66. Bölüm
Zeynep Çağatay / Obaya Dönüş / Zamansız Ruh / 22. Bölüm - Final

22. Bölüm - Final

Zeynep Çağatay
maveradabiryazar

Media; Günkut

 

Obaya Dönüş - Zamansız Ruh'un Final bölümü ile geldim...

 

Fakat üzülmeyin, kitabın sonunda süpriz var...

 

 

Yıllar sonra...

Her şeyin başladığı noktada, yıllar sonra şükrediyordu Mehpare Hatun. Yılların eskitemediği güzelliği ve gün gün artan asaleti ile yaslandığı çınar ağacının altında gözleri kapalı şekilde tüm yaşadıklarını düşünüyordu.

Bu ağacının altında başlayan yolculuğu ona hayalini bile kuramadığı kapıları açmıştı. Sevmenin, sevilmenin, değer görmenin ne demek olduğunu en güzel şekilde anlayıp yaşamıştı hayatında. Tüm acısıyla, tüm güzelliğiyle işte bu onun hayatıydı. Kazandığı ailesi ve eşiyle beraber çok da kayıp vermişti Mehpare Hatun.

"Ne o hatun? İmdi de buradan mı kaçarsın?"

Gökbey'in tok sesi ile gözlerini yavaşça açıp tebessüm etti. Mehpare, sabahın erken saatlerinde nefeslenebilmek için çıkıp gelmişti kendisine özel olan bu yere. Fakat Gökbey, karısını o kadar iyi tanıyordu ki nerede olduğunu tahmin edip peşinden düşmüştü yola.

"Sen koskaca Karasu Hatunu'na korkak mı demek istersin hele, Gökbey?"

Mehpare'nin alaylı sesine Gökbey gülümsedi. Atından inip karısının yanına oturdu. Derin bir nefes verdikten sonra küçük oyununa devam etti.

"Yok, yok! Ne haddime Mehpare Hatun! Kellemi alırsın falan neme lazım!"

Mehpare ve Gökbey, onların kavuşmasına sebep olan o çınar ağacının altında sessizce oturdular bir süre. Gökyüzünü göremeyecek kadar sık ağaçlarla dolu ormanda sessizliği dinlediler. Artık iki olgun insan olmuşlardı ve konuşmadan da anlaşabiliyorlardı. İkisinin de acıları ortaktı. O kanla dolu olan günden sonra onları bağlayan bir de acıları olmuştu.

Mehpare Hatun, yıllar sonra kavuştuğu anne ve babasını o gün kaybederken yüreğinde hissettiği sızıyı hâlâ taze olarak taşıyordu. Babası Mahmut Bey, yaşına rağmen kefereye kılıç sallayarak şehadete erişmişti. Annesi de aynı şekilde yara alıp günlerce tedavi görmüştü fakat ecele çare olamamıştı. Günlerce gözündeki yaşı dinmeden yas tuttu Mehpare. Üstelik sadece anne ve babasına da değil...

Gökbey de o gün çok kayıp vermişti. Anası Ayşe Hatun, obanın hatunlarıyla beraber toprağını yiğitçe korumuştu. Fakat Ayşe Hatun'un kılıcını düşüren ses, kızının acı kaybının ağıtlarıydı. Şeyma Hatun'a yakılan ağıtları duyunca kılıcı düşmüş, aynı an da bir Bizans askeri tarafından şehit edilmişti. Kızı Şeyma Hatun'a kavuşmakta acele etmişti anası. Ya Doğan'ı, Avcı'sı? Doğan Alp, ailesini korumak için canını vermekten bir an dahi geri durmamıştı. O güzelim ailedense tek kalan Günkut olmuştu.

Günkut yaralıydı ama şifa olmuştu Beyza Hatun'a. Biri evladına hasret kalmıştı, diğeri anasına. Birbirleriyle avuttular kendilerini. Acılarını beraber göğüsleyip, ayakta durdular. Beyza Hatun, evladını kaybetmişti ama o gün ana olmuştu Günkut'a. Günkut düşse, Beyza Hatun ağlardı. Öyle bağlandılar birbirlerine. Teyzeleri, emmileri, hepsi Günkut'u bağırlarına bastı ama kimse bir Beyza Hatun olamadı. Herkes önceliğini kendi evladına verirken, bir tek Beyza Hatun kendinden önceye koydu Günkut'u. O yüzden bir Beyza Hatun'u ana bildi kendisine.

Oğuz Bey ise aylarca evlat acısıyla yanmıştı. Hem yıllardır bir yastığı paylaştığı eşini hem de gözünden sakındığı kızını toprağa vermenin acısıyla ayların sonunda kalbine yenik düşmüştü koskoca Oğuz Bey. Hem Karasu hem Zeyrek başsız kalınca yas tutacak hal dahi kalmamıştı insanlarda. Neyse ki Orhan Bey vardı. Buyruğu ile iki obayı birlemiş, başlarına da Gökbey'i getirmişti. Toy Gökbey'in, av Çağrı Bey'in olarak nizam tutan obada birlik ve düzen kısa sürede sağlanmıştı.

Mehpare ve Gökbey, dinlendikleri ağacın altından kalkarak atlarına binip obalarına doğru yol aldılar. Dört nala sürdükleri atlarında yüreklerindeki ağırlığa rağmen tebessüm ettiler. Her şeye rağmen beraberdiler.

Obaya vardıklarında verilen selamları saygıyla aldılar. Obadaki herkes Gökbey ve Mehpare Hatun'a büyük saygı gösterirdi. Sadece oba beyi ve hatunu olarak değil, aynı zamanda lider olarak görürlerdi. Her koşulda alpleriyle beraber en önde cenk tutan bir lider...

"Ana!"

İşte Mehpare Hatun'un ilk yürek sevinci, can yongası karşısındaydı. 20'lerinde yiğit bir alp olan oğlu Tuğra, gece koyusu saçları ve ona benzer gözleri ile anasının kopyasıydı. Cesur, mert, zeki bir delikanlıydı Tuğra. Babası gibi iyi bir savaşçı olan bu genç adam, obanın genç alplerini eğitmekte görevliydi. Yaşından fazla tecrübeye sahipti Tuğra. Onun eğitimini bir tek babası değil, dayıları Çağrı Bey ve Tuğrul Bey, emmileri Aybars Bey, Temur Bey ve Sancar Bey'de üstlenmişti. Üstelik ağabeyi Günkut'un da üzerinde emeği çoktu.

"Tuğra'm... Gelesin hele!"

Beraber girdikleri büyük otağda sabah aşı için hazırlanan sofraya oturdular. Baş köşeye oturan Gökbey, bir yanına hatununu diğer yanına oğlunu aldı. Fakat yine de eksik vardı sofralarında. Biraz sonra elinde bir testi su ile kızları girdi içeriye.

"Hayırlı sabahlar."

"Hayırlı sabahlar kızım."

Gökbey'in gün ışığıydı Aybüke. Masmavi gözleri ile babasının kızı olduğunu kanıtlıyordu adeta. Öyle duru bir güzelliği vardı ki bir bakan bir daha bakmak için an kolluyordu. Bu durumdan hem Gökbey hem de Tuğra yakınıyordu. Fakat içleri rahattı Aybüke konusunda. Eslem Hatun'un bir küçük boyu gibiydi adeta. Obadaki erlere kan kusturur cinsten bir avuç ateşti.

"Baba! Bakarım da bu ara pek bir ihmal edersin beni. Ya anamlasın ya ağabeyimle. Bana sıra gelmez mi?"

"Sıra sana gelirse bir daha kimseyi gözüm görmez diye korkarım Aybüke'm. Ben hiç ihmal eder miyim seni? Gelesin hele!"

Aybüke hızla babası ve ağabeyinin arasına oturdu. Ağabeyine nispet yapıp birkaç dirsek atmayı ihmal etmedi. Gökbey, kızının bu haline kahkaha atıyordu. Tuğra ve Aybüke aralarında 2 yaş olmasına rağmen talimleri çocukluktan beri beraber görmüşlerdi. Bu yüzden Aybüke'nin en büyük rakibi ağabeyiydi.

Mehpare, aşık olduğu gök gözlü kaba beyin babalığını yıllardır hayran hayran izliyordu. Merhameti öyle büyüktü ki çocuklarının en ufak acısını dahi büyütüyordu. Tuğra'yı daha sert büyüten Gökbey, söz konusu kızı olunca yumuşacık oluyordu. Aybüke, Gökbey'e çok büyük zaaf olmuştu.

...

“Doğan! Sıkı tutasın kılıcını.”

“Tutarım işte baba, görmez misin?”

Doğan, Sancar Alp ve Eslem Hatun’un oğluydu. İlk evlatları Gökçe, okçuluk üzerine iyi talimler alarak o yönde kendini geliştirse de küçük Doğan için aynı şey söz konusu değildi. Babası ve annesi ile bitmek bilmez bir tartışmaları vardı. Doğan’ın hayalleri, istekleri anası ve babasıyla uyuşmuyordu.

Sancar Alp, can yoldaşı Doğan’ı aratmayan oğluna ismi gibi huyunu da vermişti işte. Onu deli eden iki Doğan’ı vardı. Biri cennette onu bekliyordu, diğeri karşısında başının etini yiyordu.

“Ben talim etmek istemem artık baba!”

“Ne demek istemem? Talim etmeden nasıl güçlenecek o bileğin Doğan?”

“Ne diye anlamazsın baba? Ben kılıç değil, kalem tutmak isterim.”

Sancar Alp, sınavı olan evladı ile derin bir nefesi içine çekti. 12 yaşlarında olan oğlu oldukça akıllıydı fakat söz konusu talim oldu mu geri duruyordu. Fazlasıyla cesurdu ama ilme olan merakı Gülayşe teyzesinden geliyordu. Bulduğu her fırsatta teyzesinin kapısında beliriyordu.

“Ben sana kalem tutma mı derim Doğan? Hem kalemini tutarsın hem kılıcını işte. Er dediğin kılıçsız olur mu?”

Doğan, aslında iyi de kılıç kullanıyordu ama bu talimlerle vakit geçirmek yerine kendini kitaplara gömmek istiyordu. Neyse ki imdadına birileri yetişti.

“Sancar! Bırakasın çocuğu kendi haline. Ne isterse onu etsin. Bize kılıç tutan kadar, kalem tutan yiğit de lazımdır, bilmez misin?”

“Çağrı Bey’im, bilirim elbet amma her fırsatta kaçmaya yer arar. Elbette tutsun kalemini, alsın ilmini amma bileğini de imdi güçlendirmezse ne zaman güçlendirecek?”

Çağrı Bey, Sancar Alp’e hak veriyordu. Doğan’ın yanına yaklaşıp omzunu erkekçe sıktı. Doğan’ı kendi evlatlarından ayırmazdı Çağrı Bey. Kendi evlatlarına nasıl davranırsa, ona da o sıcaklığı gösterirdi.

“Baban doğru der Doğan. İmdi talimini güzelce yapasın. Talimin bitince de ilim için varasın teyzenin yanına.”

Doğan, babasının onayını görmek için yüzünü ona döndü. Sancar Alp de başka çaresi olmadığından kabul edip, baş onayı verdi. Doğan’ın neşesi yerine geri gelince kılıcına daha güçlü sarıldı.

Çağrı Bey, Sancar Alp ve Doğan’ı ardında bırakarak ileride güreş tutan yiğitlere adımladı.

Mahmut ve Yavuz, Süleyman ve Hamit birbirleriyle güreş tutuyorlardı. Günkut ise, güreş tutan gençlerin başında ağabeyleri olarak eksiklerini söylüyordu.

Mahmut, Çağrı Bey’in en büyük oğlu olup, dedesi Mahmut Bey’in adını taşıyordu. Yavuz ise, Tuğrul Bey’in oğluydu. Yaşları yakın olduğu için beraber güreş tutup hem dost hem rakip oluyorlardı.

Süleyman ve Hamit zaten kardeştiler. Çağrı Bey ve Gülayşe Hatun’un ikizleriydiler. Süleyman, babası gibi yiğit bir alp, Hamit ise hem cenkte hem ilimde önde geliyordu.

Mahmut, oldukça yorulsa da en sonunda Yavuz’un sırtını yere sermeyi başardı. Yavuz, hırslı bir gençti fakat zamanı gelince o da Mahmut’u mağlup ettiği için dert etmiyordu kendisine. Başkasına mağlup olsa belki üzülürdü ama Mahmut, Yavuz’un kardeşi sayılırdı.

“Soluna yüklenesin biraz Yavuz’um.”

“Bilir tabi zayıf yönümü saldırır durur, Günkut ağabey.”

Günkut’un gözlemleri hepsinin üstündeydi. Yaşından büyük olgunluğa ve tecrübeye sahip olduğundan, kardeş saydığı bu gençlerin talimini Günkut üstleniyordu.

Günkut, yaşadıklarından sebep sert bir yapıya sahipti. Kılıç gibi keskindi. Babasına zıt olan bu duruşu herkesi şaşırtsa da aslında çok normaldi. Anasını ve babasını şehit verdiği o günde hayatı hepten değişmişti. İlk önceleri konuşmadan, yemeden, içmeden günleri geçmişti ama Beyza anası sayesinde atlatmıştı o günleri. Birbirlerine sığınarak ayakta durmuşlardı.

“Bak sende dersin zayıf yönüm diye. Madem zayıftır, güçlendiresin o vakit. Ya karşındaki kefere de anlarsa zayıf yönünü, o vakit Mahmut gibi bırakır mı sanırsın?”

“Eyvallah ağabey!”

Yavuz, Günkut’a hak veriyordu. Hak vermese de sesini çıkarmazdı gerçi. Hepsi büyük saygı duyarlardı Günkut’a. Onun o otoriter duruşu, yaşıtlarındansa emmileriyle oturup kalkışı herkeste bir çekinme uyandırırdı.

Günkut’un sesi davasında yüksek, sevdasında da oldukça kısık çıkıyordu. Kimseye diyemediği bir yük taşırdı yüreği. Bir ceylan gözlüye kaptırmıştı taşlaşmış kalbini.

Sımsıcak bir yaz gününde Güzpınarı topraklarında büyük bir toy kuruluyordu. Gökbey’in oğlu Tuğra Bey, ulu beylerden biri olan Yunus Bey’in kızı Almila ile evleniyordu.

Gülayşe Hatun, karıştırdığı et dolu kazana tüm gücünü sarf ediyordu. O acı günden sonra bir kolundaki gücü büyük ölçüde kaybetmişti. Zamanla geçeceğini sansa da kolundaki hareketliliğin kısıtlılığı maalesef kalıcıydı. Fakat bunu hiç yük olarak görmedi kendisine.

Zaten kendine geldiği o anlarda ablasını kaybettiğini öğrendikten sonra buna üzülmeye bile ar ederdi. Yaşadığı için şükretti ve eşinin desteği ile tüm zorlukları aştı.

Mehpare Hatun, Eslem Hatun ile beraber taşıdığı ağır siniyi otağa yerleştirdi. Hizmet edecek hatun çoktu ama Mehpare, kendi elleriyle evladının toyunu düzenlemek istiyordu.

“Tuğra büyüdü de toy kurar ha? Bu çocuklar mı çok çabuk büyür, yoksa biz mi yaşlanırız bilemedim ki!”

Rabia Hatun’un sözleri ile hanımlar gülüştüler. Yıllar ne kadar da çabuk geçmişti sahiden. Şimdi hepsi çoluk çocuk sahibi olmuşlardı. Evlat kokusuna hasret kalan tek kişi Beyza Hatun’du.

Beyza Hatun, bebeğini kaybettikten sonra bir daha hiç gebe kalamadı. Günkut ile bastırdı tüm duygularını. Bir Günkut’a ana olabildi.

“Öyle ya, zaman yerinde durmaz. Bizde imdi yavaş yavaş torun torbaya da karışırız.”

“İnşallah.”

Hatunların hazırlıkları bitmiş, akşam olup toy sofrasında buluşmuşlardı. Gökbey ve Mehpare, evlatları ile baş köşede, sağında Çağrı Bey ve Tuğrul Bey’in ailesi, solunda da Aybars Bey, Temur Bey ve Sancar Alp’in aileleri vardı.

Obanın birliği ve düzeni sağlam temeller üzerine kurulmuştu. Soyları soylarına, boyları boylarına karışmıştı artık.

Tuğra ve Almila, toy sofrasında çekingenlikle oturuyorlardı. Dualar ve eğlenceler ile nikahları kıyılmış, hayırlı bir evliliğe adım atmışlardı.

Toy sofrası oldukça kalabalıktı. Kimi sohbet ediyor kimi de çeşit çeşit aşları keyifle yiyordu. Hepsinden soyutlanan ise bir kişi vardı. Günkut, içini yakan sevdasına gizli gizli bakıyordu. Yanında oturan Beyza anası dışında kimse farkında değildi bu hislerinin. Zaten anlaşılmasın diye de görmezden geliyordu hep. Kardeş bilmesi gereken o ismi, yüreğine kazımıştı.

“Biraz daha bakarsan Sancar emmin gözlerini oyar Günkut!”

“Bir yere baktığım yoktur ana!”

Beyza Hatun, tebessüm ederek geçiştirdi Günkut’u. Genç adam, yıllardan beri sevdalıydı Sancar emmisinin kızı Gökçe’ye. Önceleri kendine dahi itiraf edememişti bu sevdasını. Sancar emmisine ihanet ettiğini düşünüp, günlerce av bahanesiyle obadan kaçar olmuştu. Lakin döndüğünde değişen hiçbir şey yoktu işte.

Gökçe doğduğunda Günkut 6 yaşlarındaydı. Taze yaraları ile baş etmek öyle zordu ki hırçın bir çocuk olmuştu. Hırçınlığı günden güne artsa da yerine yerleşen olgunluk ile sert bir mizaca sahip olmuştu. Günkut kışsa, Gökçe bahardı. Öyle cıvıl cıvıldı ki etrafına neşe saçardı.

Gökçe, diğer yaşıtları Tuğra ve Mahmut’tan ziyade Günkut’un peşinden koşardı. Gökçe ne kadar yakın durmaya çalışsa da Günkut mesafe koymaya çalışırdı. Korkardı o yakınlığın yanlış bir adım attırmasından.

Gökçe farkında değildi elbet Günkut can çekişlerinin. Gökçe, Günkut’a ne zaman ağabey dese, Günkut’un yüreğine bir hançer saplanırdı. Acısından sebep öfkelenir, bu öfkesini de Gökçe’ye gösterip, kızı üzerdi. Gökçe, Günkut tarafından sevilmediğini, istenmediğini sansa da pes etmeden peşinden koşmaya devam ediyordu.

Toy bittikten sonra herkes köşesine çekildi. Sofralar toplandı, toy alanı boşaltıldı. Biraz önceki gürültünün ardından sessizlik hâkim oldu Güzpınarı’na.

Günkut da önden giden anası ve Aybars dayısının peşine otağına doğru yol aldı. Birkaç gündür toy için ava çıktıkları için epey yorulmuştu. Sıcak döşeğinin hasreti ile hızla ilerledi. Fakat peşinden gelen titrek ve acemi adımların farkına varınca aniden geriye döndü. Yakalanmış bir halde yerinde kalan Gökçe, endişeyle Günkut’a baktı.

“Ne edersin Gökçe? Vakitten haberin yok mudur?”

“Otağa giderdim işte. Hatunlara yardım ederdim, vaktin farkına varınca hemen koştum işte.”

Gökçe, karşısında duran yiğit adamdan hem çekiniyordu hem de her fırsatta yanında bitiyordu. Çocukluktan kalan bir hayranlıktı belki de onunkisi.

“Yürü hadi, götüreyim seni.”

“Niye? Benim ayaklarım yok mudur?”

“Ayakların vardır da aklından şüphe ederim.”

Günkut, sivri dilli genç kız ile ne edeceğini bilemediğinden aynı şekilde karşılık verdi. Şu dili başkasına uzayınca Günkut’un hoşuna gidiyordu da kendine laf edildi mi deliriyordu işte.

“Ne diye şüphen varmış aklımdan?”

“Daha vakitten haberin yoktur, neden olacak? Çocuk oyalayacak değilim bu saate hadi yürü.”

“O vakit gidesin işine Günkut ağabey. Ben kendi işimi kendim görürüm. Senden yardım istediğim de yoktur zaten.”

Gökçe, cevap beklemeden Günkut’un önünden hızla geçip otağına doğru yol aldı. Günkut cevap vermese de peşine takıldı. Bir zamanlar Sancar Alp’in Eslem Hatun’un peşinde takıldığı gibi şimdi o da bu yolları sevdiği hatunun peşinde adımlıyordu.

“Ne vardı anana bu kadar çekecek?”

“Çok şikayetçiysen gelesin anama kendin diyesin ağabey?”

Gökçe, sanki bilerek yapıyordu. Bu sıradan gözüken ama ok etkisi yaratan kelimeyi sadece Günkut’u sinir ettiği zamanlarda kullanıyordu ve etkili de oluyordu.

“Teyzem de bilir elbet başına açtığı belayı, merak etmeyesin.”

Gökçe, sinirle yerinde durup aniden ardına döndü. Bakışlarında kırgınlığı barındırarak karşısındaki adama konuştu.

“O vakit muştumu isterim Günkut ağabey. Anam da sen de bu beladan yakında kurtuluyorsunuz. Şimal Bey’i haber göndermiş oğlu için. Şimal Beyliği uzaktır, belanız def olur böylece.”

Gökçe’nin kırılgan kalbi sözlerini ettikten sonra dönüp gitse de ardında yıkılan bir adam bıraktı. Günkut, duyduklarının tekrar tekrar beyninde yankı etmesiyle kendine geldi.

“Gökçe!”

Kısık çıkan sesini kendisinden başka kimse duymadı. Hoş, Gökçe duysa da dönüp bakar mıydı bilinmez. Lakin Günkut, olduğu yerde kaskatı kesilerek bazı gerçeklerle yüzleşti.

Şimdiye kadar gıkını dahi çıkarmadan sevmişti Gökçe’yi. Bir ömür uzaktan sevmeye de razıydı. Fakat başkasının olma fikrini aklının ucuna dahi getirmemişti. Günkut sanmıştı ki Gökçe ömrü boyunca böyle kalacaktı. Fakat Gökçe’nin evlenecek yaşa geldiği gerçeği şimdi yüzüne tokat gibi çarpmıştı.

“Olmaz! Vermem.”

Günkut’un kendi kendine verdiği cesaret işe yaramıştı. Mecburdu cesur olmaya. Sevdiği hatunu başkasıyla görmektense ölmeyi yeğlerdi.

Peki ya Sancar emmisi? O ne olacaktı? Nasıl bakacaktı yüzüne? Nasıl diyecekti kızına sevdalandım diye?

“Ne olursa olsun gayrı! Gökçe ya bana yar olacak ya da kimseye olmayacak.”

Günkut’un kararlı çıkan sesi kimse duymasa da yemin yerini almıştı. Şimdiye kadar vatanı için, inancı için sallamıştı kılıcını. Kaybedecek bir şeyi olmadığı gibi kazanacak bir şey de beklememişti. Şimdiye kadar…

 

 

Devam Edecek…

 

İlk kitabımız 420 sayfa olarak bitti.

İkinci kitap Günkut üzerinden devam edecek inşallah

Kitap hakkında ve final hakkında genel değerlendirmeleri alırım artık...

Bölüm : 13.11.2024 23:22 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...