sen yine o Yiğit'sin. Yine ağır abi Yiğit."


Yağız'ın gözlerindeki o ifadeyi bir türlü seçemedi Yiğit. Hem bu durumdan memnunmuş gibi hem de acı çekiyormuş gibi gülümsüyordu. Gülümsemek ve acı... Aynı anda nasıl oluyordu?


"Hatırlıyor musun 8-9 yaşlarındayken denize itmiştim seni."


Yağız'ın yine hınzırlığı tutmuştu belli ki. Yiğit gülümseyerek başıyla onu onayladı.


"Hatırlamaz mıyım? Sayende günlerce hasta olmuştum. Üstüne bir de azar yemiştim bir ton."


Yağız kahkahayı basmış gülerken de Yiğit'in omzuna vurup; "Sende beni korumak için ayağım kaydı düştüm demeseydin. Ulan o yaşta bile ketumdun. Beni korumak için o halde bile azar yemiştin."


"Ayağım kaydı demeseydim de senin hayatından bir şeyler kaysaydı değil mi ya?"


Yağız'ın gülmesi büyümüştü.


"Valla babamdan iyi bir dayak yerdim bence."


"Senin bünyen alışık gerçi Yağız dayak yemeye. Mahallede herkesin senden çektiği vardı ulan. Rüstem amcanın camını mı kırmadın? Ekrem abinin tavuklarını mı kaçırmadın? Tüm mahalleli toplanıp imza toplasaydı gitmen için yeriydi be."


Gülümsemesi yavaş yavaş solan Yağız'a yanlış bir şey mi dediğini düşündü Yiğit. Tekrar onu üzüp gereksiz bir tartışma çıkarmak istemiyordu.


"Duaları kabul olmuş o zaman. Ama bak geri geldim. Bu sefer çektirmem mahalleliye söz."


"Senin canın sağ olsun be kardeşim. Hoş geldin, iyi ki geldin Yağız."


"Hoş buldum kardeşim."


Erkekçe bir sarılmayla işi tatlıya bağlamışlardı sonunda. Sahile yakın bir balıkçıya gidip uzun uzun eskiyi yad ettiler. Madem geleceği konuşmak onları geriyordu onlarda o halde geçmişi konuşurlardı.


...


Yarın Ramazan ayının ilk günüydü. Herkesin evindeki o tatlı heyecana özenmeden edemedi Nehir. Dedesi ve babaannesi sahur için bir şeyler istemiş Nehir de akşam yemeğinden sonra hamur mayalamıştı.


Sahur hazırlamak için kalktığında mayaladığı hamur ile poğaçalar yaptı. Dedesi ve babaannesi ne kadar iyi olsalardı da pek anlaşamazlardı. Onlar kendi gençlikleri gibi torunlar görmek ister, Nehir ve Yağız'da sürekli bir eksiklik bulup söylenirlerdi.


Nehir masayı hazırladıktan sonra evdekileri de uyandırmıştı. Abisi son iki yıldır oruç tutmadığı için kalkmayacağını biliyordu ama yine de şansını denedi. Oturma odasında kalan abisi Yağız'ı uyandırdı fakat oruç için ikna edemedi. Küçük evlerinde iki oda olduğu için birinde dedesi ve babaannesi kalırken diğerinde Nehir tek kalıyordu. Abisi oturma odasında uyuyup, eşyalarını Nehir'in odasında kullanıyordu.


Üç kişilik, sessiz geçen sahur masasında ilk niyetler edilmişti. Hasret hanım ve Cevat bey namazlarını da kılarken Nehir de sofrayı toplayıp odasına geçti. İlk günün verdiği uykusuzluk ile kendini yatağa bıraktı. Sabah uyandığında kahvaltı telaşı olmadığı için istediği kadar uyuyabilecekti.


Sabah pencereden içeri giren güneş ışıklarına rağmen uyanmamaya direnerek yatağa iyice kendini gömmeye çalıştı. Uykusunu fazlasıyla almıştı fakat yataktan çıkınca yapacak hiçbir şeyin olmaması canını sıkıyordu. Gönül ve Nazlı sabahları camide Kur'an kursu verirken öğlene doğruda mahallenin dikiş nakış kursuna gidiyorlardı. Her ne kadar ısrarlarına hayır dese de galiba artık Nehir de kızlara takılıp dikiş öğrenmeye gidecekti. Kesinlikle istediğinden değil, yalnız kalmamak için mecburiyettendi.


Yataktan her zamanki isteksizlik ve uyuşukluğuyla kalkıp banyonun yolunu tuttu. Üzerine krem rengi kısa kollu bir gömlek ve altına kahverengi diz altı ekoseli eteğini giyip babaannesi Hasret hanım ve dedesi Cevat beyin yanına adımladı.


Dedesi her zaman ki gibi koltuğunda uyuklarken babaannesi bozulan gözlerine inat örgü örmeye devam ediyordu.


"Babaanne ben dışarı çıkıyorum haberin olsun."


"İzin alan kim zaten haberimiz olur son dakika tabi, merak etme."


Babaannesinin söylenmeleri ile dışarı çıktı. İzmir'in sıcağı ve nemi ile mücadele eden mahalleli ile selamlaşarak Nazlı'nın kapısına kadar geldi. Daha öncesinde haberleşmedikleri için Nehir'i beklemiyorlardı. Kapının önünde dikilmesi ile daha kapıyı çalmadan kapı açılmıştı. Yiğit ile karşılaşmayı hiç beklemiyordu.


"Hayırlı sabahlar Nehir nasılsın?"


Yiğit onunla konuşuyordu ama yüzüne bakmıyordu. Sanki her hangi birinden bir farkı yoktu onun için. Gerçi ne diye bir farkı olsundu ki? Sonuçta ben ona göre hala çocuk kalmış, hiç hanım hanımcık bir genç kız olamamıştım, diye düşündü Nehir.


"Günaydın Yiğit abi iyiyim sen nasılsın?"


Nehir'de tıpkı Yiğit gibi, konuşurken yüzüne bakmamaya dikkat etti. Konuşurken ona abi demesi imkansız olduklarını daha da gün yüzüne çıkarıyordu.


"İyiyim çok şükür. Ramazan geldi rahatladık."


Kahve yükünü atmanın rahatlaması ile hafifçe gülümsemişti. Zaten o hep ufak ufak gülümserdi. Onu hiç büyük bir gülmeyle veya kahkaha ile görmemişti Nehir. O her zaman ağır ve asil dururdu.


"Sen Nazlı'ya mı baktın?"


"Evet camiden geldiyse şu dikiş kursuna giderken bende onlara katılacaktım."


Yiğit "sen mi" dercesine alttan bir bakış atmıştı.


"Sen ve dikiş? Doğru mu duyuyorum acaba?"


Belli ki benimle alay edecekti diye düşündü Nehir. Gözündeki şu kız çocuğu Nehir'den genç kız Nehir'e ne zaman dönecekti merak ediyordu.


"Ne var ben beceremez miyim?"


"Bilmem. Becerebilir misin?"


Alaylı gülüşüne sinirle bakarak karşılık verdi.


"O halde ilk işlememi sana göndereyim de becerebilir miyim beceremez miyim iyice tasdik edersin."


Erkeksi bir gülüşle kafasını yana çevirmiş "En kısa zamanda bekliyorum o halde." diyerek Nehir'i iyice hırslandırmıştı. Benim adımda Nehir ise ben o işlemeyi öğrenip Yiğit'e en kralından bir mendil işleyecektim, dedi içinden Nehir.


Yiğit, en sonunda Nazlı'yı çağırmış ve Nehir'in onunla gitmek istediğini Nazlı'ya söylemişti. Neyse ki Nazlı sevinerek Nehir'i kursa götürmüştü. Gönül ve Nazlı ile başlayan kurs macerası normalde asla istikrarlı gitmezdi ama verilmiş bazı sözler vardı neticede. Artık bu iş gurur meselesine dönmüştü.


"Ya ben neden yapamıyorum? Sizinki gibi olmuyor benimkisi."


Mızmızlanmaları ilk günden tabi ki başlamıştı. Nazlı ve Gönül hem gülüyor hem de sıkılmadan en baştan öğretiyorlardı. Şu ana kadar güzel yaptığı tek şey ise ipi iğne deliğinden geçirmekti. Onu da zaten herkes yapardı. Allah'a dua etmekten başka çaresi yoktu belli ki.


"Yarın için hazırlığa akşamdan başlarız biz. Annem belki çoktan başlamıştır bile."


"Ne hazırlığı hayırdır?"


Gönül işaret diliyle "yarın mahallede büyük bir iftar sofrası kuruyoruz. Unuttun mu her sene yapardık."


Nasıl unuturdu? Ramazan'ın ilk gününü herkes ailesiyle geçirir ikinci gününde ise mahallede uzunca bir sofra hazırlanır, herkes evinde yaptığı yemekleri getirirdi. Yemeklerle beraber sohbet eder ezan vakti teravih kılmaya tüm mahalle giderlerdi. Annesi her sene mahalle iftarı için meşhur ketesini yapar tüm mahallelinin övgüsünü kapardı. Gözleri dolu dolu eski günleri düşünürken kızlar fark etmiş olacak ki ortamı yumuşatmaya çalıştılar.


"Sende gel istersen akşam, yardım edersin bize."


"Babaannemin izin vereceğini hiç sanmıyorum. Ben evde kendim yaparım bir şeyler."


Annesini kaybettiğinde 14 yaşındaydı Nehir. Mutfakla tanışması da o zamandan sonra olmuştu zaten. Annesi varken mutfağa hiç girmemişti ama kader işte şimdi mutfakta iş bitiremiyordu. Annesinin meşhur ketesini pek tabi annesi kadar olmasa da güzel yapabilirdi.


...


Sabahtan ocağa gelmişti Yiğit ve kimsenin olmayışını fırsat bilip kitaba sarılmıştı hemen. Elinde daha önce okusa da tekrar okumayı sevdiği bir kitap vardı. Ramazan'ın ilk gününün ve sıcağın verdiği etkiyle arkadaşları henüz gelmemişti. Fazla kalabalık değillerdi zaten. İzmir'de siyasi bakımdan ülkücüler olarak toplasan bir avuç kalıyorlardı. Üniversite de olsun mahalleler de olsun sol gruplar onlardan oldukça fazlaydı. Onlarda azınlık halinde sosyal faaliyetlerini yürütmeye devam ediyorlardı fakat işleri pek de kolay olmuyordu. Nitekim çok olan az olanı her daim ezme peşindeydi. "Elhamdülillah onlara karşı bir korkumuz yoktu fakat davayı sırtlanacak gençlerde lazımdı. Bu işler evvela ocaklarda değil ana kucağında öğretilirdi." diyorlardı.


Hüseyin Nihal Atsız'ın Türk çocuğu yetiştirmek üzerine bir çok yazısını, makalesini okumuştu. Daha çocuk yaşında tarihini bilip, asker olarak yetiştirilen çocuklar, elbette ki hürriyet kisvesi altında ona buna peşkeş çekecek olanlardan çok daha fayda sağlayacaktı bu ülkeye.


Gelen arkadaşlarıyla selamlaşıp gündeme dair sorunları tartıştılar. Kimisi ile aynı fakültedeydi, kimisiyle aynı mahallede. Hepsi bu ülküye canını vermeye hazır, inanmış, fikirleri kuvvetli gençlerdi. Hepsini sever, hepsiyle de iyi anlaşırdı. Ne kadar iyi anlaşırsa anlaşsın aralarında bir saygı mesafesi olurdu. Öyle herkesle yakın olacak bir adam değildi zaten. Bir tek Yağız vardı yakınında. Onunla da yıllar açmıştı aralarını.


İkindi namazını arkadaşlarıyla camide kıldıktan sonra evin yolunu tutmuştu. Evde biraz dinlendikten sonra iftar vakti olmadan kahveye geçip ortalığı temizlemiş çay sularını kaynamaya bırakmıştı. Bu millet iftardan sonra çaysız durmazdı. Teravih vaktine kadar kahvede çay içilirdi.


İftarda ilk günün şerefine yapılan en güzel yemekler olurdu her daim. Masanın baş köşesine her zamanki gibi babaları İbrahim bey oturur sağına abisi Ömer'i soluna annesini alırdı. Sofraya dua ile oturur şükür etmeden kalkmazlardı. Hele ki Ramazan günü o duaları daha da uzar bu mübarek aya kavuşmanın şükrünü daha bir içten ederlerdi. Akşam yemeklerinde tüm aile sofrada olmaya sohbet etmeye özen gösterirdi İbrahim bey. Aileyi bir öğünde de olsa bir arada tutmak için bu şarttı.


"Ömer, bir şey diyeceğim ama bak hemen kızma oğlum e mi? Önce bir düşün hele."


Anneleri Emine hanımın tatlı diliyle başladığı bu muhabbetin gideceği yeri hepsi bildiği için gülmeye başlamışlardı bile. Emine hanım oğlu Ömer'i evlendirmeye torun sahibi olmaya ne kadar meraklıysa, Ömer de evlenmeye şu an bir o kadar uzaktı. Gönlünde biri yoktu ama annesinin bulduğu kızlara da sıcak bakmıyordu.


"Anne açma yine aynı konuları kurban olayım."


Ömer sıkkınlıkla annesini kırmadan konuyu kapatmak istiyordu fakat Emine hanımın konuyu kapatmak gibi bir düşüncesi yoktu.


"Oğlum bir dur hele bir dinle. Bu sefer farklı. Kızı ben gördüm çok güzel bir görsen bir içim su sanki. Uzun boylu, yumuşak huylu, iyi terbiye almış bir kız. Ne var yani bir tanışsan görüşsen?"


"Anne sen beğendin diye bende beğenmek zorunda mıyım? İstemiyorum işte artık zorlamasan mı acaba?"


"Ömer, oğlum yaşın geldi de geçiyor. Askerliğini yaptın, okulunu bitirdin mis gibi avukat oldun daha neyi bekliyorsun be oğlum?"


"Ben sonsuza kadar bekar kalayım demiyorum ki anne. Daha gönlüme göre birini bulamadım diyorum."


"Tamam işte belki bu kız gönlüne göre ne biliyorsun, daha tanımadan etmeden yok diyorsun?"


Emine hanımın, oğlu Ömer'i ikna etmeden konuşmayı bitirmeyeceği belli olmuştu.


"Ne iş yapıyor bu kız? Kaç yaşında?"


Ömer konuyu kapatmak için açık aramaya başlamıştı belli ki.


"Adı Zahide. 24 yaşında pek güzel bir kız. Sessiz, sakin, görgülü, hamarat... Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitmemiş ama kendini de cahil bırakmamış elbet. Pek akıllı bilgili bir kız."


"Çalışmıyor yani."


"Dışarda çalışmıyor ama evde boş oturmuyor sonuçta oğlum."


"Evde bütün gün temizlik, yemek yapıp onunla bununla dedikodu yapacak birini istemiyorum anne. Vaktini boş geçireceğine faydalı bir işe yarasın yani ne var?"


"Ömer, oğlum bak bir tanısan kız çok akıllı bir kız. Hem şu mübarek günde anneni mi kıracaksın oğlum? Ne var yani bir görüşsen şu kızla?"


Ömer'in isteksizliği suratsızlığı her yerden belli olsa da Emine hanımın duygusal yaklaşımı sonucu onaylamak zorunda kalmıştı.


"Tamam anne ama hayır dersem zorlamak yok bak."


"Tamam oğlum tamam."


...


Bu sabah uykuya yenik düşmeden erkenden kalkmıştı Nehir. Öğlen kursa gitmeden önce akşamki iftar için bir kaç hazırlık yapıp öyle yola çıktı. Gönül ve Nazlı ile kursta hem sohbet edip vakit geçiriyorlar hem de dikiş öğreniyorlardı. Daha doğrusu Nehir öğreniyordu. Nazlı ve Gönül baya ilerlemiş kendilerine etekler dikmeye başlamışlardı bile. Nehir dikişten çok nakış işlerini daha çok sevmişti. Ya da verdiği söz yüzünden ona daha çok yönelmişti. O mendil işlenecekti. Peki ya mendile ne işleyecekti? Kursta kızlara baktığı zaman çeşit çeşit çiçekler, şekiller işlemişlerdi. Kimi bir dala kuş kondurmuş, kimi sevdiğinin yanına adını yazmıştı. İyi de Nehir Yiğit'e böyle şeyler işleyip veremezdi sonuçta. Daha ne işleyeceğini düşünecekti. Başına iş çıkarmıştı işte.


Kurs bittikten sonra eve geçmiş son hazırlıklarını yapmıştı. Akşama az bir vakit kala mahallenin meydanında uzun bir masa kurup üzerine sofra bezlerini serdiler. Mahallenin kızları olarak hazır ol da bekleyip büyüklerden gelen komutlarla bir o yana bir bu yana yerleştiriyorlardı yemekleri. Abisi Yağız, erkekler ile ışıklandırmayı yapmaya yardım ediyordu. Babaannesi Hasret hanım ve dedesi Cevat bey yaşlılarla bir köşede oturmuş hiç bir iş yapmadan her işe karışmaya başlamışlardı bile. Buradan bakınca yaşlılık güzel şeydi.


Gönül evden yaptığı yemekleri getirirken baya bir zorlanıyordu. Yağız fark etmiş olacak ki yolda karşılamış, elindeki poşetleri almıştı hemen. Gönül çekinerek başıyla teşekkür edip hızlı adımlarla Nehir ve Nazlı'nın yanına gelmişti. Kimse fark etmemişti belki ama Nehir, abisinin Gönül'ün arkasından attığı o bakışı fark etmişti.


Küçükken abisi onunla ilgilendiği gibi Gönül ile de ilgilenir hatta bu ilgi bazen Nehir'i sinirlendirirdi. Abisini paylaşmak istemez, içten içe hep kıskanırdı. Nehir'in onu kıskandığını anlayan Yağız, Muhammed amcasından kaynaklı ona da göz kulak olduğunu açıklar hemen gönlünü alırdı. Belli ki sebebi sadece Muhammed amcası değildi. "Abimi tenhada sıkıştırmak benim için farz olmuştu." diye içinden geçirdi yine Nehir.


Ezana yakın, bardaklara soğuk sular doldurup kaselere çorbaları eklemeye başlamışlardı. Erkekler masanın bir ucunda kadınlar diğer ucunda ezanı bekliyordu. Ezan okunduktan sonra çocuklar dayanamayıp yemeğe başlamış mahalleli ise Muhammed beyin dua etmesini bekliyordu. Muhammed bey ellerini semaya açınca mahalleli de onunla beraber duaya başlamıştı. Önce Kur'an'dan bir kaç ayet okuyan Muhammed bey uzun uzun dua etmiş güzel dileklerde bulunmuştu.


Yapılan yemeklere bol bol iltifatlar süzülürken Emine teyzesi Nehir'e dolu dolu gözlerle bakarak; "Fidan'ımın yaptığı gibi olmuş aynı. Elinin lezzetini annenden almışsın kızım. Ellerine sağlık."


Emine ezesi kendisi gibi Nehir'i de duygulandırmıştı. Masada Ali beye ve Fidan hanıma dualar göndermişti mahalleli. Yağız ve Nehir topluluk içinde ağlamazlardı fakat söz konusu anne ve babaları olunca ister istemez hüzünlenip biraz ortamdan soyutlanmışlardı.


Yemek boyunca güzel sohbetler edilmişti. Yağız yemek aralarında fırsat buldukça Gönül'e bakıyor ama Gönül'den hiç karşılık görmüyordu.


Yemekten sonra camiye geçen mahalleliye Yağız eşlik etmek yerine eve geçmişti. Nehir'de masaları toplamaya yardım ettikten sonra dönmüştü evine.


...


Hafta sonu olması sebebiyle bugün Nazlı kursa gitmemiş evde vakit geçiriyordu. Bugün en önemli işi Ömer abisinin yanında, Emine hanımın bulduğu kızla görüşmek için gidecekti. Adının Zahide olduğunu öğrendiği yeni gelin adayını ve abisini yalnız bırakmamak için onlara eşlik edip ve tabi tüm olan biteni gelince annesine aktarmak için hazırlandı. Ömer abisi her zamanki gibi gömlek ve pantolon takımıyla hazırlanmış, Nazlı'yı bekliyordu. Çok oyalanmadan abisine eşlik edip çarşıdaki muhallebiciye doğru yol almışlardı.


Muhallebiciye gelip en ücra köşeye geçip her gelen kıza acaba bu mu diyerek bakıyordu Nazlı. Fakat sanki evlenecek olan Nazlı'ymış gibi, Ömer abisi hiç oralı olmuyordu. Ömer uzun boylu, esmer, yakışıklı bir adamdı. Sert duruşu onu taviz vermez, kuralcı biri gibi gösteriyordu. Aslında bir bakıma da öyleydi fakat bu kesinlikle kısıtlama bunaltma noktasında değildi.


"Abi bu kız mı acaba?"


Kapıdan gelen çiçekli elbiseli, uzun kumral saçlı, Emine hanımın anlattığı kadar güzel bir kıza ümitle baktı Nazlı.


"Ben nerden biliyim Nazlı? Karpuz seçer gibi kız mı seçelim burada?"


Ömer de kapıya doğru dönmüş ve kızın da masaya doğru gelmesiyle Zahide denilen kızın o olduğuna emin oldu Nazlı. Ömer abisine dönüp baktığında ise Zahide'ye bir kaç saniyelik bakmış ve gözlerini tekrar yere çevirmişti. Başını kaşıyıp masadan kalmasıyla abisinin bu kızdan etkilendiğini anlamıştı. İçinden "hadi inşallah" diyerek yüzüne bir gülümseme kondurdu.


"Merhaba, Nazlı sensin galiba."


Oldukça utangaç çıkan sesin sahibini rahatlatmak için sevecen bir tavır alıp; "Merhaba. Evet ben Nazlı, sende Zahide abla olmalısın." deyip ona sarıldı.


"Hoş geldin. Ben Ömer." Neyse ki kabalık etmeyip ilk adımı atmıştı abisi de.


"Hoş bulduk. Tanıştığıma memnun oldum."


Zahide çekingen bir gülümseme sunarak Nazlı'nın yanıma oturmuş ve bakışlarını özellikle Ömer'den kaçırmıştı. Ömer abisinin sert tavırlarına zıtlıkla oldukça yumuşak huylu birine benziyordu Zahide. Ömer abisinin masaya söylediği çaylar ve tatlılardan sonra yavaş yavaş konuya girilmeye başlanmıştı. Emine hanımın önceden söylediği bilgileri ayıp olmasın diye tekrar Zahide'den öğrenip Ömer'in de mesleği ve yaşı hakkında bilgiler verilmişti. Vermişti diyorum çünkü Ömer sorma konusunda ne kadar iyi olsa da sorulara cevap verme konusunda oldukça beceriksizdi.


"Neler yapıyorsun peki? Tüm gün evde oturmakla olmaz malum. Yani yanlış anlama elbette okumak şart değil ama boş da durmamalı insan. Evin en küçüğü Nazlı olmasına rağmen o bile evde oturmaz sabahları çocuklara hocalığa, öğlenleri de mahallenin kurslarına gider."


Ömer aslında bunu normal bir soru olarak soruyordu fakat onun bu direkt konuya girme huyu onu sert bir üsluba çeviriyordu.


"Üniversite okumadığım doğru. Bu benim değil ailemin seçimi oldu. Ama ben hiç bir zaman okumayı bırakmadım. Düzenli şekilde okumalar yapıp mahalledeki liseli kızlara gönüllü olarak dersler veririm. Onun dışında evde ördüğüm örgü ve nakış işlerini satıp az da olsa bir gelir sağlıyorum. Sandığınızın aksine evde oturup koca beklemiyorum Ömer bey."


Ömer konuşmanın başında etkilenmiş olsa da bu sert çıkışı beklemediği için şaşırmış ve hatta yanlış anlaşıldığı için üzülmüştü.


"Beni yanlış anladınız. Asla böyle bir ithamda bulunmak istemedim. Kabalık ettiysem kusuruma bakmayın. Ben böyle işleri pek beceremem."


Zahide'nin yumuşayan yüz ifadesi ile Ömer sözüne devam etmiş, kabalığını unutturmaya çalışmıştı.


"Kitap okumanız çok güzel. Bende çok severim okumayı. Tarihe de meraklıyımdır."


Ömer'in konu açmaya çalışması Nazlı'yı oldukça şaşırtmıştı. Belli ki abisi için bu iş tamamdı ama Zahide, Ömer'in sert çıkışı yüzünden vazgeçer miydi onu bilemiyordu.


Konuşmaların gerisinde Ömer konu açmaya çalışırken Zahide biraz daha geri durup Ömer'i tanımaya yönelik sohbete katılmıştı. Ömer, Nazlı ve Zahide ile beraber yola çıkmıştı. Nazlı yine ortada ilerlerken sohbete devam ede ede Zahide'yi mahallesine yakın bir yere bırakmışlardı. Artık adı gibi emindi. Ömer abisi Zahide'yi kesin beğenmişti.


...


İşten çıktığı gibi hızlı adımlarla Muhammed amcasının dükkanına yol alıyordu Yağız. Muhammed amcasının bugün için çağırdığı iftar davetine Yiğit ile birlikte katılacaktı. İbrahim bey iftardan hemen sonra dükkanı açacağı için katılamayacaktı. Ömer abileri ise bir başka arkadaşına verdiği sözü iptal edememişti. İftarı eskiden olduğu gibi Muhammed amcalarının bahçesinde açacaklardı. Gönül'ün yaptığı yemekler ile iftar açmak güzel olurdu elbet Yağız için. Gerçi mahallede iftar verilirken de Gönül'ün elinde gördüğü biber dolmalarını iftarda ağzına üçer beşer tıkmıştı ama bu sefer başkaydı. O zaman mahalleli için yapmıştı yemekleri, bu sefer Yağız için yapacaktı.


Gerçi Gönül için bunun bir farkı var mıydı ki? Ha Yağız, ha mahalleli? Ne fark ederdi ki? Asıl mesele, Yağız için niye fark ediyordu? Gönül neden mahalleye geldiğinden beri aklından çıkmıyordu? Muhammed amcasının dükkanına ne zaman gelse gözü onu arıyordu. Oysa biliyordu Gönül'ün dükkana sık uğramadığını ama bir umut deyip her zaman aynı heyecanla kendini dükkanın kapısında buluyordu. Muhammed ustası bir bilse... "Daha ben bilmiyorum ne olduğunu o nerden bilsin be." Kendi kendine konuşmalarıyla Yiğit'le buluşup Muhammed amcalarına doğru geçmişlerdi.


Muhammed amcası her zamanki gibi sıcak bir karşılamada bulunmuş sofraya oturmadan Yiğit ve Yağız'la sohbete koyulmuştu. Onlar sohbet ederken Gönül elinde sürekli bir şeyler taşıyıp masayı kurmaya başlamıştı. Muhammed amcası yanında olduğu için Gönül'e hiç bakamamış sadece varlığını hissetmişti. Gönül şu an ne sesiyle ne de görüntüsüyle karşısında değildi. Fakat tam içinde gibiydi. Sıcak, yumuşak bir hisle tam kalbinde hissediyordu. Sanki o hep oradaydı ama Yağız onu görmemeyi tercih etmişti gibi. Mecburdu... Annesi, babası, memleketi, arkadaşları derken çok kayıp vermişti. Hiç birinde yıkılmamıştı belki ama içindeki o kızın kaybına inansaydı o zaman yıkılırdı. O yüzden görmemek, ertelemek mecburiyet olmuştu Yağız için. Karşısına çıkana kadar...


"Hadi bakalım gençler ezan okunmak üzere, sofraya geçelim artık."


Muhammed amcasının çağrısıyla sofraya oturmuş ezanı bekliyorlardı. Gönül çeşit çeşit yemek ve salata ile masayı doldurmuş her şeyi ince ayrıntısına kadar ayarlamıştı, masaya dönmemek için. Oysa o da onlarla iftar yapsaydı kötü mü olurdu? Gönül'ün tek başına orucunu açması ne kadar moralini bozsa da belli etmemeye çalıştı Yağız.


Ezanla beraber yaptıkları dualardan sonra çatlayana kadar her şeyin tadına bakmıştı Yağız. Yemekler mi güzeldi, yapandan dolayı mı güzel geldi bilinmez ama her şeyi çok beğenmişti. Önündeki tabakları üst üste dizip bulaşıkları içeri götürmek istedi.


"Zahmet etme oğlum otur. İşten geldin zaten yorgunsun bırak sen."


Yağız'ın toplamasına bakarak Yiğit'te önündeki bardakları almıştı.


"Yok Muhammed amca bir tabak taşımakla ölmeyiz daha ya, ne yaptın sende bizi?"


İşi şakaya vurup bahçeye açılan mutfak kapısına doğru yürüdü. Gönül çoktan yemeğini bitirmiş çay hazırlığına başlamıştı bile. Mutfak tezgahına tabakları koyduktan sonra Gönül'le konuşmak istedi. İşaret dilini unutmuş olacağı aklına geldi ki cesaret edemedi. Başka da çaresi yoktu. Ya şimdi ya hiç deyip ilk adımı attı.


"Nasılsın Gönül. Görüşemedik uzun zamandır."


Gönül şaşırmış şekilde bir kaç saniye Yağız'ın yüzüne baktıktan sonra elleriyle kendini kısaca ifade etmeye çalıştı.


"İyiyim teşekkür ederim, sen nasılsın?"


Gönül'ün cevabını anlayabilmemin mutluluğu ile büyük bir gülümsemede bulundu.


"Çok iyiyim. Baya iyiyim. Baya baya iyiyim ya."


Gönül anladım dercesine kafasını sallamıştı. Heyecandan Yağız'ın dili tutulmuştu, rezil olduğunu düşünmüştü. Olsun be. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsındı. Çok fazla uzatmadan bahçeye geri çıktı. Sonuçta Muhammed amcasına da yanlış yapmak istemiyordu. Gerçi bunda yanlış bir şeyde yoktu ya neyse. Her zamanki geri düşünceler deyip geçiyordu.


Yiğit ve Muhammed amcası teravih namazına camiye doğru yol alırken Yağız yorgun olduğunu söyleyip eve geçti. Babaannesi ve dedesi çay içerken, Nehir odasında plaklardan birini dinliyordu. Plaktan gelen o şarkıyla aklına Gönül'ün düşmesi bir oldu. Sırtını duvara yaslayarak o düşe engel olmadı. Plak çaldı, Yağız düşledi.


Yıllar sonra rastladım, çocukluk sevgilime


O aşina bakışlar, içimi deldi yine


O bakış ki götürür, beni yıllarca geri


Hatıramda canlandı, ilk aşkımın günleri


O bakış ki götürür, beni yıllarca geri


Hatıramda canlandı, ilk aşkımın günleri


Gelmez o günler, dönmez o günler


Mazide kaldı hep


Verilen ilk mektuplar, ilk yeminler, ilk sözler


Mazimde kanatlandı, içimi yakan gözler


Anladım gelmez geri, o çocukluk günleri


Bir bakış ki, o kadar, yaşadım mazim kadar.


Anladım dönmez geri, o çocukluk günleri


Bir bakış ki, o kadar, yaşadım mazim kadar.


Gelmez o günler, dönmez o günler


Mazide kaldı hep


...


Yarım yamalak uyuduğu uykusuna son verip uyanmayı tercih etti. Hava henüz aydınlanmamış, güneş doğmamıştı. Bugün bayram sabahıydı. Abisi ve dedesi Cevat bey sabah namazından gelene kadar onlar için bayram başlamazdı. Bayramı eve getiren evin erkeği olurdu. Sabah namazı ile camide toplanan cemaat önce kendisi bayramlaşır sonra bayramı evlerine getirirdi. Babasının her bayram sabahı cebinde çikolata ile gelmesine alışan Nehir, dedesi ve abisinin sessizce gelişini bir türlü içine yediremezdi.


Annesinin yaptığı bayram çörekleri sofrada eksik, babasının mendile sardığı bayram harçlığı ise abisi tarafından verilirdi. Bayram sabahları abisiyle ilk işi mezarlıkta anne ve babalarını ziyaret etmek olsa da bu sene İzmir'de oldukları için ayrı geçen ilk bayramları olacaktı. Ayrılalı yıllar olmuştu ama mezarlarından da ayrılmak varmış kaderde.


Oysa şimdi bir mezar başında olsa, içini doyasıya dökse, o mezar taşına sarılsa belki bir nebze içindeki şu sızı dinerdi. Ara sıra yazdığı defteri çıkarıp içindekileri dökmek istedi.


"Baba, sana sarılamadığım için, artık kendi başımın çaresine bakmak zorunda olduğum için korkuyorum. Geceleri susadığım zaman karşı odadan bağırarak su istemek yerine kendi suyumu kendim alıyorum. Kimseyle konuşamadığım için sürekli müzik dinliyorum ve ağlıyorum. Baba, en çok bayramlarda yokluğunu hissediyorum.


Annem, gittiğinden beri her kış aylarında muhakkak üşütüyorum. Son ördüğün hırka küçük geldiği için giyemiyorum, elinin değmediği hırkayı giymek istemediğim için bütün kışı hasta geçiriyorum. En sevdiğim yemek olan mantıyı sen gittiğinden beri yemiyorum. Çünkü senin yaptığın gibi güzel yapamıyorum. Her zaman dağınık çalışıyorum çünkü arkamı toplamayı henüz öğrenememiştim senden. Üstelik bayram olmasına rağmen baklava açamıyorum.


Anne... Ben her geçen gün biraz daha yarım kalıyorum."


Gidecek bir mezarı yoktu belki ama elinde tuttuğu siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Babasının yeni yıkattığı taksisinin önünde annesi bir tarafta babası bir tarafta durmuş, abisi babasının yanında dirseği ile arabaya dayanarak poz verirken Nehir'i kaputun üstüne oturtmuşlardı. Elinden annesi tutuyor düşmesin diye. Uzun uzun baktı fotoğrafa. Özlemi hiç ama hiç dinmedi.


Özlemek; insanın içini çürüten garip bir hastalıktı. İnsan uzaktaki sevdiğini özlerdi, arkadaşını, eşini, çocuğunu... Ama bir ölüyü özlemek; vazgeçilmez bir bağımlılıktı. Hiç kavuşamayacağını bilmenin umutsuzluğu damarlarında hissettiği akışkan bir alevin sızısı gibiydi. Bayram sabahları bu sızı acıya dönüşür, ilk gün ki tazeliğine bürünürdü.


...


Abisi ve dedesinin eve gelmesiyle bayramlaşmış, kahvaltılarını yapmışlardı. Cevat bey ve Hasret hanım büyük olduğu için gelen gideni evde karşılayacaklardı. Çayı hazırlayıp dünden yaptığı şekerpareleri bir kaç tabağa hazır olacak şekilde ayarlamıştı Nehir. Abisiyle mahallede büyüklere gidip el öpmeye başlamışlardı.


Muhammed amcalarının evine geldiklerinde abisinin çocuksu heyecanına şahit oluyordu Nehir. Kapıyı açan Gönül'ün bayramını kutlayıp içeri geçtiler. Muhammed amcalarının elini öpüp Gönül'ün getirdiği tatlıları yemeye başladılar.


"Eline sağlık Gönül çok güzel olmuş valla. Ben beceremediğim için şekerpare yaptım. Bana da öğret bir ara bu işin sırrını ya."


Gönül hemen mahcup olmuş teşekkür etmişti. Bugün fark ettiği bir şey vardıysa o da Gönül'ün de abisine attığı alttan kısa bakışlardı.


...


En sona bıraktıkları İbrahim amcaların evine gelmişlerdi. Herkesle teker teker bayramlaşıp hal hatır faslına geçiş yaptılar. Yağız ve Yiğit eskiye göre daha iyi anlaşıyorlardı. Kendi aralarında siyasetten konuşmamaya özen gösterdikleri için fazla sorun yaşanmıyordu. Nazlı ile mutfağa geçip bir yandan bulaşıkları yıkayıp bir yandan sohbete başladı Nehir. Nazlı, Ömer abisi ve yeni gelin adayını uzun uzun anlatıyordu. Belli ki o da pek sevmişti müstakbel yengesini.


"Ama görmen lazımdı Nehir. Ömer abim birden süt dükmüş kediye döndü. Kız kalkıp gidecek diye nasıl korktuysa artık birden 180 derece dönüverdi."


"Güzel miydi kız?" merakla nasıl biri olduğunu sordu.


"Güzelde laf mı? Çok güzeldi. Annemde tabi beğenmiş. Kızın on parmağında on marifet. Abim buldu böylesini kaçırmasın bir zahmet yani."


Emine teyzesi belli ki becerikli, hanım hanım gelinler istiyordu kendine.


"Nazlı, anneme bir bak."


Yiğit'in Nazlı'yı çağırmasıyla düşüncelerinden çıktı Nehir. Yiğit'i görmesiyle aklına verdiği söz gelmişti.


"Yiğit abi."


Gideceği sırada adını duymasıyla geri döndü fakat içeri girmedi Yiğit. Kapının girişinde Nehir'in konuşmasını bekledi.


"Efendim küçük hanım."


Nehir, Yağız'ın ona taktığı bu sıfata göz devirip çantasından işlediği mendili çıkardı. İşi inada bindirince kısa sürede öğrenip hemen hazırlamıştı mendili. İlk zaman ne işleyeceğine karar veremeyince onun seveceğini düşünerek beyaz mendilin bir köşesine kırmızı ay yıldız işlerken diğer köşesine siyah üç hilal işlemişti. Abisi görmesin diye yatağın altına saklayarak bitirdiği mendili büyük bir heyecanla Yiğit'e doğru uzattı.


Yiğit bir Nehir'e bir mendile baktı ve gözlerini daha fazla açarak; "Bunu sen mi yaptın?" dedi.


Ne yani benden hala beklemiyor muydu böyle şeyler, diye yüzü asıldı Nehir'in. Nehir'in alındığını fark ederek; "Bu çok güzel olmuş. İstesem yaptıramazdım böyle. Gerçekten çok güzel. Eline sağlık."


"Beğendin mi gerçekten? Yapabilmiş miyim?"


Nehir'in bu çocuksu tavrına karşılık Yiğit yere bakarak gülmüştü. Güldüğü zaman hafifçe belli olan gamzesini kirli sakalları saklıyordu.


"Hem de çok güzel yapmışsın. Sen kazandın belli ki. Ben yanılmışım."


"Sana söylemiştim. Küçük hanım demezsin artık büyüdüğümü kabullendiğine göre?"


Kendinden emin şekilde duruşunu dikleştirmişti. Yağız'ın, Nehir'in yaptığı her hangi bir şeyi beğenmesi ona gurur vermişti.


"Olur demem."


"Yalnız abim bir mendile üç hilal işlediğimi öğrenirse kendisi de özgün bir işlemeyi alnımın ortasına yapar. Bilmem anlatabildim mi Yiğit abi?"


Yiğit gülerek başını sallayıp mendili ceketinin iç cebine güzelce katlayıp koymuştu. Kalbine denk gelecek şekilde koyduğu mendile öylece bakakalmıştı Nehir. Arkasını dönüp gideceği sırada; "Madem ben sana küçük hanım demiyorum sende o zaman abi deme Nehir. Eşit sayılalım olur mu?" dedi Yiğit.


Ne diyeceğini bilemeyerek "hı hı" deyip onaylarca ses vermişti Nehir. Adıyla seslenmesi nerdeyse imkansızdı. En iyisi hiç bir şey dememekti. Kendi içinde bile adını yalnız telaffuz edişi kalp ritmini hızlandırırken seslice söylemek kim bilir Nehir'i ne hale sokardı?


Loading...
0%