Media: Mehpare Hatun
Kesitte bir şok yaşadık bakalım devam edecek mi fskds
Yine uzun bir bölüm ile geldim. Keyifli okumalar dilerimmmm
Mehpare, başında hissettiği ağrıyla gözlerini açmaya çalıştı. Uzun süredir kapalı kaldığı belli olan göz kapakları adeta yapışmış durumdaydı. Ne zamandır bu derin uykudaydı Mehpare?
Zorlukla araladığı gözleri sonunda açıldı. İlk gördüğü ise karanlığa alışan gözlerinin ışığa kavuşması oldu. Birkaç kere kırpıştırdığı kirpikleri ile görüşü netleşti. Gördüğü aydınlık tepesindeki lambadan geliyordu. En son obasına dönmeye çalışırken baskına uğrayan genç kız anlam veremedi gördüğü ışığa. Etrafına çevirdiği bakışları ise Mehpare'nin şaşkınlıktan açılan gözlerini yerinden çıkaracak cinsteydi. Bir hastane odasında kollarına bağlı bir serumla yatıyordu genç kız.
"Allah'ım sen aklıma mukayyet ol!"
Kendi kendine konuşan genç kızın sesi zorlukla çıkmıştı. Uzun süredir konuşmayan kızın ses telleri garipsemişti bu anı. Mehpare, yerinden doğrulmaya çalışarak tekrar tekrar etrafı inceledi. Her şey teknolojikti.
"Rüyada mıyım? Ya da gerçek... Allah'ım hangisi rüyaydı?"
Genç kız korkuyla kendi kendine konuşurken odaya giren bir hemşire ile bakışlarını ona çevirdi. Hemşire, genç kızın uyanmış olduğunu görünce gülümsedi.
"Uyanmışsınız sonunda, Mehpare Hanım. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?"
Mehpare, ismini bilen ve büyük ihtimal uzun zamandır onunla ilgilenen hemşireye çatık kaşlarla baktı. Anlamlandıramıyordu içinde bulunduğu durumu.
"Bana ne oldu?"
"Hatırlamıyor musunuz? Bir gezi sırasında baygınlık geçirmişsiniz. Uzun süre uyanmadınız ve bazı tetkikler sonucu beyninizdeki bir pıhtıya ulaştık. Ameliyattan sonra tahlilleriniz iyi çıkmıştı, biz de artık uyanmanızı bekliyorduk."
Mehpare, duyduklarıyla şaşkınca hemşireyi izledi. Türbede geçirdiği baygınlıktan beri hastanede miydi? Peki o yaşadıkları? Ailesi, oba, Gökbey?
"Ne zamandır uyuyorum?"
"Yaklaşık iki aydır."
Mehpare, ne hissetmesi gerektiğini bilemiyordu. Bu dünyaya dönmeyi istemiyordu ki. İki aydır bir rüya aleminde mi yaşıyordu? Hadi ailesi hayaldi. Annesi, babası, kardeşleri... Hepsi yılların özlemiyle kurduğu hayallerdi diyelim. Peki ya, Gökbey! Hissettiklerine rüya diyebilir miydi Mehpare? Rüyasında âşık olduğu bir adamı bekleyebilir miydi?
"İyi misiniz?"
Hemşire, genç kızdan bir süre cevap alamayınca ve düşünceli görünce sorma gereği duymuştu. Mehpare, iyi olduğunu belirtir bir baş işaretiyle önüne döndü. Kafasını toparlamakta güçlük çekiyordu.
"Ailenize haber verelim, bir an önce gelsinler isterseniz."
"Ailem yok!"
Mehpare, günlerdir hayali bir ailenin içinde olmanın burukluğu ile durumu kabulleniyordu. Hayalinde kurduğu o annenin dizine yatıp saatlerce ağlamak istiyordu Mehpare.
"Refakatçi olarak her gün gelen bir kadın var aslında. Anneniz olarak girişini vermişti."
Mehpare, hemşireye soran gözlerle baktı. Birileri genç kızla dalga geçiyor olmalıydı. Arkadaşları Hande ve Leyla'yı düşündü. Aylardır görmemişti onları.
"Kim dediniz?"
"Anneniz Hafsa Hanım. Her gün gelip sizi ziyaret ediyor."
Mehpare, daha fazla şaşırmayı kaldıramayarak kendini karanlığa bıraktı. Bayıldığı sırada hemşire müdahale etse de uyanmak ve uyanmamak arasında gidip geliyordu.
...
Mehpare bilincini topladı fakat gözlerini açmak da hala güçlük çekiyordu. Etrafında ki sesleri tanıdık bulmanın heyecanı ile dinledi.
"Uyandığında ya bizi kabul etmezse?"
"Neden etmesin? Biz onun ailesiyiz."
"Haberi olmadığı bir ailesi."
"Yıllar sonra kızıma kavuşmuşken uzak duramam."
Gelen sesleri tanıyordu. Fakat duyduklarını ve son hatırladıklarını birleştirince aklına mantıklı bir düşünce gelmiyordu.
Yavaşça araladığı gözleri hızla etrafı inceledi. İlk gördüğü yüze hayretle baktı. Tesettürü oldukça modern duran Günçiçek sessizce başka tarafa doğru bakıyordu. Kız kardeşini görmenin şaşkınlığı ile bakışlarını diğer yanına çevirdi. İşte ağabeyleri Çağrı ve Tuğrul da buradaydı. İkisi de takım elbiseler içinde duruyor, bir konu hakkında tartışıyorlardı.
Mehpare'nin uyandığını ilk fark eden ise annesi olmuştu. Heyecanlı bir ses ile bakışları üzerinde toplayan annesine dikkatle baktı genç kız. Hafsa Hatun'du ama değildi. Tıpkı diğerleri gibi annesi de bambaşka duruyordu karşısında. Yanındaki babası da ondan farksız değildi.
"Kızım, çok şükür uyandın."
Annesinin ve babasının yanına yaklaşmasına sessiz kaldı Mehpare. Yaşadıklarının hangisi gerçek hangisi düş ayırt edemiyordu artık.
Günçiçek'in dışarı haber vermesi ile doktor kısa sürede gelip Mehpare'yi muayene etti. Mehpare şaşkın ve sessiz bir muayenenin ardından ailesi ile tekrar yalnız kaldı.
"Ne oluyor?"
Zorlukla çıkardığı kelimeler ile mantıklı bir açıklama bekledi genç kız. Annesi ve babasının birbirine bakışları ile söze girmelerinin zorluğu belli oluyordu.
"Sen bizi tanımıyorsun tabi, kızım. Biz de seni yeni tanıdık zaten."
Annesinin lafa girmesi ile dikkatle dinledi genç kız. Kardeşlerinin sessiz kalışı ile sadece anne ve babası konuşuyordu.
"Yıllar önce kaybetmiştik seni. Hiç beklemediğimiz bir an da Rabbim seni karşımıza çıkardı. Fakat seni hastanede bulunca kavuşamadan kaybetmekten korktuk."
Annesinin sözlerine babası da karıştı. İkisi de oldukça duygusal görünürken, Mehpare sadece anlamaya çalışıyordu.
"Annen ve ben uzun yıllar aradık seni. Fakat bir iz bulamadık sana dair. Fakat bulunduğun yurtta araştırma yaparken senin bilgilerine rastladık. Aslında kayıplar ile polisler ilgileniyordu. Biz o yüzden yıllarca yurtlara bakmayı akıl edemedik. Fakat umudu kesince başka çare de bulamadık. Son iki yıldır her yurdu aradık. Tam umudumuzu kesmişken seni bulduk. Fakat işte bu sefer de hastalıklar bizi ayırdı. Neyse ki şimdi iyisin. Bize döndün."
Mehpare, babasının sözlerini anlıyordu fakat takıldığı konu bunlar değildi. Gerçekten yaşadığı her şey bir rüya mıydı?
...
Ailesiyle mesafeli geçirdiği iki günün ardından hastaneden çıkma vakti gelmişti. Onunla yakın olmaya çalışan ailesine karşı istemeden mesafe koyuyordu genç kız. Fakat nereye kadar bu mesafeyi koyacaktı, emin değildi. Çünkü artık onlarla kalması gerekiyordu, mecburdu.
Dün, uzun zamandır görmediği arkadaşları Leyla ve Hande gelip ziyaret etmişlerdi Mehpare'yi. İki aydır olmadığı için evden atıldığını, okulunun aksadığını ve yolunda gitmeyen bir sürü şeyden bahsetmişlerdi.
Leyla ve Hande'yi görmek ona iyi hissettirmesi gerekirdi fakat işler öyle olmadı. Sanki obayla bağlantısı hepten kesilmiş gibi hissetti Mehpare. Gökbey'e olan hisleri hala aynıydı oysa.
Hastaneden çıkıp yeni evine gelen genç kız kendisini ait hissetmediği bu evde rahatsızdı.
Onunla her saniye ilgilenmeye çalışan ağabeyleri, kız kardeşi, anne ve babası artık genç kızı boğmaya başlamıştı. Oysa obada bu ilgiyle oldukça mutluydu Mehpare. Şimdi belki de olanları çözemediği için boğuluyordu.
Ailesi hakkında öğrendiği birkaç şey vardı elbet bu ilgi esnasında. Mesela, babasının büyük bir şirket sahibi olduğu ve ağabeylerin bu şirkette çalıştığı, Günçiçek'in üniversiteye hazırlandığı ve ailelerinin soylu bir aile olduğu gibi. Soyludan kastı pek tabi Osmanlı soyuydu ve Mehpare artık şaşırmayı bırakmıştı.
Doktora bunları ilk anlattığında verdiği tepkiyi düşündü genç kız. Bilinci açık olarak uzun süre uykuda kalan Mehpare, etrafında geçen konuşmaları duyduğu için bir hayal dünyası kurmuştu kendisine. Doktorun söylediği buydu. Fakat Mehpare hala buna inanmıyordu. Onun inandığı ve tutunduğu hala Gökbey'e hisleriydi.
...
Kahvaltı sofrasında sürekli sohbet eden ailesine yalandan da olsa gülümsüyordu genç kız. Onlara hem çok yakın hem de çok uzak hissediyordu fakat gördüğü hayallerden dolayı ailesinin bir suçu yoktu.
Obaya ilk gittiğini sandığı zamanlarda da böyle hissediyordu. Zamanla alıştığı dünya gibi buraya da alışacaktı elbet.
"Bugün dışarı çıkmak ister isin?"
Her zamanki gibi ona düşünceli yaklaşan Çağrı ağabeyine doğru döndü. İçinden hiçbir şey istemese de gitmek istediği bir yer vardı.
"Aslında iyi olur."
"Tamam o zaman hemen bir plan yapalım. Hava çok güzel bugün piknik mi yapsak?'
Günçiçek'in cıvıl cıvıl çıkan sesine eşlik edemedi Mehpare. İçinde öyle bir enerji yoktu.
"Benim gitmek istediğim başka bir yer var. Beni Orhan Gazi Türbesi'ne götürür müsün abi."
Çağrı, ilk defa duyduğu hitap ile hemen yumuşayıp gülümsedi.
"Elbette."
...
Arabanın camına yaslanarak geçirdiği yolculukta aslında heyecan doluydu. Her şeyin başladığı yerde olmayı şu an çok istiyordu. Geçit gerçek miydi, hayal miydi şimdi görecekti. Eli, yeni aklına gelen kolyesine gitti. Kolyesi yoktu. Hastaneden beri aklına hiç gelmemişti. Çünkü, gördüğü düşlerde kolyenin onda olmayışına alışmıştı.
"Kolyem nerede?"
"Ne kolyesi abla?"
"Baygınlık geçirirken bir kolyem vardı. Hastanede size verdiler mi?"
"Haberim yok benim. Belki annem biliyordur, eve dönünce sorarız."
Mehpare sessiz kalarak yolun bitmesini bekledi. Abileri önde bir iş hakkında konuşurken sıkıntıdan onları dinledi.
"Yarınki toplantı için her şey hazır değil mi?"
"Hazır abi, merak etme."
"Bu ortaklık bizim için önemli. Bir sıkıntı çıkmasın."
"Bizden sıkıntı çıkmaz ama karşı tarafta Gökbey'i bilemiyorum."
Duyduğu isimden sonrasını dinlese de anlamadı Mehpare. Gökbey de demek hayal değildi. Ailesiyle bağlantısı olan Gökbey gerçekti. Peki ama o düşlerine nasıl girmişti?
"Gökbey kim?"
Çağrı abisi hafif yan dönerek Mehpare'ye ufak bir bakış attı. Sürekli sessiz kalan kızdan bu soruyu beklemese de cevap verme zorunda hissetiler kendilerini. Neyse ki Tuğrul abisi konuşarak Çağrı'dan bu yükü almıştı.
"Bizim eski aile dostumuzun oğlu. Uzun süredir görüşmüyorduk fakat şimdi bir ortaklık işi var. Onun için sık sık görüşüyoruz. Hatta hastanede ziyaretine de gelmişlerdi ailecek."
Mehpare şimdi anlıyordu. Gökbey'e olan hisleri hayal değildi işte gerçekti. Zamansız ruhu Gökbey'i her evrende sevmişti.
Geldikleri türbede araba park yerine girdi ve teker teker arabadan indiler. Heyecanla yürüdüğü yolda hisleri oldukça yoğundu. Heyecan, ümit ve korku... Yaşadığı duygu yoğunluğu ile fark etmeden yanındaki eli tuttu. Tuttuğu el ona yanında olduğunu hissettirip sıkınca fark etti Çağrı abisinin elini tuttuğunu.
Dört kardeş yürüdükleri türbe bahçesinde etraflarını inceliyorlardı. Günçiçek, telefonundan fotoğraflar çekerken diğerleri önden ilerliyorlardı. Türbenin içeri girdiklerinde genç kız abisinin elini bırakarak dua etmeye başladı. Duası şu an en çok kendisi içindi.
Ettikleri duaların ardından tekrar bahçeye çıkıp bir çay içmek istediler. Mehpare, ağacı bulmak için doğru zamanı bekliyordu. Daha doğrusu tek kalmayı bekliyordu.
Günçiçek ile kısa sohbetler eden Mehpare abilerinin ayaklanması ile bakışlarını onların baktığı yöne çevirdi. Simsiyah bir takım elbise içerisinde onlara doğru gelen Gökbey'i inanamayarak izledi. Sanki onu uykusundan uyandırmaya gelir gibi hissetmişti Mehpare. Fakat öyle olmadı. Gökbey'in bakışları ona dönmedi bile.
"Selamın aleyküm."
"Aleyküm selam. Hayırdır Gökbey?"
"Şirkette burada olduğunuzu söylediler. Bende atladım geldim hemen. Kötü mü etmişim, hayırdır?"
Gökbey'in rahat tavırları Çağrı abisini gerse de diyecek bir şeyi yoktu. Belli ki bazı şeyler değişmemişti.
Gökbey, yerine oturacakken fark ettiği genç kızla birkaç saniye duraksadı.
"Merhaba. İyileşmenize sevindim, geçmiş olsun."
Mehpare onu tanımayıp mesafeli duran Gökbey'e istemeden kırıldı. Kendisini toparlayıp kısa bir teşekkür etti. Büyük bir oyunun içinde hissederken biraz dolaşmak istediğini söyleyip ayaklandı.
Tek başına gittiği yolda hedefi o çınar ağacıydı. Bir şeye ulaşamayacak olsa da görmek istiyordu. Hatırladığı yolları adımladıktan sonra çınar ağacı karşısına çıktı.
Devasa ve asalet sahibi duran çınar ağacına yavaşça yaklaştı. O günü hatırlayarak ağacın gövdesine dokundu parmakları. Geçide dair bir iz aradı fakat bulamadı. Gökyüzüne kaldırdı bakışlarını. Bir tutulma bekledi yine, olmadı...
"Hangisi gerçek Allah'ım? Gerçek olan burası mı yoksa ötesi mi?"
Mehpare kendi kendine verdiği savaşta omuzlarını düşürmüş bir şekilde pes etmişti. İşlerin içinden çıkamıyordu artık.
"Gerçek olan sensin, Mehpare Hatun."
Mehpare, adının yanına takılan ekin özlemiyle ardına döndü. Gökbey, yine ona tatlı sert gülümserken elleri cebindeydi.
"Aradığın bende."
Gökbey, cebinden çıkardığı kayıp kolyenin zincirinden tutarak sallandırdı. Mehpare, tekrar bir düşün içinde olduğunu düşünerek derin nefesler almaya çalıştı.
"Senin bu zamansız ruhun her evrende bana ait Mehpare. Aradığın şey ne anahtar ne de geçit. Kendine dön! Aradığın şey sadece inanç. O da zaten senin içinde!"
...
Nefes alışverişleri hızlanmışken gözlerini hızla açtı Mehpare. Elini kalbine istemsizce götürüp nefesini düzene sokmaya çalıştı. Gördüklerinin etkisiyle etrafına baktı hızla. Taş duvarlarla kaplı bir odanın içindeydi. Ne obadaydı ne de hastanede. Yattığı yerden doğrulup odadaki pencereye doğru koştu. Dışarı baktığında gördüğü şey ise büyük bir bahçe ve surlardı. Biraz önce gördükleri rüya mıydı? Yoksa tekrar bir düşün içine mi düşmüştü?
Aklını kaybetmek üzere olduğunu düşündüğü anlardan birindeydi. Bu ara sık sık düşünüyordu zaten delirdiğini. Gördüğü rüya olamayacak kadar gerçek hissettirirken rüya olması içinde dua ediyordu Mehpare. O bu hayatı sevmişti.
Rüyanın etkisinden az da olsa çıktığı an nerede olduğunu anladı genç kız. Bizans askerleri tarafından kaçırılmıştı rüyadan önce. O zaman şu anda ya Bizans'ın saraylarından birindeydi ya da bir kalenin içinde. Yapması gereken şeyi düşündü. Mümkünse buradan bir an önce çıkmalıydı. Odanın tahta fakat sıkı kilitlenmiş kapısına koşsa da bir fayda vermedi.
Odadan çıkamamış olsa da etrafındaki şeyleri kurcalayarak kendisine silah niteliği taşıyan bir şey bulmaya çalıştı. Fakat oda belli ki bir esir için hazırlanmıştı, istediği türden bir şey bulamadı. Kısa bir süre odanın en kuytu köşesine çekildi Mehpare. Havanın kararmaya başladığını penceren gözlerken odanın kapısı açıldı. İçeri giren iki genç kadın ile ayaklandı. Mehpare'ye saygıyla eğilen kadınlardan biri konuşmaya başladı.
"Mehpare Hatun, Tekfur Nicolas sizi akşam yemeği için büyük salonda bekliyor. Size eşlik etmek için buradayız."
Mehpare, onu kaçırıp buraya getiren kişinin adını öğrenmişti böylelikle. Tekfur Nicolas, ismi ona bir yerden tanıdık geliyordu fakat çıkaramadı. Gitmek istemiyordu fakat ona bir seçenek sunulduğunu da hiç sanmıyordu. Korkmadığını göstermek için başını dik tutarak odanın kapısından çıktı. Tahmin ettiği gibi kapının önünde bekleyen askerler eşliğinde taş duvar koridorlarda ilerledi.
Kısa bir yürüyüşün ardından büyük ve gösterişli bir kapının önünde durdular. Askerlerden biri saygıyla kapıyı çalıp içeriye geldiklerinin haberini verdi. Karşı taraftan gelen müsaade ile önü açılan Mehpare içeri doğru adımladı. Büyük bir salonun içinde uzunca bir masanın baş köşesinde oturan Tekfur'a gözlerini dikti. Elindeki kadehi genç kıza doğru kaldıran yaşlı adama acıyarak baktı Mehpare.
"Hoş geldin Mehpare Hatun. Buyur lütfen, keyfine bak. Acıkmışsındır."
Oldukça nazik davranmaya çalışan bu adama karşı öfkesini diri tuttu Mehpare. Oynanan oyunun farkındaydı ama neden oynandığını anlamıyordu. Geçide artık ulaşmak için anahtar Orhan Bey'deydi. Genç kızı burada tutmaları onları geçide götürmezdi.
"Kimsin?"
"Siz Türkler, çok sabırsızsınız."
Onunla alay eden adamdan bakışlarını hiç çekmeden masanın diğer ucuna oturdu Mehpare.
"Soysuzlara karşı tahammülsüzüz diyelim biz ona."
Tekfur Nicolas, yemek dolu ağzıyla kahkaha atıyordu genç kızın cesur tavırlarına. Oysa acımasız bir adama karşı bu kadar cesur olmamalıydı ona göre.
"Ah, siz Türkler!"
"Neden buradayım?"
Tekfur'un oyun oynayan tavrına inat Mehpare sert durarak bir an önce bitirmek istiyordu şu anı.
"Sadece, sohbet... Sonuçta konuşacak, anlatacak çok şeyin olmalı. Öyle değil mi?"
Şimdi anlıyordu Mehpare neden burada olduğunu. Geçide ulaşamamışlardı fakat gelecekten haber almak için Mehpare'ye ulaşmışlardı. Mehpare, sorulan soruların hepsine sessiz kalması gerektiğini biliyordu. Fakat buna ne kadar dayanabilirdi işte onu bilmiyordu.
"Konuşacak bir şey yok."
"Orhan Bey'in sonu hakkında ne biliyorsun?"
İşte ilk soru gelmişti. Mehpare, karşısındaki adamın alaycı tavrının silinip ciddileştiğini görebiliyordu. Kendisi de sert duruyordu fakat içinde bir yerlerde korkuyu da barındırıyordu. Belli etmese de oradaydı işte.
"Orhan Bey'in oğullarından hangisi geçecek tahta?"
Sessiz kalan genç kıza sorular çoğalıyordu. Fakat Mehpare sesini çıkarmadan sadece dinledi. Genç kızın suskunluğu Tekfur'u öfkelendirmeye başlıyordu.
"Ne sanıyorsun küçük kız? Sustuğun için kahraman olarak anılacağını falan mı? Siz Türkler ve saçma sapan gururlarınız..."
"Susmam beni kahraman yapmaz. Fakat konuşmam hain yapar! Ben ihanet etmem!"
Mehpare'nin dik duruşu bozulmamışken Tekfur'un emriyle askerler kollarına yapıştılar. Belli ki sorgulamanın güzellikle başlayan tarafı bitmişti.
"Zindana atın bunu. Anladığı dilden konuşun o konuşana kadar."
...
Zeyrek Obası yeni bir felaket ile karşı karşıyaydı. Yıllar sonra kavuştukları Mehpare Hatun maalesef Bizans'ın eline esir olarak düşmüştü. Çağrı Bey, alpleriyle beraber obaya gelince üzücü haberi ailesini vermişti.
Dört alpinden üçü yaralıydı. Üstelik cenk esnasında yardımlarına koşan Gökbey ve Sancar Alp'de yara almışlardı. Gökbey'in yarası küçük bir kesikti fakat Sancar Alp karnını deşen kılıçtan sonra gözlerini henüz açmamıştı. Çağrı Bey, alpleriyle kendi obasına haber vermek için dönerken Gökbey de kardeşi bildiği adamı obasına yetiştirme derdine düşmüştü.
Atının üstüne bir çuval gibi bıraktığı adamı hızla obasına götürmüştü. Obaya girer girmez şifahaneyi bulan atı durunca Sancar'ı bu defa sırtlanmıştı. Şeyma Hatun'un önüne baygın şekilde bırakılan Sancar Alp'in durumu hiç de iyi değildi.
Gökbey, Sancar'ı bıraktıktan sonra babasının yanına varıp durumu anlattı. Mehpare'yi aramak için Zeyrek Obası'na gitmeye müsaade alan Gökbey, Sancar'ı diğer alplerine emanet etti. Doğan, Gürbüz ve Dumrul kısacık zamanda ne olduğunu dahi anlayamamışlardı.
Sancar Alp'i o halde gören Eslem Hatun ise ablasına yardım etmek yerine yere çökmüştü. İlk defa bu denli zayıf hissediyordu. Dizleri dahi onu taşıyamayacak kadar güçsüzleşmişti. Ablası Şeyma Hatun'un yönlendirmesi ile kendisini toparlayıp hemen yardıma koyuldu. Sancar'ın durmayan kanı Eslem'in ellerine bulaşmıştı.
...
Tuğrul Bey, öğrendiği hainin ismini duyar duymaz soluğu Prenses'in yanında almıştı. Öfkeyle bakan gözleri Nora'yı korkuturken bu defa acımadı. Ona açıklama zahmetinde bile bulunmayıp alplerine tutuklattı. Kafesli çadıra gönderdiği Nora'nın hain olduğunu babasına söyleyeceği sırada gelen ağabeyi ile dünyası adeta başına yıkılmıştı. Mehpare yoktu. Üstelik bunun sorumlusu belki de kendisiydi.
Tuğrul Bey getirmişti Prenses Nora'yı obaya. Şimdi ise onun ihanetleri sonucu kardeşi esir düşmüştü. Hem de merhametsizliği ile ünlü bir Tekfur'un eline esir düşmüştü.
Tuğrul Bey, öğrendiği hainin ismini ağabeyi ve babasına açıkladı. Çağrı Bey'in öfkesi görülmeye değer bir patlama yaşıyordu artık. Tuğrul ve babasını geride bırakarak kafesli çadıra geldi. Tutsak olan Prenses'in karşısına dikilerek konuştu.
"Soysuz baban açığa çıktığın an öleceğini düşünmedi mi?"
"Benim bir suçum yok."
"Baban göndermedi mi seni buraya, ha? Askerleriniz bile size sadık değil, itiraf et sende!"
Çağrı Bey'in tahammülsüz tavırları Prenses Nora'yı korkutuyordu. Fakat cevabı asıl duymak isteyen kişi Tuğrul'du. Her ne kadar o cevap onu yıksa da duymak istiyordu.
"Her şeyi anlatıcam, söz veriyorum."
Prenses'in korkusu ağlamasından belli oluyordu. Konuşacağını söyledikten sonra onu dinleyen iki adama baktı. İkisi de bir cevap bekliyordu. Hayatında ilk defa güvenip sığındığı bu insanlara gerçekleri anlatmak zorundaydı.
"Babamın beni buraya gönderdiği doğru. Fakat..."
"Biz sana yardım etmişken sen bize ihanet ettin!"
Prenses'in konuşmasına müsaade etmeyen Çağrı Bey aldığı itirafı yeterli görüyordu. Fakat ağlayan genç kız anlatmak da ısrarcıydı.
"Babam hakkında anlattığım her şey doğru. Bana karşı vicdansızlığı, eziyetleri hepsi gerçek. Yoksa hangi baba gönderir kızını düşmanına! Tehdit etti beni. Daha büyük eziyetlerle tehdit etti. Ben bilmiyordum sizi, tanımıyordum. Türkler nasıldır bilmiyordum."
"Ne anlattın babana?"
"Hiçbir şey. Yemin ederim hiçbir şey anlatmadım. Beni buraya gönderdiğinden beri onunla haberleşmedim bile. Ben onun istediklerini yapmadım, size sığındım yemin ederim. Yalvarırım inanın bana."
Prenses Nora'nın göz yaşları Çağrı Bey'i yumuşatmaya yetmiyordu. Ona inanması için hiçbir sebebi yoktu. İhanet için buradaydı ve cezasını çekmeliydi.
"Dua et seni takas için kullanacam. Yoksa o canını almıştım."
Çağrı Bey, öfkeyle kafesli çadırı terk ederken ardında Tuğrul Bey'i bıraktı. Ağabeyi gibi öfkeliydi. Fakat hissettiği tek duygu öfke değildi. Ne kadar berbat his varsa içinde bir topak oluşturmuş yüreğine oturmuştu. Ağlayan genç kızın gözlerine hayal kırıklığı ile baktıktan sonra o da çıktı çadırdan. Ağabeyinin peşine giderek ne yapacaklarını düşündüler.
İlk işleri elbette Tekfur Nicolas ile iletişime geçip kızı karşılığında Mehpare'yi alabilmekti. Hemen bir elçi gönderip bir yandan da savaş düzeni alıyorlardı obada. Gökbey'in de gelmesiyle olası bir harp için hazırlık yaptılar. Tekfur'un kalesi oldukça güvenli tutuluyordu. Üstelik konumu Türkler için tehlikeliydi. Fakat tehlikeden geri durana da Türk denemezdi elbet. Ne pahasına olursa olsun Mehpare'yi alacaklardı.
...
Mehpare karanlık hücrenin yavaş yavaş aydınlanmasıyla sabaha kavuştuğunu anladı. Birkaç saat önceye kadar yalnız olmadığı küçücük odacıkta fazlasıyla halsizdi. İki Bizans askerinin işkencelerine maruz kalan genç kızın her yeri yara bere doluydu. Dudağının kenarındaki kurumuş kanlar genç kızın gerinmesine dahi izin vermiyordu. Güneşin bir daha Mehpare için doğmayacağına öyle inanmıştı ki şu an gördüğü ışık huzmeleriyle sevindi. Ne olursa olsun şükretti genç kız. Nefes alabildiğine ve halâ hayatta olduğuna şükretti.
Saatler boyu yerde kıpırdamadan yatan Mehpare artık açlık ve susuzlukla da baş etmek zorundaydı. Ona sorulan hiçbir soruya cevap vermemek de ısrarcıydı fakat canı da bir hayli yanıyordu. Saatler sonra gelen adım sesleri ile olabildiğince toparlandı. Önündeki demir parmaklıklara baktığında gelen kişinin Tekfur olduğunu gördü.
"Bugün nasılsın Mehpare? İyi dinlenebildin mi?"
Kendince alay eden adama nefretle baktı. İçinden ettiği dualar, bu adama yenik düşmemek içindi. Tekfur'un gülüşü dururken değişen bir karakter gibi duruşunu değiştirdi. Bazen kibar biri gibi görünen bu adam aslında canavarın ta kendisiydi. İyi rol yaptığı kesindi.
"Artık konuşmak istersin diye düşünüyorum. Ha, ne dersin?"
"Gelecekten bir şeyler mi duymak istiyorsun?"
"Evet, beraber iş birliği edersek kimse önümüzde duramaz."
Mehpare'nin konuşacağını düşünen Tekfur heyecanla güç vadediyordu. Mehpare ise onu büyük bir istekle bekleyen Tekfur Nicolas'a küçümseyici bir gülüş sunup konuştu.
"Çok uzak değil! Bundan yaklaşık 100 yıl sonra... Orhan Bey'in soyundan öyle bir hükümdar gelecek ki 'Bir gece ansızın gelir krallığınızı imparatorluğuma katarım.' deyip, Konstantinye'yi İslam ile şereflendirecek. Siz tarih sahnesinden çoktan silindiniz Tekfur."
Mehpare, suratına hızla inen tokat ile yere yığılsa da gam duymadı. Bizans'a bir ayar da o vermişti. Başını kaldırıp Tekfur'a bakınca gördüğü o yüz ifadesine gülümsedi. Tekfur öfkeyle geldiği yolu geri dönerken Mehpare yeni bir işkence için hazırlandı. Küçük bedeni direnebildiği kadar direnecekti. Pes etmek gibi bir gaflete düşmemek için Allah'a sığındı.
Tekfur ise öfkeyle tahtına otururken ne yapacağını düşünüyordu. Bu kızı konuşturmak sandığı kadar kolay değildi belli ki. Ona sunulan bir kadehi gevşemek için tek seferde içti. Kapıdaki askerlerden biri içeri girince daha da sinirlendi.
"Efendim, Zeyrek Obası'ndan bir elçi sizinle görüşmek ister."
İşte şimdi keyfi yerine geliyordu. Genç kızı konuşturmak için ailesi üzerinden yürüyebilirdi. Peki ailesi genç kız için ne verecekti?
"İçeri alın."
İhtişamlı taht odasını heybetiyle dolduran bir Türk askeri girdi içeri. Yanında duran Bizans askerleri eğilerek Tekfur'u selamlarken, Türk askeri gözlerini ona dikerek hareket dahi etmeden karşısında durmuştu. Tekfur alışkındı Türkler'den gördüğü bu tavra. O yüzden umursamadı. Öğrenmek istediği şeyler vardı şimdi bu alpten.
Adının Abdullah olduğunu öğrendiği alpten kısa bir mektup almıştı. Genç kızı elinde esir tutmasına güvenerek mektupta ona saygıyla yaklaşan ithamlar görmeyi beklerken apaçık bir tehditle karşılaştı. Zeyrek Bey'i kızına karşı, Tekfur'un kızını öne sürüyordu.
"Bu ne cüret?"
Tekfur'un öfkelenmesinin sebebi kızı Nora değildi. Ona gösterilmeyen saygıyaydı. Bizans'tan korkması gereken küçük bir oba nasıl olurda ona kafa tutardı?
"Beyine söyleyesin, beni ayakta tutan şey kızım değil, güçtür. Onu da bana verecek olan Mehpare Hatun'dur. Nora sizin olsun, umurumda bile değil."
Tekfur Nicolas hiçbir zaman sevmediği kızlarını kullanarak gücüne güç eklemişti. Onları soylu komutanlarla evlendirerek askeri güç kazanmıştı. Nora'yı da Mehpare için feda etmenin Tekfur için bir önemi yoktu.
...
Gökbey, geçen her dakika daha da endişeleniyordu Mehpare için. Zeyrek Obası'nda ondan gelecek bir haberi beklemek adamı resmen boğuyordu. Aklı bir yandan Sancar'daydı. Destek için yanına gelen alplerinden henüz uyanmadığı haberini almıştı. Sancar'ın yara almasında kendi payı olduğunu düşündüğü için vicdan azabı çekiyordu Gökbey. Cenk etmeden hemen önce Sancar'dan duyduğu itirafla onu bir güzel benzetmişti. Sancar öyle iki yumrukta devrilecek adam değildi fakat aklı dolmuştu işte. O dolu akıl da elbet ihmale sürüklemişti onu. Dua etmekten başka çaresi yoktu adamın.
Obada herkes oldukça endişeliydi. Çağrı Bey ve Tuğrul Bey'in endişesi bir dağ olup öfke patlamalarına yol açarken Mahmut Bey daha dirayetli bir duruş sergiliyordu. Yıkılan bir isim vardı ki bu onun kızıyla ikinci imtihanıydı. Hafsa Hatun, kokusuna doyamadığı kızının ne halde olduğunu düşünmeden edemiyordu. Göz yaşları akmaktan yanaklarına iz bırakmıştı artık.
Öfkenin asıl sebebi belki de çaresizlikti. Tekfur'dan gelen haber iç açıcı değildi. Takasa yanaşmayan Tekfur, kızı Nora'yı zerre umursamıyordu. En başından beri bunu anlatmaya çalışan Prenses'e sonunda inanmak zorunda kalmışlardı. Şimdi beyler bir olup bir toy kurarak karar alıyorlardı.
Kimisi kalenin kapısına dayanmaktan yanaydı. Kimisi bu işi sulh ile çözmek istiyordu. Obanın başına daha yeni bir felaket gelmişken, bir yenilgi daha yok olmalarına bile sebebiyet verebilirdi.
Çağrı Bey ve Gökbey, Mahmut Bey'i cenk etmek hususunda ikna etmeye çalışırken Tuğrul Bey kafasındaki düşüncelerle meşguldü. Babası Mahmut Bey de diğerleri gibi savaşmaktan başka çare görmezken Tuğrul Bey söz istedi.
"Beyim! Tekfur Nicolas'ın askeri desteği malumumuzdur. Bizde Orhan Bey'den destek sağlarız elbet lakin vakit dardır."
"Sen de sulh mu dersin gardaşım?"
Tuğrul Bey'in açıklamasına müsaade etmeyen Çağrı Bey sinirle kardeşine baktı. Cenk etmeye yanaşmayan Tuğrul Bey'i yanlış anlamıştı.
"Bu iş sulh ile çözülecek mevzu değildir ağabey! Lakin cenk etmek de bizi amacımıza ulaştırmayabilir derim."
"Ya ne yapacaz?"
"Sitavya Kalesi'nin gizli geçitlerini bilecek kadar o kalede uzun süre yaşamış biri var aramızda."
Tuğrul Bey'in kısa konuşması ile planı açık olmuştu. Kalenin gizli geçitlerinden Mehpare'ye ulaşmak daha kolay olacaktı. Üstelik bunu beklemeyen Bizans ise hazırlıksız yakalanacaktı.
"O hatuna bir daha güvenemeyiz!"
Çağrı Bey'in güvensizliği için haklı gerekçeleri vardı. Fakat Nora'nın, babası hakkında söylediklerinin gerçek olduğu ortaya çıkmıştı. Kızlarına dahi acıması olmayan bir adamın umursamadığı kızıydı o.
"Babası onun ölüm fermanını vermişken bize itaat etmekten başka çaresi yok."
"Tuğrul Bey doğru söyler. Eğer o geçitlerin yerini öğrenirsek her şey çok daha kolay olur. Sizler Sitavya Kalesi önünde cenk için bekleyip onları dıştan bir baskına hazırlarsınız. Biz ise beklemedikleri şekilde içeri sızıp Mehpare'yi alırız."
Gökbey'in uzun sessizliği bozulmuş, yapılan plan ile sabırsızlanmıştı. Bir süre plan üzerine düşünen beyler sonunda karar vermiş, Tuğrul Bey'in önerdiği planda karar kılmıştı. Geriye Prenses Nora'yı konuşturmak kalıyordu. Bu da zaten oldukça kolay duruyordu.
Bekledikleri gibi de oldu. Nora iş birliğine oldukça sıcak baktı. En başından beri Nora'nın tarafı belliydi fakat onları inandırmak da güçlük çekiyordu. Evet, en başında babası onu bu obaya sokmuştu. Fakat sonrasında Nora, obaya asla ihanet etmemişti. Babasının içeriden haber beklediğini bildiği halde hiçbir bilgi ulaştırmamıştı babasına. İşlerin bu hale geleceğini asla beklemiyordu Prenses Nora.
Üzerindeki hain yaftasını kaldırmak için bildiği her şeyi anlattı. Kalenin gizli geçitlerinin hepsini bilmese de bildiği iki geçit iş görürdü. Mehpare Hatun'un, babasının elinden kurtulmasını oldukça istiyordu. Hem genç kızı seviyordu hem üzerine suç kalmasını istemiyordu hem de Tuğrul Bey'in hayal kırıklığı ile bakmasına artık tahammül edemiyordu.
...
Beyler gece harekete geçmek için sözleşince Gökbey atına atlayarak obasına vardı. Hem babasına olup biteni anlattı hem de cenge gideceği için helallik aldı. Oğuz Bey, oğlunu bu cenkten asla geri çekmeye çalışmadı. Gökbey'in, Mehpare'ye olan hislerinin farkındaydı. Üstelik aralarında ne geçerse geçsin Zeyrek Obası hem ırk hem din kardeşleriydi. Kardeşler arasında küslük olurdu ama vefasızlık asla. Gökbey'in emrine küçük bir birlik vererek Zeyrek Obası'na yardım eli gönderdi Oğuz Bey.
Gökbey'e birlik değil Sancar Alp lazım gelirdi şimdi. Tekrar Zeyrek Obası'na dönmeden şifahane yolunu tuttu. Kardeşi Şeyma Hatun işinde ne kadar mahir de olsa takdir Allah'ındı.
Şifahanenin çadırına girdiğinde gözüne ilk çarpan Eslem Hatun oldu. Sancar Alp'in hemen yanında oturup elindeki Kuran'ı okuyordu. Normalde çoktan öfkelenmesi gerekirdi fakat bu ara şartları pek de normal değildi. Sancar'ın Eslem'e olan sevdasını artık biliyordu. Belli ki Eslem'in de Sancar'a karşı bambaşka hisleri vardı. Sancar'a gösterdiği tepkiye pişman olmuştu Gökbey. Ölüme bile giderken kardeşlerini emanet edeceği adama bacısını nikahlamak şeref verirdi elbet. Sancar Alp'in ciğerini bilirdi. Yiğit, mert, cesur ve yürekli bir adamdı Sancar Alp.
Gökbey'in gelişini ilk fark eden Şeyma Hatun oldu. Çadırın diğer köşesinde bir yandan çocuğunu ayağında sallarken bir yandan da havanda otları ezip merhem için hazır ediyordu. Şeyma Hatun'un yanına varıp yeni uykuya dalan yeğeninin alnını öptü. Günkut'u uyandırmamak için fısıldayarak konuştular.
"Sancar nasıldır Şeyma?"
"Çok şükür ağabey. Henüz uyanmadı ama her geçen gün iyiye gider. Yarası ilk geldiğinde kötü haldeydi. Şimdi temizdir, ateşi çıkmaz."
"Çok şükür."
Gökbey'in içi rahatlarken halâ onu fark etmeyen kardeşi Eslem'e döndü. Titreyen sesi ile okuduğu Kuran'ı dinledi. Eslem Hatun'u durgun gördüğü nadir anlardan biriydi. Şeyma Hatun ile vedalaşıp Eslem'in yanına gidecekti.
"Birazdan yola çıkarız. Zeyrek Obası'na geri döneceğiz. Doğan Alp seni bekler. Varıp kocanla helalleşesin bacım."
Şeyma Hatun alışmıştı bu vedalara. Her cenkten önce helallik isteyen kocasına gitmeden önce ağabeyi ile vedalaştı. Hayır duaları edip kucağında Günkut'la beraber otağına doğru yol aldı.
Şeyma Hatun'un çadırdan çıkmasıyla ağabeyini fark etti Eslem Hatun. Büyük bir saygıyla Kuran'ı kapattıktan sonra ayağa kalkıp ağabeyinin yanına vardı. Hiç durmadan göz yaşı döken gözleri kızarmıştı. Gökbey, kardeşini bitkin halde görünce huzursuz oldu. Eslem Hatun'un sessizliğini Gökbey bozdu.
"Sancar güçlüdür, bırakmaz öyle kendini merak etmeyesin."
"Günlerdir gözlerini açmaz ağabey."
"Gördüğü ilgiden memnundur o. Hem bilir elbet uyanınca başına geleceği."
Gökbey tatlı sert bir sesle kız kardeşini az da olsa toparlamaya çalışıyordu. Eslem Hatun, artık emindi ağabeyinin bazı şeyleri bildiğinden. Fakat şu an bunu düşünecek halde değildi. Önceliği Sancar Alp'in iyi olmasıydı.
"Kızdın mı ağabey?"
"İmdi bunları düşünme vakti değildir Eslem. Olan olmuş, gönlün bu adama belli ki düşmüş. Elbet konuşacaklarımız vardır lakin şimdi değil."
Gökbey, kardeşinin halini gördüğü için daha fazla üzmek istemiyordu. Tüm konuşulması gerekenleri ertelemek en doğrusu olacaktı şu an için. Eslem Hatun da bu tavra minnettardı. Ağabeyinden alacak tek olumsuz cevaba şu an tepkisi ne olurdu bilemiyordu.
"Otağa dönesin artık Eslem! Burada bu kadar kalman doğru değildir. Hem Şeyma da gitti, yalnız kalmayasın."
"Tamam ağabey."
Eslem Hatun, ağabeyine hak veriyordu her konuda. O yüzden üstelemeden dediğini yaparak otağına geçti. Dua etmekten başka bir şey yapamıyordu zaten. Buradan da dualarını gönderdi Sancar için.
...
Çağrı Bey içindeki öfkeyi göz bebeklerinde taşırken Sitavya Kalesi'nin tam karşısında atının üstünde hazır bekliyordu. Yanında babası Mahmut Bey ve diğer yanında kardeşi Tuğrul Bey vardı. Geceden ordularıyla geldikleri kaleye yaklaşmadan evvel Prenses Nora öncülüğünde geçitleri tespit ettiler. Zeyrek ordusu kale önündeyken Gökbey kendi alpleriyle beraber geçitlerden içeri sızacaktı.
Çağrı Bey de kardeşini almak için geçitlerde olmayı istiyordu fakat yokluğu Tekfur'u uyandırmaya yeterdi. Henüz gün aydınlanmadan namazlarını Mahmut Bey'in ardında kılıp kale önüne dayanmışlardı. Tekfur Nicolas'ı oyalamak için içeri bir elçi göndermişlerdi.
Bu sırada da Gökbey ve alpleri geçitlerden ilerleyerek kalenin içine sızdılar. Geçidin sonu kalenin kilerinde son bulmuştu. Etrafı yoklayarak teker teker çıktılar geçitten. Prenses Nora'dan aldıkları tarifler ile zindana doğru yol alacaklardı. Mümkünse kimseye yakalanmadan Mehpare'yi alıp çıkacaklardı bu kaleden.
Kilerden çıkışları kolay oldu. Kalenin kapısı Türk askerleriyle doluyken kimsenin aklına aş gelmiyordu elbet. Herkes savaş hazırlığı içindeyken Gökbey ve alpleri usulca kalenin koridorlarını arşınladılar. İlk iki dönemeçte hiçbir askere rastlamamışlardı. Fakat zindana yaklaşırken alınan tedbirler ile askerlerin sesleri gelmeye başlamıştı.
Gökbey, taş duvarı kendisine siper ederek gövdesini sakladı. Gelen Bizans askerini kolları arasına alarak sesini çıkarmadan tek hareketiyle etkisiz hale getirdi. Yanında duran Gürbüz'e askeri bırakıp yoluna devam etti. Arkalarında delil bırakmamak için yığılan askeri hemen yanlarındaki odanın içine gelişi güzel bıraktı Gürbüz.
Zindana vardıklarında beş altı kişilik bir grup ile karşılaştılar. Belli burada sessizlik değil gürültü hâkim olacaktı. Tek korkusu Mehpare'nin burada olmama ihtimaliydi. Çünkü gürültü koptuktan sonra Mehpare'yi arayacak vakti bulamayabilirlerdi.
Gökbey ve alpleri oldukça atik davranıp zaman kazanmaya çalıştılar. Doğan, Gürbüz ve Dumrul birer asker ile cenk ederken Gökbey iki askeri kısa sürede yere sermişti. Hızlı adımlarla zindanda Mehpare'yi aramaya koyuldu Gökbey. Birazdan seslere gelen askerlerle çıkışları zorlaşacaktı.
"Mehpare!"
Seslenişlerine karşı bir yanıt ararken gözleri yerde yatan hatunu buldu. Yüzü gözükmüyordu fakat Mehpare olduğuna emindi. Onu son görüşündeki kıyafetleri ile yerde hareketsizce yatıyordu. Gökbey yüreğindeki korkuyla hızla yerdeki askerin belinden anahtarları alarak parmaklıklı kapıyı açtı.
Hızla yerde yatan hatunun yanına çöküp başını ellerinin arasına aldı. Evet, bu Mehpare'ydi. Fakat yaralardan mı halsizlikten mi bilinmez baygındı. Nabzını kontrol ettikten sonra şükredip daha fazla beklemeden Mehpare'yi kucağına alıp çıkış yolunu tuttu. Mehpare'nin hali pek de iyi gözükmüyordu fakat ilgilenecek vakit yoktu. Alplerin onu sarmasıyla zindandan çıkarak geçide doğru hızla yol aldılar.
Geldikleri yolu gerisin geri dönerken koridorun en son kısmında bekleyen fazlaca Bizans askerleriyle karşılaştılar. Gökbey kollarındaki hatun ile ne yapacağını düşünürken fikir Doğan'dan geldi.
"Beyim! Biz onları oyalarız. Siz gidesiniz."
Doğan'ın dediklerine uymak zorundaydı. Alpleri cenk etmesini iyi bilirdi. Bu kaleden geç de olsa çıkarlardı. Lakin kollarındaki hatunun daha fazla burada kalmaması gerekirdi. Ardını kollayan alpleri sayesinde hızla geçide geldi. Geçidin dar yollarında Mehpare ile geçmek zor olsa da başardı. Geçitten çıktığında atına atlayıp, Mehpare'nin baygın bedenini de önüne atarak güvenli bir yer arayışına girdi.
Kollarının arasında acı içinde duran hatunla uzun bir yolculuk onları bekliyordu. Gökbey için şimdi kılıç olma zamanı değil, merhem olma zamanıydı.
Hangi zamanı sevdiniz?
Oy ve yorum yapmayı unutmayınnnn
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
27.56k Okunma |
3.92k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |