64. Bölüm
Zeynep Çağatay / Obaya Dönüş / Zamansız Ruh / 21. Bölüm - Yangın Yeri

21. Bölüm - Yangın Yeri

Zeynep Çağatay
maveradabiryazar

Yeni bölüm ile geldimmmm. Artık son 1 bölüm kaldı. Finali yazıp veda edicez obamıza. Az demeyin lütfen. Bölüm sayısı az ama sayfa sayısı 400'ü geçti. Kitap olarak basılacak ve ben cilt cilt kitapları pek sevmiyorum. Çok uzatma taraftarı değilim. 1 konuya 1 kitap yeterli diyorum ve sizi bölümle başbaşa bırakıyorum.

 

Elindeki tahta kılıcı savurarak bağıran oğluna gülümsedi Şeyma Hatun. 5 yaşlarında olan oğlu Günkut, her geçen gün daha akıllı, daha cesur bir çocuğa dönüşüyordu. Babası Doğan Alp kadar konuşkandı ve birbirleriyle anlaşamayan iki çocuğa dönüşüyorlardı bazen. Doğan Alp, oğlunun da kendisi gibi iyi bir okçu olmasını istiyor, ona göre yetişmesini önemsiyordu. Fakat Günkut, yaşının küçüklüğüne rağmen babasına diklenerek ok kullanmak istemediğini, çifte pusat kullanıp aynı an da iki kefere devirmek istediğini söylüyordu. Bedeni küçük fakat yüreği büyük olan oğluna söz geçiremeyen Doğan Alp, çareyi kabullenmekte buluyordu.

Günkut, her zamanki haliyle annesinin etrafında kılıç talimi yaparken, Şeyma Hatun da hazırlaması gereken merhemler ile uğraşıyordu. Günkut'un, gerçekçi cenk sahnelerinin sesiyle bu iş oldukça zor bir hale geldiği için çareyi oğlunu göndermekte buldu. Günkut, doğduğundan beri ikinci bir ana bildiği Beyza Hatun'un yanına adımladı. Yiğit bir alp gibi çadırın önünde bekleyip destur istedi. Beyza Hatun'un buyur eden sesiyle içeriye girdi.

"Günkut'um! Hoş geldin."

"Hoş buldum, Beyza Ana!"

Beyza Hatun'un yıllardır çocuk hasreti çekmesinden sebep, Şeyma Hatun kendi oğlunu bacısı bildiği kadına adeta oğul belletmişti. Beyza Hatun, Günkut'u oğlu bilir ona göre davranırdı. Günkut da "ana" hitabı ile bu kadına verdiği değeri gösteriyordu.

"Anam beni yine kovdu."

"Ne ettin de kovdu bakalım?"

"Cenk ederim deyü gönderdi."

"Ben senin o cenklerini bilmez miyim hiç!"

Beyza Hatun, babasının kopyası olan çocuğu yanına oturtup saçlarını okşadı. Kumral saçları ve kahve gözleri ile uyumlu börkünü bir kenara koyup, önündeki masada duran elmaya uzandı Günkut. Beyza Hatun'u anası bildiği gibi, otağını da yuvası bilirdi. Dayısı Aybars Bey'dense, yengesi Beyza Hatun'a daha yakındı bu çocuk.

"Hele bir kardeşim doğsun, ona da öğretirim elbet cenk etmesini. Evvela pusat tutmayı öğrenmeli. Göreceksin ana, bu obanın en yiğit alpi biz olucaz."

Beyza Hatun, duyduklarını hayal ettikçe gülümsedi. Günkut bir yandan konuşup bir yandan da elmasını dişledi. Küçük parmakları elmayı tutarken, Beyza Hatun'un dizlerine uzandı.

"Belki alp değil de hatun olur Günkut ha, ne dersin? Obanın yiğit alpi sen, yiğit hatunu da o olur."

"Olmaz ana! Diğer çocuklar ‘Günkut, kız çocuğu eğler.’ mi desinler sonra? Hem kızlar her şeye ağlarlar. Dövüşür ağlar, düşer ağlar, yenilir ağlar... Ben uğraşamam. Benim kardeşim erkek olacak!"

Beyza Hatun, kahkaha atmadan duramadı. Günkut'un bu kadar ayrıntılı düşünmesi hoşuna gitmişti. Günkut'un hayallerine o da ortak olup, erkek veya kız olursa nasıl büyüyeceğini konuştular. Fakat Günkut bir süre sonra sessizleşerek sormak istediği asıl soruyu dile getirdi.

"Beyza Ana! Kardeşim doğunca da sana ‘ana’ diyebilecek miyim?"

"Diyeceksin elbet Günkut. O nerden çıktı?"

"Başka çocuklar benim anama ‘ana’ deseler çok kızarım. İmdi kardeşim de doğunca bana kızar mı sana ana derim diye?"

Basit bir kıskançlık olduğunu düşünse de en başta, aslında Günkut düşünceli bir çocuk olduğunu tekrar kanıtlıyordu bu sözler. Beyza Hatun da elinde büyüyen bu çocuğun her halini ezber ettiği için ne söylemek istediğini anlıyordu. Günkut'un saçlarını okşayarak cevap verdi.

"Sen benim için başka bir çocuk değilsin Günkut. Başka çocuklar dese belki kızar dediğin gibi amma sana kızmaz. Sen, onun ağabeyisin. Sen hiç Aybars dayını, Gökbey dayına kızarken gördün mü?"

"Görmedim."

"İşte, bak! Kardeşler, ağabeylerine kızmaz. Merak etmeyesin, kardeşin mutlu bile olur bizi bu kadar çok sevdiğin için."

Günkut, çocuk olmanın etkisiyle kolaylıkla ikna olup, gülümsedi. Biraz daha vakit geçirdikten sonra hızlıca otağdan çıktı. Havanın kararmasına az bir vakit kaldığı için otağın yolunu tutacaktı fakat karşıdan gelen Sancar Alp'i görünce ona doğru koştu. Kendisine örnek aldığı kişiydi Sancar Alp. Bazen onunla talim eder vakit geçirirdi. Bazen de Sancar Alp ile bir olup babasını kızdırırdı.

Tahta kılıcının belinden çıkardığı gibi Sancar Alp'in karşısında durdu. Işıl ışıl bakan gözlerle gülümsedi. Sancar Alp'in dizinden biraz daha uzun olan Günkut, ezilmemek için kendisini fark ettirip seslendi.

"Sınayasın beni Sancar emmi?"

Sancar Alp, duyduğu tanıdık ses ile bakışlarını yere indirdi. Elinde sıkıca tuttuğu kılıcı ile meydan okuyan çocuğa gururla baktı. Severken de kaba olan Sancar Alp, Günkut'un yakasından tek elle tutarak kaldırdı ve kucağına aldı. Karşısındaki çocuğu ciddiye aldığını göstermek için gülümsemesini sakladı.

"Emmiye pusat çekilir mi Günkut Alp?"

"Talim etmek için şey ettiydim emmi."

"Bak sen hele şuna! Sabahtandır talimhanede görünmezsin, imdi karşıma çıkar talim istersin."

"Vallahi anam salmadı emmi."

Günkut, bahanelerini sıralarken Sancar Alp de gülümsüyordu. Biraz sonra arkadan gelen Doğan Alp yanlarına yanaştı. Günkut'u kucağına alıp, gökyüzüne doğru hoplattı.

"Vakitten haberin yok mudur Günkut? Anan merak eder, bu vakte kadar ne gezersin?"

"Ne diye gezecekmişim? Benim mühim görevlerim var idi. Onları hallettim."

Doğan Alp ve Sancar Alp birbirlerine bakıp gülerken Günkut gayet ciddi olan tavrını koruyordu. Bir an önce büyüyüp babası ve emmilerinin arasına katılmak istediğinden, onların yanında büyük bir adam gibi davranarak takdirlerini kazanmaya çalışırdı.

"Neymiş bu kadar mühim görev?"

Sancar Alp'in sorduğu soruya, bir süre vereceği cevabı düşündü Günkut. Bir cevap bulamayınca çareyi geçiştirmek de buldu.

"Öyle her yerde görev söylenmez emmi, mühim derim."

"Hadi Günkut, hadi!"

Sancar ve Doğan gülerek ayrıldılar. Otağlarına doğru çekilip, günün yorgunluğunu atmanın hasretini çektiler. Doğan Alp, kucağında Günkut ile çadırına vardı. Şeyma Hatun, sofrayı kurup evin beylerini bekler idi. Kocasını ve oğlunu güler yüzle buyur etti. Günün tozu toprağından arındıktan sonra ailecek sofranın başına geçtiler. Dualar ile başlayıp hem sohbet ettiler hem karınlarını doyurdular.

"Ana! Beyza anamın bebesi kız mı olacak erkek mi?"

"Doğmadan bilemeyiz oğlum. Sağlıklı olsun da kız, erkek fark etmez hem."

"Öyle deme ana! Ben, erkek kardeş isterim. İmdiden sonra kızlarla mı uğraşacam?"

Doğan Alp, ağzına doldurduğu bulgur pilavını püskürtmemek için zor durdu. Oğlunun bu laflarına alışık olsa da gülmeden edemedi. Önündeki suyu birkaç dikişte içtikten sonra oğluna döndü.

"Sen kardeş mi istersin oğlum?"

"İsterim elbet baba. Ağabey olmak istemez miyim hiç?"

"Doğan!"

Doğan Alp'in lafı kendisine çevirmesi ile Şeyma Hatun atağa geçmişti. Günkut tek başına ona fazlasıyla yetiyordu. Doğan Alp'i görmezden gelerek oğluna döndü.

"Olacaksın işte oğlum. Beyza ananın doğumuna şurada kaç ay kaldı sanki! Sıkasın dişini."

"Vicdansız hatun! Bana acımazsın, çocuğa da mı acımazsın?"

"Bana kim acısın Doğan'ım?"

Akşam sofrası sohbetle geçen birileri daha vardı. Eslem Hatun, sabahtan beri uğraşıp hazırladığı sofrada kocasıyla beraber oturuyordu. Şimdiye kadar at üstünden inmeden, talimhaneden çıkmadan savaşçılık öğreten Eslem Hatun, yemek işinde biraz zorlanır olmuştu. Şeyma ablası ve Beyza yengesinden aldığı desteklerle yemeklerini yapıyor olsa da ufak tefek sıkıntılar çıkıyordu. Dün tuzsuz olan yemek, bugün fazlasıyla tuzluydu mesela.

Eslem Hatun tadına bakınca anlıyordu yemeklerin nasıl olduğunu. Sancar Alp ise hiç sesini çıkarmadan, önündeki bal kaymakmış gibi tıkıyordu ağzına. Eslem Hatun hem kocasına güzel yemekler yapamadığı için üzülüyor hem de her yaptığını ses etmeden yiyen kocası ile mutlu oluyordu. Sevilme hissi Eslem Hatun'u oldukça şımartıyordu.

Gülayşe Hatun, yemek konusunda çok daha iyiydi. Eslem Hatun ona talim ettirecek kadar cenkte iyiydi fakat yemek işinde de boynuz kulağı geçmişti. Her akşam çeşit çeşit yemekler hazırlamak istese de bazı akşamları Mahmut Bey'in otağında yemeklerini yiyorlardı.

Çağrı Bey, evlendiğinden beri hiç değişmemişti. Her akşam aynı heyecan ile karısına koşuyordu. Bazen küçük bir çiçek ile giriyordu çadıra, bazen şiirleri kıskandıracak güzel sözlerle varıyordu yanına. Değişen biri varsa o da Gülayşe Hatun'du. İlk günkü o çekingenliklerini artık atmıştı üzerinden. Çağrı Bey'i bile şaşırtan adımlar atar olmuştu hatta. Çağrı Bey, her halini sevdiği bu kadını tekrar tekrar keşfetmenin mutluluğu ile günlerini geçiriyordu.

...

Rabia, günün en erken saatlerinde Güzpınarı'nın ormana bakan yüzünde oturup, tefekkür ediyordu. Ağaçlarda, hayvanlarda, çiçeklerde, görüp görebileceği her şeyde düşünmek ve iman etmek için sebepleri kovalıyordu. Nora'dan Rabia'ya dönüşmek kolay olmamıştı ve hep daha iyi bir Müslüman olmak için çabalıyordu.

Yeni yeni öğrendiği harfler ile Kuran'ı heceleyerek okuyan Rabia, en çok sahabe hayatlarını dinlerken kendini kaptırıyordu. Bu yüzden Gülayşe Hatun'u her bulduğu yerde dizi dibine oturarak adını duyduğu her sahabeyi soruyordu. Hepsinin hayatından müthiş bilgiler edindikten sonra uzun süre etkisinde kalarak o zamanda yaşadığını hayal ediyordu.

Rabia'nın düşüncelerini bölen ses Tuğrul Bey'in atının sesi oldu. Birkaç gündür ticaret için obadan ayrılan Tuğrul Bey, gelir gelmez karşılaştığı hatun ile heyecanlandı. Günlerdir konuşmak için fırsat kollasa da çadırından çıkmayan hatunu görmek öyle kolay olmuyordu. Atından inip, onu görünce ayaklanan hatuna selam verdi. Saygıyla selamını alan hatunun bakışları yerdeydi.

"Ne edersin burada hatun?"

Tuğrul Bey, öyle yumuşak şekilde sormuştu ki sorusunu sanki sesiyle dahi bu hatunu kırabilecekti.

"Öylesine bir hava almak istemiştim Tuğrul Bey."

"Bana artık 'Bey oğlu' demezsin."

Rabia, sessiz kaldı. Tuğrul Bey ile arasına mesafe koymak zor olsa da yapmak zorundaydı. Zira Gülayşe Hatun'dan öğrendiği kadarıyla ona namahrem bir erkekti Tuğrul Bey.

"Aldığın kararlar beni mutlu etti. Hakkında hayırlısı olsun Rabia Hatun."

İlk defa yeni ismini, sevdiği adamın dilinden duyarken heyecanlandı. Kalbinin hızlı çarpması ona suçluluk duygusu katarken uzaklaşmak için bir iki adım attı.

"Ne diye benden kaçarsın hatun?"

Ardından seslenen adama yüzünü dönmedi. Fakat cevapsız da bırakamadı.

"Sen bana yasakmışsın Bey oğlu. Gülayşe Hatun söyledi; bir hatuna, er kişi namahrem olurmuş."

Rabia, zorlandığı terimleri anlatmaya çalışırken, Tuğrul Bey de yasak kelimesini anlasa da rahatsız olmuştu. Onun niyeti zaten bunu ortadan kaldırmaktı.

"O vakit sen de bana mahrem olasın hatun! Evlenesin benimle?"

Rabia, hâlâ sırtı Tuğrul Bey'e dönükken şaşkınlığını gizleyemedi. Bu konuşmanın buraya gitmesini beklemediği için ne cevap vereceğini bilemedi. Tuğrul Bey'e olan sevdası zaten ortadaydı. Fakat hain olarak girdiği obada, şimdi bey oğlu ile evlenmek şüphe çekebilirdi.

"Hain bir hatunla mı evlenmek istersin gerçekten?"

"Yok! Ben hain olamayacak kadar masum, inancına sadık kalacak kadar cesur bir hatuna evlenme teklif ederim. Üstelik aklımı başımdan alacak kadar güzel, hayran olunacak kadar akıllı bir hatunla."

Rabia, gülümsese de Tuğrul Bey'e belli etmedi. Çekindiği şeyler elbette vardı. Fakat kalbi cevabı çoktan vermişti.

"O vakit mutluluklar dilerim Bey Oğlu."

...

Gökbey, yüzünde oturan huzurun tebessümü ile önüne diz kırıp oturan hatununun saçlarını tarıyordu. Ahşaptan oyma tarağı, gül suyu dolu tasa batırıp çıkarıyor, ardından da Mehpare'nin o ipek saçlarında gezdiriyordu. Gökbey inanmıştı ki; sevdiğinin her bir saç teli bile büyü bir nimetti adama.

"Ey benim sevinçlerimin çığlığı... Ayın on dördü Mehpare'm..."

Elindeki tarağı tekrar gül suyuna batırırken bir yandan da yüzünü ipek saçlara gömüp kokusunu içine çekti. Saçın bir kısmını eline alarak yavaş yavaş taradı.

"Saadet-i Seniyyem!"

Gökbey'in iltifatları devam ederken Mehpare Hatun da tekrar tekrar dünyasında kayboluyordu. Ne huzurlu bir kayboluştu bu böyle! Kendi durdurmazsa, Gökbey sabaha kadar durmadan tarardı saçlarını. Yavaşça yüzünü ona doğru çevirip, durmasını sağladı. Gökbey'in elindeki tarağı alıp kenarı bıraktı. Sevdiği adamın dizlerine yatıp, ona bakan çehreyi izledi.

"Benim gök gözlü kaba Bey'im!"

Mehpare Hatun, biraz önce saçlarını okşayan adamın sakallarında gezdirdi ellerini. Gökbey'in gözlerinde gördüğü huzurun içinde boğuldu. Alnına değen dudakların sıcaklığı ile içli bir nefes verdi.

"O kadar şey derim, hâlâ kaba bey dersin hatun."

Gökbey'in tatlı sitemine güldü hatunu. Haklıydı Gökbey fakat karısı ona böyle hitap etmeyi seviyordu. Mehpare, kocasının dizlerinden kalkarak karşısına geçti.

"Unutursun herhalde, beni az kalsın o ormanda bir başıma bırakıp gidecektin."

"Orhan Bey'imin türbesini soran hatuna ne yapmamı beklerdin yavrum?"

Mehpare, hatırladıklarıyla kahkaha attı. O an korkunç olan bu durum, şimdi oldukça eğlenceliydi. Özellikle türbeyi sorduktan sonra Gökbey'in yüz ifadesini hatırladıkça tekrar tekrar gülüyordu Mehpare.

"Hem hafızanı kaybettiğin yalanını da unuttum sanmayasın hatun?"

"Kusur yarıştıracaksak beni hain ilan edip mahkemeye çıkarmanı konuşalım Gökbey, ne dersin?"

"Aman, aman kalsın!"

Gökbey'in pes edişiyle galibiyete ulaşan Mehpare Hatun, her şeye rağmen mutluluğu için şükretti. Başına ne gelirse gelsin şu an olduğu en huzurlu yerdeydi. Her gece olduğu gibi bu gece de Gökbey'in göğsünde huzurlu bir uykuya bıraktı kendisini.

Uykuyla arası bozuk olan bir Beyza Hatun vardı bu aralar. Yavaş yavaş şekil alan karnının içinde büyük bir kargaşa varmışçasına bulantılar yaşıyordu. Uyku uyutmayan bu bulantı anlarında kocasını uyandırmamaya özen göstererek bebeğiyle konuşuyordu.

"Gözümde tütenim... Ruhumun paydası yavrum... Gündüzleri uslu durursun da ne diye geceleri ayağa dikersin beni?"

"Ananın sesini mi özlersin kızım?"

Beyza Hatun, farkında olmadan 'kızım' diye karnını sevişine gülümsedi. Hisleri bebeğinin kız olduğu yönündeydi ve dilinden de istemeden ona göre hitaplar çıkıyordu. Kızı, yoldaş olacaktı anasına. Yılların kederini, gözündeki yaşı silip geçecekti inşallah.

Beyza Hatun'un eli karnındayken, obanın haber davulunun sesi durmadan yankılandı Güzpınarı'nda. Aybars Bey, duyduğu sesler ile hızla yerinden kalkıp pusatını kuşandı.

"Hayırdır inşallah!"

Beyza Hatun'un dualarıyla otağından çıktı. Güzpınarı'nın tüm erleri ayaklanmış, pusatını kuşanmıştı. Bey otağlarının karşısına gelen haberciyi hepsi merakla dinledi.

"Bizans! Bizans sınıra dayandı."

Gökbey ve Çağrı Bey'in komutanlığında alpler hızlıca nizama girdiler. Savunmayı obalarında yapacakları için hatunları ve çocukları korumak çok ama çok zor olacaktı. Üstelik onları güvenli bir bölgeye taşıyacak zaman dahi yoktu. Bizans askerlerinin sesleri artık çok yakından geliyor ve obanın hemen önünde ilerleyen atların görüntüsünü tüm halk görüyordu.

Hatunların her biri, erleri gibi kılıç kuşanıp topraklarını, evlatlarını korumaya hazırlanmıştı. Güzpınarı'nın içine kadar giren Bizans askerleriyle artık cenk başlamıştı. Gecenin en kör vaktinde saldıran askerlere önce ok atışı yapılsa da içeri sızan askerleri seçmek güç oluyordu. Çağrı Bey, alpleriyle beraber Güzpınarı'nın kuzeyini korumaya çalışırken, Gökbey de güney bölgesinde alpleriyle beraber cenk tutar olmuştu.

Obanın bazı bölgelerinde çadırlar ateşe verilmiş, hatunların ve çocukların çığlıkları göğe yükselmişti. Beyza Hatun, Oğuz Bey'in otağında yerini almıştı fakat elindeki kılıcı hazır şekilde bekliyordu.

Eslem Hatun ve Mehpare Hatun, otağın girişine kadar gelen birkaç Bizans askerine karşı yiğitçe bir vuruşma içerisindeyken Gülayşe Hatun da Rabia'yı da alarak yardımlarına yetişti. Erleri oba etrafına yayılmışken kendileri de boş durmuyorlardı.

Oğuz Bey'in otağına varamayan bir isim vardı. Şeyma Hatun, kucağına Günkut'u alıp otağından çıkacağı sırada içeri giren iki Bizans askeri ile karşılaştı. Günkut yanında olmasa bu iki askeri hiç tereddüt etmeden halledebilirdi fakat oğlunu güvenli şekilde bırakacak yer aradı. Hızlıca Günkut'u yerdeki döşeğe atıp üzerini örttü. Böylelikle askerler çocuğa ulaşmak için zaman harcayacak, Günkut darbe alsa bile döşekten dolayı hafif atlatacaktı.

Askerlerden birine ilk darbeyi hızlı bir şekilde indirdi. Kılıcının sert sesi kulağını doldururken diğer askere bir tekme atarak kendisinden uzaklaştırdı. Önündeki askeri kısa sürede yaralamayı başarıp diğeriyle cenge tutuştu. Fakat içeri giren iki askerle daha hayal kırıklığına uğradı. Tam saldıracağı sırada Günkut'un tahta kılıcı ile anasına yardıma koştuğunu gördü.

"Günkut!"

Günkut'u hızla kucağında saklayıp askerlere sırtını döndü ve ilk yarasını sırtından aldı Şeyma Hatun. Dizleri üzerinde çöküp göğsünde kimsenin göremeyeceği şekilde hapsettiği oğlunu, sıkıca sarmaladı. Gözünden akan yaş, Günkut'un saçlarını ıslatırken Doğan Alp'in sesini işitti. Doğan, çadırına giren askerleri görür görmez koşarak gelmişti. Ailesi için kararan gözü ile askerlerin üzerine çullandı. Bir yandan onu çevreleyen askerler ile cenk ediyor bir yandan da karısı ve oğlunun iyi olduğuna emin olmak için onları gözlüyordu.

"Şeyma!"

Şeyma Hatun, oğluna kendi bedeninden oluşturduğu kalkanı bozmadan burnunun ucundaki oğlunu derince kokladı. Günkut'un ağlayan sesi ciğerini yaksa da teskin edemedi.

Çadıra doluşan birkaç askerin daha gelişiyle Doğan Alp zorlanarak gövdesi üzerine büyük bir yara aldı. Gövdesi boydan boya yarılan Doğan Alp, kalan son gücü ile kılıcını kaldırdı. Fakat aynı anda inen iki kılıç hem Doğan Alp'i hem Şeyma Hatun'u sonsuzluğa uğurladı. Şeyma Hatun, Günkut'un üstünde... Doğan Alp, Şeyma Hatun'un yanı başında... Son kez ailecek bir otağın içinde kaldılar.

Obanın her yanında yüzlerce Bizans askeri hareket etmekteydi. Kadın, çocuk, yaşlı demeden herkesin kılıçtan geçmesini hedefleyen gözü dönmüş bu caniler kuduz birer köpek gibi saldırıyorlardı.

Gülayşe Hatun nasıl olduğunu anlamadığı şekilde otağdan uzaklaşmıştı. Sürekli yenilenen askerler ile vuruşma esnasında ilerleye ilerleye buraya kadar gelmişti. Bileği kılıç savurmaktan yorgun düşse de mecbur kalıyordu savaşmaya. Çağrı Bey ile yaptıkları talimi hatırlayıp bileğinde tekrar toparladı gücünü. Karşısındaki askere birkaç hızlı hamle yaparak başarılı oldu. Yerde yatan askerin üzerinden atlayarak diğerlerini aradı.

Eslem Hatun, kocasını aratmayacak şekilde sert bir vuruşmanın içerisinde korkusuzca savaşıyordu. İndirdiği her kılıç darbesinde getirdiği tekbir sesi çevresindekileri de şevke getiriyordu. İçlerinde yanan şehadet ateşine her biri koşa koşa gidiyordu.

Mehpare, içine düştüğü bu yangının tam ortasındaydı. Aklı sevdiklerinde olsa da tüm inancıyla sarılmıştı kılıcına. Bugün Mehpare'nin kılıcını elleri değil, yüreği tutuyordu. Tıpkı diğerleri gibi...

Gülayşe Hatun, otağa yaklaşırken gördüğü Eslem ablası ile hızlandı. Fakat omzunda hissettiği derin bir sızı ile olduğu yere çöktü. Omzundan girip, sırtından çıkan oka acıyla baktı. Sesini duyurmak istese de kesilen nefesi ile gözleri kapandı. Yerde derin bir uykuya kendisini teslim etti.

Otağın içi de dışı kadar cenk meydanıydı. Oğuz Bey ve Mahmut Bey durmamış, alplerinin yanında yerlerini almışlardı. Fakat otağa sığınan yaşlılar ve çocukları korumak da oba hatunlarına düşmüştü.

Beyza Hatun ve Rabia, otağa giren her askeri kılıçlarıyla kana buluyorlardı. Fakat ne kadar asker öldürürlerse kat kat fazlası giriyordu çadıra. Güçleri her geçen saniye azalan hatunlar ise dualar ile ayakta kalıyorlardı.

Otağa giren birkaç askerin ardından görünen Tekfur Nicolas ile Rabia Hatun kaskatı kesildi. Aylar sonra babasını karşısında görmek ona sadece kusma hissi uyandırmıştı. Tekfur, ilk önce kızını tanıyamamış, gördüğü Müslüman kılığındaki kızına öfkeyle bakmıştı.

"Yazık! Çok yazık Nora. Demek bu yobazların içinde sende layığını buldun, ha?"

"Rabia! Benim adım Rabia."

Rabia Hatun, babası olan bu adamın daha fazla konuşmasına müsaade etmeden ileri atılarak saldırıya geçti. Askerlerden birini Rabia Hatun, diğerini Beyza Hatun öldürürken Tekfur, otağda aradığını bulamadığından uzaklaştı. Rabia Hatun, kalan tek askeri Beyza Hatun'a bırakarak babasının peşine gitti.

Kılıçların ve okların arasından koşarak babasının önüne geçti. Bunu beklemediği her halinden belli olan Tekfur, tiksinir gibi kızına baktı. Rabia ise öfkeliydi. Fakat öfkesi kendisi için değildi. Babası ona yıllarca zulmetse de şu an ki öfkesi Allah içindi. Babası şu an sadece Müslümanlara saldıran bir kafirdi. Bu yüzden hiç çekinmeden salladı kılıcını.

Tekfur, yüzündeki öfkeyle kızına yıllardır düşmanmış gibi saldırdı. Kılıçları birbirlerinin üzerinde gezerken, Rabia oldukça korkusuzdu. Babasıyla olan bu savaşın galibi olacağından oldukça emindi. Nitekim öyle de oldu. Kılıcının keskin ucu, bulduğu ilk fırsatta Tekfur'un tam kalbine saplanmıştı. Rabia Hatun, kılıcını babasının kalbinden geri çekerken aynı zaman da bir damla göz yaşını ona armağan etti. Bu onun için döktüğü ilk ve son yaştı. Rabia, babasını kendi elleriyle öldürmenin ağır yükü ile olduğu yere çöktü. Babasının can çekişen halini büyük bir soğuk kanlılıkla izledi. Bu boğuk sese daha fazla dayanamayarak babasının acısına son verip bir darbe daha indirdi. Ve ardına bakmadan geldiği otağa doğru ilerledi.

Otağda yalnız kalan Beyza Hatun, iki askerin kıskacı altındaydı. Yara almamıştı fakat gücü tükenmişti. Rabia Hatun'un tekrar gelişi ile rahat bir nefes alan Beyza Hatun'u karnına aldığı bir tekme sarstı. Karşısında kılıcı düşen asker, Beyza Hatun'u tekmeleyerek yere düşürmüştü. Kollarıyla sardığı karnını korumak neredeyse imkansızdı. Rabia Hatun'un yetişmesi ile acısı son bulması gerekirken kesilmedi. Büyük çığlıklar içinde kavuşamadığı bebeğiyle vedalaştı Beyza Hatun. Göz yaşları içerisinde acısına katlanmaya çalıştı.

"Kızım... Gözümde tütenim... Bırakmayasın ananı!"

...

Gökbey, düşman askerlerinin içerisinde kükreyen bir aslan gibi kalabalığı yararak ilerliyordu. Bizans askerlerinin her tarafa yayılması ile sınırları bırakıp, obanın merkezini korumaya girişmişlerdi. Biraz önce bir Bizans askeri tarafından yara alan bacağından oluk oluk kan aksa da yarasına göz ucuyla dahi bakmıyordu.

Biraz ileride, otağ girişinde cenk eden evdeşini gördü. Mehpare Hatun, kılıcını savurarak birçok keferenin hakkından gelmişti. Gökbey, hızla karısına doğru koştu. Mehpare Hatun'u çember içine alan askerlerin arasına dalıp, karısıyla sırt sırta verdi. Mehpare, sırtını en güvenilir dağa yaslamanın özgüveni ile daha güçlü saldırdı karşısındaki askerlere.

Kısa sürede hakladıkları askerlerden sonra çevrelerine dönüp baktılar. Her yer yangın yeriydi. Kadın, erkek herkes elindeki pusatıyla can derdine, vatan derdine düşmüştü. Mehpare, endişe ile kocasına döndü. Gözleri karşısındaki iri bedeni tararken bacağındaki yarayı fark etti.

"Gökbey! Yara almışsın."

"Sırası değildir imdi."

Gökbey, karısını ardına alıp kardeşlerinin yardımına yetişti. Eslem Hatun, tuttuğu kılıcı durmadan savuruyor, önüne çıkan her askeri düşürmeden bırakmıyordu. Kendisini öyle çok kaptırmıştı ki bir Bizans okçusunun hedefine girdiğinden haberi dahi yoktu. Eslem Hatun, kılıcını kaldırıp karşısındaki askerin gövdesine tam indireceği sırada, ona doğru hedef alan ok yayından çıktı.

"Eslem!"

Sancar Alp, endişeyle karısına seslenip kendini Eslem Hatun'un önüne siper etti. Aile yadigarı olan kalkanı ile gelen oku durdurdu. Eslem Hatun, kalkanı deşen ok ile farkına vardı hedefte olduğunu.

"Ne diye dikkat etmezsin hatun?"

"Hangi biriyle baş edeyim Sancar?"

İkisinin de öfkesi birbirine değildi ama anlaşma şekilleri böyleydi. Sancar Alp, hedefine karısını alan okçunun peşine düşüp pusatıyla intikamını aldı. Aybars Bey'in de yardıma yetişmesi ile otağ etrafını büyük ölçüde temizlemeye başladılar.

Aybars Bey, kılıcından akan kanlarla otağa girdi. Yerde yatan karısı Beyza Hatun'u görür görmez yanına koşarak nasıl olduğuna baktı. Rabia Hatun, otağda olanları Aybars Bey'e anlatırken, Beyza Hatun bebeğiyle konuşarak ağlamaya devam ediyordu. Yıllar sonra muştusunu aldığı bebeğine kıymışlardı. Canından canını almışlardı.

...

Çağrı Bey, önüne çıkan her Bizans askerini kılıcından geçirerek ilerledi. Ardından gelen kardeşi Tuğrul Bey ile hedefleri babalarının otağıydı. Dudaklarda dualar ile kalplerinde korkuya yer vermeden cenk ettiler. Otağa yaklaştıkları sırada Çağrı Bey'i kıskaç altına alan askerler, biraz zaman kaybına yol açtılar. Çağrı Bey, sırayla hepsini kılıçtan geçirdikten sonra birkaç adım ötesinde yatan, yüzüne dahi bakmaya kıyamadığı hatununu gördü. Adımları yere mıh gibi sabitlenen Çağrı Bey, karısının içinde bulunduğu küçük kan gölüne baktı.

"Gülayşe!"

Sesi önce duyulamayacak kadar kısık çıksa da sonra yeri göğü titreten bir bağırtıya dönüştü. Çağrı Bey koşar adımlarla karısının yanına varıp, başını dizleri arasına aldı. Gözleri kapalı olan karısına uyanması için adeta yalvardı. Etrafında devam eden savaşta onları koruyan Tuğrul Bey oldu. Ağabeyinin yıkıldığını gören Tuğrul, kendini onların önüne atarak gelen askerlerin önünü kesmişti.

"Gönlümün menzili... Hayde kalkasın hatun."

Çağrı Bey'in sessiz göz yaşları Gülayşe Hatun'un yanaklarına düşerken ayaklandı. Karısını hızla kucağına alarak, otağa doğru koştu. Dualarını karısı için ederken otağa girdi Çağrı Bey. Kendi otağları ateşe verildiği için girdiği otağ Karasu Bey'ine aitti. İçeride Beyza Hatun'un da yerde yatması ile en arka köşeye yaralılarını bıraktılar.

Gönülleri kalmak istese de gidip savaşmaları gerekiyordu. Öyle de yaptılar. Kalplerindeki büyük intikam duygusu ile daha çok çarpıştılar. Bir süre sonra Bizans askerlerinin sağ kalan azınlığı kaçmaya çalıştı. Emir aldıkları Tekfur hayatta değildi ve sayıları her geçen saniye azalmıştı. Canlarının derdine düşerek obadan uzaklaşmayı seçtiler.

Güzpınarı'nı terk eden Bizans askerleri ile savaş durup, yaraları sarma zamanı gelmişti. Herkes önce en yakınına koşarak çare arama derdine düştü. Gökbey, kendi ailesini otağda toplayarak duruma bakmaya çalıştı. Kardeşi Gülayşe'yi yerde yaralı şekilde görünce neredeyse aklını kaybedecekti.

"Şifacı! Şifacı lazımdır."

"Şeyma! Şeyma nerededir?"

Yokluğu fark edilen Şeyma Hatun'u almak için Sancar Alp ve Eslem Hatun koştu. Obada birçok şifacı vardı ama koşulan ilk isim Şeyma Hatun'du. Ayrıca şimdiye kadar görememiş olmak da akıllarına kötü şeyler getiriyordu.

"Abla!"

Eslem Hatun'un otağa girmeden ses etmesi cevapsız kaldı. Hızla girdikleri otağda adımları olduğu yerde kaldı. Şeyma Hatun, dizleri üzerine çöküp etten bir kalkan gibi olduğu yerde durmuş, sırtından akan kanlar yerde bir gölet oluşturmuştu. Doğan Alp ise karısının hemen yanı başında elleri ona uzanmak ister gibi yerde hareketsizce yatıyordu.

İlk kendisine gelen Sancar Alp oldu. Hızla kardeşi bildiği adama koşup dizleri üstüne çöktü. Yaşadığına dair tek bir belirti yoktu. Elleri, Doğan Alp'in kalbinde dururken hayatında ilk defa hıçkırıklarla ağladı. Ali'nin Zülfikarı düşmüştü.

Eslem Hatun, ağır ağır ablasına yaklaştı. Sırtındaki yaraları görmemek imkansızdı. Ablasının yanına oturup göz yaşlarını sessizce akıttı. Ablasının kolları arasında, annesinin göğsüne kafasını gömmüş olan yeğeni Günkut'u fark etti.

"Günkut!"

Küçük çocuktan ses çıkmadı. Eslem Hatun, ablasının kollarını çözmeye çalışarak Günkut'u kucağına almak istedi. Fakat ablası öyle sıkı sarmıştı ki oğlunu başarılı olamadı. Ölen bir insanın böyle bir güç uygulayamayacağından ötürü hâlâ yaşıyor olmasından şüphe edip kontrol etti. Fakat ablası canını çoktan teslim etmişti. Canını vermişti ama yavrusunu vermemişti.

Sancar Alp de kendisine gelerek Günkut'u fark etti. Eslem Hatun'un bakışları ile olanları anladı. Göz yaşlarını içine akıtarak sakin kalmaya çalıştı.

"Günkut! Oğlum, gelesin emmine."

Günkut'un nefes alıp verdiği belli oluyordu fakat tek bir ses çıkarmıyordu. Parmakları annesine sıkıca dolanmıştı. Ona son kez sarıldığının farkındaydı ve bırakmak istemiyordu. Eslem Hatun kendisini toparlayarak sakince konuştu.

"Ben geldim abla. Günkut'u almaya geldim. Veresin yeğenimi."

Şeyma Hatun'un cansız bedeni bu anı beklermiş gibi kendisini koy verip kollarını iki yana düşürdü. Eslem Hatun, göz yaşları içinde ablasının düşmesine izin vermeyerek onu kendisine yasladı. Günkut, kızaran gözlerini yere dikip hareket etmeden duruyordu şimdi. Sancar Alp, küçük çocuğun daha fazla burada kalmasına dayanamayıp kucağına alıp otağdan çıktı.

Otağın önünde diz kırıp kucağındaki çocuğu kendisine iyice bastırarak ağladı Sancar Alp. Fakat Günkut hâlâ olanların etkisindeydi ve tepki veremiyordu. Sancar Alp, kucağındaki çocuğu kendinden biraz uzaklaştırıp göz teması kurmaya çalıştı.

"Günkut!"

Çocuğun daha fazla korkmasını istemediği için bağırmak istemiyordu. Fakat çocuğa sesini de duyuramıyordu. En sonunda Günkut'un yüzünü elleri arasına alarak bağırdı.

"Günkut! Ağla oğlum."

Günkut'un bakışları şimdi emmisini bulmuştu. İlk defa yaşlar içinde gördüğü gözlerde güven hissederek burnunu sızlatan o duyguya sonunda kendini teslim etti. Günkut, çığlıklar içinde ağlarken Sancar Alp'in boynuna sarıldı. Eslem Hatun, otağdan ağlayarak çıkarken, yere diz çöküp ağlaşan Sancar Alp ve Günkut ile karşılaştı.

Güzpınarı yaylası artık onlara vatan toprağı olmuştu. Çünkü kan döktükleri her toprak zerresi onlar için vatandı. Kimi anasını, kimi babasını, kimi evladını, kimi de sevdiğini toprağa vermişti Güzpınarı'nda.

Sayısız şehit, sayısız yetim kaldı geriye. Zeyrek ve Karasu halkı birbirine şifa olacaktı. Bir avuç kalan halk, artık tamamen bir olacaktı.

 

Önümüzdeki bölüm final.

Sizce kime ne oldu?

Bölüm : 05.11.2024 20:31 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...