@mavi_melekler
|
Yeni kurgumun ilk bölümü ile herkese merhaba! Geç geldim ama bölümün içime sinmesi için de oldukça çabaladım. Sürekli sildim bazı sahneleri, başa sardım. Sonunda sindi içime. Çok sevdim. Bakalım, siz ne düşüneceksiniz bölüm hakkında? Yorumlarınızı, çekinmeden belirtebilirsiniz. Yıllardır kaleme almak istediğim ama ancak şimdi nasip olan kurgularımdandır. İyi ki de şimdi nasip oldu. Gelişmiş kalemim ve hayal gücümle geldim karşınıza. Tabii ki de, daha tam olarak istediğim noktaya ulaşabilmiş değilim. Zaman geçtikçe ulaşacağım inşallah. Okudukça eleştirin, olur mu? Pasaj eleştirilerini ve genel eleştirileri eksik bırakmayın.
Bölüm şarkımız, tam da istediğim gibi oldu. Karakterlerimizin kırık kaplerini betimlerken, bana eşlik eden şarkılarımızdandır. Devrim Gürenç'in, "Sen Hiç Mi Bahar Görmedin?" şarkısı ile oluşturdum bölümü. Şarkının her nağmesi içime işlerken, satırlarımda kayboldum. Hande'yi, kaleme almak için sabırsızlanıyor, sürekli bölümler oluşturmak istiyorum. Medyamızda tabii ki de tam, bölüme uygun görsellerimizden biri var, artık bölüme geçebiliriz.
Keyifli okumalar!
1. Bölüm: "Mavi Deniz"
Güldü. "Kuş bana anlattı," dedi. Ferahlayıverdim... Kuş anlattıysa herhalde iyi şeyler anlatmıştır. Kuşlar kötü şey anlatır mı?
SAİT FAİK ABASIYANIK / Alemdağ'da Var Bir Yılan ( Sayfa : 118)
Hande, kuşlara olan tutkusu ile bilinirken, kendini hiç değiştirmedi. Küçük sevinçleri eşliğinde mutlu kılardı hayatını kendine. Hatıra defterinin arasına, çektiği kuşların resimlerini koyarken, daima onlara tutkun oldu. Belki de kuşlar ona, hep babasını hatırlattılar. Çünkü babası gittikten sonra, daha çok bağlandı onlara. Hayatla mücadelesi, çok küçükken başlamıştı. Hayatın darbeleri üstüne geldiğinde, tek tutunağı, kuşların fotoğraflarını çekerek umutlanmak olmuştu. Sahil kenarında, temiz oksijeni içine çekerken, felçli olan kolunun izin verdiğince kareleri tuttu. Defalarca kez makinesinin tuşuna bastı. Başarmıştı. Yakalamıştı en güzel kareleri. Umutlarını da almıştı kadraja. Yorgunca, koltuk değneğinden destek alarak banka oturdu.
Mavi denizin derin sularına bakarken, içi huzurla dolmuştu. Geçmişi, kaçarken takıldığı en acı zamanıydı. Geçmişti kimileri için, bitmişti... Gel gör ki Hande için, bitmemişti, bitirememişti. Silip de atamamıştı kafasından. Unutamamıştı geçmişini, çıkamamıştı hâlâ içinden. Gözlerini kapattı, rahatlamak için sımsıkı örttü kehribar rengi gözlerini... Kahretsin ki her gözlerini kapattığında olduğu gibi, şimdi de o korkunç günü hatırladı. Hande'yi bazen kuşlar bile ferahlatamazdı. Babasını, ölse de affetmeyecekti, silmişti onu artık. Tam, altı sene öncesine geri gitti zihni. Çıkamadığı, her gün kâbusları olan geçmişi, bir kez daha canlandı...
Kehribar rengi gözlerinden, inci taneleri naifçe dökülürken, çehresinde başka dünya kurulmuştu. Yağmurlu İstanbul akşamında, korkunç olaylarla sarsılmıştı yürekler. Hüzün dünyasıydı artık, hasret çekme zamanıydı. Güçlü durmaya çalıştı, karşısındaki adam, eli kanlı katildi. Silecekti onu, tek kalemde atacaktı kalbinden. "Seni ölsem de affetmeyeceğim, utanıyorum senden..." Elleri kelepçeli, polis ekipleri tarafından cezaevine götürülen adama baktı son kez. "Kızların kahramanları babasıdır, hep böyle derdin bana; sen ise katilsin, bir cana kıydın, senden utanıyorum, nefret ediyorum..." Son kelimelerini söylediğinde Hande, karşısındaki adam, sessizce başını aşağı eğmişti. Ekip otomobiline bindirilen adama dikkatle baktı, son bakışlarıydı...
Genç kız, annesi ve dayısı ile emniyet binasında, vedalarını nefretle etmişti babasına. Annesi Neslihan Hanım'ın dolduruşu, babasına karşı daha da ağır konuşmasına sebep olmuştu. "Keşke ölseydin, ölseydin de, buna tanık olmasaydım!" demişti son kez. Cezmi Bey, hiç cevap vermemişti kızına, veremezdi. Söyleyecek sözün kalmadığı zamanlardaydı. Hasret çekeceğini bildiğinden, onun naif çehresini gözlerine kazıdı. Unutmayacaktı kızını, ölene dek unutmayacaktı. Hande, son nefesine kadar babasını affetmeyecek, Cezmi Bey ise onu ölene dek unutmayacaktı...
Geçmişin korku dolu sokaklarından çıkarken kendini toparladı. Zaman akıp giderken, son gözyaşlarını, o gün akıttığını düşündü. Yirmi yaşındaydı o zaman, altı sene geçmişti üzerinden... Unutamamıştı, her gözünü kapattığında hatırlar olmuştu. Son gözyaşlarını, yirmi yaşında dökmüştü. Babası ile birlikte göndermişti gözyaşlarını, kalbine hapsetti. Gözleri ile ağlamazdı artık, kalbi ile ağlardı. Kendini ağlayarak güçsüz göstermeyi sevmezdi. Çocukken, babasına nazlanırken, ne de çok ağlardı. Onunla anılarını hatırladığında, dudakları tebessüm etmese de, gözleri ışıldamıştı.
"Baba, beni hiç bırakmayacaksın, değil mi?" Hevesle, özenerek topladığı kır çiçeklerini getirmiş, babasının avuçlarına bırakmıştı. Henüz, beş yaşını yeni doldururken, saçları iki taraftan örgülü, yanakları al kırmızısıydı. Kim bilit, belki de babasının gitmesinden ürktüğü için anında, gözleri hafifçe dolarak konuşmuştu. Cezmi Bey, mutlulukla kucaklarken kızını, saçlarını öpmüştü. "Hiç bırakmayacağım prensesim, ayrılmayacağız." Sevgi, belki de ilk kez bu kadar masum olmuştu. Hande, babasına sımsıkı sarılırken, sadece onun yanında güvende olduğunu hissetmişti.
Umut dolu günlerin içinden çıkarken, artık gitmesi gerektiğini anlamıştı. Çok geç olmuştu. Koltuk değneğini sıkıca kavrarken, güçlükle oturduğu banktan kalktı. Çok sürmeden taksi durağına gelmişti. Yürümekte zorlandığı için fazla yürümek istemedi. Taksiye bindiğinde, gözü önüne gelen saçlarını, çantasından çıkardığı toka ile sıkıca topladı. Saçı salıkken, hep zorlanır, toplu tutmayı daha çok tercih ederdi. Taksiye gidecekleri semti belirtirken, Bahçelievler'den oldukça uzaklaştığını fark etmişti. Orada sahil olmadığından, kuş manzaralarını ulaşması da, zor olurdu elbette.
Uzun zamandır, öz annesi Neslihan Hanım'ı hiç ziyaret etmediğini düşündü. Gidesi de olmamıştı doğrusu, Yeliz Anne'sini bırakıp da, Neslihan Hanım'ın ağlanmalarını çekmek, hep ağır gelmişti kalbine. Yarı sakat birine de zaten Yeliz Hanım'ın evi, ortamı, hayat şartları daha doğru olurdu. Neslihan Hanım'ın dairesinde inip çıkmak da dahil, çoğu ihtiyacını karşılamakta zorlanırdı.
Babası tutaklandıktan kısa süre sonra, felç geçirmişti. Günlerce yatalak kalmış, sesini bile çıkaramamıştı. Zaman, bedenindeki yaralara iyi gelse de, kalbindekiler hiç geçmemişti. Gördüğü fizik tedavinin ardından iyileşmiş, önce konuşmaya, sonra da bedenini doğrultmaya başlamıştı. Fakat ne kadar azim etse de, tek tarafı tutmamış, öyle kalmıştı. Sinirlendiğinde, üzüldüğünde, şaşırdığında, bazen hâlâ konuşmakta bile zorlanırdı. Şu durumda, belki de bu kadar düzgün olabilmesine şükretmek gerekti.
Evine geldiğinde, taksinin ücretini ödemiş, aşağı inmişti. Güçlükle aşağı attığında adımlarını, değneğine tutunarak ilerlemişti. Bahçe kapısından girdiğinde, ufak adımlarla, değneğine sımsıkı sarılarak eve çıkan ufak merdivenleri, çok zorlanmadan çıkmıştı. En alt kata indiğinde, kapı önüne geldi. Çantasından çıkardığı anahtarla kapının kilidini aralarken, az da olsa zorlanmıştı. Sabahtan ağrılarla cebelleşen Yeliz Hanım'ı rahatsız etmek istememişti. Fakat umduğunun aksine annesi, ortalarda görünmemekteydi. Şimdi onun koltukta bitkin uzanması gerekirdi. Güzel kokuları takip ettiğinde, mutfağa ilerledi. Annesinin anı anını tutmazdı. Mutfağa doğru ilerlerken, "Ben geldim." demişti, annesinin kendisini aniden görüp de ürpermemesi için.
"Hoş geldin kızım, gel bak, neler hazırladım sana." Mutfak kapısından içeri girerken, hasta hali ile masayı hazırlayan Yeliz Anne'sine dikkatle baktı. Öz annesinden daha çok emeği vardı üzerinde. Kendini, sabah ki halinden kurtarmış olan Yeliz Hanım, ilaçlarını da aldıktan sonra toparlanmıştı. Üzerine giyindiği saks mavisi elbisesi, diz kapaklarına uzanmıştı. Üzeri ise beyaz çiçekler ile kaplanmıştı. Güneş sarısı saçlarını, kenardan at kuyruğu şeklinde bağlamıştı. "Hande, otursana hadi annem." Bacağını kıvırmakta zorlandığından, zor da olsa oturdu sandalyeye. Aklındakini söylemek için kendini hazırlamaya başladı.
...Önündekileri açlıkla atıştırırken, iştahının son zamanlarda daha da düzgün olduğunu hatırladı. Zayıf değildi, hatta hiç değildi. Olmak için de çabalamamıştı. Halinden memnundu. Yetmiş üç kiloydu fakat, boyuna göre de normaldi kilosu. Hafif toplucaydı bedeni ama güzeldi. Ortama girdiğinde, bedeninden çok, çehresi dikkat çekerdi. Kehribar rengi gözlerine eş değer ince, kavisli kaşları, ufak burnu ve biçimli dudakları vardı. Parlak teni, görüntüsüne uyumluydu.
"Eee, nasıl geçti okulun?" Sorusu ile kendisi de oturmuştu Yeliz Hanım. Belki de aklındakini sormak için annesinin sergilediği, güzel girişti. Önündekileri kaşıklarken, dolu ağzı ile konuşmuştu: "Güzeldi, okuldan sonra fotoğraf çekimine gitmiştim." Tabağındakileri çabucak bitirmişti. Salata ile beslenen tiplerden olmamıştı hiçbir zaman, olamamıştı da. "Keşke oraya gideceğini bana belirtseydin, hayır başına iş gelse, seni başka şekilde arayacağım, en azından haberim olur nerede olduğundan." Ters tepkisi ile şaşırmamıştı. Yeliz Hanım, hafif ters de olsa, özünde tatlı kadındı.
"Tamam anneciğim, bir dahakine belirtirim, mesele haline getirme istersen." Konuşmaları bittiğinde, rahatlamıştı da. Yeliz Hanım'ın huyuna gitmeyi doğru bulurdu, uzatmak istemezdi, çünkü onu, hayattaki herkesten daha çok severdi. Konuyu uzatmasına müsaade etmeden, aklındakini sordu hemen: "Anneciğim, daha tam akşam olmadı, hava kararmadan şu çok sevdiğim kitap kafe var ya hani, oraya gidebilir miyim? Sınavlar bugün bitti, biraz kafam dağılsa, olur mu?"
"Olur kızım, git." Elindeki çatalı, şaşkınca tabağın kenarına hafif sert bırakırken, beklemediği gerçekleşmişti. Yeliz Hanım'ın bu kadar soğukkanlı olmasının sebebini, son günlere bağladı. Tuhaftı nedense, garip davranırdı. Eskiden bu şekilde değildi, netti, açık sözlüydü. Yorgunluğuna verdi, ne de olsa hastalığı ağırdı. Yüksek lisansı başarı ile bitirdiğinde çok çalışacak, bu eve katkıda bulunacaktı. Yeliz Hanım'dan harçlık istemek bile bazen işkence olurdu. Her ne kadar annesinin imkanları güzel olsa da, kendi kişiliğine çok ağır gelirdi. Karnı doyduktan sonra masayı toplamada annesine yardım etmek istese de, buna müsaaade etmemişti Yeliz Hanım. Hazırlanmak için ağır adımlarla odasına geçmişti bu defa.
Hayat, istemediği noktalara getirir, acılardan acımasızlaştırırdı insanı. Merhametini, sevdiği adam ile birlikte kaybetmişti Hande, ona tüm hayallerini verdiği gün kaybetmişti. Aras, kendisini en zor gününde terk etmişti, hem de hiç sevdasına acımadan... Babasının hapise girmesinin ardından, tüm umutları ile Aras'a sarılmıştı. Onunla çok mutlu olacaklardı, evlenecekler, çocukları olacaktı. Hep hayaller kurmuşlardı birlikte, kendisini olduğu gibi, tüm gerçekleri ile kabul eden tek adamdı Aras, onu böyle görmüştü.
Nereden bilebilirdi ki, hayalleri ile oynadığını, bilememişti... Tüm umutlarını bağlamıştı ona, Aras ise istediğini aldıktan sonra terk etmişti kendisini. İşlediği günahın bedeli ile tek başına bırakmıştı Hande'yi. Nefsine yenik düşüp, tüm benliği ile ona teslim olmanın bedelini, aylarca Allah'a af dileyerek ödemişti. Hâlâ da ödüyordu, bedel ödemek, o kadar kolay değildi ki, yaşayan bilirdi... Çekip giderken ettiği sözleri hatırladı, hiç unutmamıştı ki... İşlemişti, kalbinin en derinlerine.
"Herkes, ait olduğu hayatta mutludur Hande, sen benim dengim değilsin." Genç kız, işittikleri ile donup kalırken, söylediklerini idrak edememişti. Çok ağır gelmişti anlamak, kabullenmek istememişti. Kendisini buraya çağırma sebebi, bunları söylemek miydi? Hep buluştukları sahil kenarındaki o şık kafeye getirmişti kendisini. Konuşmak istediğini söylediğinde, nasıl da umutlanmıştı Hande, kendisine evlenme teklifi edeceğini sanmıştı. "Benim ait olduğum hayatım sensin Aras, bırakamazsın beni..." Cümleleri, bu kadar çok hicranı yansıtmamalıydı, acısını bu kadar belirtemezdi ama ortadaydı işte, açıktı; netti...
"Hande lütfen, canını acıtmak istemem, uzatmayalım artık. Ayrı dünyaların insanlarıyız biz, olamayız, davul bile dengi dengine." Daha ne kadar canını acıtabilirdi ki? Hiç olmadığı kadar canı acımıştı. Aras da, babası gibi miydi şimdi? İnanmak istememişti ne kadar açıklayıcı konuşmuş olsa da. "Sen, acıtamazsın benim canımı, kıyamazsın bana, gözümden akan damla yaşa bile kıyamazsın ki. Haklısın, son günlerde çok ihmal ettim seni, sahip çıkamadım aşkımıza. Ama bana biraz zaman verirsen, şu sınavlarım bitsin, çok daha rahat edeceğiz."
Sevdiği adamın gülüşünü gördü, alaycı gülüşünü! Naif gülüşlerinin aksine, alayla gülmüştü, dalgaya almıştı kendisini. Çok acımasızca davranıyordu, ondan beklemediği haraketlerdi. "Ne ilgilenmesi be, salak!" dediğinde, kaşları çok kötü çatılmıştı. Boğazı düğümlenmişti. "Senin ilgine kalmadım ben, kes sesini artık, insafımdan susuyorum; konuşturma beni!" Alaycı sesi, hafif serleşmişti de. Hande, onun bu kadar iğrenç olduğunu kabul edemedi. Kesinlikle açıklaması olmalıydı. "Konuş, ne konuşacaksan konuş ama gitme, bırakma beni!" Tüm bunların kabus olmasını, hemen şimdi uyanmayı dilemişti. Gerçekti ama, en acısı da bu olmalıydı.
"İyi, günah benden gitti, çok kaşındın; dinle o zaman!" Aras'ın konuşmaları başladığında, sesi ne kadar sert olsa da, umutlanmıştı genç kız. Belki de, gitmek istemediğini söyleyecekti. "Okulda arkadaşlarla iddaaya girdik, senden söz ettik. Seni yatağa atmam karşılığında, iddaalaştık!" Kelimeler toparlandı, yumruk misali çarptı yüzüne. "Hayır, yapamazsın..." Geveledi kelimeleri, güçlükle çıktı, konuşmakta zorlandı. "Bu kadar ileri gitmiş olamazsın sen, sevdin beni." Hâlâ inanmamakta direnmiş, bilinçaltı kabullenememişti.
"Kazandım, hoşça kal." Parmağındaki yüzüğü çıkarıp masanın üzerine bıraktı genç adam. Kalktı, sandalyesini geri ittirdi. Sonra hiç da ağır olmayan adımlarla, hızlıca uzaklaştı. Çekip giden adamın ardından bakakalırken, nasıl da alçaldığını düşündü. Yalvarmıştı gitmemesi için, gözyaşları dökmüştü. Ve son ağlayışlarıydı... Elleri arasındaki alyansa bakarken, son kez doyasıya ağladı. Bu, son boyun eğişi olacak, artık çok güçlü olacaktı...
Hatıraların en acısını, girdabından çıkarak geride bırakırken, aynadaki görüntüsünü kontrol etti. Haki rengi, uzun üstlüğü, uzundu biraz. Sütlü kahvenin rengini andıran, hafif dar pantolonunun üzerine dökülmüştü. Krem rengi ayakkabılarının topukları bulunmuyordu. Üzerinde parlak motifler bulunuyordu. Babet şeklindeydi, başka seçeneği de olamazdı zaten, alçak olmalıydı ayakkabıları daima. Diğer kadınlar gibi, topuklu ayakkabı giymeye çok özenirdi ama giyemezdi. Annesi Yeliz Hanım ile davetlere gittiğinde giymişti birkaç defa, o zaman da tekerlekli sandalyeye oturmuştu. Çok manasız gelmişti doğrusu. Gittiği ev davetinde başına geleni de asla unutmamıştı.
"Anne, bu abla neden yürüyemiyor?" Küçük çocuğun sorusundan sonra başını utançla aşağı eğmişti. Hande, buraya gelmekte kendisi ısrarcı olmuştu, bedelini de, milletin ters bakışları ile ödemekteydi. Derslerinin hafif olduğu zamanlardı, ısrar edince kıramamıştı Yeliz Hanım. Çok heves ettiği topuklu ayakkabıları da bugün giymişti. Şimdiki aklı olsa, ne sandalyeye oturur, ne de o topuklu ayakkabıları giyerdi. "Annesinin sözünü dinlememiş de, ondan. Sen de benim sözümü dinlemezsen böyle olursun!"
İnsana en büyük yük, yine insandı, en acı zarar da insandı... Makyajını tamamlamak için masasının önüne oturduğunda, önce pamuk ile temizledi akmış makyajını. Hemen ardından özenle yenisine başladı. Makyaj yapmayı severdi, hem de çok. Sanata benzetirdi bu işi. Sanki düğüne gidermişcesine, özenle oluştururdu. Yakında kendisini bekleyenleri hatırladı istemsizce, acısı değdi tenine, makyajla da kapatamadı bunu. Evlenecekti! Hem de daha okulu bitmeden, hayallerine kavuşamadan, gelinliğin içine girecekti.
Neslihan Hanım'ın uygun gördüğü kişi ile nikah masasına oturacaktı. İstemiş, ısrar etmişti annesi, Hande'ye ise kabul etmekten başka çare bırakmamıştı. Seçenek sunmamıştu, ağlamaklı gözlerle açıklamıştı evlilik kararını. "Sen anneni hiç mi düşünmüyorsun kızım, biraz yaşlı ama olsun, parası çok. İkimiz de rahat ederiz, izin ver ölmeden telli duvaklı göreyim seni." Duygularını, en korkunç şekilde sömürmüştü. Bundan daha acısı olamazdı.
Yeliz Hanım, defalarca kez bunun doğru olmadığını anlatmıştı ama Hande, bilincindeydi zaten hata ettiğinin. Sırf annesinin mutlu olması için kabullenecekti bunu. Aras'la beraber olduğunu duyunca, teklifini daha da üstelemişti Neslihan. "Hatanın bedelini ödemelisin Hande, bak bu adam seni o halinle kabul edecek!" demişti. İstemediği evliliği, çocukluğunu annesine borçlu olduğundan kabul edecekti. Hem belki de, biraz daha severdi, sayardı kendisini. Annesi, Koray Bey'den olan kızı Bahar'ı severdi, sayardı hep. Fakat onu değil de, kendisini evlendiriyordu, ne acı!
Böylesi daha doğruydu belki de, bilemezdi. Hastaydı, birisi ile yaşamaya ihtiyacı vardı. Yeliz Hanım, gün gelir de bu dünyadaki vadesini doldurursa, tek başına kalamazdı. Zaten Yeliz Hanım çok hastaydı, kanser illeti ile boğuşurken, onun tedavi masraflarını da daha rahat karşılamak, onu daha iyi eve çıkarmak için, o hiç tanımadığı adam ile evlenecekti. Her ne kadar Yeliz Anne'si varlıklı, maddi gücü bol olsa da, Hande hep ona karşı mahcuptu, borcunu ödemesi gerekti. Üzerindeki psikolojik baskıdan olsa gerek, katlanamazdı, evlenecekti. Makyajı da bittiğinde, güçlükle kalktı sandalyesinden.
Koluna çantasını taktığında, odasından çıktı değneğine tutunarak. Yeliz Hanım'a, çıkmak üzereyken seslendiğinde, beklenenin aksine, mutfaktan geldi annesi. Dolu gözlerle kendisine baktığında, afalladı Hande. "Çok güzel olmuşsun kızım." Dolu gözlerle, ağlamaklı sesi ile konuşmuştu. Şaşırmamak elde değildi. "Anne, iyi misin?" Bu halinden ürpermemesi elinde değildi. Son günlerde, Hande'nin evlilik kararını öğrendiğinden şu zamana, çok değişik haraketler sergilerdi.
Yeliz Hanım, kendisinin bedenini çektiğinde, sımsıkı sarılmıştı. Kaşları çatılmış, dengede kalabilmek için değneğine daha sıkı tutunmuştu. "İyiyim kızım, sadece seni çok sevdiğimi bil istedim. Olur da sana karşı hata edersem, hep sevgimi hatırla." Dediklerini anlamamıştı, hatta o kadar güzel anlamamıştı ki, kafası karmakarışık olmuştu. "Anneler, evlatlarını korumak için bazen hata ederler. İstemeden olur, affet beni kızım." Birbirlerinden ayrıldıklarında, dikkatlice baktı. "Sen bana karşı hata etmedin ki." dedi sakince, tebessüm etti.
Sıcak tebessümünü sunduğunda, son kez vedalaştılar. Evden çıkarken, kafası da karışmıştı istemsizce. Neden bu şekilde konuşmuştu ki? Belki de aldığı evlilik kararına çok sert çıkışan Yeliz Hanım, anlayış göstermeye başlamıştı. Pişman olmuştu ağır tepkileri için. Bilemezdi içini, ne düşündüğünü, soracak vakit de bulamamıştı. Yorgundu, hem de kalben tükenmişti. Önceden çağırdığı taksi geldiğinde, hızlıca araca binmiş, kendini, İstanbul'un trafiğine bırakmıştı...
İstanbul trafiğinde milim gramıyla ilerlerken, taksinin camından dışarısını izlemekteydi. Sis kaplamıştı şehri hafifçe, gözle görülecek kadar soğumuştu hava. Sebebini çözemediği sıkıntı da, bulanan gökyüzü ile birlikte çökmüştü içine. Çantasından çıkardığı, katlı kağıtın üzerindeki çizimini, hafif tebessümle inceledi. Çizimlerle uğraşır, çektiği kuşların resimlerini, kağıda dökerdi. Okul hayatında gösterdiği başarı sonucu, "Görsel Sanatlar" bölümünü kazanmıştı. Diğer taraftan da boş zamanlarında 'Yabancı Dil' kursuna gider, Fransız dili eğitimi alırdı. Okulunu bitirdikten sonra ki hayali, görsellik üzerine çalışan şirkete girmekti.
Başarılı olma sebebini, Yeliz Hanım'a borçluydu, o olmasa, bu kadar güzel ulaşamazdı hedeflerine. Kendi annesi ile arasında ise dağlar vardı, hem de kocaman, buz kaplamış dağlardan geçemezdi onun kalbine. Neslihan Hanım, bağnaz, güçsüz kadındı kendisine göre. Gözü, sevgilisi Koray'dan başkasını görmezdi. Hande, ondan ilgi görebilmek, onu mutlu edebilmek için gösterdiği çabaya acırdı hep. İyi ki Yeliz Hanım'la tanışmıştı, iyi ki annesi olmuştu. Yoksa hayatı boyunca, Neslihan Hanım'dan sevgi dilenecekti. Doğuran değil, büyüten anneydi. Yeliz Hanım, bu kelimenin hakkını vermişti. Keşke kendisi de ona evlatlığının hakkını verebilseydi. Tam altı senedir kendisine bakan kadını, hiçe sayacaktı bu evliliği gerçekleştirerek.
Koltuk değneği ile, ağır adımlarını kullanarak karşıdan karşıya geçmeye çalışırken, ani hızla gelen arabanın kendisine çarpmasıyla, kaderi değişmiş, Yeliz Hanım'ın kızı olmuştu... Hayat, bir filmin senaryosuna benzerdi. Bizden aldıklarına karşılık, verdikleri de olurdu elbette. Kendisine Neslihan Hanım'ın sevgisini çok gören hayat, Yeliz Hanım gibi anne bağışlamıştı kendisine. Yememiş yedirmiş, içmemiş içirmişti. Giydirmişti, bakmıştı, büyütmüştü, okutmuştu. Kader dedikleri, bu olsa gerekti.
"Geçecek, korkma..." demişti Yeliz Hanım. Yolda serili bedeni kolları arasında sarmalarken, sanki kendisini önceden tanırmış gibi, avuçlarını öpmüştü. Kehribar rengi gözlerine bakmıştı Hande'nin, dikmişti yeşil gözlerini. "Dayan kızım, şimdi ambulans gelecek, sakın kendini bırakma..." demişti. Yaraları değmişti birbirine. Herkesin aksine, yirmi yaşında koruyucu anne edinmişti Hande. Umutlarla sarmıştı yaralarını. Çok sonradan öğrenmişti, Yeliz Hanım'ın hemşire olduğunu, demek ondan yardım etmişti kendisine.
"Kuşlara da fazla imrenme, uçmanın da çoğu çırpınmak..." demişti meczup. Hande, bazen kuşlardan bile soğurdu, yaşadıkları, kuşlara da acı çektirirdi gözünde. Babasının hapise girmesinden hemen sonra evlenen annesi, bela gibi üvey baba getirmişti üzerine. Eskiden kuşları sadece beslerdi, fakat acılarından sonra, onların sadece resmini alır oldu. Üvey babası Koray Bey, umutla beslediği, 'Gelincik' adını verdiği kuşunu, acımadan, avuçları arasında sıkarak öldürmüştü. O gün küsmüştü hayata ilk kez, o gün bırakmıştı direnmeyi. Hep uzaktan bakmıştı ondan sonra kuşlara.
"Hande." Hastane odasında defalarca kez ziyaretine gelen Yeliz Hanım, annesinden daha çok ilgi göstermişti kendisine. O gün ilk kez, ismi ile seslenmişti ona. İsmini işittiğinde Neslihan Hanım'ın geldiğini sanmıştı ama ilk gün kendisini ziyaret eden öz annesi, daha da gelmemişti. Yeliz Hanım ise bir an olsun ayrılmamıştı başından. Yatağına oturmuş, ellerini avuçlamıştı pencereden bakan genç kızın. Sevgi ile tebessüm etmişti. "Annen gelmedi kızım, daha da gelmez. Üzülme ama, bak ben bu hastanede çalışıyorum, hep de yanında olacağım."
Kırk üç yaşında, yaşını zerre göstermeyen, alımlı kadındı. Uzun sarı saçları, omuzlarında, saçlarının uçları ise hafif dalgalıydı. Çehresi, biçimli, bakımlıydı. Ona her haktığında, olmak istediği kadını görürdü Hande. "İstersen ben senin annen olurum, sana çok istediğim sevgimi veririm, bunu kabul eder misin?" Belki de o gün, kendisini bekleyen fırsatlar trenine atlamasa, şimdi bu kadar başarılı olamayacaktı. Hayatın kendisine sunduğu fırsatların, zerresini kaçırmamıştı.
Şimdi kaçıracaktı, bırakacaktı elinin altındaki tüm fırsatları, unutacaktı şu güzel günlerini. Umursamadı, başını usulca iki tarafa sallarken, çıktı düşüncelerinin arasından. Taksicinin kendisine seslenmesi ile anılarından çıkarken, geldiğini de anlamıştı. Ücreti ödedikten sonra aşağı indi. Koltuk değneğine sıkıca tutunurken, karşı tarafa baktı. En sevdiği kitap kafe, karşı tarafta, gözlerini kamaştırmıştı. Yağmurlu, soğuk havalarda, en çok tercih ettiği ortam olurdu.
Sokak lambası tarzında şekilli spot ışıklarla etrafı süslenmiş, içerideki şöminenin tatlı kıvılcımları ise şimdiden kamaştırmıştı gözlerini. Kaldırımdan indirdiğinde kendini, karşı tarafa doğru ilerledi. Süratle gelen aracı, son anda fark ettiğinde, anlık hız ile kurtulmuştu. Tekrardan aynı hatayı gerçekleştirip, araba altında kalmak istemediğinden, oldukça hızlı çekmişti kendini. Yarı sakat bedeni, bu hızı kaldıramamış, kaldırım üzerine düşmüş, değneği ise kendisinden uzağa savrulmuştu.
Fatih, oturduğu masadan kalkarken, takip ettiği kadından önce gelmişti bu ortama. Yağmurlu mavi gökyüzünde, kafedeki sokak lambalarından daha etkindi onun görüntüsü. Hızlıca ulaştığında genç kadına, eğilmişti onun kıvrılan bedenine doğru. Omuzlarından tutarak kaldırırken, koltuk değneğine tutunması için çabaladı. Tam karşılarındaki mavi deniz kadar keskindi kehribar bakışları. Yağmurda dağılmış kumral saçları, tenini kapatmıştı. Yapışmıştı, çehresi gibi kumral saçları. Yanakları, kıpkırmızı olmuş, burnu morarmıştı soğuktan.
"İyisiniz, değil mi?" Kollarından tuttuğu genç kızı, hafifçe sarstı. Tutunduğunda koltuk değneğine, daha rahat etmişti. Soğuktan şekli değişmiş çehresine rağmen, naif güzelliği gizlenememişti. Siması, biçimli gelmişti genç adama. İnce, hafif kavisli kaşları; ufak burnu, biçimli dudakları ile şekillenmişti, kumraldan da daha berrak teni. Uzun boyu, kilosunu kapatamamıştı. Yakışmıştı bedenine kilo, hafif toplucaydı, uymuştu bedenine kilosu. Kumral, uçları dalgalı, hafif kısa saçları, gerisine doğru savrulmuştu genç kızın.
"Teşekkür ederim." Hastalığından ötürü, anlık refleksle güç çıkmıştı sesi. İlk kez karşılaştığı biri ile konuşurken, sesinin bu kadar peltek çıkması, sinirlerine dokunmuştu. "Daha dikkatli olun, olur mu küçük hanım?" Kaldırdığında başını, kendisi ile konuşan adama baktı dikkatlice. Karşılarındaki mavi denizden daha keskindi siyah gözleri. Yakışıklı bedeni, çok da iri değildi. Siyaha çalan koyu kahverengi, erkeksi kısalıktaki saçları, yağmurda ıslandığından, alnına yapışmıştı.
İçeri geçmesi için çabalarken, omuzlarından tuttu genç kızın, içeri geçirdi. Tüm masaların dolu olduğunu fark ettiğinde, bunun güzel tesadüf olduğunu düşündü genç adam. Onunla tanışabilmesi için düzgün fırsattı. "Gördüğünüz gibi, tüm masalar dolu, isterseniz, benim masama geçebiliriz." Genç kız, aldığı teklif karşısında afallarken, adamın iyi niyetine sığındı. Tam tersini, düşünmek bile istemedi. Kalbindeki mühürlerin, her tanesi düğümlenmişti.
Tam oturacağı sırada, çantasındaki kitabı düşen Hande'nin, bacakları da birbirine dolanmıştı. Oturmasını sağlarken, "Sakin ol!" demişti genç adam, omuzlarından tutmuş, düzgünce oturtmuştu. Kadına ait olan koltuk değneğini, sandalyenin kenarına bırakmıştı. Yere eğilmiş, düşen kitabı almıştı. "Çalıkuşu." demişti dudakları kenara kıvrılan genç adam. "Çok güzel, severim Reşat Nuri Güntekin'i." Masanın üzerine bıraktığında kitabı, kendisi de sandalyesine oturmuştu.
İki tane kahve söylediğinde, kadına baktı dikkatlice. Kendisinin haraketlerinden afalladığını anlamıştı. Genç kız, kendinde konuşacak cesareti bulduğumda, "Severim ben de." dedi çekingen sesi ile. "Sevdiğimden okurum." Haraketi karşısında, bu kez de genç adam afallamıştı. Sesi artık düzgündü, eskisi gibi peltelemiyordu. Kahveler geldiğinde, önündeki değişik, süt ve kakao ile harmanlanmış kahve çeşidine baktı genç kız. "Ben, sadece türk kahvesi içerim." derken, sesi tekrar peltelemişti.
"Bence dene, çikolatalısı da güzeldir." Konuşurken, bu kızla nasıl baş edeceğini düşündü genç adam. Emanet olduğu için katlanacaktı mecburen. Yoksa bu kadar inat, soğuk, dediği dedik insanlarla uğraşmak istemezdi. Zorlukla, şekilden şekile girerek içmişti Hande, önündeki kahvesini. Sevmezdi kahvenin tatlısını, acı türk kahvesinden başkasını da içemezdi. "Sevmem ama olsun." Sahteden tebessüm sundu genç kıza. Samimiyetsizliğini hissettirmemek, gerçekçi olmak için uğraştı.
Sohbetin demi oluşurken, zamanın nasıl geçtiğinden haberleri bile olmamıştı. Kendisi için zor da olsa, kızı, konuşması ile açmıştı. Kitaplardan konuşmuşlardı genelde, en çok da Çalıkuşu'ndan... Reşat Nuri Güntekin'in muhabbeti bittiğinde, Ahmet Batman'a geçmişlerdi. Sabah Uykusu'ndan, hemen sonra, Korkma Kalbim'e geçmişlerdi. Canan Tan'ın Piraye'sinden, Yüreğim Seni Çok Sevdi kitabından konuşmuşlardı. Yağmurlu havalardan, şairlerden, şiirlerden konuşmuşlardı... Zaman geçmiş, akşamın geç saatlerine ulaşmıştı vakitler...
"Sohbetiniz çok güzeldi ama artık kalksam, daha doğru olacak." Konuşmalarını, son cümlesi ile bitirmek istediğini anlaştıran Hande, kalkmak için hazırlanırken, oturduğu sandalyeden kalkan genç adam, ona doğru ilerlediğinde, kızın koltuk değneğine tutunarak kalkmasını sağladı. Yardımcı olduğunda, kalkmış, dimdik durmuştu genç kız. "Teşekkür ederim hepsi için." Çikolatalı kahveden hoşlanmıştı ama Aras'la hep içtikleri kahve olduğundan, değdirmek istememişti damaklarına...
"Rica ederim küçük hanım." Yağmur tanelerinin, akşamın karanlığına eşlik ettiği zamanda kalktı Hande, artık evine gitmesi gerekti. Hesabı ödemek istese de, buna müsaade etmeyen genç adam, "Sizi masama, ben davet ettim, buna izin vermem." derken, sesi katı çıkmıştı. Israr edemedi Hande, tanımadığı adamla uğraşacak halde değildi. Zaten nasılsa artık karşılaşmayacaklarını düşündü. Koltuk değneğine tutunarak, kafenin dışına çıkarken, genç kızın çağırdığı taksi de, çoktan gelmişti. Yağmur taneleri üzerine damlarken, sokak lambaları arasında parladı kumral saçları.
"Fatih ben, sizin için de mahsuru olmazsa, isminizi öğrenebilir miyim?" Yağmur taneleri arasında, ardındaki genç adamın sesini işitmişti. Tebessüm etti ama adam görmedi tebessümünü. Karşılaşmayacaklardı bundan sonra nasıl olsa, söylemesinden, ne zarar gelecekti ki? Çok kısa sürmüştü tebessümü. Çehresi, mutluluğa alışkın değildi ne de olsa. Fatih, güzel isimdi... Siyah gözleri kadar güzel... Kendinden saklamadı düşüncelerini, ne de olsa artık karşılaşmaları imkansızdı.
"Hande." İsmini, dudaklarından dökerken, sırılsıklam olmaktan korktu. Islanırsa, kolay hal kalkamazdı tekerlekli sandalyeden. Tekerlekli sandalyenin rahatlığındansa, zorlanarak bile olsa, koltuk değneğine tutunmak isterdi. Sırılsıklam olamazdı. "İsmin güzelmiş ama Reşat Nuri Güntekin'in 'Çalıkuşu' na benzettim ben seni, anılarımda hep, bu şekilde kalacaksın küçük hanım." Hande, utancından kıpkırmızı olurken, daha burada kalamayacağını anladı, kendisine bekleyen araca bindi. Taksicinin sorgusu ile gideceği adresi belirtti. Cama doğru döndü, uzaklaşan aracın, gittikçe gerisinde kalan genç adama, son kez baktı...
Fatih, tebessümünü geri çekemedi dudaklarından, baktı giden kızın ardından. Düşündü de, bu kalbi kırık kızla uğraşmak, tahmin ettiği kadar zor olmayacaktı. Emanetti, zor bile olsa, onu koruması şarttı. Babasına verdiği sözü tutacak, onu o evlilikten kurtaracaktı. Bunu gerçekleştirirken, çok da iyi sonuçlar sergilemeyecekti. İnsan bazen, karşısındakini korumak için, istemeden onun, az da olsa canını acıtabilirdi. Çaresinin, bundan öte kalmadığını düşündü genç adam. Mecburdu, koruması gerekti emanetini...
Fatih, kuşlara tutkun genç kızı, kuşlar kadar özgür olabilmesi için, kısa süreli esarete mahkum edecekti. Zor da olsa, olması gerekendi, mecburdu. "Kaç bakalım Çalıkuşu, kaç!" Umut dolu ama hafif de çarpık tebessümü ile bakarken, cümlesini devam ettirdi: "Nasılsa tekrar karşılaşacağız..." Hayat, artık tatlı oyunlarına başlamıştı ikisi için, kader çizgisini çoktan çizmişti. Mavi denizin keskin suları, hoyrat dalgaları şahit olmuştu. Uzun zaman önce verilen sözler, iki kırık kalbi, birbirinden ayıramayacaktı...
"Ne vakit özlesem, kuşlar geciyor üstümden. Çay demliyorum. Karanfil kokuyor ellerim. Sesimde bir çocuk Hadi! Tut yüreğimden de gidelim. Özletenin hasretine... Sen şiir yaz. Ben öperim göz içlerindeki kuşlardan..."
||BÖLÜM SONU||
İlk bölüme göre, nasıl buldunuz olay akışını? Kısalığı, hoşunuza gitti mi? Sıkılmamanız için elimden geldiğince kısa tutmak için çabaladım. Ne kadar başarılı olduğumu bilemem. Kısa bölümlerde, çok iyi değilimdir. İsteklerinize bağlı kalarak, kısa bıraktım. Tekrardan, ilk bölümü oluştururken de belirtmek istedim. Yazarımız Suat Özge'nin, facebooktaki "Hikâyeler, şiirler ve sözler" sayfasına muhakkak uğrayıp, "Kahraman" hikâyesini okumanızı, kesinlikle öneririm.
Hande'nin babası ile olan hikâyesini, onun "Kahraman" hikâyesinden esinlenerek oluşturdum. Bana izin vererek, buna müsaade etti. Kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Olgunluğu ve güzel ahlakı ile tanıdım kendisini. İzin istediğimde, bunu olgunlukla karşıladı, kullanabileceğimi söyledi. Tekrardan, ilk bölümde de buradan onu, saygı ile anıp, teşekkürlerimi sunuyorum...
İkinci bölüm, en kısa zamanda gelecek. İlk bölümü kısa tutmak için, olayları böldüm. En geç ikinci bölümde, asıl olaya gireceğiz. Yeni bölümde görüşmek üzere, hoşça kalın... |
0% |