53. Bölüm
Zeynep Çağatay / Obaya Dönüş / Zamansız Ruh / 17. Bölüm - Mağara

17. Bölüm - Mağara

Zeynep Çağatay
maveradabiryazar

Merhabaaa. İşte yeni bölüm ile geldim.

Bir Cumartesi klasiği olarak Obaya Dönüş sizlerleee...

Biraz oy ve yorum isticem yineeee.

Hayalet okuyucular özellikle size sözüm dgsdjk oy ve yorum kitap için önemli

Bu arada buradaki mesajları biraz geç görüyorum. İntagramda kullanıcı adım maveradabirokur oradan ulaşırsanız sevinirimmm

 

Soğuk bir adamın ilk yürek yangınına şahit oluyordu ağaçlar. Buzu dahi kül edecek güçte bir hissiyatın pençesine düşmüştü adam. Ne aklı bu kıskaçtan çıkmaya çözüm üretebiliyor ne de kalbi çıkmak istiyordu. Öyle memnundu halinden. Varsın sevilmesindi, ne çıkar? O seviyordu. Hem de sınırları yokmuşçasına...

Bir koluyla destek verip at üzerinde sabit tuttuğu hatun hala gözlerini açmamıştı. Birkaç saattir Mehpare'nin kendinde olmadan yaptığı bir yolculuğa artık ara verme vaktiydi. Yol boyunca ne kadar kontrol etmeye çalışsa da yeterli ilgiyi gösterememişti genç kıza. Acele edip izini kaybettirmek zorundaydı. Nihayet bulduğu bir mağarada Mehpare ile ilgilenebilecekti.

Mağaranın girişine geldikten sonra genç kızı düşürmemek için dikkatle atından indi. Mehpare'yi büyük bir özenle atın üzerinde sabit bıraktıktan sonra önden girerek mağaranın güvenliğini kontrol etti. Bahar mevsiminde bir ayı inine girmek pek de güvenli olmazdı.

Mağaraya girdiğinde sandığından daha büyük bir alana çıktı adımları. İçerisi oldukça soğuk olsa da güvenliydi. Hızla geri dönerek atının yanına vardı. Dikkatle hareket ederek Mehpare'yi kucağına aldı. Birkaç saniye bakışları kollarındaki hatunu bulurken zamandan ve mekândan soyutlandı. Ne altındaki toprak ne üstündeki gök... Hiçbiri yokmuş gibiydi. An durmuş gibi...

Ona her baktığında yüreğinde hissettiği hareketliliğe alışamamıştı. Bir ömür baksa yine de alışamazdı. Sevdanın alışkanlıklarla bir bağı yoktu zaten. Sevda bambaşka bir histi. Sebepsiz, sınırsız, tarifsiz... İnsan birine sevdalandı mı kalbi hiç bitmeyen bir mesaiye kalırdı. Tam tur dönen bir çark gibi her yönü onu bulurdu, yine onda dururdu.

Gökbey, birkaç saniyenin ardından mağaraya girdi kollarındaki sevdiği hatunla beraber. En uygun bulduğu bir yere Mehpare'yi dikkatle bıraktı. Hızla nefesini kontrol ettikten sonra yüzündeki küçük yaralarla ilgilendi. Temizlediği yaraların acısını en derininde hisseden adam, bunu ona yapanlardan alamadığı intikama yandı. Elbet onun da vakti gelecekti.

Genç kızı mağarada bir süre yalnız bırakarak çevredeki dal parçalarını topladı. Mehpare zaten kendinde değildi. Bir de o soğuk mağarada kızın hasta olmasını istemiyordu. Üstelik genç kız aç olmalıydı. Bir şeyler yapıp o uyanana kadar bu işleri halletmeliydi.

Önce topladığı çalı çırpıyı mağaraya getirerek küçük bir ateş yaktı. Birkaç dal parçasını da ara ara atarak ateşin sönmemesini sağladı. Yanan ateşin ışığı yüzüne vururken genç kızın masum yüzünü seyre saldı. Huzurlu bir uykuya kavuşmuş gibi bir hali vardı Mehpare'nin. Belki de Gökbey görmek istediğini görüyordu.

Atının yanına vararak mağaranın etrafında avlanmaya çıktı. Keyfi bir av olsaydı uzunca vakit sabredip en büyük avları genç kız için avlardı. Fakat vakti dardı. Üstelik etrafta kendisini belli etmemesi gerekirdi. Bu seferlik birkaç kuş avlamakla yetinerek mağaraya geri döndü. Küle dönmek üzere olan ateşi tekrar harladıktan sonra avladığı kuşları temizleyip pişmesi için bir dal parçasına tutturdu. Onlar pişerken mağaranın ücra bir köşesinde oluğa akan sudan abdestini alıp namazını kıldı. Duaya en muhtaç olduğu zamanlardan birindeydi.

Aldığı güzel kokular ve ısıdan gevşeyen vücudu ile yavaşça araladı gözlerini Mehpare. Bilinci ne zaman kapanmıştı hatırlamıyordu. En son mahzende Bizans askerleri tarafından hırpalanıyordu. Bu ara sürekli başka yerlerde uyanan bilincini kontrol etmek için gözleri etrafını taradı. Karşısında yakılan ateşe ve hemen üzerinde pişen ete hazine görmüş gibi baktı. Çölün ortasında serap gören bir bedevi gibiydi.

Asıl hasreti olan Gökbey'i gören gözleri ise hemen dolup taştı. Düştükten sonra dudaklarını büküp annesine ağlayan bir çocuk gibi hissetti kendini. Ne olmuştu, nasıl olmuştu bilmiyordu fakat rüya değilse eğer kurtulmuştu. Hem de Gökbey tarafından.

Yanaklarını ıslatan göz yaşlarını silerek alnını secdeye koyan adamdan bakışlarını çekti. Uzandığı yerden doğrulmaya çalışırken acıyan canıyla inlemelerine engel olamadı. Vücudunun birçok yerinde hissettiği yaralar bir de kayanın sertliği ile iyice kendisini belli etmişti.

Gökbey, namazını kılarken Mehpare'nin uyandığını fark etmişti. Şükrederek namazına devam ederken duyduğu inlemelerle genç kızın acısını yüreğinde hissetti. Namazını bitirdikten sonra kalkmayarak en sevgiliye sevdiği için dualar etti.

Duasını bitirdikten sonra bakışlarını Mehpare'ye çevirirken, onu ateşin başında pişen etleri koparmaya çalışırken buldu. Ete doğru bir uzanıp dokunan bir sıcaktan elini çeken genç kıza baktı. Ne kadar süredir açtı da bu hale gelmişti bu hatun?

"Yanacaksın, bekle!"

Gökbey hızla yanına yaklaşıp, sıcak dal parçasını ateşin üzerinden aldı. Daha önceden temizleyip hazırladığı bir alana koyarak bir parça eti elleriyle parçaladı. Yanında ısrarla onu bekleyen Mehpare Hatun için küçük bir parçayı eline alıp üfledi. Bu haline kendisi bile inanamıyordu.

Soğuduğuna emin olduğu parçayı genç kızın önüne bıraktıktan sonra yeni bir et parçasına aynı işlemi uyguladı. Mehpare'nin hızla yediği lokmalara yetişmeye çalışıyordu Gökbey. Genç kız bir yandan durmadan önüne bırakılan eti yiyor bir yandan da bakışlarını kaçırarak Gökbey'in tepkisini inceliyordu.

"Mehpare! Sen iyi misin?"

Mehpare yuttuğu lokması ile ara verdi yemeğine. Omuzlarını kaldırıp bırakarak nasıl hissettiğini bile bilmediğini gösterdi genç kız. Yaraları eskiye nazaran daha iyiydi ama yine de sızısı duruyordu.

"Neler oldu Gökbey? Nasıl geldim buraya?"

"Babanlar ile bir plan yaptık seni kaleden çıkarabilmek için. Onlar kale önünde Tekfur'u kuşatırken ben de kalenin gizli geçitlerinden girdim. Seni bulduğumda kendinde değildin."

"Neden buradayım peki? Obaya neden gitmedik?"

"Kaleden seni çıkarabilmem için Bizans askerlerini bizimkiler oyaladı. Onları bekleyecek zamanım yoktu. Tek başıma kaleden çıkıp seni gizlemek zorundaydım."

Gökbey'in anlattıkları Mehpare'yi meraklandırmıştı. Yine bir kaosun tam ortasındaydı ve ailesi onun için tekrar zarar görsün istemiyordu. Gökbey'den ailesinin iyi olduğunu sorup öğrense de aklı kalmıştı. Kısa sürelik durgunluğu bırakarak yemeğine kaldığı yerden devam etti. Gökbey'in yemediğini görünce, dışarıdan nasıl aç göründüğünü düşünüp utandı.

"Sen neden yemiyorsun?"

"Aç değilim."

"Öyle mi? Ben uyurken yemek yediğini nedense hiç sanmıyorum. En son ne zaman yedin?"

Gökbey'in sessiz kalışından yemediğini anlayarak birkaç parça eti de onun önüne bıraktı. Aklına gördüğü rüya geldi. Geri dönmeyi asla istemiyordu. Fakat gördüğü o rüya gerçek olsaydı belki de şu an romantik bir akşam yemeğinde olabilirlerdi. Şimdiyse bir mağarada ateşin yanı başında ne olduğunu bile bilmediği bir eti elleriyle parçalıyordu Mehpare.

"Nedir bu? Daha önce bu kadar lezzetli et yememiştim."

"Bıldırcın."

Mehpare, büyüyen gözleri ile önündeki ete baktı. Ağzında kalan küçük bir parçayı yutmakta zorlanarak öksürmeye başladı.

"Ne yedirdin sen bana? Küçücük kuşa nasıl kıydın?"

Gökbey, beklemediği tepki ile genç kızın ağlamaya hazır yüzüne baktı. Biraz önce lezzetli demese sevmediğini düşünürdü. Dudaklarını büküp özür dilemek ister gibi yemeğe bakan Mehpare'ye anlam veremedi. Acaba Doğan'ın mantara olan durumu gibi bir hali mi vardı? O zaman işi daha zordu. Şifasını bilemezdi.

"Ne oldu Mehpare Hatun? Yoksa dokunur mu sana?"

Mehpare, ona endişe ile bakan yüze döndü. Adamın onun için meraklanması hoşuna gitse de kendisini hemen toparladı. Alışmıştı bu yanlış anlaşılmalara. Kendini açıklama zorunluluğu hissetti.

"Yok, ondan değil. Ben daha önce hiç yemedim. Yani bizim dünyamızda pek yenmez."

"Siz ne eti yersiniz? Acele olunca en kolay av budur diye bıldırcın avladım. Ama istersen yarın bir geyik bulurum."

"Hayır hayır! Bıldırcınla yeni yüzleşiyorum bir de geyiği kaldıramam. Biz geyik de yemeyiz."

Gökbey, genç kızın iyi olmasına sevindi. Fakat anlayamıyordu neden bu hayvanları yemediklerini. Mehpare için bir şeyler yapmak istiyordu fakat eline yüzüne bulaştırıyordu. Nerden bilebilirdi ki ortada koskoca bir çağ farkı vardı.

"Siz ne yersiniz hatun?"

"Tavuk olsa iyi olurdu ya da inek eti."

"Ormanda mı?"

Mehpare, bir an yaşadığı rezillik ile kendi kendine güldü. Onun bu gülüşüne Gökbey de eşlik etti. Gülüşleri devam ederken bakışları birbirlerini buldu. Mehpare yeni fark ettiği yakınlık ile toparlandı.

"Nasıl haber aldın? Yani obadan çıktıktan sonra oldu her şey. Ağabeyim mi haber verdi sana?"

"Yok. Leyla sayesinde haberim oldu."

"Nasıl?"

Mehpare, şaşırmıştı. Leyla ile bağı gerçekten bu kadar güçlü müydü? Gökbey, o anı hatırlayınca gülüşü gölgelendi. Yaşadığı korkuyu tekrar hissetti. Felaket bir duygunun içindeydi o ara.

"Sancar Alp ile obanın etrafında oturuyorduk. Leyla tek başına geldi sonra. Bir de yelesinde kan izleri görünce korkuyla takip ettik Leyla'yı. Çağrı Bey'e götürdü bizi Leyla."

"Ağabeyim iyi midir?"

"İyidir, merak etmeyesin. Biz gittiğimizde Bizans askerleri kalabalık şekilde saldırıyordu. Destek olduk, yaralılarımız var amma iyileşecekler inşallah."

"Sen iyi misin?"

Mehpare'nin yumuşak sesine doğru döndü Gökbey. Onu merak edip soran kıza gülümsedi.

"İyiyim ben. Sancar yaralandı."

"Ne? Durumu nasıl?"

"İyiye gidiyordu en son. Son ahval nedir ben de bilmem. Henüz uyanmadı."

"Eslem Hatun iyi mi?"

Gökbey, Sancar'dan sonra sadece Eslem'i sormasından, genç kızın da bu ilişkiyi bildiğini anlamıştı. Hepsi bilirdi de Gökbey'den mi saklarlardı?

"Demek sende bilirdin!"

Mehpare, Gökbey'in iması ile şaşırdı. Gökbey biliyor muydu? Mehpare pot kırmaya alışmıştı da Eslem Hatun'un ona yapacakları kokuturdu. Bizans'ın elinden yeni kurtulmuşken Eslem Hatun'a yem olamazdı.

"Neyi bilirim?"

"Ah, Mehpare ah! Bir de becerebilsen bu işleri."

"Öyle deme koskoca Tekfur'a bile kafa tuttum ben. Daha da kimse tutamaz beni."

Gökbey kahkaha atmıştı Mehpare'nin bu tavrına. Olanları henüz sormamıştı kıza. Önce onun güvende hissetmesini sağlamak istemişti. Belli ki başarmıştı da.

"Nasıl kafa tuttun Tekfur'a bir anlat bakalım."

Mehpare duruşunu ciddiyetle düzeltti. Dünyanın en önemli mevzusunu konuşacak gibiydi. Gökbey gülümserken bunu yapması epey zordu.

"Beni geçit için kaçırmamış meğer. Gelecek hakkında bir şeyler sordu bana. Onları öğrenip önüne geçecek aklınca."

"Ne sordu? Cevap verdin mi?"

"Orhan Bey'den sonra başa kimin geçeceğini, Orhan Bey'in nasıl öleceğini falan sordu. Cevap vermeyince zindana attılar beni. Tüm geceyi orada geçirdim. Sabaha karşı anca bıraktılar işkenceyi."

Gökbey, zindanda olanları tahmin ediyordu ama duymak iyice öfkesini kabartmıştı. Yerinden kalkarak mağarada adımlamaya başladı. Mehpare'de onun öfkesini görünce biraz sessiz kaldı. Fakat Gökbey bu sessizliği uzun tutmayarak Mehpare'nin devam etmesini istedi.

"Sabah olunca Tekfur geldi zindana. Onlardan korktuğumu artık konuşacağımı düşündü herhalde. Bende ondan korkmadığımı belli ettim. Bir daha da bir şey sormadılar zaten. Cevap vermeyeceğime emin oldular."

"Neden? Ne yaptın ki?"

"Ona istediğini verdim. Gelecekten bir şeyler duymak istiyordu, ben de duyurdum."

"Tekfur ne biliyor? Ne söyledin Mehpare?"

Gökbey, Mehpare'nin ihanet etmeyeceğine emindi. Fakat şimdi dediklerine anlam veremediğinden sorma gereği duydu.

"Orhan Bey'in soyundan gelecek olan bir Sultan'ı müjdeledim ona. Konstantinye'yi alacak olan müjdeli olan komutandan, Bizans'ı tarihten silecek olan sultandan bahsettim."

Gökbey, Mehpare'nin tebessüm eden suratına şaşkınlıkla baktı. Duydukları gerçek miydi? Hadislerle müjdelenen o komutan Orhan Bey'in soyundan mıydı?

"Bu gerçek midir Hatun?"

"Daha ne gerçekler vardır Gökbey! Osman Bey'in kurduğu o kutlu yolda ne savaşlar kazanıldı! Keşke sana anlatabilseydim."

"Bunları duymak bile gurur verici. Biz zaten baş koyduğumuz bu davanın yükseleceğine emindik. Çünkü davamız Hakk davası."

Mehpare biraz önce gururla ve sevinçle anlattıklarının ardından hüzünlendi. Osmanlı'nın yıkılmış olmasından bahsetmemeye yemin etti kendi kendine. Bu adamların davasına zarar verecek en ufak bir fikri beyan etmemeliydi.

Yemek faslı bittikten sonra Mehpare de kılamadığı namazlarını kıldı. Genç kız mağarada ibadetlerini yaparken Gökbey yolculuk için dışarıda hazırlıkları ile ilgilendi. Atının karnını doyurup suyunu verdi. Yolculuk için artık herkes hazırdı.

Mehpare namazını kıldıktan sonra hazır olup mağaradan dışarıya çıktı. Adımları oldukça yavaş ve dikkatliydi. Yeni yaralara yer açmak istemezdi vücudunda. Tutunarak büyük kayalıkların üstünden geçip Gökbey ve Zifir'in yanına geldi.

"Hazır mısın?"

Mehpare başıyla onay verdikten sonra bekledi. Gökbey, Zifir'i düzlüğe getirerek tek sıçrayışta atının üzerinde yer aldı. Mehpare aynı ata binecek olmalarını yeni fark ediyordu. Utanan genç kızın yanakları al al oldu. Gökbey'in uzattığı ele baktı. Elini tutmamak için kolundaki deri kol zırhına tutunup kendisini yukarı çekti. Gökbey'in arkasında yer alırken nefes almayı dahi kesti. Ellerini koyacak bir yer bulamadığından önünde kavuşturdu. Önündeki adama sarılarak gidecek hali yoktu. Neyse ki adamın arkasındaydı da kızaran yanakları gözükmüyordu.

Gökbey, Mehpare'nin çekingenliğini anladığından sessiz kalıyordu. Fakat onun da içinde kopan fırtınalar vardı. Bu denli yakın olmak kalbine pek de iyi gelmiyordu. Havanın kararmasına çok az kalmıştı. Karanlık da gizli yol almak daha basit olsa da daha tehlikeliydi. O yüzden dikkatli olmaları gerekiyordu.

Gökbey, atını ilerleterek mağaradan uzaklaştı. Mağaranın girişi öyle çok engebeliydi ki yavaş hareketlerle ilerlemek zorunda kaldılar. Fakat bir süre sonra düzlüğe çıkan at hızlanarak yola koyulmuştu. Mehpare ise beklemediği bu hızlanma ile Gökbey'e tutunmak zorunda kalmıştı. Bu temas ikisini de yakmıştı.

...

Gökbey atını hız kesmeden sürerken dikkatle ilerliyordu. Gecenin zifiri karanlığı artık bitmek üzereydi. Birazdan imsak vakti girer yavaş yavaş gün doğardı. Tehlike hala geçmemişti ama asıl dikkati arkasında uyuya kalan hatun içindi. Ona dokunmamak için büyük çaba veren hatun en sonunda kendisini uykuya teslim etmişti. Mehpare'nin ellerini sırtındaki deri zırhta hissederken alnını da koyarak adamdan destek aldığının farkındaydı. Genç kıza dokunamadığı için dengeyi sağlamakta güçlük çekiyordu.

Yaralı ve halsiz bir hatunun bunca yolu at üstünde gitmesi bile takdire şayandı. Üstelik hatun tek bir şikâyet dahi etmemişti. Yetişmediği bu dünyaya öyle çok alışmıştı ki Gökbey ona hayran olmadan edemiyordu.

Yollarının üzerinde kalan göl kenarına doğru yol aldı Gökbey. Sabah namazı için abdest alması gerekiyordu. Bir de tabi genç kızın acıkmış olabileceğini var sayıyordu. Kendisi alışkın olduğu için dinlenmeden, uyumadan, yemeden obasına varırdı fakat Mehpare'den bu kadarını beklemek haksızlık olurdu. Üstelik Mehpare'yi doyuramamayı da kendisine utanç sayardı. Hem bu hatuna koca olmayı isteyip hem de ihtiyaçlarını gideremiyorsa kendisini erden dahi saymazdı.

Geldikleri göl kenarında sessizlik hakimdi. Kimsenin olmadığına emin olduktan sonra atından inmeden uyuyan hatunu uyandırmaya çalıştı.

"Mehpare!"

Birkaç seslenişin ardından anca uyanmıştı genç kız. Fazlaca yorgun düşen bedeni bu yolculuğa dayanamamış kendisini uykuya bırakmıştı. Uyanır uyanmaz Gökbey'den uzaklaşmaya çalışan hatun az kalsın attan düşecekti.

"Yavaş olasın hatun!"

Gökbey'in uyarısı ile toparlandıktan sonra yavaşça indi attan. Henüz kendisine gelemediğinden olduğu yerde beklerken Gökbey, Zifir'i göle yakın bir ağaca bağladı.

"Gün doğmak üzere. Namazları kılıp biraz dinlenelim."

Mehpare başıyla onay verip bekledi. Önce Gökbey abdestini alıp namazını kıldı. Ardından genç kızı yalnız bırakarak avlanmak için atıyla beraber geldiği yöne geri gitti. Mehpare önce kendisine gelmek için yüzüne su çarptı. Soğuk su ile hızla uykulu halinden çıkıp abdestini aldı. Biraz önce Gökbey'in namazını kıldığı yere doğru geçip, onun döndüğü yöne döndü. Namaza durmadan önce tekrar etrafına baktı. Sessizliğin ve doğanın huzurunda namazını kıldı, dualarını etti.

Gökbey gelene kadar bir ağacın altına oturup bekledi. Bu bekleme sırasında güneşin doğumunu izledi. Tefekkür edeceği en özel anlardan birindeydi belki de. Ilık bir rüzgârın esintisini teninde hissederken şükretti. Savrulsa da hayattaydı. Biraz daha vakit geçtikten sonra Gökbey geldi. Zifir'in üzerinden inip, Mehpare'ye doğru adımladı.

"Nasılsın? Dinlenebildin mi?"

"Ben zaten hep uyudum, senin dinlenmen gerekirdi. Nereye gittin?"

"Acıkmışsındır."

Gökbey, atının heybesinden iki büyük tavşan çıkarırken Mehpare tekrar bir şoka girdi.

"Hiç bana yazıktır tavşana demeyesin hatun. Ormanda tavuk avına çıkamam."

Mehpare, Gökbey'in lafları ağzına tıkmasıyla sessiz kaldı. Oturduğu ağacın dibinde hiç dinlenmeden işe koyulan Gökbey'i izledi. Ağaçların sık durduğu bir alanda ateş yakarak dumanının gizlenmesini sağladı. Ateş harlanana kadar tavşanı temizleyip pişmeye hazır hale getiren adama bakamadı genç kız. Alışık değildi bu gördüklerine.

"Kahvaltıda tavşan yiyecek olmama inanamıyorum gerçekten."

"Dün o bıldırcınları keyifle yerken öyle demiyordun. Ha tavuk ha tavşan ne fark eder? O da helal bu da helal."

"Ne bileyim! Bizim dünyamızda tavşan beslenir, yenmez."

"Süt mü verir, yumurta mı verir? Ne diye besleyeyim?"

Mehpare, bu düşünceyi mantıklı bulmuştu. Obada süs olsun diye hayvan besleyecek değillerdi. Elbette etinden sütünden faydalanacakları hayvanları besleyeceklerdi. Üstelik fark ettiği bir şey daha vardı. Gökbey avladıklarını kendi temizleyip pişiriyordu. Burada kadının karnını doyurmaya erlik, gelecekte kılıbıklık deniyordu. Mehpare iyi ki geçmişti bu geçitten.

"Ne zaman varırız obaya?"

"İkindiye doğru varırız Allah'ın izniyle."

Gökbey'in işi biterken sıra pişirmeye gelmişti. Ateşin üzerine etleri bıraktıktan sonra kendisini bir ağacın altına bırakarak dinlenmeye koyuldu. Tüm geceyi at üstünde geçirse de iyi durumdaydı. Mehpare'nin onu izlediğini fark ettiğinden bakışlarını ona çevirdi. Genç kız ilk defa bu kadar derin bakıyordu ona. İlk defa bu kadar derin ve uzun bakıyordu. Gökbey bu anın kıymetini bilerek sessizce eşlik etti bu bakışlara.

"Bana kızgın mısın?"

"Ne için?"

Gökbey, genç kızın neyden bahsettiğini biliyordu ama onun konuyu açmasını istiyordu.

"O gün, seni cevapsız bıraktığım için."

"Değilim. Ama nedenini merak etmiyor da değilim. Neden cevapsız bıraktın beni? İstemiyorsan neden hayır demedin bana?"

"Sana evet diyemeyecek kadar kızgın, hayır diyemeyecek kadar korkaktım."

Gökbey'in kısılan gözleri genç kızı çözmeye çalışır gibiydi. Evet diyemeyecek kadar olan kızgınlığını anlamıştı. Onu hainlikle suçlamıştı Gökbey, Mehpare'nin kızgınlığı bu yüzdendi. Peki ya hayır diyemeyecek kadar korkmasının sebebi neydi?

"Neden korktun hayır demekten?"

Mehpare utanıyordu. Fakat tekrar cevapsız bırakacak değildi bu adamı. Hem artık ağabeyi de biliyordu olanları. Tabi ya Çağrı Bey biliyordu. Mehpare bunu yeni hatırlamıştı ve Gökbey'in bilmesi gerekiyordu.

"Hayır dersem, benden vazgeçersin diye korktum."

Mehpare'nin bakışları utançla gölü izlerken sessiz kalan Gökbey'e dönme gereği duydu. Ona hiç hareket etmeden bakan adamın haline gülümsedi. Gökbey biraz önceki cümleyi anlıyor fakat emin olamıyordu.

"Mehpare! Ben bu saatten sonra gayrı canımdan vazgeçerim, senden vazgeçmem!"

Mehpare tebessüm ederek önüne döndü. Biraz önce dolaylı da olsa Gökbey'e sevdiğini itiraf etmişti. Beni sevmekten vazgeçme demek bu demekti sonuçta.

"Çağrı ağabeyim sana bir şey dedi mi?"

"Ne gibi bir şey?"

"Bana ettiğin evlilik teklifini ağabeyim biliyor."

Gökbey şaşırmıştı bu ayrıntıyla. Çağrı Bey ile günlerdir Mehpare'yi bulmak için görüşüyorlardı fakat aralarında böyle bir konuşma geçmemişti. Gerçi o an bunun sırası da değildi zaten. Gökbey bir yandan sevindi Çağrı Bey'in bilmesine. Ardından iş çevirecek değildi zaten. Fakat yine de Gökbey kendisi söylemeyi tercih ederdi. Tıpkı söylediği için ağzını burnunu kırdığı Sancar Alp gibi.

"Nasıl öğrendi?"

Mehpare, ağabeyi ile arasında geçen konuşmayı Gökbey'e anlattı. Tabi Gülayşe Hatun ile olan kısmı es geçmişti bu kısa özette. Yeni bir kaosa hiç gerek yoktu şu anda.

"İyi olmuş öğrendiği. Senin için sorun etmez değil mi?"

"Bana sorun çıkarmaz da seni bilemiyorum."

"Ağabeyin değil mi çıkaracak herhalde sorun. Hakkıdır çıkarsın."

Mehpare, ödeşmelerinin yakın olduğunu bildiği için sessiz kaldı. Gökbey'in konuşma aralarında ateş ve etle ilgilenmesiyle zaman ilerlemişti. Sonunda pişen et ile karınlarını doyurup tekrar yola çıktılar. Mehpare mırın kırın ederek yediği tavşan etini pek bir sevmişti. Gözünün önüne gelen tavşanları yok saymaya çalışarak karnını doyurmuştu. Sanırım buna da alışacaktı.

...

Saatler süren yolculuk bitmek üzereydi. Zeyrek Obası'nın olduğu topraklara sağ salim gelmişlerdi sonunda. Mehpare en son anahtarı bulmaya gitmeden önce görmüştü ailesini. Sonra obaya verilen baskın nedeniyle Karasu Obası'na götürülmüştü. Tam ailesine kavuşacağı sırada yeni bir baskın ile Bizans'ın eline düşmüştü. Şimdi ise çok şükür ailesine doğru gidiyordu.

Gökbey'in hızla sürdüğü atı üzerinde yorgun fakat güzel bir yolculuk geçirmişti Mehpare. Gökbey'i bu kadar yakından ve uzun süre görmek ona iyi gelmişti. Sanki sevdiği bu adamla yeniden tanışmıştı. At üzerinde uzun soluklu sohbetlerle bitirdikleri yolculuk genç kıza artık adım atması gerektiğini gösteriyordu. Kaybedecek daha neyi olabilirdi?

"Gökbey!"

Gökbey, ardındaki hatunun ona seslenmesi ile kafasını ona doğru çevirdi. Genç kızı göremiyordu fakat dikkatini ona verip dinlediğini gösteriyordu adam.

"Hani bana sordun ya, zevcem olur musun, diye?"

"Sordum. Sende cevap vermemiştin."

"Cevabını vermek isterim."

Gökbey, heyecanını gizlemeye çalışmadan atını durdurdu. İnmedi, seslenmedi, hareket etmedi. Sadece bekledi. Beklediği cevabı duymak için nefesini tuttu.

"Hani dedin ya; gönlümün menzili sana varır, diye. Benim gönlümün menzili de bir sana varır Gökbey."

Mehpare, hızla bıraktığı nefesiyle itirafını dile getirdi. Gökbey onu görmese de başını eğerek utancını gizlemeye çalıştı. Gökbey ise yüreğinin sesini dile dökerek en güçlüsünden bir nara attı. Atını şahlandırarak sevincini gözler önüne serdi.

"Allah be! Yer, gök duysun! Dağ, taş şahit olsun! Mehpare Hatun'da beni sever. İşitesin ey acun! Ötüken imdi bana bu hatunun gözleridir."

Gökbey'in sevinç naraları bitmedikçe Mehpare hem utanıyor hem de onu susturma gereği duyuyordu. Obaya oldukça yakın olan topraklarda bu sözlerin duyulmasını elbette istemiyordu genç kız.

"Gökbey! Sessiz ol, bir duyan olacak."

"Duysunlar işte ay parçası."

Mehpare, itirafla gelen iltifata şaşırdı. Ne çabuk kabullenmişti Gökbey bu durumu! Oysa Mehpare utanmaktan başını dahi kaldıramıyordu. Gökbey'i zorlukla ikna ederek yola devam etmesini sağladı. Fakat Gökbey inadına yapar gibi atını yavaşça sürüyor beraber geçirdikleri yolculuğu uzatıyordu.

"Madem sende istersin, gelmişken Mahmut Bey ile konuşayım."

"Yok o öyle olmaz. Direkt nikahı da bas istersen."

Mehpare'nin çocuksu bir kızgınlıkla çıkan sesine gülümsedi Gökbey. Mahmut Bey ile bu konuyu konuşması uygun olmazdı elbet. Lakin madem Çağrı Bey biliyordu. Onunla konuşması doğru olandı.

Yolculukları Gökbey'in heyecanı ile son bulurken obanın ihtişamlı kapısından girdiler. Mehpare'yi gören oba halkı sevinçle karşılayıp dualar etti. Mehpare ne ara bu kadar sevildiğini bilmese de bu karşılamaya oldukça sevindi.

Sesleri duyan ailesi de otağdan çıkarak genç kızı karşılamaya geldiler. Mehpare, heyecan ile attan hızla inip gözü yaşlı annesine koştu. Kızına tekrar tekrar hasret kalan Hafsa Hatun günlerin sonunda rahat bir nefesi kızının kokusuyla beraber içine çekti.

"Çok şükür Allah'ım. Mehpare'm, kızım... İyi misin? Bir şey yaptılar mı sana?"

"İyiyim ana, merak etme. Kim ne yapabilir Mahmut Bey'in kızına, ya!"

Mehpare, annesinin endişesini silmeye çalışırken babasına dönüp uzunca sarıldı. Mahmut Bey belli etmese de yüreği günlerdir yangın yeriydi. Kızının halini hatırını sorduktan sonra iyi olduğuna anca ikna oldu. İki gözü iki çeşme olan küçük kardeşi Günçiçek ise ağlamaktan konuşamıyordu. Mehpare, teselli edilmesi gerekirken yine teselli ediyordu. Günçiçek'in yaşlarını sildikten sonra babasının yanında yer alan ağabeylerine döndü. Tuğrul ağabeyi kocaman gülümsemesi ile beline sarılıp kucakladı Mehpare'yi. İlk defa bu kadar yakın olan ağabeyine karşı içi sıcacık oldu. Tuğrul Bey, kardeşini kaybetme korkusuyla artık duygularının ardına saklanma gereği duymuyordu.

Mehpare'ye özlemle bakan bir çift göz de Çağrı ağabeyiydi. İlk önce onun koşup sarılmasını beklemişti; fakat ağabeyi önüne indirdiği bakışları ile geri duruyordu genç kızdan. Mehpare ilk önce anlamadı bu mesafenin nedenini.

"Beni özlemedin mi ağabey?"

Çağrı Bey, burukça bir gülümseyiş ile kardeşini kolları arsına aldı. Kokusunu içine çektikten sonra alnına güçlü bir buse bıraktı. Kardeşine karşı hissettiği mahcubiyetle konuştu.

"Çok şükür yine buradasın bacım. Affedesin beni! Seni koruyamadım."

Mehpare, ağabeyinin tavrını şimdi anlıyordu. Çağrı Bey, o baskında kardeşini koruyamadığı için kendisini suçlu hissediyordu. Bu utançla başını öne eğme ihtiyacı hissediyordu.

"Senin ne suçun var ağabey? Cenk etmekten mi kaçtın da başını öne eğersin? Hem sen benim için canını öne koydun. Kimse bilmezse ben bilirim. Demeyesin böyle şeyler, üzmeyesin beni."

Mehpare'nin tatlı diline karşı yumuşayan Çağrı Bey gülümsedi. Genç kızın gelişi o kadar mutlu etmişti ki obayı Gökbey'i fark etmemişlerdi bile. Mahmut Bey kendisini Gökbey'e karşı borçlu hissediyordu. Kızını keferenin elinden kurtarmak için yanlarında canla başla savaşmıştı.

"Oğuz Bey'in yiğit oğlu Gökbey! Hoş geldin. Emanetimizi sağ salim getirdin. Sağ olasın var olasın."

Gökbey, Mahmut Bey'in karşısına birkaç adımda geçip erkekçe bir selam vererek elini göğsüne vurdu.

"Hoş buldum Mahmut Bey. Siz sağ olasınız."

Gökbey daha fazla uzatmak istemiyordu. Sonuçta yakın zamanda başka bir niyetle çıkacaktı karşılarına. Şimdi boy göstermenin zamanı olmamalıydı. Fakat Mahmut Bey devam ederek halkına döndü.

"Herkes bilsin ki bundan sonra Gökbey de benim bir evladımdır. Karasu Obası bundan gayrı benim ancak can dostumdur."

İşte Gökbey buna sevinmişti. Saygıyla Mahmut Bey'e karşılık verdikten sonra göz ucuyla Mehpare'ye baktı. Aynı sevinci onun da yüzünde gördü. Çağrı Bey normalde bunu duyduğuna oldukça sevinirdi Gülayşe Hatun'a kavuşma fikriyle fakat Gökbey'in niyetini de bildiği için sessiz kalmayı tercih etti.

Mahmut Bey'in daveti ile otağa giren Gökbey, sevdiği hatunun mutlu olduğunu görmekle sevindi. Mehpare hem bu dünyadandı hem de değildi. İçinde birçok zıtlığı barındıran bambaşka bir ruhtu. Gökbey bu ruhu yakından çözmeyi, bu ruhta akıp gitmeyi ölesiye istiyordu.

Hazırlanan akşam yemeğini beraber yediler. Gökbey'in ilk sorduğu ise kaleden çıkarken ardında bıraktığı alplerdi. Çağrı Bey'den alplerinin iyi olduğunun haberini alınca rahata kavuştu. Mehpare'ye sürekli halini soran Hafsa Hatun bir an dahi kızının yanından ayrılmadı. Mehpare'yi şaşırtan ise, onu kaçıran Tekfur'un Nora'nın babası olmasıydı. Üstelik Prenses Nora'nın buraya hain olarak girmesi, sonra onlara yardımcı olmasına da inanamamıştı. Kızgın mıydı? Belki... Fakat üzülüyordu Nora için. Böyle bir babaya sahip olmak onun suçu değildi nihayetinde. Hem tam olarak ihanet etmiş de sayılmazdı Mehpare'nin gözünde. Neyse ki Nora hala buradaydı. Bir çadırın içinde kalıp, alplerin gözetiminde olsa da iyiydi.

"Müsaadenizle benim artık yola çıkmam lazım gelir."

Gökbey'in artık gitme vakti gelmişti. Lakin biraz daha kalması yönünde ısrarcı davranan Mahmut Bey, bir şekilde borcunu ödemek istiyordu.

"Bu gece kalıp dinlenesin Gökbey. Gündüz yola çıkarsın elbet. Hem sen de yorgunsundur."

"Sağ olasınız. Yeterince dinlendim Mahmut Bey. Lakin aklım Sancar Alp'de kalmıştır. Günlerdir haber alamam. Bir varıp görsem iyi olacak."

"Haberini almışımdır. Yiğit alpin bizim için yara almıştır. İnşallah tez vakitte iyileşir, biz de helallik alırız. Madem gitmek istersin, yolun açık ola."

"Eyvallah!"

Gökbey'in ayaklanması ile Çağrı Bey'de peşinden kalktı. Yolcu etmek için kalkan Tuğrul Bey'i tek işaretiyle geri oturtarak baş başa kalmak istedi Çağrı Bey. Gökbey de peşinden gelen adam ile konuşma fırsatını yakaladığını düşündü. Adımları yan yana ilerlerken ahıra vardılar. Çevrelerinde kimsenin olmayışını fırsat bilerek konuya ilk giren Gökbey oldu.

"Seninle konuşmam gereken şeyler vardır Çağrı Bey."

"Vardır ya, vardır. Benim de konuşmak istediğim şeyler vardır."

Gökbey, konuyu ilk kendisinin açmasına sevindi. Çağrı Bey'den önce davranmış olması iyiydi.

"Bacın Mehpare'nin hatunum olmasını isterim."

Çağrı Bey, başını sallayarak anladığını belli ederken oldukça sakindi. Fakat bu sakinliği uzun tutmayarak Gökbey'in burnuna bir kafa darbesi gönderdi. Acıyla burnunu tutan Gökbey beklemediği anda yediği darbeyle bir adım gerilemişti. Bir seferliğe mahsus karşılık vermeyecekti. Tıpkı o gün Sancar'ın karşılık vermediği gibi.

"Ne istersin bir daha söyleyesin Gökbey!"

"Mehpare'yi ..."

Devamını getiremeden bu sefer bir yumruk ile susturulmuştu. Ağzının içine dolan kanı yanındaki samanlara tükürürken keyif duydu. Bu konuşmayı hiç yapmayabilirdi. Mehpare onu hiç kabul etmeyebilirdi. Keyifle gülümsemesi bu sebeptendi fakat Çağrı Bey'i daha da öfkelendirmişti.

"Anam daha kaç gün Mehpare'nin kokusuyla uyudu bilir misin? Günçiçek daha ablasını tanıyamadı bile. Babam kızına doyamadı. Tuğrul daha alışamadı Mehpare'nin dönüşüne. Biz daha tam olamadan sana veririm bacımı öyle mi, he?"

Çağrı Bey'in öfke kusan sesine hak veriyordu Gökbey. Ailesi daha Mehpare'ye yeni kavuşmuştu. Fakat kendisi de ayrı kalmaya dayanamıyordu işte. Bencillikse bencillikti.

"Senin gönlün razı mıdır yıllardır hasretle bekleyen anadan kızını ayırmaya?"

"Kimseyi ayırdığım yok Çağrı. Ne zaman isterse görür ailesini."

"Aynı şey mi?"

Çağrı Bey'in yükselen sesi etrafındaki alplerin dikkatini çekse de onları uyararak geri göndermişti. Gökbey verecek bir cevap arıyordu fakat bulamıyordu. Mehpare'den vazgeçmeye niyeti yoktu. Hele de sevdasına karşılık bulmuşken.

"Ben Mehpare'ye sevdalıyım Çağrı Bey."

"Sevdalanmak yetiyor mu sanıyorsun! Bende sevdalıyım Gökbey. Öyle birkaç aylık da değil üstelik. Kendimi bildim bileli sevdalıyım. Ne seneler engel oldu sevdama ne yollar. Ama geri durmam gereken yerde durdum."

Gökbey, Çağrı Bey'in yıllarca evlenmeme sebebini bilmese de tahmin ediyordu. Fakat bu itirafa şaşırmıştı. Kim olduğunu bilmediği hatun, Çağrı Bey'in dilini çözmüştü.

"Durmasaydın Çağrı Bey. Madem bu kadar severdin, durmasaydın geri. Sevdiğin hatunun ardına düşseydin, vazgeçmeseydin."

"Sen buna vazgeçmek mi dersin? Ben geri durduysam sevdama zarar gelmesin diye durdum. Amma haklısın! Bu vakitten sonra tek adım gerilersem kendi kılıcımla doğranayım Gökbey!"

Çağrı Bey'in Gökbey'e doğru yaklaşması ile meydan okuması bir oldu. Kılıçlar kınındaydı fakat diller keskindi. Yara alan da iki taraf oldu. Gökbey sessiz kalsa da Çağrı Bey devam etti.

"İmdi sende beni dinleyesin Gökbey! Ben de bacın Gülayşe'nin hatunum olmasını isterim."

Gökbey'in duymayı beklediği belki de en son şey buydu. Şaşkın gözleri önce büyümüş sonra keskin bir kılıca dönüp Çağrı Bey'e sinirle bakmıştı. Biraz önce sevdasını haykırdığı hatun Gökbey'in küçük kardeşi Gülayşe miydi?

"Yakışır mı imdi bu dediğin! Benden intikam almak için bacımı kullanmak ne demek Çağrı Bey!"

"İntikam istesem kılıcıma davranırdım sevdama değil! Yıllar önce düştüm bu sevdaya. Tek bir şikâyetim olmadı. Yıllarca sevdamı dağa taşa anlattım da yüreğimi susturabildim. Bende bilirdim elbet her şeyi göze alıp Gülayşe'yi kaçırmayı. Amma ayıramadım ailesinden. Bir gün olsun pişman olur diye başka yollar aradım. Kaç kere babama bu düşmanlıkta geri durmasını söyledim bilir misin Gökbey?"

Gökbey duyduklarını anca sindirebilmişti. Kanayan burnu ve dudağının acısını çoktan unutmuştu. Bir hışımla Çağrı Bey'in yakasına yapışıp yüzüne kuvvetli bir yumruk indirdi. Yalpalayan Çağrı Bey de tıpkı Gökbey gibi gülmüştü.

"Yüzüme bacın bir izini bırakıp bu yarayı açtı. Sende geri durmayasın Gökbey! Buyur."

Gökbey, Çağrı Bey'in yüzündeki yara ile kardeşinin ne ilgisi olduğunu anlamasa da şu an bunu soramadı. Bir yumruk daha atıp adamın yakasını bıraktı. Sabaha kadar kavga etseler de bu işi sonuca bağlayamazlardı. Gökbey, öfkesini sınırlandırarak ahırdaki atına varıp üzerine bindi. Çağrı Bey'e son bir sert bakış göndererek atını harekete geçirdi. Çağrı Bey'den uzaklaşsa Sancar Alp'e gidecekti. İki bacısıyla aynı anda imtihan ediliyordu. Gökbey sevdasını kazanmış, kardeşlerinin sevdasıyla sınanmıştı.

 

Nasıl buldunuz bölümü?

Bu bölüm en sevdiğiniz sahne hangisi oldu?

Bölüm : 05.10.2024 14:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...