@mavi_melekler
|
Merhaba!
Hızlı şekilde geldim, çok sürmeden ve ara açmadan bir bölüm daha atacağım. Hande ve Fatih'in en samimi sahnelerini görmek isteyenler varsa hemen bölüme alalım. :)
Bölüm Müziği: Bozkır - Sazca Enstrümantal (Medyada mevcuttur)
20. Bölüm: "Çaresiz Serzeniş Zelzelesi"
"Sonra kuşlar gitti Anladım dünya yorgun Sen yorgun, tortusu kalmış Eski bir korkunun Görmedik, duymadık Demedik bunlar kötü Biz var mıydık? Aşk var mıydı?"
____ Tuna Kiremitçi
İnsan, sevdiklerini pencere önünde beklediğinde, sanki hep daha çabuk geleceğini düşünür, nedeni ise hiç bilinmez... Yanlış durakta mı, doğru durakta mı; hiç umursamaz, sadece beklemekten, bekledikçe de, kursakta kalan heveslerden ibarettir insan... Hande, çok geç vakitlerde hastaneden, mecburen geri geldiklerinde, kaldığı odanın içine girer girmez, Seda'nın desteği ile üzerindekileri değiştirdiğinde, koltuk değneğine tutunarak pencere önüne geçmiş, karanlık gecenin içinde bir çare aramıştı. Yaralarını incitmeden saran annesi, sanki pencere önünde belirecek, ansızın gelecek gibi hissetmişti. İnsandı işte, umut etmek doğasında vardı, en atılmaz huylardandı; can çıkardı da, huy çıkmazdı. Yuvasını, penceresinin önüne kurmuş olan o iki kuşa baktı, hep onları korkutmamak için geride kalırdı. Yuvasını, penceresinin önüne kurmuş olan o iki kuşa baktı, hep onları korkutmamak için geride kalırdı.
Çok geç olmuştu, saatler; gecenin 1.30'unu gösterirken, eve gelmeleri, hastanede kaldığı vakitlerden daha kısa tutmuştu. İlginç olan, her gün kendisini sürüklemekten söz eden adam, ikna etmiş, "Hastane çok güzel, doktorlarla da, hemşirelerle de konuştum, ilgilenecekler, annenin komada olduğunu kabullen, kalsan da bir faydan dokunmayacak." demişti. Çok zorluk çıkarmamıştı, o anlatmasa, kendisi düşünecekti söylediklerini, uzatmadan gelmişti kaldığı eve, direnecek halde de değildi. Geldiği vakit, bir saati geçmiş, pencere önünden hiç uzaklaşmamış, gök gürültüsünün sesinin kesilmesinden ise ayrıca rahatlamıştı. Çok beklemişti orada, uzaklaşmış gözleri, hep uzaklara dalmıştı. İstemsizce hastanedeki doktorun sözlerini, çaresiz beklemelerin içinde, hastane koridorunda ki çırpınışları hatırlamıştı.
Bir mucize olmuş, kalbi ansızın duran Yeliz Hanım, ansızın tekrar hayata döndürülebilmiş, kalp masajı, olumlu sonuç vermişti. Sağ çıkabilse, bir kez atlatabilse, verilebilecek böbrek de bulunmuş, ilanlardan, Hande'nin kendisine ulaşılmış, konuşacak gücü kalmadığı için Fatih görüşmüştü. Ya hastaneden sağ çıkması, hastalığı atlatması, ne kadar mümkündü? Hiç de iç açıcı konuşmamış doktor, umuttan söz etse de, umudun içinde mantıksız ve imkansızlıklardan söz etmişti. "Hastamız, tam sekiz senedir böbrek hastası, diyaliz hastalarının sağlık durumuna bakacak olursak, hastanın böbrek fonksiyon testleri, normalin epeyce altında..." şeklinde açıklamalara girmişti Doktor Hakan Bey... İçeriden, sonradan giren kır saçlı doktor değil, isminin Hakan olduğunu öğrendikleri genç doktor çıkmıştı...
Söylenenler içinde tek anladığı, oldukça sertçe zihnine çarpan, "Normalin epeyce altında!..." kısmı olmuş; çaresizce, lime lime taramıştı her bir tarafını... Umut da vardı, acı da, keder de; kime ne nasip olursa, kimin payına ne düşerse, ondan nasibini alacaktı elbet... Ya çok sevdiği, ne olursa olsun vazgeçemediği Yeliz Anne'sinin payına 'Ölüm' denen illet düşer de, bir daha onu hiç göremezse?... Hande, ölümle hiç tanışmamıştı; kalbinde öldürdükleri hariç, o soğuk illeti hiç tanımamıştı. En önce babasını öldürmüştü içinde, bitirmişti tamamen. Yok olmasını istemiş, içinden söküp atmıştı. Sonra sevmiş, 'Aşk' ile tanışmıştı ölümden çok evvel, sevginin ne olduğunu öğrenmişti. Aras denen o şerefsizden aldığı darbe ile sevgisini de öldürmüş, aşka inancını da tamamen kaybetmişti. Sahi, artık mecburen aynı semtte ve mahallede olmalarına rağmen, daha hiç karşılaşmamışlardı, zaten hiç de sırası değildi, uğraşamazdı...
İçinde öldürdükleri, sevgisinden iğrendikleri olmuştu ama Yeliz Hanım, kendisi kabullenmek istemese de, kendisini sahiden seven tek insan olmuştu. "Görünen o ki, tetkik ve incelemelerimiz sonucu; bedeni artık bu durumu kaldıramayacak döngüye ulaşmış!..." Hakan Bey'in ikinci cümlesi, içini ezip, deşerek geçmişti... Yakınlaşan ölümün sessiz çığlıkları, her tarafını sarmalamıştı. Ağlasa, ah bir kere ağlasa, tüm acıları da silinip geçecekti ama olmamıştı... İstese, zorlasa bile, tüm olanlara rağmen, dirhem akmamıştı gözünden. "Ne yazık ki, elimizden geleni yaptık, şimdilik; beklemekten başka çaremiz yok, elbette ki Allah'tan ümit kesilmez ama durumu çok kritik, hazırlıklı olmanızı öneririm!..." demişti tokat misali kelimelerini savururken; acımazdı doktorlar, sözünü de çekmezdiler, ne ise, onu anlatırdılar!... Çok sevdiği annesi, belli ki ölümle tanıştıracaktı kendisini, kaçınılmaz gerçeği, onun bedeni tadacaktı, Hande de tarifsiz acının kokusunu alacaktı... Yok olacaktı annesi, melek olacak, göklere karışacaktı.
"Yatmadın mı sen daha?" Nurcan Hanım, çekinerek içeri girerken karşısındaki kızın tavırlarında, şu vakite kadar hiç görmediği değişimle karşılaşmıştı. Eve gelmiş, her zamankinden daha bomboş kalmıştı bakışları, daha ifadesizdi siması ve acısı, daha tarifsizdi, evlatları ile sınanmış anne olarak, çabuk kavramıştı. Ürpertici tavırları, dikkatinden kaçmamıştı kadının. "Yeliz Hanım ölmedi Hande, insan nefes aldığı sürece, umut her zaman vardır, tüketme kendini..." Son iki sözüne hak verdi, kendini tüketmemesi gerekti, ne de olsa bir gün meleklere karışacaktı çok sevdiği annesi, o gün, kahırların en ağırını çekecekti. Hande, umutlarını aşkı ile öldürmüş, Aras'tan son darbesini aldığı vakit, umut etmenin çaresiz insanlara göre olduğunu düşünmüştü.
"Yatağına gir istersen, biraz dinlenince belki geçer." Son kelimelerinin ardından Hande'nin bakışlarındaki kızgınlığı gören Nurcan Hanım, daha da ürkmüş, geri çekilmişti. İnsan, ızdırapla acımasızlaşan, merhametini, acı ile öldüren, biçare bir varlıktı... "Ağlamak için bir omuz ararsan, içinde ağıtlar bestelenen bir ana olarak, sana kucak açarım, sen sadece ağla ve rahatla, olur mu canım?" Hissiz gözlerinde, hiçbir bakış oluşmamış, sadece simasına bakarken kalbinin ne kadar acıdığını görmüştü. "Yatıyorum ben, bir ihtiyacın olursa seslenmekten çekinme; sen de uyu istersen, çok geç oldu, Allah rahatlık versin kızım..." Son kelimelerinin ardından, ağırca, ürpertisi artarken pencere kenarındaki genç kızı, içindeki sızı ile başbaşa bırakan Nurcan Hanım, çekinerek kapının dışına çıkmıştı...
Sonbaharın göçebe kuşları, avuçları arasındaki merhameti hatırlattı, kuşlardan öğrendiği, hiç unutmak istemediği ama acıların unutturduğu o sevgi, ansızın belirdi dudaklarında. Annesi Yeliz Hanım'ın sıcak bakışları, al kırmızısı yanakları, uzun kızıl saçları belirdi gözlerinde. Yarı ömrünü geçirdiği o havuzlu villanın içinde zenginlik değil, mutluluk vardı. Karanlık gecenin gölgesinde, tatlı düşler belirdi yüreğinde, hançer saplanan yüreği, tatlı tahayyüllerle sarmalandı. Ana olmak, sahiplenmekti, kucak açmaktı; Hande, Yeliz Anne'sinin kollarında eşsiz sevgi görmüştü. Çok sevmenin bedeli, ölüm mü olacaktı şimdi? Yok, sevmenin bedeli değildi, sözünü dinlememişti, hiçe saymıştı, tam da bu olsa gerekti ödemesi gereken bedel, gitmekte hakkı vardı Yeliz Hanım'ın, kızamazdı ona, hem de hiç hakkı değildi...
"Canım anneciğim, meleğim, kim üzdü benim tatlı kızımı?" Uzun, çiçekli mor elbisesi, belinden aşağı süzülürken kapıdan içeri giren kendisine bakmış, elbisenin kuyruğu ardından sallanırken gelin misali, süzülerek ilerlemişti. Yeliz Hamım, o gün halsizlikten tekerlekli sandalyesinde, evin içinde dolanan kızına doğru tamamen yaklaşmış, önünde eğilerek diz çökmüştü. "Selda Teyze vardı hani, bir ara evine gitmiştik, hatırladın mı?" dedi Hande, üzgünlüğünü, soğuk simasına eklemişti. "Aa, evet bir tanem; çok vefalı kadındır Selda, kahrolası hastalık, perişan etti zavallıyı." derken gözü önüne gelen bir tutam kızıl saçı, kulak ardına almıştı. "O ölmüş!..." Zemheri ayazına takılan desibeli, kelimelerini düğümlemişti.
"Ah!..." demişti Yeliz Hanım, beklerdi de, bu kadar erken değil... İnsan, hevesleri eksik, yarım hikayelerle çekip gidendi biraz da... "Çok hastaydı zaten yavrum, üzme kendini, kurtuldu işte, Allah'a giden kimse için üzülme, Allah çok sevdiği kullarını, erken alır, kurtarır bu acımasız dünyadan." demişti kızını teskin ederken. "İnsanlar doğarlar, büyürler ve hikayeleri ne zamana kadar yazılmışsa, o vakitte ölürler; kiminin ki çok erkendir, kiminin ki normal, bu dünyada mutluluk, her yüreğin helali değildir." derken Hande'nin saçlarını usulca okşamıştı. "Sen ölme!" demişti sessizliğin içine isyanını atarken. "Anneler ölümsüz olsun, sen hiç gitme." derken güçsüz kollarının izin verdiğince...
'Yara sıcakken duymamıştı acıyı, gerçek acı, zamanla başlayacaktı!...' Nazan Bekiroğlu'nun sözleri çınlarken içinin derinliklerinde, acı dolu hatıraların içinden sıyrıldı, kendine geldi. Acı, benliğin çarptığında, ansızın neye uğradığını anlamazdı insan, darbe alan kısımdan elini kaldırdığında, usulca sızlardı, sadece darbe alan taraf değil, her dirhemde, ayrı bir sızı oluşurdu. Yeliz Hanım'ın eksikliğini her hissettiğinde, biraz daha sızıları oluşacaktı, daha da kan akacaktı. Çok korktuğu, günün birinde olacak, herkesin içinde ağlamak zorunda kalacaktı.
"Yatmadın mı abla?" Aralan kapının sesini algıladığında, başlarda umursamamış, sonra gelen sese takılmıştı ama dikkat de etmemişti. "Beni de uyku tutmadı, içim daraldı, acı çeken birini görmek istedim." Kuzey, ürkek şekilde, pencere kenarına doğru ilerledi. "Birden babamı hatırladım, uykum kaçtı." Yanına gelmişti ama Hande'den biraz geride durmuştu Kuzey, çekinmişti, ürkmüştü. "Fatih Amcam olmasa, eksikliğini çok daha ağır hissederdim ama o, dört elle sarıldı hepimize." Dinledikleri ile bir vakit, ne düşüneceğini bilemedi. İyi bir insandı galiba, hep çok sinirli olsa da, kötü değildi o adam. Karabatak, siyah gözlerin sahibi; mahallenin serserisi, ailesinin tek umudu... Sadece bu kadar çözebilmişti, daha görecek vakit olmamıştı.
"Hande Abla, pencerenin önüne hep kuşlar gelir; daima eşi ile gelirdi, belki o da toprağa vermiştir sevdiğini, tek gelmiş..." Dudakları titremiş, içinde zelzele oluşmuştu. Yoksa annesi de mi gidecekti, toprak mı olacaktı? Daima eşi ile gelen serçe, sahiden de tek gelmişti. "Git!" dedi sertçe bakarken kuşa, korkudan oluşan öfkesini gönderdi. "Git penceremden, annemi alma benden!..." Sonlara doğru çaresizleşmişti sesi, ürkmüştü... Daima Nurcan Hanım'ın önüne bıraktığı tepside, tabağındakileri atıştırır, ekmekleri ufaktan bölerek, gizlice hırkasının cebine saklar, odasına geçer, pencere önüne dizerdi kuşlar için, bugün de olduğu gibi, bırakmıştı önlerine. Yaklaştı pencere önüne, ekmek kırıntılarında gezinen serçenin, gagasını kıpırdatmasına bile sinirlendi. Çok sevdiği kuşlara, zarar vermek istemezdi ama o an için gözü karardı. Aralık pencereden, kuşa elini uzattı, karnını doyuran serçenin ürkmesine sebep olurken korku ile kanatlanan kuşa, içinde beliren merhamet kırıntıları ile bakakaldı. Sağ tarafı tamamen aksarken iki elini de öne tutmuştu, elleri değil, içi bomboş olmuştu her kısmı titrerken. Yanındaki Kuzey'e döndü, boşta kalan avuçlarına baktı tekrar, serçenin canını acıtmak istememişti. "Üzmek istemedim, sadece annemin ölmesinden korktum." demişti dudakları titrerken.
"Sen kimsenin canını acıtamazsın abla, merhameti kuşlardan öğrenen kimse, can acıtmaz." İki tarafa salladı başını, "I-ıh!" dedi kelimeleri de titrerken. "Canını acıttım, bilerek acıttım..." Hırıltı misali çıktı sesi, gittikçe de boğuklaştı. "Ama acıtmak da istemedim, sahiden istemedim." Canhıraş, acı çeken, soğuk ve katı görüntüsünün altında, masum bir çocuğu görmüştü Kuzey, bilirdi eksik kalan çocukların nasıl olduğunu... Babasız büyüyen her çocuk eksikti!... "İstemedin abla, biliyorum; ben annemi çağırayım, uyanık olması lazım, o seninle ilgilenir." İyi görünmediğini, hal ve tavırlarından anlamıştı. Usulca kalkarken, "Üzülme!" demişti. "Ben babamı çok özlediğimde, kardeşime sarılırım, sen de istersen şimdi anneme sarıl, rahatlarsın..." Hızla kapıdan çıktığında, koridorda annesini aramıştı, kardeşi uyumadığı için annesi de uyumamıştı.
..."Yatsana oğlum, kardeşini zor uyuttum, uyanacak şimdi, alacakaranlık kuşu gibi ne dolanıyorsun ortalıkta, sabah okulun var senin..." Elif, mutfakta süt ısıttığı tencelerin bulaşığını hallederken ardına dönüp bakmıştı oğluna. "Hande Abla, hiç iyi değil; anne, babamı özlediğimde bana destek olduğun gibi, annesini özlediği şu vakitte, onu da sarmalar mısın?" O kadar içten konuşmuştu ki, elindeki işi bırakmış, mutfak kapısından çıkarak kızın kaldığı odanın içine doğru ilerlemiş, kapı pervazında dikelirken gördüğü manzara ile darmadığın olmuş, kendi eksiklerini hatırlamıştı. Elleri titrek, saçları gözü önüne gelmiş, sinir nöbetleri içinde kıvranan kıza baktı, hızla ilerlediğinde, hızla, hiç durmadan ve düşünmeden kolları arasına aldı...
"Son kırlangıç da geçti başımın üzerinden... Artık mevsim güz... Güz hüzün zamanıdır... Canım sıkılır kuşların gidişine... "Durun nereye, nereye" diye... Peşlerinden bağırarak koşasım gelir..." Şairin sözlerini hatırladıkça, bir serçenin kanadını, nasıl da incittiğini düşünmüş, sıkça nefesler alıp verir olmuştu.
"Ben zarar vermek istemedim, annemin ölmesinden korktum sadece..." Sarsılmıştı ama ağlayamamıştı, istemişti de, olmamıştı... "Biliyorum bir tanem, biliyorum ablacığım; sen isteyerek, kimsenin canını acıtamazsın, kıyamazsın..." Titrek, sarsılan, üşümekte olan bedeninin kollarında sakinleşmesine, ardından da çok sürmeden, gözlerinin kapanmasına izin vermişti. Yüreğinde olan halsizlik, bedeninde olsa, belki de bu kadar bitkin hissetmezdi kendisini. Yorgunca, tamamen kapattı gözlerini; bir başkasının kollarında, hiç tanımadığı kadının kollarında acısını, sonuna kadar çekmişti, tüm içi kurumuştu gözleri örtüldüğünde...
İki günü geride bıraktılar, zaman; ilacı olduğu gibi acının, bazen de zehri olabilirdi. Yeliz Hanım'ın durumu daima stabil, değişmeksizin ilerlerken en son gördüğünde, makinelere bağlanmış bedeninin, melek misali uyutulduğunu izlemişti. Anneler melekti, evlatlarının daima ardında duran, birer koruyucu melektiler, sadece izlemiş ve bunu düşünmüştü. Günleri, hastane ile gecekondu mahallesi arasına sıkışmıştı. Kaçmak, bu tabire ne kadar da uzaktı şu sıralar. Hem kaçsa, kime sığınacaktı, şimdi kime gidecekti? En ürkütücü ama doğru olan gerçek, haykırış misali çınladı zihninin derinliklerinde. Öz annesine de, daima Yeliz Hanım'a sığınarak güvenirdi meğer, kabullenmesi zor bir gerçekti ama kaçınılmazdı.
Yaşam destek ünitesine bağlanmış, ölüden farksız bedenini izlerken elleri pencerenin üzerinde, "Annem!..." demişti sadece, boğazı düğümlenmiş, kelimeleri birbirine dolanmıştı. Yaş gelse gözlerinden, ne de rahat edecekti, nasıl rahat edecekti... "Ben en çok seni sevdim ama sen hiç bilemedin, göstermek istemedim..." Sesi pürüzlü, içi acı ile doldurulmuştu. Yoğun bakımın önünde, çaresiz beklemelerin dışında, daha kimselerle konuşmamıştı. Eve geçtiğinde özellikle, sessizliğe çekilmiş, kendi dünyasında kurdukları ile başbaşa kalmıştı. İçine, her zamankinden daha çok kapanmış, kaldığı odadan çıkmamıştı özel ihtiyaçları dışında.
Ev ile hastane arasında mekik dokuduğu günlerde, çok istemiş, o kadar çok hasret çekmişti ki, perişan haline tahammül edememiş olan Doktor Hakan Bey, sadece birkaç dakika için annesini görmesine izin vermişti. Hemşire ve hastabakıcının desteği ile üzerini değiştirmiş, zorlansa da içeri geçmişti. Yoğun bakımın içine attığı ilk adımlarda, daha da hissizleşmiş, içinden tüm umutlar çekilmişti sanki... "Anne!..." demişti sesi boğuklaşırken. "Beni bırakma, dünya çok kötü, insanlar çok acımasız; kalırsan söz, ne dersen yaparım, eski günlerdeki gibi, 'Anneler Ölmez.' de ve kal, ben en çok seni sevdim, sana sevgimi göstereceğim..." Yatağın kenarında, haraketsizce duran elini tutmuş, serumun bağlı olduğu koluna bakmıştı acı içinde.
"Çok kızdım sana ama içten içe, hep mutlu oldum, istemediklerimden uzaklaştırdın sen beni; kendime bile itiraf etmesem de, seni herkesten çok sevdim ama gel gör ki, hiç gösteremedim; sen de bana kızdın, değil mi, sana haksızlık ettiğim için üzüldün, değil mi?" Yüreğinde tüm hisleri parçalara ayrılarak tükenirken eli, kadının elinde kalmıştı. "Affedeceksin beni bir gün, değil mi anne?" Bir anda, avuçları arasındaki elini sıkmış, gözlerinin irice açılmasına sebep olmuştu. "Hande..." demişti güçlük içinde, zorlanarak, son kez konuşacaktı belki de, bilinmezdi... "Anneler kızmaz, hep çok sever, seni çok seviyorum anneciğim!..." Yarı aralık gözlerini, araladığı gibi, tekrardan kapatmış, dudakları da birbirine tekrar kapanmıştı. "Anneler ölümsüzdür demiştin ama gideceksin, gitme anne!..." Halsizce konuşmuştu ama annesi, gözlerini kapatmış, açacağı da meçhuldü...
Yaranın, tam manası ile kabuk bağlaması için daha kaç evreden geçmesi gerektiğini düşündüğü günlerde, kendine bile ağır gelmiş, nefes almaktan kurtulmak istemişti. Daha önce de bilinçsizce girmiş olduğu adamın odasına, ilk kez bilinçli ilerledi. Aralık kapıdan konuşulanlar, kadının iç haline eş değerdi, takip ederse dinlediği delilleri, istediğini elde edebilirdi. Çalışma masasının üzerindeki kurşuni renk, metali parlayan silah, gözünü ışıldatmış ama umutla değil, çaresizliğin ötesindeki bitişlikle çarpmıştı bakışlarına. Kendini göstermeden, o ikisi çıktığında, içeri süzülürse, rahatça istediğini başaracak, kendine bile ağır gelen nefes alma hissinden kurtulacaktı...
"Fatih, hemen kaldır göm şunu, yok et sadece, yavrum; silah taşımak marifet değildir, yapma annem, sen o şerefsizden intikam almaya kalkarsan, hepimiz perişan oluruz!..." Bir annenin, evladı için çırpınışını görmüş, istemsizce Yeliz Hanım'ı hatırlamıştı, hep sevgiden söz ederdi kendisine, umudu anlatırdı geceleri kollarında uyuturken masallarında... Çok değer verdiği annesi, söz ettiği umutları alarak, yaşam destek ünitesinde, canının son kırıntılarını Allah'a teslim ediyordu belki de, kendi umutları da toprak olacaktı annesi ile birlikte... "Anne hayır, ne intikamı, Özcan'la birlikte aldık ruhsatını, sadece önlem amaçlı, biliyorsun işte..." Herhalde kendisini kaçırırken almıştı silahı da, kaçırmadan önce, önlem amaçlı olsa gerekti. Daha önce, sığınakta kaldığı zamanlarda, kaçtığı vakit, kendisini yakaladığında, silahla kafasına vurarak bayıltmış, etkisiz hale getirmek istemişti. Sadece kendisine doğru gelen silahı, sonra ensesindeki o keskin acıyı hissetmişti, gerisi boşluktu, siyahtı, kaçınılmazdı...
"Sen kalktın mı kızım, gel birlikte kahvaltı edelim." İçeriden çıkan Nurcan Hanım'ın ardından Fatih de çıkmış, kendisini görmemişti bile, hızla çekip geçmişti önünden. Giderken odasının kapısını hafifçe çekmişti. Sadece başını salladı tekrar Nurcan Hanım'a dikkatini verirken, önüne döndü, "Olur." dedi güçlükle, insanlara sabahı zehir edecekti, elinde değildi ki. Birazdan kaldığı evden, esarete mahkum kalmış bir can çıkacak, ölümün kollarında özgürlüğe kavuşacaktı. Önünden kadının da gidişini izlemiş, aralık kapının güçlükle açılmasına sebep olurken güçsüz bedenini içeri sürüklemişti. Elleri, kolları ve bacakları titremiş, masanın önüne geldiğinde, kolunu masanın üzerine uzatmıştı.
..."Hande nerede?" demişti masadaki gelinine ve kızına bakan Nurcan Hanım. "Çağırmıştım, durun ben bakarım." derken kendi sorusuna kendi cevap vermiş, içeri doğru ilerlemişti. Cep telefonunu odasında bırakan Fatih de, annesinin peşinden ilerlemişti. Hande'nin kaldığı kısma doğru giderken aralık kapının içindeki bedeni görmüş, sessizce odanın kapısını aralamıştı Nurcan Hanım. Yanındaki oğluna doğru dehşetle çevirirken kendini, gördüğü manzaranın etkisinden çıkabilecek gibi değildi. Hızla kıza doğru kendini ilerletmek isteyen Nurcan Hanım'ı, birden kolundan tuttu, geri çekti Fatih, bu şekilde olmazdı. Sessiz olmasını isterken tek başına etkisiz hale getirebileceğini düşündü. Hande, silahı tam da alnına, gözünün kenarına doğru tutmuş, öylece beklerken, o silahın patlamasının an meselesi olduğunu düşündü. İlerlerken kıza doğru, o kadar kendinden geçmişti ki, kendisinin adımlarını bile algılamamıştı.
Yürüteçi, kızın bıraktığı köşeden aldı, biraz daha ilerledi. Hızla sırtına, aniden geçirirken demiri, kadının acı dolu iniltisi önce etrafı doldurdu, sonra silah düştü elinden, adam eğildiği gibi silahı aldı. Yüz üstü aşağı kapaklanan kadın, sırtındaki o kuvvetli acının tohumları filizlendikçe, daha da gür inledi. "Daha sakin vuramadın mı oğlum?" demişti elini dudaklarına kapatan Nurcan Hanım. "En az onun kadar kuvvetli refleksler kullanmam gerekti, aksi taktirde şu an aşağıda bu hali değil, cesedi olacaktı!" demişti kadının iniltiler içinde çığlık atan bedenine bakarken. "Gerisi sana kalmış anne, ben tamirhanede olacağım." demişti odadan çıkarken, evden çıktığında ise gözleri önünden ömür boyu gitmeyecek bir görüntü kalmıştı.
Fatih, kapısının önüne gelen, kendisini evinin bahçesinde karşılamış olan Turgut'la beraber tamirhanesine gitmek üzere aracına doğru ilerledi. Yüreği sıkıştı o vakitlerde, içine tarifsiz acılar sirayet etti. Gitmekle kalmak arasında duraksadı, takılıverdi... Yaşamla ölüm arasında tökezlediği misal, çırpınış içinde kalakaldı. Tam da arabasının kapısını açacağı vakit, Nurcan Hanım'ın hiddetle, "Fatih!" dediğini algıladı. Yanına koşarcasına gelen kadın, soluğu ciğerlerine sığmazcasına konuşmalarına başladı. "Yavrum dur gitme, çok kötü durumda, can çekişmekte bile olabilir." Yutkunamadı, soluğunu dışarı bile vermekte zorlandı. "Silahı çekmiş olabilir mi Fatih, kaldıramadım, çok haraketsiz!..." Cümleleri oluşturan kesici sözler, zihnini jiletten daha keskin derecede tırmaladı. "Yerde, her tarafı buz tutmuş, ağzıyla burnundan akan kanlar her tarafını kaplamış." Sürdüğünde açıklamasını annesi, dehşetle duraksadı. "Hayır!" dedi başını iki tarafa sallarken.
"Zaten kan hep akar ondan, hastalığın etkisinden, çekemez, çekse anlardım, anlaşılırdı, değil mi Turgut?" Yakarırcasına döndü arkadaşına, çare dolu söz bekledi. Turgut da çare kalmamıştı ki, bazı acıların merhemi olmazdı. "Fatih, o silahta susturucu olabilir." Ve kelimelerin bitişi, satırlar dolusu sızılara neden oldu.
"HANDE!" Koşarak eve doğru giderken evin bahçesini geride bıraktı. İçeri girdiğinde odasına nasıl ilerlediğini anlamamıştı bile, öylesi kendinden geçmişti. Yerde haraketsizce, sızlanmaları biten kadına ilerledi. Yere nasıl oturdu, kolları arasına nasıl aldı, kendi de hatırlamamıştı. Sadece tek bildiği, onu kaybetmekten delicesine korktuğu olmuştu. Yanına o sırada Turgut da gelmiş, adamın kollarındaki kadına bakmıştı. Ellerine dokunduğunda, buz misali olmasından korksa da, nabzını kontrol etti ilk önce. "Yok korkma, acıdan bayılmış sadece, sakin ol." Derin bir nefesi dışarı üflese de, duydukları tam olarak yetmemişti sakinleşmesine... "Yalvarırım aç gözlerini!" dedi kollarına daha sıkı sararken. Sağlam olan kolunu kendi boynuna doladı, haraket ettiremediği kolunu ise çok sarsmadı.
"Hande, ne olur aç gözlerini!" Daha sıkı sararken bilinci kapanmıştı adeta, kendinde değildi. Saçlarını, refleksin verdiği hislerle kokladı, kokusunu içine çekti. "Söz, benim ne kadar sabrımı taşırsan da hiç kızmayacağım, istediğin kadar kaç; sabırla bulacağım seni, sabırla kapatacağım eve ama hiç bağırmayacağım. Beni sinir de etsen kızmayacağım, ne olur kendine gel!" Yüzünü, tenine dayadı, kokusunda kalmak istedi o vakitlerde. "Hadi kendine gel, sana söz veriyorum, her şey çok güzel olacak, hepsini düzelteceğim." Yüzünü, yanaklarını, solgun teninin her tarafını okşadı. Saçlarına dokundu, devamlı saçlarında gezdirdi parmaklarını. "Fatih tamam." dedi o sırada müdahale etmek için çaba gösteren Turgut. "Silahı çekmemiş, belli işte, annen gereksiz endişelenmiş." dese de dinletemedi. Evet, acıdan bayılma ihtimali vardı ama çok dikkatli vurmuştu aslında. Kollarındaki kadını kaldırdı, belini kavrarcasına tutarken yaklaştırdı, saçlarına çok sert dokundurdu dudaklarını.
"Hadi aç gözlerini, çok güzel olacak, hepsini düzelteceğim; beni istediğin kadar sinirlendir, hiç kızmayacağım." Diğer tarafa doğru çevirdi, dikkatlice baktı solgun tenine. Yarasını sarsmak istemedi, düzgünce ama hızlı haraket ettirdi. Yüzünde gezdirdi elini. Yanağına dokundurdu parmağını, usulca okşadı. Turgut'un haklı olduğunu, hafifçe kollarında kıpraştığında anladı. Bir kere öksürerek hafifçe kirpiklerini kıpraştırdı. Öksürüğü hırıltılı çıktı, besbelli öksürdükçe sırtındaki darbe acımıştı. Yarasını en son, annesine merhem ettirecekti. "Beni çok korkuttun ama geçti!..." Yüzünde umut dolu gülüş çoğaldı. "Uyandı, açtı gözlerini, kendine geldi." derken karşısındaki arkadaşına tarifsiz mutlulukla bakakaldı. "Canını çok acıttım, ağır travmalar geçirmesine neden oldum ama bir an olsun vazgeçmedim! Benim sesime açtı gözlerini, ben kurtardım! Yanında sadece ben vardım, suçlu da olsam hep ben olacağım." Sanki ömrüne tekrardan bahar gelmişti. Gözlerini açan kadınla beraber, adeta ömrünün baharında çiçekler açmıştı.
Yerden sonunda, kucağındaki kadınla beraber, kadını sarsmadan, biraz zorlansa da kalktı. Yatağına doğru ilerledi, usulca ve zerre sarsmadan uzattı. Yan bir şekilde bıraktı, sırtının acımasını istemedi. "Sen pansumanı hazırla sırtı için, ben ilaçlarını hallederim." dedi şaşkın bakışlarla kendisini izlemekte olan annesine. Etkisiz hale getirdiğinde gitmek istemekle hata etmişti. Yanında en çok olması gerektiği zamanda, terk etmesi asla doğru değildi. Mutfağa ilerledi, el çabukluğu ile bardağa su doldurarak ilaçlarla karıştırdı. İlaçları hazırlarken annesinin kendisine doğru geldiğinden habersizdi. Son anda, diğer ilaçları almak için uğraştığında fark etmişti.
"Yeni bir aşk kokusu varsa ortada, haberim olsun, ona göre önlem almam lazım." Yarı alaylı ama içine de sinir katarak konuştu Nurcan Hanım.
"Benim hayatım, kararlarım seni hiç ilgilendirmez." Sinir içinde çay kaşığını kullanarak bardaktaki sulu ilacı karıştırdı.
"Doğru, elbette beni ilgilendirmez; onu da kara toprağa verirsen, sakın omzumda acı çekme, o vakit de ilgilenmez olacağım!"
"O, Yasemin değil, olamaz da." Kendini kandırdı konuşurken, Yasemin değildi tabii ama çok başka biri olmuştu, olması da gerekti. "Kaybetseydim, az önce elimle toprağa koymuş olsaydım, ailesine sözümü tutamamış olmanın acısını çekecektim, bu kadar."
"Hal ve haraketlerin hiç öyle demedi oğlum, kokladın sen onu, kokusunu ciğerlerine çektin, saçlarını öptün; akıl alır gibi değil, Yasemin'e baktığın gibi, ondan daha da keskin baktın, ben bunu hissettim."
"Seni hislerinle baş başa bırakacağım, şimdi Hande'nin ilaçlarını vereceğim, sonra kuruntuların hakkında konuşuruz." Yanından hızla geçerek Hande'nin odasına doğru ilerlemekte olan Fatih, annesini çoktan ardında bıraktı. Yatağına doğru ilerledi, kıza uzandı. Sakince başını kaldırarak ilaçlı suyu içirdi. Gözleri aralıktı, adamın delici siyahlarına öylesi çaresiz bakıyordu. "Hadi biraz dinlen, daha iyi olacaksın." Yastığa tekrar bıraktığında başını, elinde ilaçlarla çıktı odasından. "Sana söz, hepsi geçecek..." derken en çok da kendine söz verdi. Kendi karanlığında kaybolmuş kadını, aydınlık yarınlara çıkaracaktı... Kadını tekrardan annesine emanet ederek Turgut'la beraber evden çıkmıştı.
..."Yarın tekrardan gün doğacak, şafak sökecek, kuşlar cıvıldayacak..." demişti kollarında derince nefesler alıp verirken titrek bedeni ile sarsılan kızın saçlarını okşamakta olan Nurcan Hanım. "En karanlık geceni düşün, sabah olmadı mı?" Sarsılan bedenini daha sıkı sardı kollarına. "Ben çok günahkarım, Allah beni kabul etmedi, o yüzden istemedi!..." Kelimeleri titrek, dudakları birbirine çarparak konuşabilmişti. "Hayır bir tanem, o nasıl söz?" Yanına oturan Elif, açıkta kalan sırtını pansumanlarken hiç canının acımamasına şaşırmamıştı, insanın kalbi bu kadar ağırırken, bedeni acır mıydı? "Sen bu kirli dünyada temiz kalabilmiş bir insansın, Allah senin günaha girmeni, canına kıyarak kirlenmeni istemedi." Gürültüsüzce, sessizce kırılmıştı ama isyanı çok sesli olmuştu... İradesine engel olamamış, ölmeyi çok istemişti...
Yağmurlu bir İstanbul akşamında, gök gürültüsünün sesi, cama her çarptığında, "Ölmem gerek!" demişti Nurcan Hanım'ın kollarında sarsılıp titrediğinde, iç çekmişti korku içinde. "Allah'a gitmem gerek, insanlar çok acımasız!..." Yağmur tanelerinin pencerelere çarpışı, beraberinde gök gürültüsünün şiddetini de arttırmıştı. İçerisine çarpan şimşeğin ışığı, çığlık attıramasa da, korku ile çok sert inletmişti. Çığlıklar atsa, deli gibi haykırıp ağlayabilse, asıl o zaman akıllanacak, rahat edecekti. İnsan bazen, isteyip ulaşamadıklarının da esiri olurdu, başaramadığı gibi, müptela olup kalırdı elde edemediklerine... "Yapma, korkma, rahat bırak kendini." demişti saçlarını okşamakta olan kadın, önündeki sehpadan, kuş biblosunu almış, kıza doğru uzatmıştı.
"Ne kadar güzel, değil mi, bak, nasıl da masum, senin kalbin gibi, ne hoş!..." Kollarındaki kızı sakinleştirmek için kuşları göstermesi şarttı, tamirhanesine gitmeden önce, havanın hiç düzgün olmadığını, gök gürültüsüne karşı ağır travmasının olduğunu, sakinleştirirken dikkat etmesi gerekenleri, Yeliz Hanım'dan öğrendiklerini tamamen anlatmıştı. "Yaşarken de Allah'a sığınabilirsin, nefes alırken seni daha çok işitir, öldükten sonra çok geç kalmış olacaksın; canına kıyarsan eğer, seni hiçbir zaman affetmez ki." demişti sakinleştirmek için tekrardan çabalarken. "Sen daha çok gençsin, çok güzelsin, önünde kocaman bir hayat var; ne Yeliz Hanım'a, ne de Neslihan'a mecbursun, sen çok güçlüsün, tek başına, hayatı bir kerede omuzlarsın."
Acı, kahırlı dudaklarından inilti olup dökülmüştü. Gök gürültüsünü her hissettiğinde, ölmek istemiş ama başaramamıştı. Yanında kendisini engellemekte olan Nurcan Hanım olmasa, belki de çoktan başarmıştı. "Hande." demişti sakinleşmesi için ismini anarken. "Yeliz Hanım ölmedi, toprak olmadı, nefes alıyor, insan nefes aldığı sürece umut bitmez; sen de nefes alıyorsun, ölünce değil, hadi şimdi sığın Allah'a, gel birlikte dua edelim..." demişti kollarından hafifçe ayırırken. Simasındaki ifadesizlik, bir an için gitmiş, boş bakışlarına mana gelmişti. "Ben çok günahkarım, hem duanın nasıl edildiğini de bilmem ki..." Sesinin her kelimesi, çok başka titremişti.
"Konuşmayı biliyor musun?" Sorulan soru ile duraksadı, bekledi, söylediğini, sadece bakışları ile cevapladı, onayladı sakince.
"Tamam, o zaman dua da edebilirsin." Dikkatle, ilk kez merakla bakmıştı kadının gözlerine, çevirmişti kendini ona doğru, kendisine eğilen kadın, ellerini kaldırmış, hafifçe havalandırmak istediğinde, "Benim kolum bile kalkmaz ki." demişti çaresizlik içinde. "Olsun, Allah; seni her şekilde işiten ve kabul edendir!..." Kollarından tutup kendine doğru çevirdiğinde kızı, derince nefes almış, konuşmalarına devam etmişti. "Senin Allah'tan başka çaren olamaz!" derken sesi keskin çıkmıştı. "İstersen en ağır günahları işle, savrul, kül ol, nerelere gidersen git, ne halde olursan ol, tek çaren, daima Allah olmalı, hadi şimdi benim dediklerimi tekrarla, olur mu?" Sadece, tekrardan bakışları ile konuşmuştu, olumlu cevap vermişti.
"Allah'ım, sen sonsuz merhamet edensin, merhameti seversin; beni merhametinle bağışla, annemi de bana bağışla, eğer kaderinde ölüm varsa, bana güç ver; acısını kabullenecek metanet nasip eyle; daha çok çektirme ona, nefes almak varsa kaderinde, bir mucize nasip et, ellerimi bırakma Allah'ım, beni annemin acısı ile sınayacaksan eğer, sen beni bırakma, affet; sen affetmeyi ve bağışlamayı seversin, benden merhametini esirgeme!..." Hande, Nurcan Hanım'ın sözlerini tekrar ederken kendini biraz olsun rahatlamış hissetmiş, gök gürültüsünün keskin sesine rağmen, içtiği ıhlamuru da bitirdiğinde, halsiz bedeni, çoktan uykunun kollarına geçmişti...
..."Sen beni delirtecek misin Kuzey, kafanda var mı senin, ulan bak toplantıdan döndüğümde, bir daha senden şikayet alırsam, kemiklerini kırarım!" Yiğenini azarlarken anlayışlı olması gerektiğini düşünen Fatih, terslerken çok da incitmek istememişti. Yeni kaybettiği babasına olan özlemindendi tüm hırçınlığı. "Kes, bağırma çocuğa; akıllıdır benim torunum, olmaz bir daha." Elinde boş ıhlamur bardağı ile içeri giren Nurcan Hanım, bardağı tezgahın üzerine bırakırken o ikisine bakmıştı. "Delirtecek bu beni, Seda Hala'nla ikiniz, sonum olacaksınız, hiç mi akıllısını göremem acaba!" derken artık evin sıkıntılarından daralmıştı genç adam.
"Sen sanki çok akıllsın!" Söze, içeri girerken başlamış olan Seda, suçu olmadığı halde kendisini işin içine karıştıran ağabeyine sinirlenmişti. "Koruman gereken kızı kaçırdın, üste bir de eve getirip, suça hepimizi ortak ettin, zavallı annem, ıhlamura kattığı üç ton ilaçla zor uyuttu!"
"Sahi, bir de o vardı, evde sıkıntı kalmamış gibi, başıma bela aldım; babası hapisten çıksa da, şu kızdan tamamen kurtulsam."
"Fatih Amca, bak bana boşuna kızma; ben seni Hande Abla'dan kurtarırım, izin ver, okulu tamamen bırakırsam, hocaların benden şikayeti de biter; seninle tamirhaneye gelirim, biraz büyüyüp reşit olunca da, evlenirim onunla, sen de kurtulursun!"
"Yürü git lan, sıpa, sen önce adam ol; ben tamirhanede, 'Otomobil Teknolojileri' ni bitirdiğim için çalışıyorum, arabalara olan ilgimden, senin gibi çulsuz değilim, sana bu kafa ile hiçbir kız bakmaz!" Sesi, nedeni kendi tarafından bile bilinmeksizin, istemsizce çok gür çıkmıştı.
"Fatih'ten korkarken sen mi çıktın başıma Kuzey!" demişti Nurcan Hanım, sinirli değildi, çok ciddi durmamıştı Kuzey'in söyledikleri, espri tadında konuştuğunu anlamıştı. İnsan bazen, kendinden büyüklere, ilgi duyar, aşık olduğunu sanırdı, torununun durumu da bu olsa gerekti. Söylediklerini de zaten alayla, eğlencesine, makara olarak konuşmuştu. "Fatih, sen de bağırma, zaten zor uyuttum zavallı kızcağızı!" Tezgahın üzerinde kalan artmış bulaşıkları makinenin içine doldururken gerginleşmişti.
"İlaçla mı uyuttun anne?" demişti dikkatle soran Elif.
"Mecbur, sürekli başında duramam ki."
"Anne, ilacın daha uzun sürelisi var mı, babası hapisten çıkana dek bir temiz uyusa." Sırıtarak konuşmuştu Fatih.
"Olur, bana da uyar bu, uyanması için öpebilirim."
"Kuzey, bittin oğlum sen!" Fatih, sinirli şekilde masadan aldığı kaşığı üzerine atmıştı.
"Yanağından sadece, çok masum, n'olacak ki?"
"Sana buradan bir tane patlatırım, masum kediler gibi kalırsın, git odana, cıvıma, kardeşini de uyandırma!" demişti sinirle konuşan Elif.
"Sizinle hiç şakalaşılmaz, çok sıkıcısınız." Odasına doğru ilerlerken sahteden surat asmıştı Kuzey. Çok sürmemiş, beklenmedik anda telefonu çalan Fatih, hızlıca çıkmak zorunda kalmıştı. Yine haberler kötü gelmişti, kızı tekrar hastalanmıştı. Üstelik anneannesi de rahatsızlanmış, şu an bakacak durumda değildi. Mecburen teyzesi de anneannesine bakacağı için bakacak kimsesi kalmamıştı. Yanına getirmek için hiç doğru bir zaman değildi aslında ama mecburdu da. Çareleri tamamen tükenmişti, günah işlediği ortama çocuğunu da getirecekti. "Yeterim ben hepinize, hemen git al benim kuzumu." demişti sesi hiddetli çıkan Nurcan Hanım. "Allah büyüktür oğlum, hepsinin üstesinden geliriz." derken kapıdan hızlıca çıkan oğlunu uğurladı. "Hande ile ilgilenirsin, annesine gidecekti bugün, sen babamla çıkar evden, sakın gözünüzün önünden ayırmayın." derken hızla evin bahçesinden çıkarak arabasına bindi...
...Hande, acının en ağır evrelerinden geçerken hırçınlığı da çoğalmış, çekilmez olmuştu. İlk kez hastane koridorunda, çok sevdiği birini çaresizce beklemek, girdaba sıkıştırmıştı genç kadını. Yaşam destek ünitesine bağladıkları Yeliz Hanım'ın kalbi, ikinci defa durduğunda, güçlükle geri döndüren doktorlar, "Bir mucize oldu!..." demişlerdi, ne de gerekti son zamanlarda mucize, nasıl da isterdi çaresiz kalbine gelip, bir mucizenin oturmasını. Umuttan söz ederken hep kendi içinde, Doktor Hakan Bey'in sözleri, bir sel olmuş, içindeki tüm umutları silip almıştı... "Yaşamak dedikleri bu ise eğer, evet; yaşıyor!..." Umut kuşu susmuş, acının serzenişleri haykırış olmuştu. İnsanın umudunu kaybetmesi, zamanın acımasızlığından da ağırdı, çaresizliklerin en keskini olsa gerekti. Hayat umutla başlar, umutlar tükendikçe de, insanın hikâyesi de biterdi...
Bölüm Sonu
Çok çarpık noktada bitirdim, bolca üzüntü kattım. Çok bölüm kalmadı asıl konularımıza girmemize ama az kaldığı da denemez. Bir süre daha olaylar bu noktada devam edecek. Hande'nin intihar girişiminden ürküp ona kızdınız mı? Her insanın ömrünce büyük hataları olur, onun hatası da bu oldu. Yalnızlık, kimsesizlik, çaresizlik onu bu hale getirdi. En önemlisi, haklı sebepleri bile olsa Fatih kendini çok suçladı, Hande'yi kaybetmekten korktu ve sahnelerde zaten gördünüz.
Yorumlarınızı ve eleştirilerinizi bekliyor olacağım...
Diğer bölümde görüşmek üzere, hoşça kalın... |
0% |