Media; Sancar Alp ve Eslem Hatun
Çok şükür geç de olsa geldim. Bazı sebepler yüzünden bölüm birkaç gün geç geldi kusura bakmayın. Artık belirli bir vakit vermiyorum. Ne zaman hazır olursa o zaman atıcam ki içime sindiği gibi yazabileyim.
İşte bölümle sizi baş başa bırakıyorum.
Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen.
Güzpınarı'nın yeşil ışıltısı içerisinde mutlu geçen birkaç haftanın ardından iki obanın düzeni de yerine iyice oturmuştu. Zeyrek Obası ve Karasu Obası, artık bu birlikteliklerinden endişe duymuyor, aksine güçlendiklerini düşünüyorlardı. Bu güce şu an oldukça ihtiyaçları vardı. Çünkü aldıkları duyumlara göre Bizans Tekfur'u Nicolas, aldığı sarsıcı yenilgiden sonra büyük bir hamle için hazırlanmaktaydı. Üstelik kızı Nora'nın hâlâ obada olması da Tekfur'u iyice öfkelendiriyordu. Mahmut Bey ise, Nora'nın masumiyetine inanarak ve oğlu Tuğrul Bey'in ısrarlarının sebebini anlayarak Nora'yı sahipleniyordu.
Prenses, obada artık özgür dolaşabilse de önceden yaşadıkları sebebiyle oldukça temkinliydi. Tuğrul Bey'den köşe bucak kaçması dışında gittiği yerler parmakla sayılır cinstendi. Mehpare ve Günçiçek'ten sonra yeni dostlar edinmişti Güzpınarı'nda. Özellikle Gülayşe Hatun ile vakit geçirmekten oldukça keyif alıyordu. Gülayşe Hatun'un, derin İslam bilgisinde yüzmek için can atıyor, ondan bir şeyler öğrenebilmek için bazen çocukların arasına katılıp derslere dahi katılıyordu. Nitekim Nora, bunu yalnız kalmak istemediği gerekçesiyle yaptığını söylese de Gülayşe Hatun, onun içinde yanan ateşe şahit oluyordu. Bazı günler Nora'yı, kendi ilmihal kitaplarıyla meşgul olurken bulsa da sessiz kalarak genç kızı utandırmıyordu Gülayşe.
Güzpınarı, birkaç hafta önce kutlanan toyun sıcaklığını hâlâ korusa da yeni bir toya gebeydi. Sancar Alp ve Eslem Hatun'un toyu için artık günler sayılır olmuştu. Sancar Alp'in sabırsız ve her an bozulmasından korktuğu nişanlılık süreci oldukça zor geçiyordu. Bir yandan Gökbey, diğer yandan Aybars Bey olmak üzere çift taraflı bir işkencenin ortasındaydı Sancar Alp. Gece gündüz demeden obanın bütün işleri Sancar Alp'e veriliyor, adeta sabrı ölçülüyordu. Sancar Alp, en başından tahmin ediyordu zaten olacakları. Zaten yıllar önce Doğan Alp de Şeyma Hatun'u alırken aynı eziyetlere katlanmış, zamanında onunla alay dahi etmişti. Şimdi ise kendisi aynı duruma düşmüştü. Üstelik Doğan Alp'in alaylarına ses dahi çıkaramıyordu. Sonuçta o aileye girip damat olmuştu. Kendisi henüz sallantıdaydı. Mahmut Bey, her ne kadar bu işe olur demişse de gönülsüzlüğü az da olsa belli olur cinstendi.
Gülayşe Hatun ve Mehpare Hatun, yeni evli birer hatun olarak obada utana sıkıla iş görerek mutluluklarını paylaşıyorlardı. Gülayşe Hatun'un neşesine diyecek yoktu! Yıllardır ne çilelerle sevdiği, göğsünde sır diye sakladığı adama evdeş olmuştu. Çağrı Bey, Gülayşe Hatun'a verdiği kıymeti her an belli ediyor, onu adeta el üstünde tutuyordu. Gülayşe de aynı kıymeti kocasına gösterse de utangaçlığı devam ediyordu. Çekingenliği tek bıraktığı an ise, kocasını her gün çadırından uğurlarken zamanında açtığı yaraya kondurduğu buseydi. Gülayşe Hatun, kendi açtığı yaraya yine kendi şifa oluyordu.
Mehpare Hatun ise, ayakları yerden kesilmişçesine mutluydu. Hayalini bile kuramadığı anları yaşarken şükretmekten geri durmuyordu. Gökbey tarafından bir çocuk gibi şımartılıyor, seviliyordu. Hayatından duymadığı nice iltifatları her gün sevdiği adamdan duyuyor, pamuklara sarılıyordu. Üstelik Gökbey'i her an özlediği için talimlerini dahi kocasıyla yapıyordu. Gökbey ise işine gelen fırsatı değerlendirmekten geri kalmayarak karısının eğitimine devam ediyordu.
Obada heyecanlı bekleyişi süren iki hatun daha vardı. Biri sevdiğiyle kavuşmak için gün sayan Eslem Hatun, diğeri yıllardır hasretiyle yandığı bebesini bekleyen Beyza Hatun. Eslem Hatun, heyecan ile hazırlıklarıyla ilgilenirken ablaları ve yengelerinden tam destek alıyordu. Sancar Alp'in içinde bulunduğu durumu biliyor, onu göremediği için özlüyordu. Fakat bu özlem inşallah kısa süreliydi. Eslem Hatun, sert yapısına zıt olan pamuklaşmış kalbiyle sürekli heyecan içindeydi.
Beyza Hatun ise, bir yanı heyecanlı bir yanı endişeliydi. Bebeği olacağının muştusunu aldığından beri, aklı ona türlü oyunlar oynuyordu. Kötü düşüncelerden sebep bebeğini kaybetme korkusu sürekli yanı başında bekler olmuştu. Böyle zamanlarda yanında kocası varsa onunla konuşup kederini silmeye çalışırken, kocası yanında değilse eğer bebeğiyle konuşarak yüreğinin ateşini söndürürdü. Her seferinde aynı şekilde seslenirdi bebeğine; gözümde tütenim... Ah, Beyza Hatun için ne derin bir manaydı bu! Yılların özlemi, acısı, heyecanı bir kelime içine sığmıştı adeta. Tek umudu, doğacak olan bebesiydi onun için.
Güzpınarı'nın orta yerine kurulan küçük çarşıda esnaflar yan yana saf tutup alışverişe durmuşken Sancar Alp, yapısının aksine çekingen bir tavırla dolaşıyordu esnafları. Elinde tuttuğu aile yadigarı kalkanı ve kınından çıkarmadığı kılıcı ile iyi bir demircinin karşısında durdu.
"Selamın aleyküm usta."
"Ve aleyküm selam evlat. Buyur!"
Sancar Alp, çekingen bir halde kalkanını gösterip kısık sesle derdini söylemeye çalıştı. Sancar Alp, alışkın olmadığı durum karşısında kan ter içinde kalırken uzaktan onu gören Doğan Alp, kardeşi bildiği adamın ne yaptığını anlamaya çalışıyordu.
"Bu kalkan bana atalarımdan kalmıştır. Büyük Kayı Beyi Süleyman Şah zamanında büyük dedem kendi elleriyle yapmış. Kaç cenk gördüyse de bana mısın demedi."
"Maşallah! Hele bir bakayım şuna."
Demirci ustası, kalkanın geçmişini duyunca büyük bir merakla incelemeye koyuldu. Gerçekten de işinin hakkı verilmiş bir kalkandı. Hem dayanıklı hem hafif olmasıyla cenkte büyük iş görürdü. Sancar Alp, kalkanı inceleyen demirciyi sabırsız tavrı ile böldü.
"Ne kadar eder usta?"
"300 dirhem veririm."
Sancar Alp, biçilen fiyatı beğenmemişti. Daha önce ihtiyaç hasıl olmadığından pazarlık yapmayı dahi bilmeyen Sancar Alp sıkıntıyla sakalını sıvazladı. Sancar Alp'in kalkanı ve kılıcından gayrı malı yoktu. Kılıcı cenk vakti ona lazımdı. O yüzden Eslem Hatun'a mehir verebilmek için kalkanından vazgeçmişti. En az 500 dirhem lazımdı Sancar Alp'e. Çok şükür ki Allah yardım etmiş, Doğan Alp'i çıkarmıştı karşısına.
"Ustam, duymaz mısın Sancar Alp ne der? Süleyman Şah zamanından beri nice gazalara şahit olmuş bu kalkan. Sen 300 dirhem mi dersin şimdi buna? Süleyman Şah'ım, Ertuğrul Gazi Bey'im, Osman Gazi Bey'im ve dahi Orhan Bey'imin izlerini taşıyan bu kalkanın değeri bu kadar mıdır gözünde?"
"Doğru dersin! 500 dirheme alırım kalkanı."
"Mümkün değil usta. 700'den aşağı olmaz."
Sancar Alp, 500 dirhemin işini göreceğinden dolayı fazlasında gözü yoktu. Doğan Alp, sıkı bir pazarlık yaparken Sancar Alp, demirci ustasının almaktan vazgeçmesinden korktu bir an.
"600, o da son."
"Bu kalkan 600'den fazla cenk görmüştür ustam etme eyleme."
Demirci ustası, karşısındaki adamın sıkı pazarlığı karşısında teslim olarak 700 dirheme kalkanı satın aldı. Sancar Alp, lazım olandan fazla parayı bulduğu için sevinse de kalkanını bırakacak olması sebebiyle üzülüyordu. Nitekim kalkanı verirken Eslem Hatun'u alacaktı, ne gam! Demircinin yanından yavaş yavaş uzaklaşırken Sancar, Doğan'a teşekkür etmeyi ihmal etmedi. O olmasa mümkünatı yok bu paraya o kalkanı satamazdı.
"Hakkını helal edesin Doğan! Sen olmasan ben 300 dirheme bırakırdım kalkanı."
"Helal olsun Sancar'ım. Bilirim elbet, ağzının laf yapamayacağını. Mecbur müdahale edeyim dedim."
"Eyvallah!"
Sancar Alp, alışkın olduğu sessizliğe geri dönse de Doğan Alp, doğası gereği konuşmadan duramamıştı. Sancar Alp'e kırgınlığını dile getirdi.
"Ben sanırdım ki gardaşız."
"O ne demek? Elbette gardaşız Doğan."
"Yok! Değilmişiz. Gardaş olaydık eğer, sıkıntıya düştük mü birbirimize koşardık. Belli ki bir yerde hata etmişiz."
Sancar Alp, anlamıştı kardeşinin sitemini. Ondan borç istememesine, durumu ona açmamasına bozulmuştu Doğan Alp, haklıydı da. Lakin Sancar Alp, şimdiye kadar kimseden hiçbir şey istememişti. Kendi işini bir şekilde kendi görmüştü.
"Kusura bakmayasın Doğan. Başka bir şey için lazım olsa herkesten önce sana koşardım. Amma alacağım hatunun mehirini borçla değil, ailemin mirasıyla ödemek istedim. Sakın alınganlık etmeyesin. Ortada bir hata yoktur. Biz yine gardaşız."
"Eyvallah!"
Doğan Alp, daha fazla bu mevzuyu uzatıp yeni evlenecek olan adamın moralini bozmak istemiyordu. Hem ona da hak veriyordu elbet. Yılları beraber geçmiş, artık onu tanımıştı. Ufak bir mesele için küsüp darılacak halleri yoktu.
...
Nora, kaldığı çadırda düşünceleri ile baş başaydı. Birkaç aydır tanıdığı Türkler'in yanında sürekli yeni şeyler öğrenmek onu hem Türkler'e hem de İslam'a karşı ısındırmıştı. Önceleri anlam veremediği dini kuralları, şimdi sebepleri ve sonuçlarıyla beraber öğreniyor, neyin neden elzem olduğu konusunda tatmin oluyordu. Tesettür, namaz, oruç gibi kavramlar bunların başındaydı. İlk başta anlam veremediği bu İslam çizgileri, şimdi Nora'ya, çöllerde yanıp kavrulan bir göçebeye su oluyordu.
Artık İslam'ın hak din olduğuna inanıyordu. Fakat bunu açığa çıkaracak cesareti henüz kendisinde bulamıyordu. Obada hâlâ ona hain gözüyle bakanlar vardı. Her hareketini tartarak ortaya koyan Nora, bu konuda da ince eleyip sık dokuyordu. Önceleri Tuğrul Bey'e duyduğu hislerin neticesinde bu dini yaklaşıma heveslendiğini düşündü. Fakat sonra anladı ki içinde yanan ateş, Tuğrul Bey'den çok daha fazlasına sahipti. Tuğrul Bey'den uzak durmasının sebebi de buydu aslında. Kendince tartıyordu kafasında İslam'a duyduğu hisleri. Müslüman olacaksa eğer Tuğrul Bey'e olan sevdası için değil, inandığı yaratıcı için olmalıydı.
Tüm kalbiyle inanıyordu artık Nora. Allah'ın tek yaratıcı olduğuna ve Peygamberi Hz. Muhammed'in (sav) ümmeti olmak istediğine inanıyordu. Yüreğini yokladığı zaman bu inancın Tuğrul Bey'e aşkıyla ölçüşmediğine emin oldu. Çadırından düşünceli halini bırakarak çıktı. Hızlı adımları ardındakileri görmezken varacağı yer Mehpare Hatun'un çadırı oldu. Destur isteyerek çadıra girdi. Mehpare, şaşkınlıkla karşısındaki genç kıza bakarken merakla sordu.
"Hayırdır Nora? Sen iyi misin?"
"Mehpare Hatun! Ben Müslüman olmak istiyorum."
Mehpare, kısa bir şaşkınlığın ardından dolan gözleriyle Nora'ya doğru adımladı. Çadıra girerken heyecanlı ve cesur olan Prenses, şimdi gözyaşlarını tutamaz olmuştu. Hıçkırıkları boğazına dizildiğinden kendisini ifade edemese de Mehpare sabırla onun sakinleşmesini bekledi. Bir süre sonra Nora'nın hıçkırıkları azalıp, ağlaması bitince konuşmaya başladı.
"Mehpare! Ben aylardır görürüm sizi. İnancınız için nasıl öldüğünüzü, nasıl öldürdüğünüzü gözlerimle gördüm. Benim geldiğim yerde güç için savaşılırken, bu gerçek bana çok ağır geldi. Ne zamandır izlerim hepinizi. Hepinizin içine işlemiş bambaşka bir nakış var sanki, size özel bir nakış. Sizin kalpleriniz inancınızla nakşedilmiş Mehpare.
Bir bakıyorum birileri Allah için veriyor, bir bakıyorum birileri Allah için alıyor. Kiminin sevincinin sebebi, kiminin üzüntüsünün sebebi... Fakat ne olursa olsun, hangi hislerle olursa olsun kimse isyan etmiyor. O'ndan gelen kabul, demenin huzurunu bende yaşamak istiyorum Mehpare.
Benim dinim sizin Peygamberiniz'i (sav) (haşa) yalanlarken, sizin dininiz benim Peygamberim'i (as) yüceltmiş meğer. Gülayşe Hatun'dan dinledim hepsini. O dedi ki; tövbe tüm günahları siler. Ben nasıl tövbe ederim Mehpare? Nasıl Müslüman olurum? Yalvarırım bir yol göster bana."
Nora'nın ağlayan gözleri kızararak daha beter bir hal aldı. Bu gözyaşları yüreğini temizlemeye çoktan başlamıştı ama asıl temizlik abdestle olacaktı. Mehpare, genç kızı kendisine getirdikten sonra yapması gerekenleri tek tek anlatıp açıkladı. Şehadeti, abdesti, tesettürü ve namazı konuştuktan sonra ayaklanıp vakit kaybetmemek için harekete geçtiler. Nora, kendi çadırına gidip, Mehpare'den dinledikleri ile harekete geçerken, Mehpare'de güzel bir kıyafetini ve şalını bir bohçaya sarıp peşinden gitti. En az Nora kadar heyecanlıydı.
Nitekim aradan geçen bir vaktin ardından Nora, tesettürü ile Mehpare'nin karşısındaydı. Su yeşili kaftanı ve aynı renk şalıyla beraber tam bir Müslüman olmuştu. Eskisinden daha güzel olan Prenses, Mehpare'nin öncülüğünde onu taklit ederek namaza durdu. Henüz bilmediği için taklitten öteye geçemese de gönlü hiç olmadığı kadar ferahlamıştı. Alnı secdeye varınca akan gözyaşlarını tutmayıp onları da kendisi gibi hür bırakmıştı.
...
Çağrı Bey, göğsünün içine sakladığı birkaç çiçek ile otağına doğru yol aldı. Av için gittiği ovalarda gördüğü her çiçekte aklına hatunu düşünce mecbur kalıp alplerinden gizlice toplamıştı bu çiçekleri. Otağa girer girmez gözleri sofrayı kuran karısını buldu.
"Ey benim gönüldaşım!"
Gülayşe, her akşam duyduğu bu sese heyecanını kaybetmiyordu. Her yeni güne yeni iltifatlar sığdıran kocasına dönüp gülümsedi. Çağrı Bey, göğsünde saklayarak karısına taşıdığı çiçekleri dikkatlice çıkarıp, çiçeğin asıl sahibine doğru adımladı.
"Hoş geldin Bey'im."
"Hoş buldum hatunum."
Gülayşe, ona uzatılan çiçekleri alıp kokladı. Çekingen bakışları kocasını bulurken, onu izleyen gözlerle tekrar utandı. Çağrı Bey, çekingen karısının haline alışmıştı. Gülayşe'nin saçlarını örten şalı ve başlığı Çağrı Bey kendi elleriyle çıkarıp sandığın üzerine bıraktı. Açıkta kalan ipek saçlara ufak bir dokunuşta bulunup, kendi çiçeğine döndü. Karısının avucunda duran çiçeklerden kırmızı gülü seçip, Gülayşe'nin kulağının arkasına doğru sıkıştırdı. Alnına bir buse bıraktıktan sonra geri çekildi.
"Kocanı görünce aklın başından gider oldu hatun."
"Hı?"
Gülayşe, ilk önce anlamasa da sonra utançla önüne döndü. Çağrı Bey ise keyfi yerinde olarak gülmeye devam etti. Her akşam yaptığı gibi karısının şaşkın hallerini izleyip eğlendi. Her geçen gün daha bir bağlanıyorlardı birbirlerine. Gülayşe'nin şimdi tek isteği Çağrı Bey'e bir evlat verebilmekti. Bu mesut yuvasında bir bebeğin neşesi onları tam bir aile edecekti.
...
Günler geçerken vakit toy vaktine gelmişti. Eslem Hatun, büyük hayal kırıklıklarıyla yüreğinde büyüttüğü aşkına sonunda kavuşacaktı. Sancar Alp ise, cenkten kazandığı hazinelerle toyunu kurmanın rahatlığı içindeydi. Güzpınarı Yaylası'nda şenlikler başladı. Önce Zeyrek ve Karasu'nun yiğitleri güreş tuttular. Ardından atlarını ovalara sürüp yarış ettiler. En zevklisi ise Gökbey'in alplerinin bir araya gelip oğlakları taşıyarak yarışa girmeleriydi. Hepsi kendisine fazlasıyla güveniyordu. Deli Dumrul ve Gürbüz her zamanki gibi üstünlük kavgası ederken Doğan Alp, Sancar'a takılmadan duramıyordu. Gökbey ve Aybars Bey de alpleriyle birlik olup meydana çıktılar.
"Hele şuna bak hele! Nasıl da hayal kurar! Boşuna heves etmeyesin Gürbüz gardaşım. Bana boşuna Deli Dumrul demezler. Bu yarış benimdir."
"Biz sana delisin deyü deli deriz Dumrul. Sen ne sanır idin?"
Gürbüz ve Dumrul'un eğlenceli atışmaları devam ederken, yarışacak olan alpler kolları sıvayarak hazırlanmaya başlıyorlardı. Gökbey, kılıcını karısına emanet ederken göz kırpmayı ihmal etmedi. Mehpare'ye karşı her fırsatı değerlendiriyordu.
"O değilde Sancar'ım, sen bu yarışı dahi kazanamazsan Eslem bacımın karşısına "erim" diyerek çıkmayasın. Vallahi yere çalar seni."
Doğan Alp'in takılmalarına Sancar dahi gülüyordu. Bugün en mutlu günüydü. Kaldı ki Doğan Alp'in haklı olduğu yanlar da yok değildi. Eslem Hatun, nice yiğitlerin bileğinden daha çevik, nice kılıçlardan daha keskindi. Ona yaraşır er olmak öyle kolay değildi.
Hakem olarak Çağrı Bey yanlarına geçti. Alplerin hepsi sırtlandıkları oğlaklar ile yan yana dizildiler. Herkesin hazır olduğuna emin olan Çağrı Bey, gerdiği yayını serbest bırakarak bitiş noktası olacak yere okunu fırlattı ve yarışı başlattı.
Alplerin hepsi koşmaya başlarken Güzpınarı'nda bir hengâmedir koptu. Yarışanlar birbirleriyle sözlü atışmaya devam ederken, izleyicilerde destekledikleri alplerin adlarını bağırıyorlardı. En çok sesi çıkan ise Mehpare Hatun'du. Kocasına desteğini her zamanki gibi dile getirmekten çekinmiyordu.
"Hayde Gökbey!"
Mehpare'nin neşeli sesini duyan Çağrı Bey, kız kardeşine doğru ufak bir bakış attıktan sonra çekingen yüz ifadesine gülümsedi. Kardeşini böyle mutlu görmek onu da mutlu ediyordu.
Yarış devam ederken birkaç kişi sırtındaki oğlağı düşürerek fazlasıyla geride kalmıştı. En önde Gökbey, ardında başa baş gelen Aybars Bey ve Sancar vardı. Onların ardında Doğan Alp vardı fakat o, arkasındaki Gürbüz ve Dumrul'a laf yetiştirmekten koşamıyordu.
"Sen bu cüssenle nefes aldığına şükret Gürbüz. Yarış senin neyine?"
"Ben bu cüssemle seninle başa baş gelirim Deli Dumrul. Sen kendi haline bakasın."
Dumrul ve Gürbüz'ün atışmaları devam ederken yarışın bitmesine az kalmıştı. Bitiş çizgisine yaklaşan Gökbey adımlarını yavaşlatarak Sancar Alp'in öne geçmesine müsaade etti. Gün onun günüydü, yarış dahi olsa önüne geçmek olmazdı. Bitiş çizgisine ilk varan Sancar da Gökbey'in yavaşladığını fark etmişti elbet. Başıyla teşekkür edip, oğlağı aldığı gibi geri bıraktı.
Toy eğlenceleri devam ederken, bir yandan da aşlar kaynatılıyordu kazanlarda. Tüm obaya yetecek kadar kuzu kesilmiş, fakir zengin ayırt etmeden herkese sofrada yer açılmıştı.
Sancar Alp, adet üzere abdestini almış çadırından çıkmak için hazırlanıyordu. Birazdan Oğuz Bey'in otağına varıp, nikahı kıyılacaktı. Heyecanını bastırmaya çalışsa da başarılı olamıyordu. Börkünü eline aldığı anda çadırın önünden ses geldi.
"Destur var mıdır gardaşım?"
Doğan Alp'in sesini duyunca bir rahatlama hissetti Sancar. Bu heyecanı alsa alsa Doğan alırdı. Bir yandan çadıra buyur etti, bir yandan da kılıcının yansımasında kendisine bakarak börkünü düzgünce başına geçirdi.
"Vay vay vay! Alem böyle yiğit görmüş müdür acep?"
Sancar Alp, gülümsemekle yetinerek üstünü başını düzelmeye devam etti. Çok az vakit kalmıştı nikaha. Koskoca Oğuz Bey'in kızını kendisine hatun yapacaktı. Kusurlu gözükmekten korkuyordu.
"Heyecandan ölürüm Doğan. Sen nasıl aldın Şeyma bacımı? Vallahi şu günü bir atlatayım bana yeter."
"Sen yine iyisin, iyi. Ben nikahtan önce kekeliyordum Sancar. Sonradan dilim çözüldü bakma."
"Tam çözülmüş ama maşallah."
Sancar'ın iması ile Doğan Alp gülümsedi. Sancar'ı böyle mutlu görmek onu da heyecanlandırmıştı. Buraya ne için geldiğini hatırlayıp Sancar'ın ona dönmesini bekledi. Sessizliğin farkına varan Sancar da karşısındaki kılıcı kınına sokarak Doğan Alp'e doğru döndü. Fakat gördüğü şey ile kısa bir an duraksadı.
Çarşıda karşılaşıp kalkanı beraber sattıktan sonra, Doğan Alp geri dönerek 700'e sattığı kalkanı 1000 dirheme geri almıştı. Demirci ustasını ikna etmek zor olsa da kardeşinin emanetini bırakmak istememişti.
"Bu ne şimdi Doğan?"
"Düğün hediyem."
Sancar Alp, bakışlarını Doğan'dan çekip aile yadigarı kalkanına çevirdi. Ailesinden tek kalan hatıraydı. Üstelik Kayı'nın Osmanlı oluşunun bir nişanesiydi bu kalkan. Doğan Alp'in yaptığı bu inceliği anlamıştı ama kabul etmekte zorlanıyordu.
"Doğan! Sen ne ettin gardaşım?"
"Gardaşıma atalarının emanetini getirdim işte. Ne o, beğenmedin mi?"
Sancar, Doğan'ın her zamanki alaycı tavrına gülümseyip dostça sarıldı. Kendisini bildi bileli kardeş bellemişlerdi birbirlerini. Beraber cenk edip can alıp, can vermişlerdi. Acıları da ortaktı, mutlulukları da.
"Rabbim her yiğide senin gibi gardaş nasip etsin Doğan. Lakin sen dururken kalkana ihtiyaç var mıdır sanırsın? Bana kalkan sensin gardaşım. Ali'ye (ra) Zülfikar neyse, sende bana osun.'"
"Değil bir, bin canım olsa sana feda olsun Sancar'ım. Fakat şımartırsan başına çıkarım bilesin."
"Bilirim bilirim."
Doğan'ın gülüşüne ortak olarak Karasu Otağı'na beraber vardılar. Büyük Bey Otağı nikah için hazırlanmıştı. Sancar Alp, destur isteyip otağa girer girmez önce Oğuz Bey'in elini öptü. Sırayla herkesle görüştükten sonra otağın küçük odacığından başında duvağıyla Eslem Hatun girdi. Sancar Alp, yüreğinde hissettiği sıkışma ile derin nefesler aldı. Sakin olup bu işin üstesinden gelmeliydi. Ardını yaslayacağı bir babası veya anası yoktu. En ufak bir hataya bile yer veremezdi şu an.
Eslem Hatun, kimse görmese de gözyaşları içerisinde girdi içeriye. Önceden hazırlanmış minderlerin olduğu yere sırayla oturdular. Nikah aile içerisinde kıyılıp hemen ardından toya geçilecekti. İmamın duaları ile başlayan nikahta, iki sevdalının da sesi çıkmadı. Sancar Alp'in 500 dirhem altın mehir vermesi Eslem Hatun'u biraz üzse de bu mutlu gününde bunun üzerinde çok durmadı. Eslem'in malda mülkte gözü yoktu. Fakat biliyordu Sancar'ın bunu gurur mevzusu yaptığını. Sessiz kalıp kabul etti.
Nikahın ardından önce babasının, sonra annesinin elini öpüp helallik istedi Eslem. Ardından ağabeyleri ve kardeşleriyle helalleştiler. Çelikten hallice bilinen Eslem'in gözyaşları hepsini şaşırtsa da bunun mutluluktan olduğunu bildiklerinden ses etmediler.
Havanın kararması ile toy meydanına geçmek için hareket ettiler. Sancar ve Eslem dışında çadırdaki herkes önden çıktı. Güzpınarı'nın meydanı meşaleler ile aydınlatılırken otağın kapısı bu defa Eslem Hatun için aralandı. Sancar Alp önden çıkarak, zevcesinin önünü açtı. Bakışları hatunundayken yan yana ilerlediler halk içerisinde.
Eslem Hatun'un başından aşağı saçılan çiçekler, yollarını güzelleştiriyordu. Doğan Alp, önlerine geçip kılıcını kalkanına vurarak bir nara attı. Onun coşkun neşesiyle tüm alplerde erce bağırdılar.
"Sancar Alp ne etti?"
Her toyda duyulan bu sesler, Doğan Alp'in neşesiyle başlayıp toy sofrasına kadar devam etti. Sofraya önce beyler oturduktan sonra sırayla herkes yerini aldı. Dualar ile başlayan toy yemeğinde herkes huzurluydu.
Mehpare, karşısında allı kaftana bürünmüş sırdaşının mutluluğunu izliyordu. İlk tanıştığı Eslem Hatun'un ne kadar umutsuz bir aşkın içinde olduğunu hatırladıkça şükürler ediyordu bugünkü haline. Derin düşüncelere dalmışken elini tutan sıcak bir el ile kendisine geldi. Gökbey'in ona hayranlıkla bakışlarına karşılıksız kalamadı, gülümsedi. Her anı onunla geçirmek ne büyük bir armağandı Mehpare'ye.
"Ne düşünürsün yine hatunum?"
"Hiç. Eslem'in ne kadar mutlu olduğuna bakardım."
Gökbey de karısının baktığı yöne dönerek kardeşinin mutluluğunu tekrar izledi. Sancar Alp'ten bu aşkı ilk duyduğunda verdiği tepki geldi aklına. Sancar Alp yaralanınca pişman olmuştu ama şimdi pişman değildi. Ağabey olarak hakkı olanı yapmıştı. Bir nevi göz dağı vererek, kız kardeşini üzerse eğer ne ile karşılaşacağını göstermişti. Zamanında Doğan'a da aynı tepkiyi vermişti ve işe yaramıştı nitekim.
"Kimse benim kadar mutlu olamaz hatun."
"Öyle mi dersin, gök gözlü kaba bey?"
Mehpare'nin, ilk tanıştıklarında Gökbey'e taktığı unvan ile gülümsediler. Uzun uzun birbirlerine bakışlarını bölen ise toya gelen Nora olmuştu. Mehpare dışında kimse, Nora'nın henüz Müslüman olduğunu bilmiyordu. Oysa şimdi tesettürü ile toy sofrasına doğru geliyordu. Mehpare, bakışlarını Nora'dan çekip Tuğrul ağabeyine çevirdi. Henüz gelen kızı görmediği için dikkati yanındakilerdeydi.
Prenses Nora, üzerinde hissettiği bakışlarla ilerledi. Mehpare Hatun'dan alıp giydiği kıyafeti ve şalıyla başını dik tutmaya özen gösterdi. Artık asaleti geldiği soydan değil, başında taşıdığı ayetten geliyordu.
Gözleri kısa sürede Tuğrul Bey'i buldu. Mavi gözleri ona değmese de heyecanı yüksekti. Mehpare dışında kimse bilmiyordu Müslüman olduğunu ve göreceği tepkileri istemese de merak ediyordu. Aslında tek bir tepkiyi merak ediyordu Nora.
Tuğrul Bey, yaklaşan bir sıcaklığın hissiyle bakışlarını o yöne çevirdi. Günler sonra Nora'yı görüyordu. Hem de hayalini bile kuramadığı bir biçimde karşısındaydı sevdiği hatun. Gözleri şaşkınlıkla açılırken bakışları birbirlerine değdi. Nora, tuttuğu nefesi sevdiği adamın gözlerinde verdi. Tam önünden geçeceği sırada utançla bakışlarını yere indirdi. Önce Mahmut Bey'e, ardından Oğuz Bey'e selam verdi. Eslem Hatun'un yanına varıp tebrik ettikten sonra Mehpare'nin yanında yerini aldı. Gözleri yerde olsa da üzerindeki bakışların farkındaydı.
"Nora! Kızım, çok şaşırttın bizi. Maşallah! Allah daim etsin."
"Amin, Bey'im. Allah razı olsun sizden. Beni obanızda ağırladınız, bana yol oldunuz."
Mahmut Bey, karşısında duran Prenses'in bu haline hayran olmuştu. Kız babası olarak en başından haline acıyıp obasına almıştı. Tekfur Nicolas, öz kızına dahi eziyet edip ezeli düşmanının eline göndermişti. Çok şükür ki Nora, bu imtihandan alnının akıyla çıkmıştı.
"Mahmut Bey'im! İstemeden de olsa size ve obanıza kötülüğüm dokundu. Bana hakkınızı helal edin."
"Senin için de dışın gibi pirüpak, kızım. Varsa bir hakkımız helal olsun. Bu vakitten sonra sende benim bir evladımsın. Bizde zamanında sende suç arayıp hakkına girmiş idik. Sende bize hakkını helal edesin."
Mahmut Bey ve Prenses Nora'nın bu sıcak konuşmalarına herkes şahit olsa da en çok Tuğrul'un içi gidiyordu bu yakınlaşmaya. Nora'yı böyle görebilmek yüreğinde bir yangına sebep olmuştu.
"Estağfurullah. Madem bende sizin bir evladınızım, o vakit sizden bir isteğim olacak Bey'im."
"Buyurasın kızım."
"İsmimin bir anlamı da halkımda 'Tanrı ışıktır' olarak geçiyor. Öğrendiğime göre Peygamberimiz (sav), yeni Müslüman olan ve isimlerinin anlamları kötü olanların isimlerini değiştiriyormuş. Ben adımın dahi şirkten uzak kalmasını istiyorum. Madem beni bir evlat bildiniz, o vakit bana bir isim siz veresiniz Bey'im."
Mahmut Bey, duyduğu bu isteğe duygulanmadan edemedi. Nora, İslam'ı kabullenmekle kalmayıp, öğrenmek için de büyük uğraşlar veriyordu. Bu konuda bayadır aklını kurcaladığından isteğini dile getirdi. Mahmut Bey, başını olumlu anlamda sallayarak kısa bir an düşündü. Sonra gülümseyip sözlerine başladı.
"Rabbim sana verdiği imanın şuurunu her zaman baki kılsın, kızım. Rabbim sana Ümmül Hayr diye tanıdığımız, Basralı olup, Müslüman hatunlarının örnek aldığı ilk evliya hatunun, Hz. Rabia'nın imanını versin. Bu kutlu kadın da tıpkı senin gibi babasının dördüncü kızıymış. Adın gibi, imanında ona benzesin kızın. Bundan gayrı senin adın Rabia'dır."
...
Eslem Hatun, büyük bir heyecan ile yeni kurulan otağında kocasını bekliyordu. Duvağını tekrar örtüp otağda tur atıyordu heyecandan. Dili damağı kuruyan Eslem Hatun su testisinin olduğu yüksek masaya doğru adımladı. Eli testiyi bulurken Sancar Alp, otağın kapısından içeri yavaşça süzüldü. Uzun boyu ve yapılı vücuduna zıt olan bu hafif adımlar genç kızın yüreğinde çiçekler açtırdı. Elini geri çekip Sancar Alp'e doğru döndü. Yüzündeki duvağı dahi heyecanını örtemiyordu.
Sancar Alp'in adımları zevcesinin karşısında son bulurken, yıllardır tuttuğu nefesi verir gibi oldu. Yalnız hayallerinde kavuşabildiği hatun şimdi helali olarak karşısındaydı. Eslem Hatun'un titreyen ellerini kavrayıp avuçlarının içine hapsetti. Eslem Hatun, utancından bakışlarını yerden çekmezken avucuna bırakılan altının varlığını hissetti. Sancar Alp, tüm imkanını kullanarak hiçbir şeyini eksik etmemişti Eslem Hatun'un.
Sancar Alp'in göz bebeğine oturan büyük sevdanın ateşi ile duvağı hafifçe kaldırdı. Eslem Hatun'un ona bakmayan çehresini hayranlıkla inceledi. Ona ilk defa doya doya bakabilmenin mutluluğunu yaşıyordu. Sancar Alp'in kılıç tutmaktan nasırlaşan parmakları, Eslem Hatun'un çenesini usulca kavradı. Hasretiyle tutuştuğu meleksima kadının bakışlarını gözlerinde sabitledi.
Sessizliğin çığlığı olan bu bakışma oldukça uzun sürdü. Sancar Alp, Eslem Hatun'u karış karış ezberine almaya çalışır gibi uzun uzun süzdü. Çok kıymetli bir nesneye temas eder gibi narin dokunuşlarla sevdi karısının yanağını. Eslem Hatun'un gözyaşları Sancar Alp'in parmaklarını ıslatırken hareketi durdu.
"Sen bende ne hudut bıraktın ne sınır be hatun! İmdi sen, ne güzel sevilirsin!"
...
Bu kadar mutluluk bize yeter arkadaşlar. Önümüzdeki bölüme peçeteleri alıp gelin. jsdghjsdhj
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
27.57k Okunma |
3.92k Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |