Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. Bölüm: "Vedasız Terk Edişler"

@mavi_melekler

Değişik bir bölüm getirdim sizlere. Öncelikle Hande'nin etrafını tanıması üzerine kurulu bölüm oldu. Geçmişini ve Fatih'in nelerle mücadele ettiğini, ne acılara tahammül ettiğini hem siz anlayacaksınız, hem de Hande görecek. Acaba nasıl mı? Güzel soru, hep beraber bölüme geçerek bakalım. Şöyle güzelce, sindirerek okumanızı öneririm. Çünkü bu bölüm, olaysız son bölümlerimizdendir. Daha sonrasında bol olaylara girerek, Hande'nin uzun zamandır sakin kalmasının sonlanışını izleyeceğiz.

 

Bölüm Şarkımız:

Tamer Karan - Veda

 

Keyifli okumalar!

 

 

15. Bölüm: "Vedasız Terk Edişler"

 

Günleri, içindeki can sıkıntısına takıldığında, geçmekte de zorlanmıştı. O vakitlerden sonra daha odasından çıkmamış, konuşmak zorunda kalmadığında, kimselerle iletişime geçmemişti. Olup bitenler, kendisini utandırmış, insanlarla konuşmak istememişti. Seda'nın başından geçenleri öğrendiğinde, en çok o kıza üzülmüştü Hande, kendini suçlu hissetmişti. Yemek getirdiği vakitlerde kendisine, başını kaldırıp da bakmamıştı bile ona, nedense çok suçlamıştı kendisini. İlginç olan, olaylı geçen günün ardından, daha odasından çıkmaması olmuştu. Nurcan Hanım, daha soğuk davranmış kendisine, odasından çıkmasına sanki müsaade etmemişti. Genelde gelir, kolundan tutar, herkesin toplandığı masa tarafına götürürdü daima kendisini ama son zamanlarda, özel ihtiyaçları dışında kendisi çıkmamış odadan, kimse de çıkarmamıştı. Yemeğini hep tepsi içinde odasına getirmiş, ilacını da aynı şekilde, eliyle getirmişti. Kağıt ve kalemi olsa, odadan çıkmak zaten istemezdi. İlk önce kendisini kurtaran adama teşekkür etmiş, kağıt ve kalem isteğini arttırmayı ertelemişti. "Beni ölümden kurtardığın için teşekkür ederim." demişti olup bitenlerden sonraki gün ama ondan cevap alamamıştı. Sadece gözlerine bakan adam, sessiz kalmıştı. Çok sürmemiş, odasının içinde geçen bir haftanın sonunda, kağıt ve kalem isteğini dile getirmişti. "Yapmam, gerçekten bunun için söz verebilirim, sonuçta polise de gitsem, kurtulma imkanımın güç olduğunu anladım; bak ben verdiğim sözleri tutarım, planım olmadı bunun üzerinden, ne olur kağıt ve kalem ver bana." demişti ama dinletememişti kendisini, buna da sessiz kalmıştı karşısındaki adam, dinlememişti kendisini.

 

O akşam, gelecek misafirlerin telaşı başlamış, tüm hazırlıklara özenle başlamıştı Nurcan Hanım; özenle girmiş mutfağa, gelini ile birlikte, misafirler için hazırlıkları hızlandırmışlardı. Seda, tüm hazırlıklardan umursamaz, kendini odasına kapatmış, mümkün olmadıkça da annesi ile konuşmamıştı. Nurcan Hanım, olanlardan ve Fatih'in sözlerinden sonra, kendi kalbine de tokat atılırcasına irkilmiş, kendini bulmuştu ama geç kalmıştı. Bir anne olarak kızının, evladının güvenini kaybetmişti. Yemekleri hazırlama işini Elif'e, geçici olarak emanet ettiğinde, kendi de evin içinde ilerlemiş, Seda'nın kaldığı odanın içine doğru atmış adımlarını, kapının önünde durmuştu. Aralık kapıdan içeri süzülürken dikkatle bakmıştı kızına, ilerlemişti ona doğru. Yatakta oturan kızına doğru atarken adımlarını, kendi de en az onun kadar kırıktı. Fatih gibi, Seda da kendisinin evladıydı, nasıl kırmıştı, nasıl el kaldırmıştı? Kendinden önce hep çocuklarını düşünürken bugün, hayatında ilk kez, Fatih'in başına gelecekler için Seda'ya el kaldırmıştı. Oysa kaçamazdık kaderden, elimizde değildi ki. Yatağın üzerine oturmuş, pencereden bakan kızına doğru ilerledi, kendisini görmezden geliyordu, haklıydı da. "Seda." demiş, günler sonra ilk kez sadece adını almıştı dudaklarına.

 

"Meliha Yenge'nler gelecek, aradı, haber verdiler; babaannen bizde olunca, onu görmek için gelirler hep, akşam şenlik var." Sandalye çekip kızının önüne otururken saçlarını okşamak istemiş ama kızı, hızla çekmişti kendisini. "Yemekler hazırlıyoruz içeride, en sevdiklerinden, sulu köfte çok seversin sen, pilav da hazırladım." Yemekle ikna edebilecek gibi değildi, bunu anlamıştı. Sessizlik, insanın canını konuşmaktan daha çok acıtırdı. "Yaş pastalarımı çok seversin sen, ellerimle, senin için hazırlayacağım akşama." İsteğinden bağımsız kendini doğru çekerken eğilmiş saçlarına dokundurmuş burnunu, koklarcasına öpmüştü. "Yavrum, ne olur böyle davranma bana, çok haklısın, ne desen haklısın ama susma, kız; bağır, ne istersen de bana ama uzak durma benden." Seda, ne kadar kızgın olsa, orada insanların içinde teninde hissettiği tokat, kalbini acıtsa da, o an için dayanamamış, hafifçe ardına dönmüştü. "Çok sevdiğim pasta ile onarabilecek misin kırılan gururumu?" Ardına dönerken tekrardan, bakmadı bile kadına.

 

"Çok haklısın annem, ne desen haklısın, Fatih'i o kızla, o halde görünce, istemeden acımı senden çıkardım, doğru değildi ama birden oldu, ağabeyinin tekrar acı çekeceğinin korkusu; bana işlediğinde, n'aptığımı bilemedim, ben size bu zamana kadar, hiç el kaldırdım mı?"

 

"Ben de senin evladınım, sen hep Fatih Ağabey'imin gelecekte ki acısını düşünmekten, hepimize kahır çektirir oldun; anne, kaderin önüne geçemezsin, olacaklardan da kaçamazsın!" Seda, uzun vakitlerin sonunda ilk kez annesine döndüğünde, dikkatle bakmış, öfke dolu bakışlarını dikmişti. "Hande, eve ilk geldiğinde anladım zaten, sen kabullenmek istemedin ama hepimiz gördük, uzun zaman sonra ikisini tekrar karşılaştıran kader, birleştirecek de... Hande, Yasemin gibi ölümcül bir hastalığa sahip değil, sadece biraz bakıma ihtiyacı var, seni rahatsız eden ne? Sevmek, kaybetmekten korkarak kaçılacak bir kavram değildir, kaderde varsa, buna kimse engel olamaz, bana tokat atarak da engelleyemezsin!..."

 

Sözleri, Nurcan Hanım'ın içini delip geçerken gerçekliği de keskindi. İnsan, sahiden de ne kadar çırpınsa, ancak kaderine ulaşabilirdi. Yaşam boyu koşardık, çırpınırdık da, varabildiğimiz, nasipten ötesi olamazdı. "Özür dilerim kızım, söz bak, ağabeyinin acısını senden çıkarmayacağım ama sen de dua et, olur mu, ağabeyin hislerine takılmasın, şu kızın babası tez vakit çıksın içeriden, kurtulalım." Yataktan indirirken bacaklarını, doğrultmuş kendini, burukça tebessüm etmişti. "Umarım anne, dilerim hepsi istediğin gibi olsun ama unutma, o günlerdir odasından çıkarmadığın kadının, hiçbir günahı olamaz; sorsan 'Sevmek' nedir, bu kavramı bile bilmeyecek kadar darbe almış hayattan, sakın ağabeyimin yaşayacaklarından korkup da, acısını ondan çıkarma. Anne, benim sana kırgınlığım şu an için geçemez, sebebi ne olursa olsun, beni çok küçük düşürdün, misafirlerimiz varken de çıkmam, bekleme beni!"

 

"Tamam anneciğim, sen otur, hiç çıkma, dinlen, ben hepsini hallederim..." Yerinden kalkarken eğilmiş, kızına tekrardan sımsıkı sarıldığında geri çekilmiş, odadan çıkmıştı. Yemekleri kontrol etmek için önce mutfağa girmiş, hepsini sırası ile kontrolden geçirmişti. Düzgün halletmesi için gelinini ikaz ederken mutfaktan çıkmış, evin temizliği ile ilgilenmişti. Kapıdan anahtarı ile giren genç adamı gördüğünde, dikkatlice bakmıştı oğluna. "Fatih, akşama misafirimiz var oğlum, senin ki de gelecek." demişti tebessüm ederek. Genç adam, ceketinden kurtulurken annesine doğru ilerlemişti. "Tuna gelecek demek, özlemiştim." Elindeki ceketi asarken kendi odasına doğru ilerlemişti. Yengesi ve amcasını severdi, çok sık olmasa da, görüşürlerdi arada, genelde görüşme sebepleri de, babaannesi olurdu. Tuna, amcasının en küçük, iki yaşındaki oğluydu. Çocukları normalde çok sevmezdi, belki de anlaşabildiği kısıtlı çocuk çeşitlerindendi. Üzerini değiştirmek, bir de duş almak için gelmişti eve, tamirhanede işler çok sürdüğü zaman, üstü bazen batardı, genelde arada eve uğrar, üzerini değiştirerek duş alırdı.

 

Kendini, kaldığı odanın içine kapattığı o evde, haraketliliği anladığında, misafir geleceği tahminine varmıştı. Ses ve gürültünün bolluğundan anlardı misafir geleceği vakitleri, Seher Hanım'ların geldiği gün de benzer gürültüler olmuştu. İlginç olan, bu kadar kısa sürede, evle ilgili küçük bir bilgi edinmiş olmasıydı... Çok tuhaftı kendisine göre, olanları bazen aklı almaz, delirecek gibi olurdu. Sığınakta, eli kolu bağlı tutulduğu vakitler, hep bir kâbusun içinde olma ihtimalini düşünür, kendini bu şekilde teskin ederdi. Sonraları, kabustan ötede, cehennem çukurunda olduğunu kavramış, kendisini tutuşturacak olanın da, 'Karabatak' ismini verdikleri, siyah gözlerin sahibi olduğunu anlamıştı. Yanacaktı, kim bilir daha nice tutuşacaktı da, kimselere duyuramayacaktı sesini... Yatağın üzerinde oturmuş, içini kemiren düşüncelerle boğuşurken kendinden geçmişti. Çıkıp bazen o adamın karşısına, günler önce dediklerini hatırlatıp "Allah rızası için kapat beni tımarhaneye de, kurtulayım!" demek istiyordu. Hiç tanımadığı insanların arasında, bulunduğu ortamı kavrarken delirmektense, ağır çekimde aklını kaçırmaktansa, tımarhanede delilerin arasında delirmek olabilirdi tercihi. Kapısının aralanması ile şaşırmadı, alışkındı, günde birkaç defa gelen olurdu, aşırı sıkıldığı için kapısının açılmasına bir parça sevinse de, belli etmezdi.

 

"Yemek getirdim sana, hadi atıştır da karnın doysun." İçeri giren Elif'e dikkatle baktığında, çok duru güzelliğe sahip olduğunu görmüştü. Daha kim olduğunu, bu evde hangi vasıfla durduğunu bilmezdi, belki de öğrenip unutmuştu, hatırlamıyordu... Önüne bıraktığı tabakla bardağa bakarken dikkatle, tabağın içindeki oval ekmekler çekti dikkatini. "Yanıç hazırladı annem, sever misin?" İletişim kurma çabaları, çok sahte geldi kendisine, kimse, ne halde olduğunu düşünmeyecek kadar bencildi. "Sahi, bilir misin, bizim oralarda çok hazırlarlar." Yememişti hiç ama konuşmadı, cevap vermedi. Elindekileri bıraktıktan sonra, "Afiyet olsun!" diyerek odadan çıkmıştı. Dikkatlice bakarken tabağın içindeki ekmeklere, çok nefis göründüğünü düşündü. Hava kararmakta, akşamın karanlık örtüsüne bürünmekteyken, karnının da aç olduğunu anladı. Sıcak ekmeğin kokusu, burnunun deliklerine kadar ulaştı. Yuvarlak ekmeği, kıvırarak dürüm haline getirdiğinde bir lokma ısırdı. İçindeki kıyma ve patlıcanın karışımı iştah açıcıydı sahiden, güveçli bazlama dedikleri, bu olsa gerekti. Yanındaki ayranla birlikte karnını doyururken içtiği ayranın, hazırdan daha lezzetli, hafif ekşi ama tadının da çok daha güzel olduğunu anlamıştı.

 

Yediği üç tane bazlamadan sonra odada duramamış, oturamamış, rahatsız hissetmişti kendisini. Yürümesi gerekti, kalkacak, söz işitme riskini göze alarak bahçenin içine çıkacaktı. Evin bahçesinde, bir haraketlilik olduğunu, misafir geldiğini, duyduğu seslerden anlamıştı. Kalktı, doğruldu ve ilerlerken kaldığı odadan çıktı. Kapıdan çıkıp da hol tarafına ilerlerken biraz ürpermişti. Uzun zamandır ilk kez, uzun süreli olmak üzere, kaldığı odadan çıkmıştı. Acaba o adamın odasına girse, kağıt ve kalem çalsa, çok saçmalamış olur muydu? Sadece orada görmüştü ama bulsa, herhangi bir ortamda gördüğünde de alabilirdi. Her türlü, 'Hırsız' ismine sahip olmaz mıydı? Hiç de değil, onlar kendisini alıkoyarken kendisi de suçlu olamazdı. Yine de bu isteğini şimdilik erteledi, bahçe tarafına ilerlerken evin kapısını usulca araladı, bahçedeki kalabalık görüntü ile karşılaştı. Kapının açılması ile çoğunluk kendini çevirmiş, dikkatle kendisine bakar olmuştu. İzinsizce çıkması, doğru olabilir miydi? Sonuçta kendisi de meraklı değildi onlara, oturmaktan boğulmuştu. Yedikten sonra hiç oturamazdı, nerede ise imkansızdı.

 

"Yemekten sonra odada biraz rahatsız oldum oturmaktan, kusuruma bakmazsınız umarım, izninizle biraz bahçede kalsam." Tabii ki misafirler bulunduğundan ortamda, bu kadar ılımlı davranmıştı. Yoksa karşısındaki üç kuruşluk insanlara, bu kadar sakin davranmazdı. "Gelebilirsin tabii güzelim..." Kendisinden çok daha sakin ve tatlı sese dikkat kesildiğinde, daha önce hiç işitmediğini anladı. Açık karamel saçları, özenle, tepede hafif gür bir topuz haline getirilmiş kadına baktı, gözlerinin elası da çok ince işlenmiş gibi geldi. "Fatih de sen gelirken, bizi bu güzel hanımla tanıştırsın, değil mi ablacığım, hadi tanıştır bizi bu ay parçasıyla!..." Kimdi konuşan kadın, gerçi masada oturan çoğu kişinin kim olduğunu bilmezdi ama o kadını daha çok merak etmişti. Yaşı kırk küsürlerde ancak vardı, belki küsüre bile sahip değildi. Olgun olmasına rağmen genç gelmişti gözüne. Evdekiler hariç, masada kalan kimseleri tanımamıştı.

 

"Gelebilirsin tabii." Fatih, oturduğu sandalyeden kalkarken kadına doğru ilerlemiş, sadece iki tane merdivenden çıkmış, kolundan tutmuş, sağlam kolunu kavrarken hızlı indirmişti. "Size tanıtmadım tabii, anlatmak için çok vaktimiz olmadı, sözlüm Hande!" Yanındaki adamın tavrı ve sözlerinden sonra duraksamıştı, bilinci kapanacak raddede kalmıştı. Vaktinde ısrarda bulunmuş, Aras'ın karşısında bu role girmesini ne kadar çok istemişti de, kabul ettirememişti. Yakarmıştı resmen ama dinlettirememişti kendisini, şimdi ne değişmişti? 'Kaçırıp esir tuttuğum kız!' diyemeyeceğine göre, şimdi de kendini kurtarmak için bu şekilde konuşmuştu belli ki. Sonuçta bahçe içine gelerek dikkat çeken kendisi olmuştu, ona da hak vermek istedi kısa süreliğine. Ya kendisini bu cehennemde, delirmek üzere esir tutması?... İşte bunun hiçbir geçerli nedeni olamazdı. "İnsan olduğunu bilememiştim, tarafınca bu kadar düzgün karşılanacağımı da tahmin edemedim." Yavaşça, kulağına eğilerek, hafif kısık sesle konuşmuştu. "İnsan olursan, insan gibi de tepki alırsın, sana olan davranışlarımı, senin hal ve tavırların belirler!" Yerinde olmuştu dedikleri, bazen kendi haraketlerine, kendisi de çok zor katlanırdı. Sözlü olduklarını öğrenen toplumun şaşkınlık dolu sözleri, tavırları çarpmıştı üzerlerine, herkes ayrı tepkiler göstermişti.

 

İnsanlardan uzak, kendince bir köşede oturmuş, başındaki ağrının, temiz hava ile geçmesini beklemişti. Kısa süreliğine, gözlerini etrafa diktiğinde, Fatih'in küçük bir çocuğa karşı sevgi gösterileri ile karşılaşmıştı. Çocuk, sahiden de sevgi gösterdiği kadar şirin bir erkek çocuğuydu, ufaktı yaşı, bebek de denebilirdi, zor adımlar atıyordu. O adamı ilk kez, bu kadar sevgi dolu olmakla birlikte, neşeli de görmüştü. Etrafını incelerken Elif'in evdeki konumunu hatırlamıştı, Kuzey'in annesiydi, eğer yanlış anlamamışsa tabii. Kuzey ismindeki genç çocuğun sözlerini işitti. "Amca, sen, Tuna'yı benden daha çok seviyorsun, hiç boşuna inkar etme." Elif, Fatih'in yengesi olduğuna göre, Kuzey de, Fatih'in yeğeni oluyordu. Hiç tanımadığı, taraflarınca esir tutulduğu insanları, mecbur kalınca nasıl da tanımıştı? Çok tuhaftı, nasıl olmuştu tüm bunlar, nasıl gelmişti başına? Hep makara geçerek eğlendiği olay, başına çok korkunç şekilde gelmişti, alışamamıştı. Alışmış gibi gözükürdü, kabullenmiş gibi dururdu uzaktan bakınca ama kabullenmek değildi bu, yorgunluktu... İnsan, savaşmaktan yorulduğunda ancak kabullenmiş gibi görünürdü.

 

"Senden daha çok sevmedim amcacım, seni de küçükken aynı böyle severdim, hemen çocuk gibi kaprislere girme!" İkazcı sözleri dolmuştu kulaklarına, Kuzey'e göndermede bulunmuştu anlaşılan. İsminin Tuna olduğunu öğrendiği küçük çocuğa baktı, sahiden de çok tatlı, yeni dillenen, konuşmaları da, duruşu kadar tatlı gözüken çocuktu. Çok sevmezdi çocukları, ilgilenmezdi de, ilgi alanı olsa, belki sevebilirdi. Son dakikalarda başına giren o keskin ağrı, herkesten uzakta oturmasına rağmen geçmemişti. Yüzünü buruştururken saçlarındaki topuzu, tokasını tek çekişte çözdü, saçlarının aşağı sarkmasına izin verdi. Elindeki tokasını, el bileğine takarken parmaklarını saçları arasından sertçe geçirmiş, ağrının dinmesini beklemişti. Kendi kendine geçecek gibi de değildi üstelik, ağrı kesici içmesi şarttı, ilaç istemek için müsait bir ortam olduğu söylenemezdi. Keşke diğer kolunu da kaldırabilse, iki eli ile de tutsaydı kafasını, saçlarından tamamen geçirebilseydi parmaklarını... Etrafındaki sesler, o an için uğultudan ibaret gelmişti.

 

"Hande'ciğim, hadi sen kalk oradan, sandalyeye otur köşede, daha rahat edersin." Yerinden kalkarken karşısına geçen Nihan'a çok ters bakmış ama doğrulmakta zorlanmamıştı. "Sıkıcısınız!" demişti dişleri arasında ama sesinin yüksekliğini bırakmamış, elinden geldiğince duyurmak için çabalamıştı. Tam da istedikleri gibi köşede durdurulmuş sandalyenin bulunduğu tarafa doğru ilerledi, zorlanmadan oturdu. Karşısında, görüş alanına giren adama çarpmıştı istemsizce, ne kadar da az gülen bir yüze sahipti, ilk kez gülüşlerine bu kadar tanık olmuştu. Arka bahçede dolaşmak için istek geldiğinde, geçen gün olanları hatırlamış, çabuk vazgeçmişti. Kendisi ile gelen olsa giderdi ama bu kalabalıkta da, kimseden bunu istemezdi. Düşüncelerini ertelediğinde, karşısındaki adama, gözünün ucu ile bakmıştı. Karşısında başka sandalye çekildiğini anladığında, görüş alanına giren kadına baktı, ona doğru döndü. İlk dışarı çıktığında, kendisine seslenen kadın geçmiş, karşısına oturmuştu. Elindeki ince belli çay bardağını, uzanarak, kendisinin ardında olan pencerenin mermerine bırakan kadın, kendisine daha çok odaklanmıştı. Ellerini tutmuş, sıcacık avuçlarını, kendisinin soğuk avuçlarına geçirmişti. Rahatsız olsa da, bunu belli etmek istememişti, samimi tavırlara gelemezdi, alışkın değildi ama alışık olmak için de çabalardı.

 

"Yasemin'in zamansız gidişinin ardından, Fatih'in başka bir kadını sevebileceğini hiç düşünmemiş ama hep de çok mutlu olması için dua etmiştim." Sıcacık avuçları kadar sıcak tebessümü, berrak tenini, daha da ışıklara boğmuştu. Yasemin!... İsmini daha önce çok duysa da, kim olduğunu çözememişti, daha doğrusu, çözmek için de çok vakit üretmemişti. "O kim?" demekten kendini alamamıştı, acaba bilinçsizce pot kırma ihtimali var mıydı? Karşısındaki açık karamel saçların sahibi kadının şaşırdığını gördüğünde, sorusuna pişman oldu. "Hiç anlatmadı mı sana?" derken kavisi ovalleşmiş ince kaşları, hafifçe çatılmıştı. "Hiç bahsetmedi mi sana?" Kahverengi kaşlarının çatıklığı düzeldiğinde, gerilmiş sarışın teni gevşedi. "O hayırsız, senden de bize hiç söz etmedi ki, çok da şaşırmamak gerek." Avuçlarını elleri arasında okşadı, daha çok tebessüm etti. Evde herkes bir sohbete dalmışken belki de çok rahat konuşacaktı karşısındaki kadın.

 

"Aynur Abla, hemen iletişime geçtin, vallahi helal olsun!" Karşısındaki genç kadın konuşmadan, diyaloglarına atlamış olan adama baktı dikkatlice. Yanında ki kadına abla dediğine göre, kardeştiler. Misafirleri, unutkan olmasına rağmen çabuk kavramıştı. O adam seslenmeden önce de, adının Aynur olduğunu zaten kavramıştı. Konuşan adamın adı da Ersin'di, evvelden işitmişti. "Sen karışma be, kurarım ben, çek gitsene Fatih'le uğraş sen, iki kuzen takılıverin!" Haraketleri hoşuna gitmişti, normalde bu tarz hayat dolu insanlara sinir olurdu ama nedense karşısındaki kadından hiç rahatsız olmamıştı. Çok cıvık biri değildi, derinlere sakladığı hüzünleri var gibiydi, sürekli gülerek, acısı olan insanlara saygı göstermeyen tipleri sevmezdi ama karşısındaki kadın da öyle biri değildi. "Yasemin, Fatih'in sevdiği kadındı, nişanlısı..." Biraz duraksadı, gözleri uzaklara daldı, çekingen değildi, üzgün gibi geldi kendisine... "Yakında evleneceklerdi, nişanlanmıştılar çoktan ama o zavallı kızcağızın ansızın gelen hastalığı, hepimizi perişan etti ama en çok da Fatih'i etkiledi elbette."

 

Sevmek, evlilik!....

 

Ne kadar da uzaktı bu kelimelere, nasıl da yabancılamıştı cümleleri...

 

O adam, bir kadını sevecek kadar düzgün bir kalbe mi sahipti? Yasemin ismini daha önce çokça duymasına rağmen, hiç bu şekilde düşünmemişti, beklememişti de. Ayrıldığı, kavuşamadığı, aile içi nedenlerden ötürü bir araya gelemediği, hiç olamadığı kadın sanmştı daima, düşünememişti. Yutkunmakta güçlük çeken kadına baktı, anlatacakları çok derindi belli ki, beklemediği kadar ayrıntılara sahipti, dinleyebilirdi, sıkılmamıştı, sıkılmazdı da... Sebebini çözemediği merak sarmıştı içini, sonu nasıl bitecekti anlatılanların? Biraz doğrulttuğunda, sözü edilen siyah gözlerin sahibi adama değdi gözleri, isminin Ersin olduğunu kısa vakitte öğrendiği adam ile birlikte sigara içiyorlardı. Yaşamına birden girmiş, ansızın gelmesi sonucu, çok da mantıklı şartlar altında tanışamadıkları için tanıma imkanı olmamıştı. Açıkçası, kendisini kaçıran birini tanımak istemek de çok saçma olurdu. Eline bir imkan geçmişti madem ki, değerlendirebilirdi...

 

"Evliliklerine çok az vakit kalmışken, Yasemin'in çaresiz hastalığı ile sarsıldılar, mide kanseri teşhisi konulmuştu... İnanır mısın, Fatih'in geri kalan zamanı, hep hastanelerde geçti; insan, tüm umutlarını nasıl, küçücük bir hastane odasına sığdırır deme sakın, olurmuş meğer, mecbur kalırsan, 'Sevmek' kavramına da sahipse kalbin, olurmuş!... Sen nasıl bir adamı sevdiğini bil diye anlattım, anlatacağım da!... Yasemin, günden güne, Fatih'in gözleri önünde eridi, usulca bedeninden canı çekildi, vakitlere bölünürcesine, ağırca zayıfladı. Yok olmaya başlamıştı ve tutamaz olmuştuk... Son nefesine kadar onu çok sevdi Fatih, bir an olsun vazgeçmedi sevmekten, son günlerini geçirdiğine inanmak istemedi. Yasemin ise daha ölmeden bırakmıştı kendini, ne gelirdi ki zavallının elinden başka? Yasemin'le birlikte, Fatih'in de çoğu zamanı hastanelerde geçti, o kadar incitmeden sevdi ki, bir an olsun ayrılmadı. En son... Yoğun bakıma aldılar en sonunda, otuz kilonun aşağısına düşmüş, makinelere, serumlara bağladılar; bilinci kapandı, sadece nefes alır oldu, Fatih'e sorsan, nefes almasına da razı gelmişti ama çok sürmedi, cansız bedenini çıkardılar oradan... Çok acı, bilirim, seni de kahredip geçti, bir ızdırap kadar keskin.... Yıllar sonra, iki sene geçerken Yasemin'in vefatının üzerinden, seni gördüğüme şaşırsam da, çok sevindim. Sen, acılarına merhem ol, olur mu?"

 

Son sözlerini algılamakta bile zorlanmıştı, sadece başlarda dinledikleri karşısında şekilden şekile girmiş, bir tuhaf hissetmişti. Karşısındaki adama, hiç dikkatlice bakacak vakti bulamadığından acısını da görememişti. Yüreğe saklanan acılar, en derinlere gizlenen darbeler, o zifiri karanlık gözlerde bile görünmemişti. Hep bir acının gizlendiği sanılarına girmişti de, her defasında kendine kızmış, saçmaladığını düşünmüştü. Yakıştıramamıştı, o adamı hep bilindik klişelerdeki mafyalara benzetirken, mafya tipine hiç de sahip olmadığını göz önünde bulundurmamıştı. Hande, kendini bildi bileli, insanlara hep önyargılı davranmış, çevresindekilerin ikazlarına rağmen de, kendini bundan alamamıştı. Yaklaşımı, daima gördüğü gibi olmuştu, görünenin altındakileri umursamamıştı. Biraz bencilce davranma ihtimali, tutulduğu evde durduğu müddette, olmuş olabilir miydi? Sonra çabucak saçmaladığını düşündü, hiç de değildi. İyi bir insan olsa, karşısına çıkıp kendisi ile tanışmışken, tekrardan karşısına çıkar, dostluk oluşturmak için uğraşabilirdi. Yeliz Hanım'ın hatrına, istemediği dostluğa katlanamamış, kaçırdığı birine mi katlanmak zorunda kalmıştı? Çok büyük saçmalıktı, üstelik acı çektiği için de insaf edecek değildi. Kim bilir, belki karşısındaki Aynur da, o adamın kendisine kurduğu oyundan ibaret olabilirdi. Kendisini tuzağa düşürmek istemiş, bunun için de onu kullanmıştı belki de, her ihtimali göz önünde bulundurması gerekti...

 

"Çok hızlı oldu anlatımım, hiç bilmediğinden, sen biraz kavramakta; anlamakta zorlanabilirsin, haklısın elbette bir tanem, kim kabullenebilir ki?" Ne kadar değişik samimiyete sahipti, rahatsız olmamıştı ama sevdiği de denemezdi. "Sevdiğin adamın kırık parçalarını gör ki, bir araya gelmesi için çabala istedim sadece. Keşke sadece anlattıklarımla sınırlı kalabilse ama değil, Yasemin'den öncesi de var, acı; bir kalbe girince, çorap söküğüne benzer, devamı daima gelir, bu evden iki tane de can çıktı ama Fatih, ailesi için kendi acılarını görmezden geldi." İçinde bir zelzele oluştu kadının son sözleri ile, deprem misali sarsıldı kalbi, her tarafı sarsıldı. İki tane can, bir evden çıkmıştı ama nasıl, kim, neden?!... Yoksa kardeşleri mi? Vedasızca terk edip giderlerken gidişlerin sebebi de mi ölümdü? Ne karanlıktı ölüm denen illet, başı vardı da, ucu bulunmazdı... "Halil, Fatih'in ağabeyi, Elif'in eşi... Yeni evliydi daha, eşinin hamilelik haberini almış, işe gitmişti, geri dönemedi, çok severdim Halil'i, çok güleçti, mutluydu tüm maddi sıkıntılara inat... İşine gitti ama dönemedi, astsubaydı Halil, şehit haberi geldi evine... İnsanın kaderine bazen sadece acı düşer Hande'ciğim, İnci de senden uzak, senin kadardı, öyle güzeldi ki, bir bakan, bir daha dönüp bakardı... Önce beklenmedik felaket sonucu, araba çarptığına dair haberini aldık, sarhoş bir sürücü tarafından tüketildi zavallı. Yaşaması, nefes alması için ettiğimiz dualar kabul olmuştu ama İnci için hayatta kalmaktan daha zor bir kader seçilmişti, felç kalmıştı, kolunu kıpırdatmak bir tarafa dursun, konuşamaz, kendini bile anlatamaz olmuştu... Fatih, hem içinde İnci'ye çarpan şerefsize belirlenmiş intikam hırsı, hem de ailesi için çırpınmak arasında kalmıştı... Zavallı kızcağıza, nefes almak bile ağır geldi bir süre sonra, çok kalamadı o halde, sessizce, veda bile edemeden teslim etti canını, kısa süre sonra onu da sonsuzluğa uğurladık..."

 

Hande, öğrendiklerine tahammül edememiş, kısa zaman önceki düşüncelerini de unutuvermiş, sadece içine bırakılan acılara tutunmuştu. İnsan, bir başkasının acısına da tutunur, kalbinde sımsıkı sarılabilir miydi o acının kesici halatlarına? Daha kendi kahırlarına bile tepki gösteremezken, bir başkası için kalbi kan ağlamıştı. Vedasız terk edişlerin insanda ızdıraptan ötesi olamadığını düşünmüştü. Yüreğinden üç parçanın sökülüp alındığı, kayıplarına inat dik durmak isteyen bir adam kötü olamazdı ama iyi de değildi. Yaşadıklarını öğrenmiş olması, onu anlayışla karşılamasına sebep değildi. Yine de, çok ağır darbeler almış bir insana, üzülmemek elde değildi, üzülmese insan olmazdı. Oldu olası, nerede bir can acısı, bir gözyaşı aksa, oralı olurdu yüreği, olmazsa insanlığından şüphe ederdi. Yüreğindeki merhameti, herkesin aksine, çevresindekilerden saklamıştı Hande, insanlara göstermekten korkmuştu ama içinden de hiç atmamıştı. Gösterirse, elinden alınacakmış hissine kapılmış; kalbinin bir tarafına umudu, diğer tarafına ise kimselere göstermediği merhameti saklamıştı. Dışarıdan soğuk, sert, katı bir insan olarak gözükse de, avuçlarına aldığı kuşlardan esirgememişti merhametini, kuşlar kadar, insanları da sevebilseydi keşke... Bazen düşünürdü de, hayvanların bir dini olsaydı eğer, muhakkak ki, insanı şeytan olarak görürlerdi.

 

"Çok..." demiş, duraksamıştı, kelimelerin devamını getirememişti. Derince nefesler alıp verirken kadının sıcak avuçlarındaki elleri ısınamamış, buz kesmişti... "Çok acı gerçekten, derin bir acı; geçmez, zamanla da geçmez, geçmiş gibi görünür ama asla geçmez!..." Hande, ilk kez Aynur'un karşısında sert prangalarından birini aşağı indirmişti. Kimseleri sevmezdi, sevgi barınmazdı insanlara karşı içinde, sevmekten çok korkardı. Aynur'u da sevmemişti ama sert, soğuk davranmamıştı. Sohbeti de hoşuna gitmiş, samimi görmüştü. "Yara sıcakken anlaşılmaz acı, gerçek acı zamanla başlar!..." Kelimelerini devam ettiğinde, karşısındaki Aynur'u da şaşırtmıştı konuşması. "Yası bile tutulamamış, vedasızca terk edilerek kalpte boşluğu açan her gidiş çok zordur, geçmiş gibi görünse de geçmez, eksildikçe derinleşir, enkaz oluşur..." Devamını getirdiği kelimelerle afallatsa da, çekmemişti sözlerini. Ellerini avuçlarından çektiğinde başını kaldırmış, sanki uzun zamandır nefesini tutarcasına, hızla dışarı bırakmıştı.

 

Akşamın geç saati, zamanı gece vaktine bırakırken misafirler de usuldan dağılacak olmuşlardı. Aynur'un kendisine sarılmasına, kendi tavrına kendi bile şaşırsa da izin vermişti. Kendisi kaldırmamıştı kollarını, zaten tek kolunu onun gövdesi kapatmış, diğer kolunu ise haraket ettiremezdi. Çok da istememişti doğrusu, istese bir çözümünü bulurdu. Nurcan Hanım'dan biraz daha yaşı büyük duran, belki de yaşından bile büyük gösteren Meliha Hanım'ın da kendisine sarılmasına izin vermişti ama asla karşılık göstermemişti. Karşısındaki oldukça kilolu kadının teninden gelen sıcaklıktan rahatsız olmuş, kendisini nasıl sıkmış ise sakat tarafı acımış ama ses çıkarmamıştı. Hiç rahatsız olmamıştı, samimiyetsizliğin aksine, çok da samimi gelmişti. Soğuk biri varsa kendisiydi ama mecburdu da, elinde değildi. İnsan, kolay hal soğumazdı hayattan ve insanlardan, muhakkak ki soğukluğunun altında, kendisini bu kadar katı olmalara mecbur bırakan kötü insanlar vardı.

 

"Hadi el salla Fatih Ağabey'ine, tekrar geleceğiz." Aynur, sıkıca Tuna'nın elinden tutarken kendisine tebessüm etmişti. Anlamamıştı, çözememişti, neden kendisini bu kadar sevmişti, sevilebilecek bir insan değildi ki? Sevgisizlikten soğumuştu çevresinden, insanlardan... Yaşama dair en sevdiği ne varsa, etrafındakiler tarafından nefret ettirilmişti. "Hadi görüşürüz." Sakince Tuna'ya bakan Fatih'e değerken gözleri, kalbinden üç parçanın sökülmesine rağmen, nasıl umutla dolu olduğunu düşündü, hayranlık duymamak elde değildi. Ersin, Fatih'le çok sade vedalaşmıştı, sarılma gereksiniminde bulunmamıştı. Samimi olduklarını düşünmüştü, belli ki çok olmasa da, aileler dışında görüşürlerdi. İnsanları tek bakışta, çabucak kavrardı. Çok beklemedi, misafirlerin tam olarak çıkmasını beklemeden ardına döndü, bahçenin arka kısmına gitmek, domateslere dokunmak; taze ekilmiş domatesleri tatmak istese de, geçen gün olanları anımsadığında, çabuk vazgeçti.

 

İçeri geçti, korkarak, çekinerek ilerletti kendisini. Yönlendiren, oturma odasına doğru geçiren Nurcan Hanım'a karşı çıkmadı, güçlükle oturdu geniş koltuğa. Kendini emanet gibi hissetmişti, çok uca oturmuştu. Yaslanmamış otururken, koltuğun en ucuna geçmişti. Neden kendi kaldığı odanın içine gitmediğine de şaşırmıştı, keşke bu odaya hiç gelmeseydi, tuhaf hissetmişti. Gözünün ucu ile oturma odasını inceledi, daha önce bu odada oturmuş muydu? Girmişti elbette ama belli ki hiç inceleme imkanı olmamıştı. Ev komple çok eskitme gelirdi gözüne, oturma odasının duvarlarının da badanadan geçmesi gerekti. Evi incelerken düşündü de, sanki varlıklı olmak için çaba sarf etmekteydiler evin bireyleri, emektarlığı görmüştü karşısındaki insanlarda. Yorgunca aşağı eğdi başını, evi incelemekte bile hali kalmamıştı. Sıkıcı geçen günü, bahçenin içine çıkması sonucu halsizlikle sonuçlanmıştı.

 

"Hepsini bıraktım anne!" İçeri giren Fatih'in, her zamankinin aksine, çok daha enerjik olduğunu düşünmüştü. Elinde arabasının anahtarı ile gelmişti. "Görecektin o Ersin salağını, ondan önce evlerinin önüne varınca, arabasından inmekten utandı." Nurcan Hanım'ın ters bakışlarını gördüğünde gerilese de genç adam, keyfini bırakmamıştı. "Oğlum, çok rica ediyorum, şu arabayı daha sakin kullan, bak başına bir iş gelecek, ben seni de kaybetmekten çok korkuyorum, hatırlatmak istemiyorum ama kardeşinin sonunu, o sarhoş sürücünün hızı bitirdi." İnanmak istemedikleri, Aynur'un anlattıklarını bir kez de Nurcan Hanım'ın dilinden dinledi. Belki de anlaşmalıydılar, hepsi kendisini tuzağa düşürmek istiyorlardı. Bilemezdi amaçlarının ne olduğunu ama bu ihtimali de göz önünde bulundurması şarttı. "Anneciğim, ben dikkatli kullanan bir insanım, izin ver de sıkıntılarımı hız tutkumla atabileyim. Yollar bomboştu, trafikte, insanların bulunduğu ortamda dikkat ederim zaten."

 

...Nurcan Hanım, ilaçlarını verdikten sonra odasına geçirmek istemişti ama kabul etmedi Hande, kendisi geçebilirdi. Kalktı, doğruldu, oturma odasından çıkarken gözü bir anda diğer tarafa kaydı. Gidip bir kez daha konuşacaktı, kağıt ve kalem isteyecek, vermezse de gerekirse olay çıkaracaktı. Anlatacaktı, boğulduğunu, daraldığını, çıldırmak üzere olduğunu, çok ağır sözlerle dile getirecekti. Kapısına doğru ilerlediğinde aralık kapının önünden bakındı içerisine, telefonla konuştuğunu anladı. Kimle konuşmaktaydı ki acaba? Düşüncesine kendi bile sinirlenirken 'Sana ne!' şeklinde azarlamıştı kendisini içinden... İlaçlarını keşke şimdi içmemiş olsaydı, çünkü tüm keyfi ile olay çıkaracaktı ama halsizdi. Kapının önünde, aralık pervazdan incelemişti onu, terden alnına yapışmış saçları çekmişti dikkatini, karanlık gecenin simgesi olan gözleri ile birlikte çok çekici gelmişti kendisine. İnsan bazen, karakterine hayranlık duyduğu birinin, o anda görüntüsüne de hayran olabilirdi, herhalde kendi içindeki duygu da, hayranlık olsa gerekti. Elindeki destek çubuğuna tutunmak bile zor gelmişti o anda, çok halsizleşmişti.

 

"Gel!" İkaz edercesine katı çıkan sesinden, kendisine seslendiğini başlarda anlamakta zorlanmıştı. Yutkunmuş, eli ile odanın kapısını aralamıştı, bakışlarını da kendisinin üzerinde görmüştü. "Girsene içeri, ne diyeceksen içeride de, dikilme orada!" Sesi katı çıksa da sert çıkmamıştı, hafifçe oynattı adımlarını, kapıdan geçti ama ona doğru çok ilerlemedi, kapının önünde kaldı. Konuştuğu telefonu, kendisine ilk seslendiği anda sonlandırmıştı. Hande, konuşacağı kelimeleri seçmek için çabaladı, düşündü, kavga çıkaracaktı ama hemen değil. Önce kağıt ve kalem isteyecek, kesin olumsuz sonuç alacağına göre de, demediği söz kalmayacaktı, çoktan hak etmişti. Kelimelerini çıkarmak isterken dilinin altından, köşedeki çalışma masası çekti dikkatini. Üzerinde birsürü defter ve bardak şeklindeki kalemliğin içinde de çeşitli kalemler vardı. Yine de vermemesini tercih etti, kavga çıkarması için izin vermemesi daha hoşuna giderdi. Halsizdi, ilaçların etkisindendi ama tartışacak kadar hali vardı.

 

"Al!" Sakin sesinden çıkan tek kelime, kadının tenine darbe gibi çarptı. Karşısındaki genç adam, önce bakışlarını takip etmiş, sonra da o gözlere cevap vermişti. "Hadi al, düşüncem değişmeden al da çık." Genç kadının gözleri, karşısındaki adam ile çalışma masası arasında, usulca gelip giderken bir kez daha adama çevirdi gözlerini. Kendini tam da kavga için hazırlamışken, neden vermişti ki? Canı kavga etmek istemişti ama eline geçen defterle kalem imkanı da kalıcıydı. Tartışırdı, bu adam kendisini bir şekilde, ilaçlarla, en basitinden bağlayarak durdururdu ama defterle kalemi alırsa, kalıcı bir uğraşı olurdu. Sinirle nefesini dışarı veren genç adam, masadan aldığı büyük boy, kalın defteri kadına uzattığında, kendi tavırlarına bile şaşıran kadın, hızla çekip aldı. "Hadi bunları da al." Kucağındaki defterin üzerine, iki paket kalem bırakmıştı. Bir paketinde rengarenk çizim kalemleri, diğer pakette ise tükenmez kalemlerin her rengi vardı... İki tane daha defter bırakmıştı kucağına, orta boy ve küçük boydu, bir de dosya içinde çizgisiz kağıtlar vermişti, gerçekten sıkıntısını almak için çok bol seçenekti. Hiç sesini çıkarmadan ardına döndü, bu kadar imkanın üzerine kavga edemezdi.

 

"İstersen bunu da al, biraz eski ama işini görür." Hafifçe, zorlanarak da olsa çevirdiğinde kendini, elindeki fotoğraf nakinesini görmesi ile gözleri ışıldı. Gerçekten de, dijital olmasına rağmen en eski modeldi, öyle internete bağlanmazdı. Karşısındaki adamın da kendisini esir tutarken internete bağlanan bir cihaz vermesini beklemesi zaten saçmalık olurdu. Son olarak fotoğraf makinesini de kucağına bıraktığında, gözlerini irileştirdi. "Sakın beni pişman etme, çok kötü sonuçlar alırsın!" Pişman edecek ne koz vermişti ki eline? Hande, oldukça aceleci kişiliğe sahipti, kaçarsa hemen kaçardı, öyle kağıt kalemden, uzun süreli ümitlere kapılacak biri değildi. İçinde hem kavga edememenin verdiği sinir, hem de geçici süreliğine sıkıntılarının son bulmasının barındığı mutlulukla odadan çıkarken sevinçten tebessüm etmemek için zor tutmuştu kendini...

 

||Bölüm Sonu||

 

Geldik bir bölümün daha sonuna, çok sakin olmadı mı sizce de? Bana kalırsa öyleydi. İnşallah bol olaylı bölümler gelecek. Aşırı sakin diyemem ama önceki bölümlere oranla daha durgundu. Mesela Hande, kaç zamandır hiç kaçmak için uğraşmadı, bunun acısını fena çıkaracak. Öğrendiklerini hazmedemeyecek, gerçek olduğuna inanmak istemeyecek, karşısındaki adamın böyle derin acılara sahip olduğunu kabullenmeyi istemeyecek.

 

Çünkü birine daha güvenecek, onun yaralarına göğüs gerecek kadar güçlü hissetmiyor kendisini. İnanırsa güvenir, ve güvenmek, istediği en son şey. Tek isteği, bir an önce zorla tutulduğu evden kurtulmak. Gittikçe kapıldığından kendi de habersiz.

 

Bol olaylı ve eğlenceli geçecek diğer bölümde görüşmek üzere, hoşça kalın...

Loading...
0%