Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm - Yusufçuk

@maveradabiryazar

 Nisan 1980

"Bakışlarında suçluluğu ve mahcubiyeti aynı an da taşıyan çocuklardık. Gün içinde sokaklarda yaramazlığımız eksik olmazdı fakat kırdığımız her cam için, bağırıp uyandırdığımız her yaşlı için, kirlettiğimiz her kapı önü için cebimizde bir tutam mahcubiyet taşırdık. Paşa paşa önce kavgamızı eder, sonra birbirimizden özür dilerdik. Çünkü bilirdik; kavga insanlıktan, kin tutmak şeytanlıktan gelirdi.

İçimizde damla damla biriken hayallerimiz olurdu. Kimimiz futbolcu, kimimiz artist, kimimiz doktor, öğretmen... Hepimiz bir mesleğin hayalini kurardık. Bu bize doğuştan gelen bir genetik değil, toplumdan gelen bir aşılama olmuştu. İnsan olmak için ne bir meslek gerekti ne de makam. Fakat bize hedef diye konulan, her daim saygı görmek istediğimiz makamlar olmuştu. Unutmuştuk, saygının makama değil insana ait olduğunu.

Mahallede geçen bir çocukluk bir çok anıyı da getirir beraberinde. Ah bir top için ağlaya ağlaya kavga ettiğim arkadaşlarım... Şimdi ne bir top için kavga edecek halim var ne de karşınızda ağlayacak cesaretim. Üstelik ağlarken tırmandığım dut ağacına da çıkamam artık. Boyumun uzaması bu ağaca çıkmamı kolaylaştırması gerekirken nasıl da zora bindiriyordu işi. Ne çok severdim bu dut ağacını. Mevsimi geldiğinde kalabalık içinde gerdiğimiz muşambaya sallanan ağaçtan düşen dutları toplar, daha eve götüremeden bitirirdik. O yüzdendir bahçemizde dut ağacı varken dolabımızda hiç dut olmayışı.

Fasulyeden sayılmayı kabul etmeyen, fakat her ebelendiğinde mızıkçılık çıkaran çocuklardır. Tırnaklarımız her daim toprakla dolu, sırtlarımız terli olurdu. Bir gün son kez bu mahallede oyun oynadık ve bunu hiç fark etmedik.

Hayat, fark etmeden geride bıraktıklarımızmış. Bunu her kaybımda biraz daha öğrendim. Anne ve babamdan sonra babaannemi de kaybetmenin yası kalbimde büyük bir ağırlığa sebep oluyordu.

İnsan ne kadar büyürse büyüsün dizine yatacak birini arıyordu işte. Bu muhtaçlık; yedirmeye, giydirmeye benzer bir muhtaçlık değildi. İnsan en çok sevgiye muhtaçtı. Her geçen gün esiri olduğum bu muhtaçlık beni korkutuyordu.

Ne yaşadıklarımı geçiştirecek kadar çocuk Nehir'im artık, ne de kaybettiklerimle yaşamayı öğrenecek kadar olgun. Öyle bir araftayım işte."

Nehir, günlerdir biriktirdiklerini defterine yazmanın ferahlığı ile yatağına uzandı. Nehir'i artık ağlamak dahi rahatlatmıyordu. İçinde boğuştuğu bu hisler ile aylardır mücadele ediyordu. Fakat geçen ay kaybettiği babaannesi Hasret hanımın da yokluğu ile iyice dibe vurmuş hissediyordu kendini.

Bir sabah dedesi Cevat bey, hanımı Hasret hanımı namaza kaldıramamış ve uykusunda Rabbine kavuştuğunu anlamışlardı. Bu evden çıkan ilk cenaze değildi Hasret hanım. Evin renkli duvarları bile artık ondan bu kasvetli hali ayıramıyordu.

Hasret hanımın beklenmeyen ölümü evdeki herkesi etkilese de Cevat bey en çok etkilenen isim olmuştu. Değil yılları, ömrü Hasret hanımla beraber geçmişti. Gençliğin tatlı heyecanı, yaşlılığın hüznü, her şeyi beraber yaşamışlardı. Evlendikleri andan beri bir gece olsun tek uyumayan Cevat bey, yatağında ki bu boşluğu uzun uzun izliyor ama yine de ağzından tek bir isyan cümlesi çıkmıyordu. İnandığı o kavuşma gününü bekliyor ve o an için amelleriyle hazırlığını yapıyordu.

Yağız ise dedesi kadar soğuk kanlı olamamıştı. Yaşının ona sunduğu o toyluk ve yersiz öfke ile çevresine ve dahi kendisine bile saldırıya geçmişti. Nişanlanmasıyla uzak durduğu siyasi faaliyetlerine herkesten gizli katılmaya başlamış, Gönül dışında da herkese kendini kapatmaya başlamıştı. Nehir ile, Yiğit mevzusunu öğrendiğinden beri araları açılmıştı fakat babaannesinin cenazesinde her şeyi bir süreliğine rafa kaldırarak kardeşine desteğini sağlamıştı.

Yiğit de Yağız gibi öfkesini kusacak yeri politikanın içinde bulmuştu. Akşamları dahi eve gelmiyor geç saatlere kadar, sokaklarda sloganlar yazan komünistlerin peşinde koşuyor, onların yazdıklarını silip kendi sloganlarını yazıyorlardı. Ya geceleri devriye gezen bekçiler ve polislerden kaçıyorlardı, ya da sabah yazdıkları yazılarının esnaf ve mahalleli tarafından silinmelerini izliyorlardı. Girdikleri bu kısır döngü içinde hiç kimse mutlu ve memnun değildi. Ülke her geçen gün daha da karışıyor her bir yandan çatışma haberleri, ölü sayıları geliyordu. Ülkede iki değil bir çok grup vardı ve baş edilmesi neredeyse imkansız bir hal almıştı. Kimi kendi partisini başta görmek istiyordu kimi ise bu karışıklığın sadece askeri düzen ile son bulacağını düşünüyordu.

Yiğit artık ne Nehir ile ne de Yağız ile görüşüyordu. Cenazenin ilk haftası Yağız'ın yanında olmuş baş sağlığı dilemişti fakat ilerisine ne Yağız izin vermiş ne de Yiğit istemişti. Aileleri ortadaki bu gerilmenin sebebini tahmin ediyor fakat konuyu açmıyorlardı.

Yiğit ve Yağız, birbirlerinden habersiz çıktıkları yolda istikametleri ustaları Muhammed beyin dükkanı olmuştu. Dükkanın bulunduğu sokağın iki ayrı ucunda birbirlerini gördüklerinde birinin çekilmesi beklenirken ikisi de geri durmak yerine daha dik bir duruş ile ilerlemişlerdi. Keskin bakışları birbirini bulurken dükkanın önünde yolları kesişti. Yiğit, Yağız'dan çekinmediğini gösteriyor Yağız'da Yiğit'e göz dağı vermeye kalkıyordu. İkisi de savaşmaya hazır bir ordu komutanı gibi dikilirken, Muhammed usta kapıda dikilen bu iki delikanlıyı fark ederek çoktan araya girmişti bile.

"Ooo hoş geldiniz çocuklar."

  "Hoş buldum usta." 

"Selamın aleyküm usta." Yiğit'in verdiği selamı alarak içeri davet etti Muhammed bey.

İçeri girdikleri andan beri gerginlikleri her şekilde belli olan bu çocukluk arkadaşları birbirinden uzaklığını hem fiziken hem de ruhen kanıtlıyorlardı. Dükkanın iki ayrı ucunda oyalanarak sessizce Muhammed beyin getirdiği çayları beklediler.

"Çayı da yeni demlemiştim gençler, nasip sizinle içmekmiş bak."

Masaya bırakılan çayları alıp birbirlerinden uzak köşelere oturdular. Muhammed bey bu gerginliğin tabi ki farkındaydı fakat onları barıştıracak bir hamle demek şu an uyuyan bir yanardağını uyandırmak demekti.

"Dükkan nasıl gidiyor usta? Yoruluyor musun?"

Yiğit, buraya ustasını ziyaret edip hatırını sormak için gelmişti. Bir an önce ufak bir hal hatır sohbeti yapıp çıkmak niyetindeydi. Sonuç olarak, Yağız artık ustasının damadıydı ve konuşacak konuları daha aileviydi.

"İyi çok şükür Yiğit'im. Yorulmadan olur mu hiç? Dinlenmek anca mezarda."

Bu bir yakınma değildi asla. Muhammed bey, hemen hemen her gün cümlelerinin arasında ölümü hatırlatıyordu kendisine.

Çayları eşliğinde Muhammed usta, Yiğit ile sohbet ediyordu. Yağız'a yönelttiği bir kaç soru ile onu da sohbete dahil etmeye çalışsa da, Yağız bir iki kelimeden fazla etmiyor köşesinde sessizce bekliyordu.

"Yağız gibi gelsene sende oğlum tekrar, telkari öğrenmeye. Hem çocukluktan kalan bilgin de var."

Yaklaşık on beş gündür sık sık geliyordu dükkana Yağız. Çocukluğunda ki gibi ustasına çıraklık yapıyor, telkari işçiliğini en başından öğrenmeye çalışıyordu. Amacı bunu meslek edinmek değildi. Düğün günü, Gönül'e özel bir hediye hazırlamak istiyordu.

Yiğit, bir kaç ay önce gelseydi bu teklif kabul ederdi fakat Yağız ile olan durumları buna hiç müsait değildi.

"Vaktim yok usta sağ olasın."

"Yiğit bir tek hilal işlemesi bilir usta, boşver."

Yağız, ima ettiği hilal işlemeli mendil ile Yiğit'e laf çarpınca zaten gergin olan ortam iyice gerildi.

"Biz o hilali nakış nakış kalbimize işledik. Sizin gibi dilden dile dolamadık."

Yiğit, Yağız'a karşı sessiz kalmamış meydan okur gibi karşılık vermişti. İkisi de bir kaç dakika önce sakince otururken şimdi ayaklanmış laf dalaşına girmişlerdi.

"Bırak bu delikanlı, ağır abi ayaklarını Yiğit, senin ne olduğunu da gördük."

  "Neymişim lan ben?"

Sesleri yükselen bu genç adamları susturan, Muhammed beyin masaya vurması olmuştu. Ustalarını, sayılı gördükleri şu sinir anında kavga etmeyi bırakmışlardı. Ustaları kolay kolay öfkelenmezdi kaldı ki bu öfkeyi onlara yansıttığı da hiç olmamıştı, Gönül mevzusunda dahi. Ama bu sefer vurduğu masanın sesi ile irkilmişler sevdikleri bu adamı öfkelendirmenin mahcupluğunu hissetmişlerdi.

"Neyin kavgasını veriyorsunuz oğlum siz?"

Muhammed bey, bakışlarını bir Yiğit'te bir Yağız'da gezdiriyordu. Her daim tartışan bu ikili, artık sınırı aşmış kopma noktasına gelmişlerdi. Belki geçmişlerdi bile.

"Siz bir parça ekmeği bile bölüşen çocuklardınız, şimdi neyi paylaşamadınız oğlum? Biriniz düşse diğeri ayağa kaldırırdı. Şimdi çelmeyi birbirinize takar olmuşsunuz. Hatırlıyorum oğlum, daha kısa pantolonlarınızla top oynarken bile ayrı takımlara düşmemek için aldım verdimi bile karşılıklı yapmazdınız siz. Şimdi yan yana gelmeye korkar oldunuz. Ne bu kin? İnsan düşmanına böyle öfkelenmez, kaldı ki siz kardeş sayılırsınız. Babalarınız sizin adınızı bile bir koydu birbirinize benzemeseniz bile ortak bir noktanız olsun diye."

Hayal kırıklığı ile bakarak devam etti ustaları.

  "Yağız Efe." 

  "Yiğit Efe."

İsimlerini söylerken, teker teker gözlerinin içine bakmıştı.

"Öfkenizin, birbirinize olan sevinizden daha ağır basmasına niye müsaade ediyorsunuz? Ne olacak? Bana da anlatın bu kavganın sonunda ne olacak? Kim galip olacak? Mağlup olana ne olacak?"

Muhammed usta, netliğini ses tonu ile ifade etmişti.

"Bir daha karşımda bu hale gelmeyin. Gelecekseniz de kapım size kapalıdır. Haberiniz olsun."

Muhammed bey, boşalan bardakları alarak içeri geçmiş ortamın sakinliği için hem kendisine hem de gençlere zaman tanımıştı. Bir kaç dakika sessiz kalan ortama Muhammed usta tekrar dönünce ikisi de özürlerini sunarak teker teker dükkanı terk ettiler, farklı zamanlarda gelmek üzere.

...

Aylar geçip giderken, peşinden insanları olduğu kadar, olayları da büyütmüştü. Her geçen dakika da ülkenin farklı şehirlerinde farklı eylemler düzenleniyordu. Sokaklar her zamankinden daha tehlikeli olurken, okullar da siyaset yuvaları olmuştu. Her akşam haberlerde çatışma haberleri ile beraber mahallede de huzursuzluklar başlamıştı. Önceden her görüşün beraber huzurla yaşadığı, muhabbet ettiği şu mahalle de komşular bile birbirlerine küsmüştü. Kitap okurken bile dikkat etmek gerekirdi. Yasaklı yayınlar demek hapis demekti. İnsanların fikirlerini bir kutuya hapsetmek, ya da insanı hapsetmek. İkisi de aynı şeydi.

Yiğit, yazın gelmesi ile kahvede daha fazla vakit geçirmeye başlamıştı. Yiğit'in burada olmasından sebep, ocakta ki arkadaşları da bu kahveye gelince kahveleri ülkücülerin olarak algılanır olmuştu. İbrahim bey, bu konudan dolayı Yiğit'e ne kadar uyarıda bulunsa da Yiğit her geçen gün daha laf dinlemez olmuştu. Siyaset ile iç içe olan kahveler sürekli silahlı gruplar tarafından taranıyordu. Siyasete bulaşmayan kahve de yok denecek kadar azdı zaten. Dükkan sahibi, karşı bile olsa çevrede ki toplulukların sahiplenişi ile kahve o gruba aitmiş gibi davranılıyordu.

Yazla beraber nihayet mezuniyet zamanı da gelmişti. Yağız ve Yiğit, mezun oldukları gibi iş arayışına girmişlerdi. İkisinin de tek duası aynı yere atanmamak konusundaydı. Atamaları beklerken Yiğit, babasına yardım etmiş, Yağız da fabrikada tam zamanlı çalışmıştı. Gerçi işe başlar başlamaz grevlere katılmış sayılırdı. Grevler eskisinden daha uzun sürer olmuştu.

Temmuz ayında aldıkları haber ile atama yerlerini öğrenmişlerdi. Yağız, sevemediği köyü Erzurum'u şimdi oldukça istiyordu. Dedesi Cevat bey, zaten Hasret hanımın yokluğu ile daha fazla çökerken bir de onu peşi sıra sürüklemek zor olacaktı. Memleketi, dedesine bir nebze de olsa iyi gelecekti. Nehir de pek tabi abisi ile gelecekti. Bu sefer köyde tek başına değil Gönül ile olacaktı. Hem evleri de vardı. Eskiydi kabul ama Yağız kazandığı para ile çok daha güzelini yapardı. Gönül'ün elinin değdiği bahçe zaten güzelleşirdi.

Yiğit ise, Van'ın ücra bir köyünün lisesinde öğretmenlik yapacaktı. Tek başına. Ailesini, bilmediği bu şehre sürüklemesi imkansızdı. Üstelik Zahide yengesi de bir bebek bekliyordu. Kendisi tek başına da üstesinden gelirdi. Tek korkusu Nehir'di. Daha önce de ayrıydılar yıllarca. Fakat bu kez başkaydı. Aralarında şehirler kadar, kırgınlıklar da vardı. Yağız'da giderken Nehir'i götürürdü. Hatta belki evlendirirdi orada.

Nehir her akşam olduğu gibi penceresinin önündeydi. Perdesinin ardından, beklediği yüzü görene kadar içeri girmedi. Aylardır hiç konuşmasa da beklemekten vazgeçmemişti hiç Yiğit'i. Penceresi ve çiçekleri şahitti bu bekleyişe. Ne abisiyle arası iyiydi Nehir'in ne de Yiğit'le. Nazlı ve Gönül ile de eskisi kadar görüşmüyordu artık. İçine kapanıp kendi dünyasında yaşar olmuştu. Buna yaşamak denirse tabi.

Abisi ve Gönül'ün düğünleri oldukça yaklaşmıştı. Nehir, abisi için mutluydu fakat kendini mutlu edecek hiç bir sebep bulamıyordu.

Yaslandığı pencerede iyice uykusu gelmişti. Yiğit henüz gelmediği için uyumamak için kendisini zorladı. Siyaset kavgaları artık sokaklara inmişti. Her iki grupta sokakları tutmaya ve sahiplenmeye başlamıştı. Ülkücüler, komünistlere geçit vermiyordu tuttuğu sokaklarda. Aynı şekilde komünistler de ülkücülere. Artık yumruklar, yerini silahlara bırakırken, slogan sesleri de mermi sesleriyle değiş tokuş halindeydi. Artık uğruna göze aldıkları sebepleri unutmuşlar, zafere ulaşmak amacı gütmüşlerdi. Yiğit ve Yağız da geceleri oldukça geç gelir olmuşlardı. Farklı sokaklar da olsalar da karşılaşma ihtimalleri Nehir'i korkutuyordu. Birbirlerine bir zarar verecek olmaları aslında en büyük zararın Nehir'e dokunması olacaktı.

Sokağın köşesinde beliren gölge ile üzerinde ki uyku halini bir köşeye atarak pencereye daha da yaklaştı. Perdesini aralayarak baktı köşeye. Odasının ışığı kapalı olduğu için rahattı, dikkat çekmiyordu. Yiğit'i gördüğü gibi rahat bir nefes aldı. Bu gece de çok şükür sağ salim evine varmıştı. Penceresinin kenarında gizlice Yiğit'i izledi. Oldukça yorgun ve mutsuz görünüyordu. Yiğit'i gülerken görmeyeli oldukça uzun zaman olmuştu. İçi burularak Yiğit'in eve girmesini izledi. Eve giren Yiğit'ten bakışlarını çekerken, bakışları bu defa karşısında ki pencereden ona gülümseyerek bakan Emine ezesine takıldı. Yiğit'i bekleyen tek kişi Nehir değildi. Emine ezesine yakalanmasının utancı ile gözlerini indirip içeri girdi. Ellerini yüzüne kapatarak sessizce ağladı. Bu ağlayış onu rahatlatmak yerine daha da üzüyordu. Uzaktan sevmeyi öğreneli çok olmuştu fakat öğrenmesi bu yükü hafifletmiyordu.

  Ağustos 1980

Gönül, etrafında türkü söyleyerek dönen mahallede ki arkadaşlarına baktı. Kimisi ile çok yakındı kimisi ile sadece tanıdıktı ama hepsini severdi Gönül. Söylenen türküler ile sessiz sessiz kırmızı örtüsü altında ağladı.

"Babamım bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa açsa da gelse
Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse
Uçanda kuşlara malum olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı
Ben köyümü özledim"

Nazlı, kına tepsisini taşırken, Nehir biraz daha ağır kalarak abisini tek başına temsil etmişti. Emine hanım, Gönül'ün ellerine kına yakmak için eğildiğinde annesi yerine kendisi uzatmıştı adeti gereği altını.

Nehir, annesinin yapması gereken görevi babaannesinin de yokluğu ile tek başına yapmanın sorumluluğu altında ezilirken; Gönül annesinin yokluğunu en çok hissettiği şu an da göz yaşlarına hakim olamıyordu. Birbirlerini yine en iyi kendileri anlıyorlardı.

Gönül, avuçlarına Emine hanımın yaktığı kınaya baktı. Gelinin eline kına yakması, hayatını eşine adayacağı anlamına gelirdi. Gönül, Yağız'a değil gelin olmak kurban olmaya da razıydı. Fakat arkasında bırakacağı babasına içi eziliyordu. Yağız bir kaç yıl sonra atama ile tekrar İzmir'e döneceğini söylese de içinde ki bu ayrılık acısı sönmüyordu.

Günün geri kalanında Gönül'ün, bahçesinde yapılan kına gecesinde eğlenilmişti. Eğlenir gibi yapan iki kişiyi ise tahmin etmek zor değildi; Nehir ve Gönül. Mutlulardı; ama eksiklerdi.

Ertesi günü düğün hazırlıkları başlamıştı. Bu akşam meydanda düğünleri olacaktı Gönül ve Yağız'ın. Sabah erkenden kalkıp hazırlıklara başlamışlardı. Nehir, dünden götürdüğü eşyaları ile Gönül'ün yanında hazırlanıyordu. Önce Gönül'ü hazırlamaya başladılar Nazlı ile beraber. Gönül, dikiş kursunda ki ablalarının da desteği ile kendi gelinliğini kendisi dikmişti. Tesettürüne önem vererek diktiği gelinliği sade ve şıktı her zaman ki gibi. Baş örtüsü parlak bir kumaş olsa da sade duruşu ile oldukça uyumluydu. Duvağını taktıktan sonra hazır olan Gönül'e arkadaşları iç geçirerek baktılar. Nazlı'nın umut ile baktığı gelinliğe, Nehir umutsuzluk ile bakıyordu. Yiğit ile kavuşma umudunu çoktan kaybetmişti. Önce ayrılık, kavgalar ve şimdi farklı şehirlerin olması bu umutsuzluk ateşini harlıyordu.

Davul ve zurna seslerinin ardından Nazlı'nın "geldiler geldiler" bağırışları ile gülüştüler. Muhammed bey, kızlardan da müsaade alarak odaya girdi. Elinde, Gönül'ün beline bağlanmayı bekleyen kırmızı kuşağı vardı. Muhammed bey, dualar ederek kuşağı bağlarken Gönül çoktan göz yaşlarını akıtmıştı. Kızının alnından öperken, Muhammed beyinde gözleri dolmuştu.

"Ah benim zümrüt gözlü kızım. Demek gelin oldun ha?"

Muhammed bey, kızının ellerini avuçlarına alarak öptü.

"Rabbim bu dünyada herkese bir imtihan verir. Çeşit çeşit yük yükler. En büyük yükü de onu taşıyacak imana sahiplere verir. Yaşamadım ama bilirim en büyük imtihanın evlat olduğunu. Allah'ın en sevgilisi (sav) dahi bu imtihanla sınanmıştır. Allah göstermesin bir evladın ölümü, anne babayı derinden sarsar. Ama isyanı var ya o isyanı o daha beterdir. Sarsmakla kalmaz; yıkar, yok eder. Rabbime binlerce kez şükürler olsun ki sen bana bu dünyada imtihan olarak değil, armağan olarak geldin."

Gönül, babasından duyduğu bu tatlı sözlerle dayanamamış hıçkırıklarını da salmıştı. Muhammed bey sessizce göz yaşı dökerken, Gönül'ün göz yaşlarını siliyordu.

"Evlilik imanın yarısıdır, bilirsin. Yağız'ın imanına vesile olmak belki de senin elindedir kim bilir?"

Gönül, babasının ona vadettiği umuda gülüyor sessizce babasını dinliyordu.

"Evlilere neden karı koca denir bilir misin?"

Gönül, babasının sorusuna kafasını hayır anlamında salladı. Bilse dahi babasından dinlemek isterdi ya neyse.

"Çünkü koca; bilge demektir, yüce demektir. Bilgelik ve yücelik de dağ kelimesine çıkar. Dünyanın en yüce dağı da olsa üzerinde karı olmadı mı o dağ eksiktir. Karlı dağların türküleri nasıl dilden dile yayılır sanırsın? Şimdikiler, kibar kibar eş derler. Eş is benzer demektir. İnsan, bir insanı kendine benzediği için sever mi? Sen de Yağız'a eş olma, benzemeye çalışma kızım. Onun eksik olan dağının karı ol. Kar, temizlik demektir. Sende temiz ol ki kalbini yumuşatabilesin."

Baba kız birbirlerine gülümsediler. Gönül önce babasının elini öptü, daha sonra babasının koluna girerek bahçeye doğru ilerledi.

Yağız, dedesi ile beraber Muhammed beyin bahçelerinde bekliyordu. Üzerinde ki damatlık onu ne kadar sıksa da oldukça mutluydu içinde. Önce imam nikahlarını kıyacaklardı, sonra kiraladığı düğün arabası ile konvoy yapıp meydana geçeceklerdi.

Yağız, kapıdan çıkan beyazlar içinde ki sevdiği kızı gördü. Dünya bir kaç saniyeliğine dursa da kalbi tezatlık göstererek atışlarını hızlandırdı. İstemeden kalbine götürdüğü elini bir süre indiremedi. Kavuşmaya bu kadar yakınken ölmekten korktu.

Gönül, her zaman ki çekingenliği ile bakışlarını indirmiş, kuğu gibi süzülerek damadının yanında yerini almıştı. İkisi de şimdi heyecanlarını ortaya çıkarmışlardı. Gönül utanmaktan Yağız'a bakamazken, Yağız çevresinde ki herkesi unutarak sadece Gönül'ü izliyordu.

"Kıyalım artık nikahı geç kalıyoruz."

Etraftaki hareketlilik ile bahçe masasına oturdular. İmam nikahlarını, dedesi Cevat bey kıyacaktı. Şahitler ise İbrahim bey ve Ömer olsa da aslında bahçede ki herkes bu ana şahit oluyordu.

Önce dualar edilmiş, evlilik hakkında kısa bir kaç öğüt verilmişti. Cevat bey, Gönül'e dönerek mehir olarak ne istediğini sordu. Gönül'ün sessizliği bu defa verecek bir cevabı olmadığındandı.

  "Mehir ne dede?"

Cevat bey, İslam'dan oldukça uzak kalan torununa öfkeyle baksa da düğün günü tartışmak istememişti. Muhammed bey araya girerek duruma müdahale etti.

"Hükmen orta bir yol bulasın Cevat bey. Fazlasına gerek yoktur."

Yağız, boş gözlerle dedesine baksa da kimsenin şu an ona bir cevap vermeye niyeti yoktu. Cevat bey mehir kısmını atlattıktan sonra artık soru kısmına geçmişti. Gönül'e dönerek bir besmele çekti ve devam etti.

"Allahü teâlânın emri, Peygamber efendimizin sünneti, amelde mezhebimizin imamı olan İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretlerinin ictihadı ve hazır olan Müslümanların şahitlikleriyle, mehrin karşılığında, Ali oğlu Yağız'ı kocalığa kabul ettin mi?"

Gönül, terleyen ellerini dizlerine sürdü. Bir süre sessiz kalması Yağız'a, işaret diliyle konuşmak istediğini düşündürtse de Gönül kısık çıkan sesi ile cevap verdi.

  "Ettim." 

Üç kere üst üste cevapladığı bu soruya, sesiyle karşılık vermesi Yağız'ı oldukça mutlu etmişti. Cevat bey bu sefer Yağız'a dönerek sordu.

"Muhammed kızı Gönül'ü, bildirilen mehr-i müeccel ve mehr-i muaccel ile hanımlığa kabul ettin mi?"

Yağız, anlamadığı bu terimler ile ilgilenmedi. "Hanımlığa kabul" kısmı onun için yetmişti. Gönül gibi kısık sesle değil, büyük bir gururla net sesiyle verdi cevabını.

  "Ettim." 

Nikahın ardından tekrar dualar edilmiş arabalara binilmişti. İzmir sahilinde bir konvoyun ardından meydana gelinmişti.

Yaz olmasından dolayı hava tam kararmamıştı. Yine de tüm mahalleyi aydınlatıyordu süslü ışıklandırmalar. Meydanda dizilen sandalyeler ve mahalleli ile, düğün başlamıştı. Fazla kalabalık olmayan bu insan topluluğunda oyun havaları çalınıyor, herkes bir gülümseme ile ortada oynuyordu. Gönül, masasında oturarak onun için toplanan insanların tebriklerini, dualarını alıyordu.

Nehir, her daim Gönül'ün yanında ihtiyaçları için didinirken Yiğit uzaktan bir yabancı gibi kardeşi bildiği adamın mutluluğunu izliyordu. Onu sahilde bulduğu o geceyi hatırladı. Gönül'ün onu belirsizlik içerisinde bıraktığı için, içip içip bankta ağladığı geceyi. Yağız'ın göremeyeceği bir tebessüm sundu. Ne olursa olsun Yağız bu mutluluğu hak etmişti. Ya kendisi? Cebine attığında avuçlarına aldığı mendili sıkarak Nehir'i aradı bakışları. Her zaman ki gibi çok güzeldi. Fakat durgundu Nehir, eksikti. Yiğit, bunu görebiliyordu fakat elinden bir şey gelmiyordu. Zaten iki üç hafta içinde de artık bu şehirden gidiyordu. Yiğit'in yolu Van'a, Nehir'in ki ise Erzurum'a çıkıyordu. Bu Nehir'i son görüşleri olsa da ondan kalan bir hatırası vardı hem daim sığındığı.

Saatler fazla ilerlememişti fakat bir kaç sokak öteden gelen mermi sesleri ile düğün meydanı kargaşa halini almıştı. Çığlıklar yükselip, davetliler kaçışmıştı. Yağız, duyduğu sesler ile Gönül'ü korumaya alırken bir yandan da gözü Nehir'i arıyordu.

  "Nehir." 

Bağırarak gelmesini beklediği cevabı dinledi. Kaçışan mahalleli ile etrafını göremiyor, bir yandan Gönül'ü korumaya çalışırken bir yandan kardeşine sesleniyordu.

  "Nehir." 

Yiğit'in göz hapsinde olan Nehir'e ise, Yağız'dan önce Yiğit yetişmişti. Mermi seslerinden korkan Nehir, etrafına bakıp istemsizce çökerken Yiğit kolundan tutup onu kahveye sokmuştu.

  "Eğ kafanı." 

Mermi seslerinin devam etmesi ile Nehir'i güveli bir yerde sakladıktan sonra kahveden çıkarak ailesini aradı Yiğit. Babası da, Yiğit gibi düşünerek etraftakileri dükkana sürüklüyordu. Muhammed ustasına, Gönül'ü teslim ettikten sonra Yağız, Nehir'i tüm meydanda aramaya başladı.

  "Nehir." 

Yağız'ın bağırışlarına cevap veren ise Yiğit oldu.

"Yağız. Gel buraya. Herkes kahvede, Nehir'de."

Yağız, Yiğit'e hesap sormanın sırası olmadığını bilecek kadar kendindeydi. Yiğit ile beraber hızla kahveye geçtiler. Yağız, Gönül'ü babasının yanında bulurken gözleri hala Nehir'i arıyordu.

  "Abi." 

Kendisine yönelen kardeşini gördükten sonra rahat bir nefes alıp kardeşinin kokusunu içine çekti. Dedesini de ustasıyla gönderdiği için herkesin iyi olduğuna emin oldu. Düğün günü, komünistler ile polisler arasında geçen bir çatışma ile mahvolmuştu fakat kimsenin bir zarar görmemesi tek tesellileriydi.

Düğün erken bitmiş, herkes evlerine dağılmıştı. Öyle ki meydanı toparlama işini bile yarına bırakmışlardı. Polisler büyük bir uyarı vererek herkesi evlerine göndermişti.

Evlerine geldiklerinde sağ ayağı ve besmelesi ile içeri girdi Gönül. Çeyizi henüz kendi evindeydi. Kıyafetleri dışında bir şey getirmemişti. Çünkü burada kısa bir süre kalıp Erzurum'a yerleşeceklerdi. Nehir, bu süre zarfında salonda kalan kişi olacaktı. Odasını abisi ve yengesine seve seve vermişti. Dedesi ne kadar odasını Nehir'e vermek istese de dedesinin artan bel ağrılarından dolayı Nehir bunu kabul etmemişti. Öncesinden boşalttığı odasındaki eşyaların bir kısmını dedesinin odasına bir kısmını da salonda ki divanların altına koymuştu.

Günün yorgunluğu ile herkes uykuya kendini teslim etmişti. Gönül şükür namazı için Yağız'dan zaman isterken ,Yağız sessizce mutfakta oyalanıyordu. Düğünün sonu ne kadar kötü bitse de şu an olmak istediği andaydı. Yeterli geleceğini düşündüğü zamandan sonra sessiz adımlar ile odanın kapısına vararak yavaşça kapıya vurdu. Gönül, heyecanın verdiği telaş ile ellerini saçlarına attı. Siyah uzun saçlarını gelinliğinin üzerine attıktan sonra Yağız'a gelebileceğini söyledi.

Yağız, hafif araladığı kapı ile bakışlarını Gönül'e çevirdi. Fark etmeden tuttuğu nefesi ile yavaş adımlarla içeri girip kapıyı kapattı. Yıllar önce örgülü gördüğü bu saçları, şimdi yeşil gözlerinin uyumu ile tekrar görüyordu. Uzun zaman sonra farkında olmadan söylediği sözcüklere şaşırmayı sonraya bıraktı.

"Çok şükür Allah'ım."

Yağız, büyülenmiş gibi Gönül'den bakışlarını uzun süre çekemedi. Herkesten sakındığı ama kendisi için özel olan sevdiğinin saçlarına dokundu. Onun için uzun süredir uğraştığı telkari işi hediyeyi hatırladı. Ustasının yardımıyla aylarca uğraşıp Gönül için gümüşten bir toka yaptı.

Önceden hazırladığı kutuyu koyduğu yerden çıkartıp tekrar Gönül'ün karşısına geçti. Gönül, çekingen bakışlarını kutuya çevirerek her geline takılan yüz görümlüğünü bekledi. Genelde altın bir kolye olan yüz görümlüğünde asla gözü yoktu, kaldı ki duvağını bile onu beklemeden çıkarmıştı.

Kutunun açılması ile içerisinden çıkan Yusufçuk tokasına büyük bir hayranlık ile baktı. Yağız, Gönül'ün yüzünde ki hayranlığı görünce mutlu oldu.

"Efsanelere göre; Yusufçuk, ölümsüz aşkı ve tek eşli bir hayatı simgeliyormuş. Sana daha değerli şeyler almak isterdim fakat anlamlı bir şey olsun istedim. Seni severek geçirdiğim her saniyem şahit olsun ki seni sevmeyi nefes almak bilicem. Gerekirse nefesimden vazgeçicem ama senden vazgeçmicem, karıcım."

Gönül, yaşaran gözleri ile sevdiği adama baktı.

"Bende ne olursa olsun senden vazgeçmicem. Söz veriyorum. Hem bu dünyada hem de ahirette, Rabbimden istediğim tek kişi sen olacaksın."


Loading...
0%