Yeni Üyelik
30.
Bölüm

12. Bölüm - Tekfur'un Kızı

@maveradabiryazar

Media: Tuğrul Bey ve Prenses Nora

1 haftalık aradan sonra merhabaaaa. Sizi bekletmeme değecek kadar uzun bir bölüm ile geldimmm. Günlük sayfa sayısı not edenler içim söyleyeyim, 32 sayfa.

Oy ve yorumlarınızı bekliyorum. Kitap hakkında fikirlerinizi de oldukça merak ediyorum. Satır arası yorumlarda buluşalımmm.

 

 

Gökbey sabahın en erken saatlerinde çıktığı yolda göl kıyısına ulaşmıştı. Sabaha kadar gözüne uyku girmeyince güneşi beklemeden soluğu yollarda almıştı. Her daim hazır bekleyen alpleri de peşinden gelmişti elbet. Koskoca ormanda bir anahtarı bulmak ne kadar zor olsa da Gökbey'in başka çıkar yolu yoktu. Kayıp anahtar bir an önce bulunup Orhan Bey'e teslim edilmeliydi. Bu şekilde Mehpare'nin de güvenliğini sağlayabilirdi.

"Koskoca ormanda nasıl bulalım biz bu anahtarı be gardaşlarım?"

Doğan Alp, uykusundan ayılamamanın verdiği huysuzluk ve alışık olmadığı görevi ile boş boğaz kesilmişti. Diğerlerinin de ondan farkı yoktu ama çekindikleri Gökbey'den sebep seslerini çıkaramıyorlardı.

"Ne o Avcı? Hani iz sürmek de senden iyisi yok idi?"

Deli Dumrul'un belli ki kafasını dağıtmak için Doğan Alp'e takılma vakti gelmişti. Doğan Alp her zamanki gibi sessiz kalmayarak karşılık verdi Dumrul'a.

"Yoktur elbet. Amma anahtarın izi sürülür mü hiç?"

"Doğru dersin Doğan'ım. İmdi karşımda onlarca kefere olsaydı işimiz daha kolay olurdu. Hiç değilse ne edeceğimizi bilirdik."

Gürbüz Alp'in de Doğan'a hak vermesi ile konuşma uzamadı. Atlarını göl kenarında sulayıp, ağaçlara bağladıktan sonra etrafı aramaya başladılar. Mehpare'yi ilk gördükleri o kaya dibinden başlayarak her taşın altına baka baka ilerlediler. Diğerlerinin hiç umudu yoktu fakat Gökbey başka bir seçenek sunmuyordu kendisine. O anahtar sadece Mehpare'nin değil, Gökbey'in de çıkış biletiydi.

... 

Mehpare, uyandığından beri anasının yamacındaydı. Aşlarını yedikten sonra ana kız otağdan çıkmayıp, beraber vakit geçiriyorlardı. Mehpare elinde tuttuğu aynadan kendisini izliyordu. Ayna asla net değildi, bulanıktı fakat iş görür haldeydi. Anası Hafsa Hatun bir yandan kızının ipek saçlarını tarıyor bir yandan da onunla sohbet ediyordu. Genç kız yıllardır ilk kez saçına değen başka bir el ile önce irkilse de teslim olduktan sonra büyük bir vuslata ermiş gibiydi. Sanki saçları, ona değen bu elleri hasretle kucaklıyordu.

"Sen daha bebekken de böyle idi saçların. Öyle gür, öyle kabarıktı ki canıma okurdun tarayana kadar."

Mehpare anasının küçük kızı olduğunu hissederek şımarmıştı. Saçları düzenli bir hal alsa da Hafsa Hatun taramayı bırakmıyordu. Ahşap tarağı, gül suyu ile dolu bir tasa daldırıp tekrar kızın saçlarıyla buluşturuyordu. Gül kokusu saçlarına yayılan genç kız adeta mest oluyordu bu hal karşısında.

"Ana, kime benzerdim ben küçükken?"

"Sen kimseye benzemezdin ki kızım. Bambaşkaydın sen."

Mehpare, çocukluğunu hatırlamak istiyor, bunun içinde sürekli geçmişi kurcalıyordu. Fakat bu konuşmaların annesini üzdüğünü görünce sessiz kalmayı tercih etti. Çok kısa bir süre sonra Günçiçek de karıştı aralarına.

"Kıskanırım ama artık. Beni iş var diye gönderip, baş başa ana kız mı kalırsınız siz?"

Günçiçek'in alınır gibi çıkan sesine gülümsediler. Mehpare, yanlarına gelen kız kardeşinin yanaklarından sıkarak annesine dönüp elindeki tarağı aldı. Hafsa Hatun'un eli boşalınca bir dizine Mehpare yattı, diğer dizine de Günçiçek. Hafsa Hatun iki kızını birden dolu gözlerle izliyor, saçlarını okşuyordu. Yılların hasreti bitecek gibi değildi. Hayatlarından kopan uzun yıllar vardı.

"Ah benim ana kuzularım, kokunuzu bir ömür içime çeksem doymam size."

Mehpare, gördüğü bu ilgiden oldukça memnundu. Sevilmek ne demek yeni yeni öğreniyordu belki de.

"Oğullarından artık bizi de gözün görür olmuş anam."

Günçiçek, ağabeylerini tatlı tatlı kıskanır, bunu dile getirmekten de hiç çekinmezdi. Yaşının verdiği bir hareket olan kıskanma duygusu zarar verici düzeyde değildi genç kızda. O daha çok anasına takılmak için kullanırdı bu durumu.

"Başlama yine Günçiçek. Ben hepinizi severim kızım."

"Ben derim ki, yavaştan şu oğullarını baş göz et de ilgimiz daha fazla pay olmasın."

Günçiçek, anasına takılırken Hafsa Hatun ciddi bir konunun başındaymış gibi kendisini düzeltti.

"Ah bir edebilsem..."

Mehpare, ağabeylerinin evlenecek olmasını düşününce bir garip hissetti. Onları daha yeni bulmuştu ve başkasıyla paylaşma düşüncesini sevmemişti. Sonra Çağrı ağabeyi ve Gülayşe Hatun'u düşününce çocuksu düşüncesinden vazgeçti. Çok isterdi ikisini bir arada görmeyi fakat obaların durumu buna engeldi. Tuğrul ağabeyi hakkında bir şey bilmediği için sessiz kaldı. Sabah onu güler yüzle karşılamıştı Tuğrul ağabeyi. Her geçen gün daha bir cana yakın oluyordu genç kıza karşı. Çağrı ağabeyinin dediklerini hatırlayınca Tuğrul ağabeyine karşı sevgisi daha bir çoğalıyordu.

Tuğrul Bey ise obanın etrafında günlük tedbirini alarak alpleriyle beraber geziyordu. Yıllar sonra gelen kız kardeşini korumak onun en şerefli görevlerinden biriydi. Küçük yaşta ağabeylik sıfatını kazandıran kardeşi Mehpare'nin yokluğunu yıllarca hissetmişti Tuğrul Bey. Kardeşiyle beraber elinden ağabeyliği de alınmıştı. Yıllar sonra Günçiçek ile tekrar ağabeylik sıfatını kazansa da açılan ilk yara kapanmamıştı. Şimdi o yarayı kapatmak için bir fırsatı vardı ve onu iyi değerlendirmeliydi. Bir daha genç kızın kaybolmasına, ağabeyliğinin elinden alınmasına izin vermemeliydi.

Zeyrek Obası'nın uzun ovasını alpleriyle gezen Tuğrul Bey atlarını sulamak için bir dere kenarında durdu. Atını sulayıp bağladıktan sonra sıvadığı kolları ile soğuk havayı umursamadan yüzüne su çarptı. Kış bitmek üzereydi. Karlar erimiş, ağaçlar yavaş yavaş canlanmaya başlamıştı. Tuğrul Bey, alpleriyle beraber dere kenarında dinlenmeye koyuldu. Vakit öğlen olmuş, obaya dönüş vakti gelmişti. Uzaklardan gelen bir çığlık sesi ile yerinden doğrulup, sesin geldiği yönü bulmaya çalıştı. Duyduğu tek bir kadın çığlığıydı. Fakat oldukça güçlü ve derinden bir çığlıktı.

"Hayde alpler."

Atlarına atlayarak sesin geldiği yöne doğru dört nala at sürdüler. Tuğrul Bey ne ile karşılaşacağını bilmese de her şeye hazırlıklıydı. Çığlık sesi bir daha gelmemişti fakat atları ilerledikçe birkaç bağırış ve kılıç sesi işitmişlerdi. Tuğrul Bey, biraz daha yaklaştıktan sonra alpleri ile beraber atlarından indiler. Sessiz adımlarla ilerleyerek sesin geldiği yönü bulup olanları gizlice izlediler. 7 kişilik askeri grubun kıyafetlerinden Bizanslı olduğu anlaşılıyordu. Küçük grup bir şeyin etrafında toplanmıştı.

"Bizi daha fazla zorlamayın Prenses, aldığımız emir sizi götürmek yönünde. Ya güzelce sözümüzü dinler gelirsiniz ya da babanıza sizi zorla götürmemizin açıklamasını siz yaparsınız."

Tuğrul Bey, gelen Bizans askerlerinin kız kardeşi için burada olmadığını anlayıp rahatlamıştı. Zaten bu kadar az kişinin obaya girip kardeşine ulaşacak olması mantıklı olmazdı.

"Sizinle hiçbir yere gelmiyorum. Sizin de babamın da canı cehenneme."

Tuğrul Bey, biraz önce duyduğu çığlık sesinin sahibinin kim olduğunu anlamıştı. Askerler genç kızın etrafında duvar örmüş, adeta silahlanmışlardı. Bir hatun için 7 asker, erliğe yakışmazdı. Askerlerden biri, yere eğilip genç kızı sarsarak kaldırınca Tuğrul Bey hiç düşünmeden atıldı meydana.

"Bir kere de yiğitlikte göreyim sizi be!"

Tuğrul Bey, karşıdan bir cevap dahi alamayınca birbirlerine bakan askerlerin arasına kılıcı ile daldı. Alpleri de onunla beraber kılıçlarına davranmış, Bizans askerlerini tek tek yere sermişlerdi. Tuğrul Bey, sona bıraktığı biraz önce genç kızı sarsan askere yavaşça yaklaştı.

"Ne istersiniz hatundan? Neden buralarda gezersiniz?"

Korkudan titreyerek geri geri sürünen asker kekeleyerek cevapladı Tuğrul Bey'i.

"Biz sadece emir için gelmiştik."

Adamın daha fazla konuşmasına bile fırsat vermeden kılıcını kaldırarak başını gövdesinden ayırdı. Belli ki adamların Mehpare'den haberleri bile yoktu. Geliş amaçları gerçekten de arkasındaki hatundu. Tuğrul Bey, geriye dönüp biraz önce sesini işittiği hatunu buldu. Gözleri hatunu tek seferde bulmuştu ama adımları olduğu yere mıhlanmış gibiydi. Ne ileri adım atabildi ne de geri. Böyle bir güzelliği ömrü hayatı boyunca ilk defa görmüştü. Çekik gözleri ve siyah saçları ile genç kız farkında olmadan büyülemişti Tuğrul Bey'i. Yerden destek alarak kalkan kızın hıçkırığı ile toparladı kendisini. Korkudan ağlayan genç kız karşısındaki adamları inceledi. Ona dikkatle bakan mavi gözlerde biraz daha uzun kaldı bakışları. Mavi gözlerin sahibi güven vererek konuştu genç kıza karşı.

"İyi misin?"

Genç kız konuşmak yerine baş hareketiyle cevap vermişti.

"Kimsin sen?"

Tuğrul Bey, karşısındaki hatunu sorgularken sesini istemsizce yumuşattı. Zaten korkmuş olan kızı daha fazla ürkütmek istemiyordu.

"Ben Prenses Nora. Sitavya Kalesi Tekfur'u Nicolas'ın kızıyım."

Tuğrul Bey, karşısındakinin prenses olmasına şaşırmamıştı. Kendisi söylemese de güzelliğinden, duruşundan, kıyafetlerinden belli oluyordu. Fakat anlamadığı neden bu hâlde oluşuydu.

"Madem Tekfur'un kızısın, ne isterler senden? Bunlar da sizin askerleriniz mi?"

"Babamın askerleri. Beni babama geri götürmek için peşimdeydiler."

"Ne diye kaçarsın babandan?"

Genç kız, onu sorguya çeken adamların karşısında korkuyla titriyordu. Elbet sormak onların en doğal hakkıydı. Fakat düştüğü bu durumdan memnun değildi Nora. Cevap vermek zorunda hissetse de ne demesi gerektiğini seçemiyordu.

"Nereye gidecektin peki?"

"Yakınlarda bir Türk obası varmış. Beyi merhametli biriymiş, ona sığınmaktan başka çarem yok."

Tuğrul Bey, bir yandan prensesi daha fazla görebilmek için bu obanın kendi obaları olmalarını istiyor bir yandan da şu anda Bizans ile kızışacak bir ortamdan kız kardeşi için çekiniyordu.

"Hangi obaymış bu?"

"Zeyrek, Zeyrek Obası. Mahmut Bey pek merhametli bir Türk Bey'iymiş. Belki bana da merhamet eder."

Tuğrul Bey, gurur ve sevinçle kaldırdığı başıyla Prenses Nora'ya gülümsedi.

"O vakit gidelim. Obamız uzak değildir."

"Siz de Zeyrek Obası'ndan mısınız?"

Tuğrul Bey onaylar bir ses ile başını sallayıp alplerine atlar için işaret verdi. Gelen atlara binen alpleri izledi Nora. İlk defa kalesi dışına çıkmış, Türkler ile karşılaşmıştı. Bunun sebebi maalesef babasıydı. Tuğrul Bey, prensese elini uzattı. Prenses Nora, uzatılan eli tutarak Tuğrul Bey'in arkasında yerini aldı. Zırhından tutunarak destek alan prenses korkuyla yola çıktı. Tuğrul Bey, alpleri ile at üstünde ilerlerken ona tutunan küçük elleri hissediyordu. Kızın güzelliği aklını başından almıştı. İlk defa bir hatundan gözlerini ayıramaz olmuş, yüreğinin hareketlerini hissetmişti.

Obaya varana kadar terler içinde kalmıştı Tuğrul Bey. Kış günü bedeni alev alev yanmış, bir çift çekik gözde köz olmuştu. Ara sıra bakışları kızın küçük ellerine kayıyor, titreyen elleri sarıp sarmalamak istiyordu. Düşüncelerini bir köşeye atması gerektiğini biliyordu. Karşısındaki bir Bizans Prensesi'ydi. Bizanslı birine asla bu duyguları besleyemezdi. Kendisine defalarca bunu hatırlatıp yolu tamamladı.

Obaya gelir gelmez attan inip, Prenses Nora'yı da indirdi. Prenses, geldiği obayı incelerken şaşkınlığını gizleyemedi. Bir kalenin içinde doğmuş, büyümüştü. Bu çadırları daha önce duysa da hiç görmemişti.

"Sen burada bekleyesin hatun."

Tuğrul Bey, prensesi Bey otağının önünde bıraktıktan sonra babasına haber vermek için içeri girdi. Mahmut Bey, ağabeyi Çağrı Bey ile bir konu hakkında konuşuyordu. Tuğrul Bey'in gelişi ile ona döndüler.

"Hoş gelmişsin oğul."

"Hoş buldum beyim. Destur verirsen bir misafirimiz vardır."

"Hayır olsun, kimdir?"

Tuğrul Bey, olanları en başından anlatmıştı. Babasının hiçbir zaman yardım isteyene sırt dönmediğini biliyordu. Prensesin hâli de malumdu, yardıma ihtiyacı vardı.

"Bizans Tekfur'u ile karşılaşmak bizim için şu an iyi olmaz. Lakin bize sığınanı, bizden merhamet isteyeni de geri çeviremeyiz. Anan ile konuşasın, misafirhaneyi Prenses için hazırlasınlar. Temkinli olmakta fayda var, misafirhanenin başına iki alp koyasın. Her hareketi takip edilsin."

"Buyruk senindir beyim."

Tuğrul Bey, almak istediği cevabı alır almaz otağdan çıkıp Prenses Nora'nın yanına geldi. Prenses hala etrafını incelemekle meşguldü. Ona doğru gelen adamla bakışlarını sabitlemiş alacağı cevabı beklemişti.

"Beyimizin müsaadesi ile obamızın misafirisin Prenses Nora. Seni anam Hafsa Hatun'a götürdükten sonra, seninle ilgilenirler merak etmeyesin."

"Teşekkür ederim Türk Bey'i. Beni kurtaran Türk Bey'inin adını bilmek isterim."

Prenses Nora'nın gülümseyen yüzü ve edalı sesiyle Tuğrul Bey kendinden geçti. Şimdiye kadar hiçbir hatundan böylesi bir yakınlık görmemişti. Türk kızları her zaman er kişiye karşı mesafeli olurlardı. Olması gereken buydu fakat prensesin ona olan yakın tavırları da karşı koyulmaz şekilde içine çekiyordu.

"Mahmut Bey oğlu Tuğrul Bey."

Prenses Nora, tahmin ettiği gibi bey oğlu olduğunu anladığı adama gülümsedi. Zarif bir baş hareketi ile memnuniyetini gösterip sessizce yol gösterilmesini bekledi. Tuğrul Bey, öne doğru uzattığı eli ile prensese yol açıp, kilimhaneye doğru adımladılar. Kısacık yolun bitmemesi için koca bünyesine zıt attığı küçük adımlar saniyeler ile yarışır gibiydi.

"Babandan ne diye kaçtığını hala söylemedin Prenses?"

"Babam merhametsiz bir Bizans komutanıdır. Bizi de onun askerleri gibi emir vermekten, kullanmaktan çekinmez. Yıllardan beri çektiğim eziyetler son isteği ile ben de kendi yerini bitirdi Türk Bey'i."

Tuğrul Bey, prensesin söylediklerini tam olarak anlayamıyordu. Bir baba, kızına ne kadar merhametsiz olabilirdi ki?

"Ne istedi ki baban senden?"

"O'nun işine gelen, tıpkı ona benzeyen bir Bizans komutanı ile evlenmemi istedi. Babamın cehenneminden kurtulup başka bir cehenneme gideceğime kaçmayı tercih ettim."

Tuğrul Bey şimdi öfkelenmişti işte. Sırf kendi işine geliyor diye kızını merhametsiz bir adama, üstelik istemediği bir adama nasıl verirdi. Bu kızın başkası ile evlenme ihtimali Tuğrul Bey'i öfkelendirdi.

"İyi yapmışsın."

Tuğrul Bey'in hiddetle çıkan sesi ile adımları hızlanmıştı. Prenses de ona ayak uydurarak kilimhaneye kadar vardılar. Tuğrul Bey kilimhaneye girmeden evvel kız kardeşlerini gördü. Mehpare ve Günçiçek ellerinde bir kazan ile kuyu başındaydı.

"Kolay gelsin hele hatunlar."

"Sağ olasın ağabey."

Mehpare ve Günçiçek, Tuğrul ağabeylerinin sesi ile ona dönmüş, yanında gördükleri genç kız ile yerlerinde kalmışlardı. Mehpare, buraya geldiğinden beri ilk defa tesettürsüz bir hatun görmenin şaşkınlığını yaşıyordu. Bu güzel kızın kim olduğunu merak ederek ağabeyine doğru döndü.

"Hoş gelmişsiniz ağabey."

"Hoş bulduk bacım, misafirimiz vardır. Prenses Nora, babamın izniyle obamızda kalacak. Siz ilgilenesiniz ihtiyaçlarıyla. Bende varıp anama gideyim."

Tuğrul Bey'in adımları kilimhaneye varıp Hafsa Hatun'a ulaşırken, ardındaki kızlar da tanışmaya başlamışlardı. Hafsa Hatun'un, oğlundan aldığı haber ayaklanmasına sebep olmuştu. Gerekli hazırlıklar için hatunlara emirler verdikten sonra prenses ile o da tanışmıştı. Prenses Nora oldukça güler yüzlü, zarif bir genç kızdı. Babasının zulmünden kaçması da obadakilerin ona sıcak davranmasına sebep oluyordu. Tuğrul Bey ise babasının dediğini yapıp iki alpi görevlendirdi. Oba zaten fazlasıyla temkinliydi.

... 

Havanın kararması ile dönüş yoluna çıktılar. Gökbey ve alpleri saatlerce anahtarı aramış olsalar da bir iz bulamamışlardı. Koskoca ormanda anahtar aramak öyle kolay değildi. Fakat Gökbey bu anahtarı bulmak zorundaydı. Obaya girer girmez kendisini babasının karşısında buldu. Yol boyu aklında tek bir fikir vardı ve onu babasına açması gerekiyordu.

"Selamın aleyküm beyim."

"Aleyküm selam Gökbey. Hâline bakılırsa emaneti bulamadın, ha?"

"Maalesef beyim. Orman büyük, anahtar küçük..."

"Ne yapacaksın peki?"

Gökbey, sertleşmiş sakallarını sıvazlayarak babasına konuyu nasıl açacağını düşündü. Oğuz Bey'in bu konudaki sınırları oldukça netti.

"Baba, eğer müsaaden varsa daha kolay bir yolu var."

"Neymiş o yol?"

"Mehpare Hatun."

Oğuz Bey'in bakışları sertleşmiş, duruşu dikleşmişti. Aklına gelen düşünceleri oğlunun dile getirmesinden çekinerek devam etmesini bekledi.

"Anahtarı nerede kaybettiğini Mehpare Hatun bilir. Eğer onunla beraber ararsam ormanda..."

"Gökbey!"

Gökbey'in cümlesi devam etmeden Oğuz Bey adeta kükremişti. Zeyrek Obası'nın kızıydı artık Mehpare Hatun ve ona göre davranması gerekiyordu. Fakat şu an başka çaresi de yoktu.

"Baba, sende farkındasın başka bir yolu olmadığının. Mehpare Hatun'un yardımına ihtiyacım var o anahtarı bulmak için."

"Olmaz. Başka bir yol bul."

"Ne yapayım baba? Karış karış toprak mı arayayım?"

Oğuz Bey de farkındaydı olanların fakat Zeyrek Obası ile olan durumları da ortadaydı. Gökbey'in isteği oldukça mantıklıydı ama karşı tarafın bunu kabul etmesi imkansızdı.

"İzin ver baba, hiç değilse gidip Mahmut Bey'e bir sorayım, izin isteyeyim. Sonuçta kızının güvenliği söz konusu."

Oğuz Bey, derin bir nefes alarak kısa bir müddet düşündü.

"Yarın sabah varırsın Zeyrek Obası'na. Mahmut Bey'in izni olmazsa eğer tek bir ısrarın dahi olmasın Gökbey. Giderken bacılarından birini de yanına alasın. Eğer olur da izin verirse aramalarda tek kalmasın Mehpare."

Gökbey almak istediği cevabı alınca gülümseyip elini göğsüne vurdu.

"Buyruk senindir beyim. Sağ olasın."

Gökbey'in güler yüzünün sebebi bir kez daha Mehpare'yi görecek olmasındandı. Genç kızın gözlerine hasret kaldığı günleri günden saymaz olmuştu. Peşine düştüğü anahtarı bahane ederek genç kıza giden bir yol açmıştı kendisine. Otağdan uzaklaşırken Deli Dumrul'u görüp yarın için hazır olmalarını söylemişti.

Gökbey otağına geçip bacılarından birini aramaya koyuldu. Şeyma Hatun evli ve çocuklu olduğu için onu götürmesi uygun olmazdı. Eslem Hatun veya Gülayşe Hatun genç kızla daha iyi anlaşırdı. Otağa girdiğinde Eslem'i bulamayıp Gülayşe'ye hazır olmasını söyledi. Gökbey hazırlığını görmek için gitmişti fakat Gülayşe Hatun yarın Zeyrek Obası'na gideceğini duyduğundan beri heyecandan ortalıkta dolaşıyordu. Çağrı Bey'i görecek olmanın sevinci ile hazırlığını yapmaya koyuldu.

Eslem Hatun havanın kararmasına bile aldırış etmeden, talimhanede vakit geçiriyordu. Uzun zamandır aklı bir karış havada olduğu için çadırdaki tahta kılıçlar, oklar her şey birbirine girmişti. Çocuklarla geç saate kadar talim yaptıktan sonra çadırı toparlamaya koyulup vakti akşam etti.

Sancar Alp, görevinden döner dönmez talimhaneye gelip genç kızı görme umuduyla oradan ayrılmadı. Fakat Eslem Hatun inat eder gibi bir an olsun dahi çadırdan çıkmayıp yüzünü Sancar Alp'e göstermedi. Havanın kararması ile mecburen beklemek zorunda kaldı. Otağına gidene kadar gizlice izlemek niyetindeydi genç kızı.

Eslem Hatun, ağrıyan beli ile artık işlere son verip çadırdan çıktı. Vaktin epey geç olduğunu fark eder etmez hızlı adımlarla otağına doğru yol alacaktı ki onu izleyen bir çift ile göz göze geldi. Sancar Alp'in görevde olduğunu bildiği için çadırdan hiç çıkmamıştı Eslem Hatun. Ona bakan gözleri umursamadan adımlarını biraz daha yavaşlatarak ilerlemeye devam etti. Sancar Alp, genç kızı mor bir kaftanın içinde görünce tekrar öfkelendi. Tüm gün burada değildi ve Eslem Hatun fazlasıyla güzel olarak talimhanede akşama kadar vakit geçirmişti. Kıskançlık damarlarını kesip atmak istese de her zamanki gibi diline hâkim olamadı.

"Vakitten haberin yoktur herhâlde."

Eslem Hatun'un adımları durmuş, içinden sevinç nidaları koparsa da yüzüne ciddiyet oturtarak Sancar Alp'e doğru döndü.

"Hayırdır Sancar Alp? Yine ne derdin vardır?"

"Derdim karşımdadır."

Sancar Alp'in kısa ama derin cümlesi Eslem Hatun'u bir süre sessizliğe itti. Genç kızın hızlanan kalbi konuşmasını zorlasa da engel olamadı.

"Sen beni ne için dert edersin Sancar?"

Sancar Alp aldığı cevap ile ne dediğini yeni fark etti. Açık açık kızı önemsediğini belli etmişti. Eski Sancar Alp olsa durumu buradan çevirir "yok öyle şey" deyip kaçardı. Fakat ne Sancar Alp eskisi kadar vurdum duymazdı ne de karşısındaki hatun eskisi gibi sessizdi.

"Sen ne için bu kılıkta dolaşırsın Eslem Hatun?"

"Ne varmış kılığımda? Obanın tüm hatunları böyle giyinir Sancar Alp, yeni mi fark edersin?"

"Obanın hatunlarıyla değil, seninle ilgilenirim Eslem Hatun. Bu hâlde gezdiğin yetmezmiş gibi bir de bu vakte kadar talimhanede kalırsın."

Eslem Hatun duyduklarıyla serseme dönmüştü. Genç kızla ilgilendiğini itiraf eden sözlerine Sancar Alp de şaşırmıştı fakat olan olsun artık düşüncesi ile geri adım atmamıştı.

"Benimle ilgili hiçbir şey seni ilgilendirmez Sancar Alp. Ağabeyim değilsin, yavuklum hiç değilsin."

"Olurum belki."

Sancar Alp'in değişen tavırları genç kızı şaşırtsa da alacağı intikamdan da geri durmuyordu.

"Yıllar önce imkânsız olduğunu sen söylememiş miydin Sancar? Şimdi hiç boşuna nefesini tüketme. Ben artık o imkansızda kaldım."

Eslem Hatun, geçmişin yükünü boşalttığı gibi adımlarını hızlandırarak uzaklaşmaya başladı. Sancar Alp'in dilinden dökülen ilk itiraflar genç kızın yüreğine bahar havası katmıştı. Şimdiye kadar imkânsız olduğunu düşündüğü bir aşkta esir olan Eslem Hatun'du. Fakat işler değişmiş imkânsız aşkın esiri Sancar Alp olmuştu.

... 

Mehpare, kız kardeşi Günçiçek ve misafirleri Prenses Nora ile obada dolaşıp en son talimhanede ok atışı yapıyorlardı. Daha doğrusu Mehpare ve Günçiçek oklarını hedefe atıyor, Prenses Nora onları izliyordu.

"Sen de denemek ister misin Nora?"

Mehpare, her zamanki gibi sıcak kanlılığı ile çoktan samimiyetini kurmuştu yeni tanıştığı prensesle. Nora da tıpkı onun gibi sıcak kanlı biriydi. Üstelik anlattıkları ile Mehpare'nin ona ilgisini çekmişti.

Prenses Nora, Bizans Tekfur'unun dördüncü kızıymış. Yıllarca bir erkek evlat bekleyen babası, eşinin son doğumunda da kız çocuk doğurduğunu öğrenince vicdansız bir adama dönüşmüş. Doğumdan hemen sonra prensesin annesini öldüren adam, genç kızı da kalede hapsetmiş. Yıllarca kaleden dışarıya dahi çıkmayan bu prenses ne acılara katlanmış. Babasının sevgisizliği bile eziyet olarak yeterken, bir de doğduğundan beri bir sığıntı gibi kaldığı kalede bir başınaymış. Ablaları da aynı eziyetleri yaşayıp yıllarca kalede esir gibi kalmışlarsa da yaşları gelince babalarının emrindeki komutanlar ile evlendirilip sözde kurtuluşa ermişlerdi. Aynı kaderi Prenses Nora içinde beklerken, o cesur davranıp kaleden kaçıp kurtulmuştu.

Mehpare, Prenses Nora'yı buraya ilk geldiğindeki hâline benzetiyordu. Her şeye yabancı gibiydi ikisi de. Prenses de ne ok atmayı biliyordu ne kılıç kullanmayı. Üstelik kalenin dışındaki dünyaya da oldukça yabancıydı. Bir çocuk gibi her şeyi sorup öğrenmek istemesi de bu sebeptendi.

"Ben ok atmayı bilmem ki."

Mehpare'nin davetini hem kabul etmek istiyor hem de bilmediği için rezil olmak istemiyordu. Mehpare'de bu durumları birebir yaşadığı için prensese cesaret verdi.

"Bende bilmezdim, öğrendim."

Prenses Nora, asil kıyafetleri ve tacı ile Mehpare'ye doğru yaklaşıp onu taklit ederek ok ve yayı eline aldı. Uzaktan kolay gibi duran atışı yapmaya çalışsa da ok ayaklarının dibine düşünce suratı asıldı.

"Benlik değil sanırım."

Yüzünde bir tebessüm olsa da ufak bir hayal kırıklığı ile geri çekildi Prenses Nora. Onları uzaktan izleyen Tuğrul Bey yanlarına gelmiş, pes eden prensesi izlemişti.

"İlk atışta hedefi vuran kimse yoktur, öyle hemen pes etmek olmaz Prenses."

Nora, gördüğünden beri etkilendiği bu Türk Bey'ine karşı koymadı ve tekrar denemek için yerine geçti. Tuğrul Bey yakınındayken, Nora için ilk deneme daha bir zor olacaktı.

"Oku, yayın kirişine yerleştir ve iyice ger."

Tuğrul Bey'in talimatları ile heyecanla dediklerini yapmaya çalıştı Nora. Oku iyice kavrayıp yaya yerleştirdikten sonra yayı gerdi. Fakat gücü yetmediğinden başarılı olamadı. Ellerinin üzerinde bir el hissettikten sonra omzunun üzerinden başını çevirdi. Türk Bey'ini bu kadar yakın görmeyi beklemediğinden elleri titrer hâle geldi. Tuğrul Bey'in yardımı ile ilk atışını yapan Nora biraz öncekine göre çok daha iyiydi.

Tuğrul Bey'in yakınlaşmasını şaşkın gözlerle izleyen Mehpare ve Günçiçek, ağabeylerindeki bu değişimi hemen fark ettiler. Tuğrul Bey de onlara bakan kardeşlerini görünce toparlanarak geri çekildi.

"Mehpare yardımcı olur size Prenses Nora."

Tuğrul Bey'in uzaklaşması ile Nora rahat bir nefes alsa da yanındaki hatunların gülümsemeleri ile utanmıştı. Mehpare, prensesi utandırmamak için bir şey demeden önüne döndü. Tam eline bir ok ve yay alacaktı ki obanın girişinden çalan haber davuluna dikkat kesildi.

"Kim geldi acep?"

Günçiçek'in de sorusuyla merakı artmış otağa doğru yol almışlardı.

... 

Gülayşe Hatun atının üzerinde, hemen Gökbey ağabeyinin yanında yavaşça ilerliyordu. Gözleri ilk defa geldiği obayı tararken yüreği heyecandan kanat çırpıp uçacak gibiydi. Soyunun taşıdığı asaleti ile başını dik tutup, yüzüne hafif bir tebessüm bıraktı. Gökbey ise sert duruşundan ödün vermeden adımladı yolları. Buraya geliş amacı Mahmut Bey ile görüşüp, Mehpare Hatun için izin almaktı. Ona bakan gözlerde şaşkınlık okudu. Gökbey çocukluğu geçtiği bu obaya yıllar sonra ilk defa ayak basıyordu.

Bey otağının önünde duran atlar ile Gökbey atından inip, kız kardeşini yanına aldı. Otağ kapısında bekleyen alplerin içeri haber vermesi ile kısa sürede Çağrı Bey dışarı çıktı. Gökbey'in geldiğini duyunca öfkelenen Çağrı Bey, karşısında gördüğü Gülayşe Hatun ile dingin bir denize dönüşmüştü.

"Selamın aleyküm Çağrı Bey."

"Aleyküm selam. Hayır olsun inşallah Gökbey. Seni burada görmeyi beklemezdim."

Çocukken iki sıkı dost olan bu iki Bey, şimdi aileleri sebebiyle mesafeli duran düşmandan hallice adamlara dönüşmüşlerdi. Çağrı Bey bakışlarını Gökbey'de tutmak için zorlansa da karşısındaki adama saygısından Gülayşe Hatun'a mesafe koyuyordu.

"Şer ile işimiz yoktur çok şükür. Mahmut Bey müsaitse konuşmak için geldim."

Otağa yaklaşan Mehpare, Gökbey'i görmeyi hiç beklemediğinden şaşkınca kalmıştı. Ona hayli kızgındı fakat gök gözlere olan özlemi ağır basıyordu. Gökbey'in yanında duran Gülayşe Hatun'u görüşü ile koşarak özlediği genç kıza sarıldı. Gülayşe Hatun'da aynı sıcaklığı göstermiş, gülümseyerek karşılık vermişti. Gökbey'in, Mehpare'ye dönen bakışlarını Çağrı Bey böldü.

"Buyurasınız, önce bir dinlenin hele."

Çağrı Bey'in buyur etmesi ile önde Gökbey, ardında hatunlar otağın içine girdiler. Yerlerde serili olan minderlere Çağrı Bey ve Gökbey otururken hatunlar içeri geçerek hasretlerini giderdiler. Mehpare, Karasu Obası'ndaki herkesin durumunu teker teker sorarak Gülayşe Hatun'dan cevaplarını aldı. Eslem Hatun ve Sancar Alp'in durumunu çok merak etse de Gülayşe Hatun'un bilmediğinden sebep soramadı.

"Sen nasılsın Gülayşe'm?"

"Bıraktığın gibiyim Mehpare. Seni şimdiden çok özledim."

"Hasretimden mi atladın geldin hemen."

Mehpare'nin merakı diline vurmuştu. Gökbey ve Gülayşe neden buraya gelmişlerdi? Hadi Gökbey gelmişti, neden Gülayşe'yi de yanında sürüklemişti?

"Gökbey ağabeyim getirdi. Babam öyle istemiş. Sen şimdi bırak bunları Mehpare. Sen nasılsın? Ailen ile kavuşmanıza çok sevindim."

"Ah Gülayşe, bilsen ne kadar mutluyum... Annem, babam, kardeşlerim hepsi beni çok seviyor. Tabi bende onları çok seviyorum. Uzakta geçen hayatımı resmen unuttum bile. Keşke sende hep yanımda olsaydın. Eslem Hatun, Şeyma Hatun, Beyza Hatun, sen... Sizi çok özlüyorum."

"Bizde seni özlüyoruz ama mutlu olduğunu bilmek bizim için yetiyor Mehpare."

Gülayşe Hatun ve Mehpare'nin sohbeti devam ederken beylerde otağda soğuk ayranlarını içip Mahmut Bey'in müsaait olmasını bekliyorlardı. Çağrı Bey ve Gökbey arasında oluşan sessizlik ikisini de rahatsız etmiyordu. Çünkü ikisinin de aklı fazlasıyla meşguldü. Otağa giren bir alp, Mahmut Bey'in onları beklediğini söyleyince yerlerinden kalktılar.

Mahmut Bey'in yanına geldikten sonra Gökbey saygıyla selam verip önce hâlini hatırını sordu. İki obanın arasında ne geçerse geçsin birbirlerine saygıyı asla bozmuyorlardı. Geçmişleri dostane anılar ile doluydu iki obanın da. Gökbey, Mahmut Bey'in karşısında oturup onunla kısa bir sohbet ettikten sonra gelme sebebini açıkladı.

"Yaşanan olaylar malumumuz. Mehpare Hatun'un durumu hem onun için hem de sizin için tehlike oluşturuyor. Orhan Bey'in bana verdiği bir görev vardır."

Gökbey tekrar otağı inceleyip yalnız olduklarına kanaat getirdikten sonra konuşmasına devam etti.

"Anahtarın kayıp olduğunun bilinmesi, geçit için risk demek. Orhan Bey, benden anahtarı bulmamı istedi. Eğer anahtar bulunursa, geçidi kullanmak isteyenler Mehpare Hatun'a değil anahtara ulaşmaya çalışacaktır."

"Anahtar burada olmadığına göre?"

Çağrı Bey'in sözleri Gökbey'in hâla "neden buradasın" cevabını aradığını belirtir cinstendi. Mehpare'nin durumu zaten Çağrı Bey'i fazlasıyla gererken bir de anahtar mevzusu canını sıkıyordu.

"Anahtarı bulmam için Mehpare Hatun'un yardımına ihtiyacım var."

"Sen ne dersin Gökbey?"

Çağrı Bey'in yükselen sesi ve ayaklanması Gökbey'de bir şey ifade etmemiş gibi bakışlarını Mahmut Bey'de tutmaya devam etti. Mahmut Bey, büyük oğlu Çağrı Bey'i sakinleştirip yerine oturmasını sağladı.

"Mehpare'nin sana ne yardımı olacakmış?"

"Anahtarı nerede kaybettiğini bir tek o bilir. Koskoca ormanda anahtarı boş boş aramaktansa Mehpare Hatun'un gösterdiği yerlerde aramak daha kolay olacaktır."

"Mehpare'nin tehlikede olduğunu biraz önce sen de söyledin. Obadan çıkması mümkün değildir."

Gökbey derin bir nefes alıp sakin kalmaya çalıştı. Mehpare'yi elbette Gökbey'de tehlikeye atmazdı, onu canı pahasına korurdu.

"Obanın dışında da güvenliğini sağlayacağımdan emin olabilirsiniz Mahmut Bey."

"Ben dururken bacımı sen mi koruyacaksın?"

Çağrı Bey, öfkesine hâkim olmakta zorlanıyor gibiydi. Hem kardeşinin açığa çıkmasına sebep olmuştu hem de karşısına geçmiş onu koruma sözü veriyordu.

"Anahtarın bulunması gerek."

Mahmut Bey'in sakin ve kısa cümlesi ile Çağrı Bey, babasına döndü.

"Baba..."

"Çağrı, hazırlığını yap, tedbirini al. Yarın Gökbey ile beraber sen de bacını alıp anahtarı aramaya gideceksin. Mehpare'yi sana emanet ederim."

Çağrı Bey, hala öfkeliydi fakat babasının Mehpare'yi ona emanet ettiğini söylemesi ile az da olsa duruldu. Anahtarın bulunmasını elbette Çağrı Bey'de istiyordu. Fakat bunu Mehpare'yi tehlikeye atmadan yapmak istiyordu.

"Babam Oğuz Bey, Mehpare Hatun'un yalnız kalmaması için bacım Gülayşe Hatun'u da göndermiştir. Yani size gelecek tehlike, bize de gelir. Merak etmeyesiniz."

Çağrı Bey'in şimdi düşünmesi, koruması gereken yük sayısı ikiye çıkmıştı. Genç kızla vakit geçirmek için fırsatı olacaktı ama bu fırsatı değerlendiremeyecek kadar tedbirli olması gerekiyordu.

"Misafirhaneyi Gökbey ve alpleri için hazır edesiniz. Gülayşe Hatun'da, Mehpare ile kalsın."

Mahmut Bey'in sözleri son bulurken otağdan çıktılar. Çağrı Bey, misafirhaneye kadar varıp, misafirlerin ihtiyaçları için alplere emirler vermişti. Alpler misafirhanede dinlenirken Gökbey, Gülayşe Hatun'u bulup konuşma bahanesi ile obada geziniyordu.

Hatunların sohbetleri devam ederken Çağrı Bey müsaade isteyip odaya girmişti. Gülayşe Hatun'un başı her zamanki gibi yerdeydi. Bu çekingen tavırları hem seviyor hem de kızın yüzüne hasret kaldığı için kızıyordu.

"Mehpare, Gökbey ve Gülayşe Hatun bu gece misafirimizdir. Anama haber edesin hazırlığını ona göre yapsın."

"Tamam ağabey."

"Yarın da hazır olasın. Anahtarı kaybettiğin yere bizi götürüp, anahtarı bulmaya çalışıcaz. Gülayşe Hatun'da seninle olacak."

Sonlara doğru Çağrı Bey'in bakışları genç kız dönmüş, yere bakan gözleri bir an adamın gözleriyle buluşmuştu. Kısacık bir anın etkisinden çıkmak ne kadar da uzun sürmüştü!

Çağrı Bey'in odadan çıkması ile Mehpare de ayaklanarak anasının yanına gitmek için toparlandı. Gülayşe Hatun'u da yanına alıp otağdan çıktılar. Bu geceyi özlediği arkadaşı Gülayşe ile geçirecek olması Mehpare'yi heyecanlandırmıştı. Kilimhaneye gidene kadar sohbet edip, eğlendiler. Mehpare'nin güler yüzüne hayranlıkla bakan Gökbey hızlı adımlarla önlerine geçti. Mehpare'nin biraz önce gülümseyen yüzü düşmüş, sert ve mesafeli duruşunu kuşanmıştı.

"Misafirine bir hoş geldin demek yok mudur Mehpare Hatun?"

"Hoş gelmemişse demek."

Gökbey, genç kızın bu hâllerini ilk defa görüyor ve sert Mehpare'yi de sevmeye başlıyordu. Bu kızın her hâli hayran olunasıydı Gökbey'e göre. Genç kızın terslemesini umursamadan gülümseyip, kardeşi Gülayşe'ye döndü.

"Bu gece buradayız bacım. Ben, alplerle beraber misafirhanede olucam. Sen, Mehpare Hatun'un misafirisin. Bir şey olursa haber edersin."

"Tamam ağabey, aklın kalmasın."

"Kalır, aklım orda kalır bacım."

Gökbey'in sözleri Gülayşe'ye olsa da bakışlarını bir türlü Mehpare'den çekemedi. Mehpare de içinde tuttuğu şeylerin bir miktarını akıtmak istedi.

"Kalır tabi ağabeyinin aklı Gülayşe. Ne de olsa bir hainle beraber kalacaksın."

Gökbey'in gülüşü iç çekişe dönmüştü. Mehpare'ye kendisini affettirmesi gerekirdi fakat bunun için ne yapması gerektiğini bilmiyordu.

"Ne desen haklısın Mehpare Hatun. İzin ver sana kendimi affettireyim."

"Nasıl affetirecekmişsin kendini? Beni ipin ucundan alan gerçekler olmasa belki şimdi..."

"Özür dilerim Mehpare."

Mehpare'nin sözleri yarım kalırken, Gökbey samimi bir özür diledi. Mehpare, ona içtenlikle bakan gök gözleri affetmek istese de dile getirmeden yoluna devam etti. O kadar kolay olmamalıydı...

...  

Havanın erkenden kararması ile sofra kurulmuştu. Obada ağırlanan misafirler çoğalmış, Zeyrek Obası'nın sofrası genişlemişti. Mahmut Bey'in bir yanında oğulları otururken Gökbey ve alpleri de onların yanındaydılar. Diğer yanında ise Hafsa Hatun ve kızları vardı. Prenses Nora da Gülayşe Hatun gibi kızların yanında oturmuştu.

Mahmut Bey'in işareti ile donatılmış sofradan ilk lokmalar alındı. Sessizlik ile geçen birkaç dakikanın ardından Mahmut Bey, Oğuz Bey'i ve obasını sormuş Gökbey'e selamlarını iletmesini söylemişti. Eski iki dost olan beylerin arasını açtığını düşünen Mehpare, bir an önce bu durumun düzelmesini istiyordu. Gökbey, herkesin yemeğini bitirmesini bekledikten sonra Mahmut Bey'den müsaade aldı.

"Müsaadeniz olursa bir konuyu konuşmak isterim."

"Buyur Gökbey, seni dinleriz."

Mehpare, Gökbey'in hangi konu hakkında konuşacağını merak ediyor, onu dikkatle izliyordu. Gökbey'in de bakışları önce Mehpare'ye dönmüş ardından hemen beylere geri çevirmişti.

"Ailenize ve Mehpare Hatun'a bir özür borcum vardır Mahmut Bey. Toy gününde olanlar, benim hatamdı. Kusura bakmayın. Ben, Mehpare Hatun'un davranışlarını Orhan Bey'in suikastine yorunca hata ettim. Önce doğrusunu öğrenip ona göre hareket etmem gerekirdi. Lakin olanların önüne geçemedim. Size bunu yaşattığım için kusura bakmayın."

Mahmut Bey, karşısındaki genç adamın sözünü kesmeden dinledi. Çağrı Bey'de oldukça şaşkındı. Gökbey'den bir özür beklemiyordu. Asıl hayret eden ise Mehpare Hatun'du. Herkesin içinde af isteyen bu adamı şimdi nasıl olurda affetmezdi!

"Sen de kendince doğru olanı yaptın oğlum. Orhan Bey'imize olan sadakatini biliriz. Olacağın önüne geçilmez elbet. Unutalım artık bu mevzuyu."

Mahmut Bey yaşının olgunluğu ve hayat tecrübeleri ile bir büyüklük edip konuyu kapatmıştı. Çağrı Bey dahil kimsenin itirazı olmadı bu konunun kapatılmasına. Gökbey sonuçta bir Bey'di ve onun ağırlığı ile haksız olduğunu kabullenmişti. Uzatmak, erliğe yakışmazdı.

Yemek faslı bittikten sonra yarın için dinlenmeye çekildi herkes. Mehpare, Günçiçek ile beraber anasına yardım edip ortalığı toplarken Gülayşe Hatun otağdan çıkıp nefes almak istedi. Fazla uzaklaşmak istemediği için otağın hemen karşısındaki köprüde etrafa bakındı. Vakit fazla geç değildi fakat soğuk havanın etkisi ile gökyüzü yavaş yavaş kendisini karanlığa bırakmıştı.

"Ben de derim, nedir beni buraya çeken. Meğer tesadüf-ü müstesnanın içine düşeceğim varmış."

Gülayşe Hatun, tanıdığı ses ile yönünü Çağrı Bey'e doğru çevirdi. Çağrı Bey'in de dediği gibi beklenmedik bir karşılaşmanın içinde buldu kendisini. İstemsizce gözleri ağabeyini aradı etrafta. Çağrı Bey ise onun bu heyecanlı hâline gülümsedi.

"Biraz hava almak istemiştim."

"İyi yapmışsın. Pek bir güzel bugün hava. Sanırsın sevgilinin nefesini değil kendisini getirmiş."

Çağrı Bey'in yüzündeki hafif tebessüm ve içi titreten sözleri ile Gülayşe Hatun ellerini nereye koyacağını bilemedi. Çağrı Bey'e ardını dönüp, köprünün ahşap tutmaçlarını avuçları içine alıp derin bir nefes aldı. Çağrı Bey'de yanında yerini alırken bir süre sessiz kaldılar. Gülayşe sormaya çekinse de bir daha bu fırsatı bulamayabilir olmanın farkındalığı ile aklındakini sordu.

"Neden beni açık etmedin yıllarca?"

"Hangisini açık etmediğimi sorarsın hatun? Yaram oluşunu mu, yâr oluşunu mu?"

Gülayşe Hatun'un şaşkınlıktan açılan ağzı ve kızaran yanaklarını akşamın karanlığı gizleyemedi. Yanlış mı anlamıştı duyduklarını? Gülayşe Hatun'un sessiz kalışı ile Çağrı Bey derin bir nefes alıp iç çekti.

"Ödeşme vakti geldi ha, Gülayşe Hatun?"

"Ben böyle bir ödeşme beklemezdim."

Gülayşe Hatun'un kısık çıkan sesini zar zor duyabildi adam. Çağrı Bey, ona bakmayan gözleri görebilmek için başını hafifçe eğdi.

"Yıllardır beklerim ben bu ödeşme için Hatun. Yüzüme dahi bakmaz mısın?"

Gülayşe Hatun çekimser bakışlarını yavaşça Çağrı Bey'e doğru kaldırdı. Duymak için can attığı sözlerdi bunlar lakin kalbine engel olamıyordu. Çağrı Bey, ona bakan küçük gözler ile konuşmasına devam etti. Bugün bu iş olacaktı, başka çaresi yoktu. Çağrı Bey, elini kalbine götürerek konuştu. Gülayşe Hatun'un bakışları Çağrı Bey'in elindeyken dinledi içini yumuşatan sözleri.

"Yüreğimin gürlüğü yıllardır beni boğar durur. Ne hasretin uzak tutar seni benden ne de yakınımda olman yeter. Şu yüreğim öyle bir yük taşır ki ne şikâyet edebilirim ne boyun eğebilirim Hatun. Bir çift gözün hasretiyle çıkarım seni görebileceğim her yola."

"Ben seni yaraladım Çağrı Bey."

Gülayşe Hatun duyduklarının ağırlığı ile Çağrı Bey'in sözünü kesti. Gülayşe bu güzel sözleri duymayı hak etmiyordu. Gülayşe Hatun'un bakışları Çağrı Bey'in yarasında gezinirken gözleri doldu. Tekrar etti sözlerini.

"Ben sana yara açtım Çağrı Bey. Yıllardır yüzünde taşıdığın bir yara."

"Yanlışın var Gülayşe Hatun. Ben o yarayı yüreğimde taşırım. Yüzümdeki yalnız senin bendeki izindir. Ben senin izini hiç gocunmadan taşırım. Amma sen istemezsen bu izi sürekli görmeyi. Dayanamazsan bakmaya, tiksinirsen..."

"Tiksinmek mi? Benim yüreğim titrer yarana bakıp, yaptığımı hatırladıkça."

"İstersin o vakit, ha?"

Gülayşe Hatun, farkında olmadan bir umut vermişti Çağrı Bey'e. Ondan tiksinmesi imkansızdı, deli gibi seviyordu bu adamı. Fakat adama bunu itiraf edemese de ondan tiksinmediğini söylemişti. Çağrı Bey'in de her fırsatı kullandığı aşikârdı.

"Ben istesem ne olacak Çağrı Bey? Obalarımızın hâlini bilmezmiş gibi konuşma. Bizim olurumuz yok."

"Ya varsa ya ben hâlledersem... O vakit varır mısın bana Gülayşe?"

Gülayşe ne demesi gerektiğini bilemedi. Çağrı Bey'e umut vermek istemiyordu ama ona olan sevdası da ağır basıyordu.

"Beylerimiz bu hâldeyken sana varır mıyım, bilmem. Lakin senden başkasına da varmam Çağrı Bey."

Gülayşe Hatun dilinden düşenler ile hızlıca otağa doğru ilerledi. Ardından onu mutlulukla izleyen bir Bey bıraktı. Çağrı Bey, hislerine aldığı karşılık ile binlerce kez şükretti. İmkânsız gibi görünse de sevdasının uğruna savaşacak ve kazanacaktı.

 

En çok hangi çifti sevdiniz?

Mehpare ve Gökbey...

Gülayşe Hatun ve Çağrı Bey...

Eslem Hatun ve Sancar Alp...

Tuğrul Bey ve Prenses Nora...

Loading...
0%