Yeni Üyelik
24.
Bölüm

23. Bölüm: "Sürgün Kaçağı"

@mavi_melekler

İçerisi şaşkınlıklarla dolu bir bölümle merhaba demek istedim size.

 

Bölüm Şarkımız:

İlkay Akkaya - Aşk Dinmemişti

 

23. Bölüm: "Sürgün Kaçağı"

 

-Hatırlatma-

 

Hızla ellerini çeken adam, kendini bundan öte daha durduramadı. Çok sert şekilde avuçlarını kadından kurtarırken bir adım geri çekildi. Önce tenini izledi kadının, sonra gül kurusu dudaklarına tekrar takıldı gözleri. Takıldığı gibi de kaldı. "Ben de birazdan seninle tamamlanacağım Çalıkuşu." dedi sakince. Durgunluğunda ve en önemlisi de sözlerinde barınan hislerinden habersizdi kadın. Başlarda kurduğu cümleden anlam çıkarmak için uğraştı. Ne anlama geldiğini, ne demek istediğini kavramak istedi. O eksik değildi ki, kendisi gibi sakat değildi. İnsan sağlam olunca, nasıl eksik olurdu ki; ne ile, ne şekilde tamamlanırdı? Düşünceleri çok kısa sürdü, karşısındaki adamın kurduğu cümleden anlam çıkarmaya çalışırken dudaklarında hissettiği baskı ile tutuluverdi.

 

Fatih, kendine ve uzun zamandır derinliklerinde can bulan hislere daha çok karşı gelemedi. Yakın mesafeyi arada kapatarak, incelediği gül kurusu dudaklara bastırdı kalın dudaklarını. Hande'nin eli, adamın tam omzunda kalmış, nefesi ise içine tıkanmıştı. Dudaklarındaki o kalın dudakların baskısı, tepkisiz bıraktı kadını. Sakalları, çenesine değdiğinde, dudakları dudaklarında kaldığında, içinde mavi kelebekler kanat çırptı. İstemsizce, delirmişcesine gelen refleksle alt dudağını kıvırmış, adeta karşısındaki adamın öpücüğünü dudaklarının içine çekmişti. Yaptığı karşısında kendi bile kendisine hayret ederken neye uğradığını anlayamamıştı. Geçmişinin gölgesinden, geleceğinin bilinmezliğine uzanırken labirent misali bir bulmacanın içinde, dudaklarında böğürtlen kışının belirsiz baharı barınmıştı.

 

İlk zamanları anımsadı Hande, esaretini kabullenemediği ürpertici günlere çekildi aklı, elinde değildi... Dudaklarından, kalbinin derinliklerine akan o keskin tat, 'Sürgün' ismini verdiği zamanları düşündürdü. Yüreğine aldı en ağır sürgünü şimdi, içine çekti ama kabullenemedi. Nasıl kabulleneceğini de bilemedi, sürüldü kalbi uzak ülkelere ve tanımadığı gurbetlere, esirlikten çıktı ama hür de değildi. Yabancılık hissetti o anlarda, nasıl bir gurbetti ki, esarete mahkum edildiği o ilk zamanlarda bile şimdi ki gibi değildi. Yitirdi vaktini, mevsimini bilmediği zamanlarda kaldı. Yaz dese değildi ama kış hiç değildi. Sonra dudaklarından geçen tatla tekrar düşündü. İlkbahar değildi ama sonbahar da değildi. Kiraz kırmızısı dudaklarında ki kalın tat, az önce de düşündüğü gibi, böğürtlen kışının bilinmezliğinden ibaretti. Çare kalmadı ama umut tükenmemekle beraber, sanki daha da çoğaldı. Yüreği de esirdi şimdi, üstelik kendi elleri ile kalbine zincir vurmuştu. Hür değildi ama özgürlüğe uzak olduğu gibi tutsaklığa da çok uzaktı...

 

Kiraz kadar kırmızı dudaklarından çekilse de kalın dudaklar, sıcaklığı gitmedi. Daha çok sıcakladı, o hissin dudaklarından gitmesini istemedi. Yandı teni ama kül de olmadı. Yakındı tenleri, birbirinden uzaklaşmaları ne mümkündü ki... Çekse de dudaklarını, hiç unutulmaz hisler bıraktı üzerinde. Gözlerini ve bakışlarını hiç kaldırmadı kadın, kaldırırsa tükenirdi. Bir kere bakarsa o gece karanlığı gözlere, işte o zaman kül olurdu. Yanmadığı kadar tutuşurdu... Yakındı mesafeleri ve hiç uzaklaşmamışlardı. Yine de çok utandı kadın, daha ilerisine bakamadı, başını kaldıramadı. Gözlerine dikkatlice bakmak istedi ama cesaret edemedi. 'Adına Sevda dediklerinden canım çok acıdı, şimdi nasıl korkusuzca bakarım ki yüzüne?' dedi kendince iç hesaplaşmasında. Korkak değildi, vaktinde hislerinin canına okunmuştu.

 

"Bilseydim gözlerin benden kaçacak, dudaklarına dokunmazdım asla." Islak dudaklarına hafifçe dokundurdu parmağını, gün ışığını andıran kehribar bakışlarını görmek istedi. Sadece istemekle kaldı, kadının da kendisine bakmak istediğini ama istemekle kaldığını anladı. Sessizdi kadın, konuşursa bakardı, bakacak cesareti belki de bulurdu kendinde. Sustu ve konuşmak istemedi, kaçmak istedi ama sırası değildi. En doğrusunu gerçekleştirerek bakışlarını kaçırdı. Gözlerdi doğruları anlatan ve en çok bakarsa kendini ele verirdi. Nasıl bakardı... Bir kere bakmaya görsün o cehennem çukuru gözlere, çekiliverirdi bilinmezliğe... Dipsiz bucaksız, kapkara bakışlara çoğalarak kaçtı. Yenilenerek, çoğalarak ilerledi ama bir adım öte kaldıramadı başını. Yukarı kalkarsa bakışları, azıcık görürse o karanlık geceleri, siyahın bilinmezliğinde, işte o zaman kül olurdu...

 

Kaçtı, 'Sürgünün kaçağı' misali dursa da uzak kalmaktan çekinmedi. Yok olacağını bildiğinden, daha ilerlemek istemedi. Kendisinden uzaklaşarak bahçe tarafına çıkan misafirlere ilerledi genç adam. Kendisi de fırsattan istifade, uzaklaşacak imkan buldu. Yok olmakla hiç var olmamak arasında takıldı genç kadın, düşlerine bilinmez, kördüğüm misali ama tamamen çözülmeyecek kadar da umutsuz olmayan düğümler attı. Elini dudaklarında tuttu ama çok kısa tutabildi, etraftakilerin anlamasından çekindi. 'Bilseler ne olacak?' düşüncesine takıldı bir anda. Zaten karmaşıktı, bir de tepkilerle uğraşamazdı, tüm ürpertileri bundan ibaretti. İçeri, evdekiler tarafından ilerletilirken adımları da sarsaktı, çok çekingendi. Her aldığı nefeste daha çok hissetmek istedi dudaklarının kokusunu ama istemekle kaldı sadece.

 

Fatih, çok sert şekilde kardeşini ikaz ederken içeri girdikleri sırada, misafirleri çoktan uğurlamışlardı. Seda, oralı bile olmadı, vicdanı rahattı. "Kapıyı açık unuttum, bilinçli bırakmadım ama müstahak oldu." demişti Seda, umrunda değildi. "Gördün işte, kız bile sizden daha insaflı, rolüne devam etti." dedi tekrardan eklerken. Tebessüm etti genç adam, başını iki tarafa sallarken onunla geçirdiği dakikaları düşündü. "Çıkarcının çıkarını bir bilsen, şaşar kalırdın." dedi gülerek. Karşısındaki kardeşi bir an için anlamakta zorlandı dediklerini. "İçeri geçelim, anlatacağım." derken tekrar ilerlediler. Salona bağlanan ara holde, annesi ile Hande'nin konuştuklarını gördü. Daha doğrusu konuşan ve minnetle bakan sadece Nurcan Hanım'dı, minnetle beraber vicdan azabı da değmişti sözlerine.

 

"Sana o şekilde davranmak istemezdim ama mecbur kaldım, beni, bizleri utandırmadığın için teşekkür ederim canım." Yanlarına hızlı geldi Fatih, annesi ile Hande'nin tam karşısında durdu. "Benden sessizliği karşılığında çiçek istedi." dediği anda içinde sanki kapılar aralandı kadının. Dudaklarına dudaklarında kızarmadığı kadar, şimdi kıpkırmızı kesildi. "Ne çiçeği?" derken başta tedirgin oldu Nurcan Hanım, aklına hep korktukları geldi. Sonra toparladı kendini, sakince oğlunun açıklamasını dinledi. "Hastanede annesine çiçek verecekmiş, hissederse çabucak kendine gelirmiş." Karşısındaki adam konuşurken daha çok utandı kadın, utandıkça da bakışlarını daima gizledi. "Öyle mi?" dedi sesini sıcacık tutarken ellerini saçlarında gezdiren Nurcan Hanım. "Ben sana ellerimle ektiğim çiçeklerden toplarım bahçeden." Yüzü bir an için kızarırken defalarca kez de sarsıldı, sarsılırken titredi. "Karanfil." dedi sadece dudakları arasından, iniltiden ibaret çıktı sesi.

 

"Ne, anlamadım?" Konuşan, soran Fatih oldu. Beraberinde kimse de, pelteleyerek dilinden dökülenin ne anlama geldiğini anlamadı.

 

"Karanfil çiçeği..." Sesine bir tuhaflık geldi, her denemesinde daha çok zorlandı konuşmakta.

 

"Bir daha tekrarla." Üzerine doğru eğildi. Ürkse de geri çekilemedi kadın, içine işlemekte olan kokusunu, utanmasa ciğerlerine kadar çekerdi. "Karanfil çiçeği sever annem." Yine tekrarladı, halsiz düştü tekrarlamaktan ama vazgeçmedi. Üzerinden doğruldu, etrafına bakındı. "Siz anladınız mı ne demek istediğini?" derken ilk defa anlamakta zorlandı. Herkes de beraberinde birbirine bakındı, evet, kimse anlamamıştı. "Karanfil..." dedi tekrardan ama bakışlarını asla kaldırmadı Hande, defalarca aynı konuşmaları tekrarlayacak gücü kendinde bulsa da, bakacak gücü edinemedi. "Tamam anladım, zorlama daha kendini." Gülerek konuştu, geç de olsa anlamıştı. Gülüşü tebessümdü, bakışlarını eğik tutuşu güldürmüştü genç adamı. "Hastane üzerinde bir çiçekçi bulur, en güzel karanfil demetini hazırlatırız annene." Elini çenesine dokundurdu, çenesine okşadığında daha da ürperdi ama geri çekilemedi kadın.

 

"Keşke zamanında bahçemize karanfiller de ekmiş olsaydım." derken tebessüm etti Nurcan Hanım. Tebessümü buruktu. "Rahmetli kızım da çok severdi Hande'ciğim, onun zamansız gidişinden sonra daha hiç ekemedim, elim varmadı."

 

"Belki bir gün tekrardan ekeriz anne." derken bakışlarını, bakışları aşağıdaki kıza değdirdi adam. Çok kısa süren bakışmaların ardından herkes odasına dağılmış, Hande de tekrardan odasına gönderilmişti.

 

"Allah'ım ben n'aptım?" dedi düşünceleri ile baş başa kaldığında. Yatağına uzanmış, az önce başından geçenleri anımsamıştı. "Nasıl izin veririm benim gibi birine dokunmasına?" Kısık bir sesle ama sesli düşündü. Kendini alamadı sesli düşünmekten, o bir cehennemdi, kadın ise alev almayı göze almıştı. İstememişti ki, aniden ve ansızın dokunmuştu dudaklarına. O anı düşündükçe, hem içinde böğürtlen kışının eşsiz baharı, hem de zemherisi can bulurdu. Nasıl bir hale gelmişti ki, aylarca kaçmak için çabalarken şimdi kendisini bıraksa, gitmekte bile zorlanırdı. Sanki bırakırsa, kafesinden çıkarılıp pencereden azat edilen ama hürriyetine kavuşmak yerine ölen kuşlara dönecekti.

 

Uzun zaman kaldırmamış kendini, hep o şekilde kalmıştı. Yemek için kendisini çağıranları, algılamamıştı bile, dinlemek istememişti. Seda, birkaç kez gelmiş, sonunda kimseden ses çıkmamıştı. Akşamın geç vakitlerine doğru, elinde küçük bir tepsi ile içeri giren Nurcan Hanım, "Aç kalınca dert bitmez, sana doğru öğretmemişler." demişti sakin ama ters şekilde. Yatağının üzerine otururken elindeki tepsiyi, kenardaki konsola bırakmış, konsolu da, kendilerine doğru çekmişti. Sahiden de açtı ama buna rağmen lokma sürmemişti ağzına, nasıl anlamıştı karşısındaki kadın?

 

Sıcak, sebzeli tavuk çorbasının kokusu, ciğerlerine kadar dolarken tepsinin içindeki tabağı çıkaran kadın, kaşığı daldırmış, dudaklarına doğru uzatmıştı. İstemsizce, açlıktan refleksle içerken direnememişti. Evet, üzgünken aç kalamaz, daha sıkı doyururdu kendini, sinirlendikçe atıştırırdı. Çok sevdiği çorba, gerçekten rahatlatmıştı, içini ısıtmıştı. Eksilince içi üşümüştü, elinde olmamıştı. Çorbadan içerken başını hiç kaldırmamış, kollarını da aşağı indirmemişti. Yeliz Anne'si olsa karşısındaki kadın, ne çok isterdi... İlginç olan, kendini rahatsız hissetmemesi olmuştu. Katı gibi gözükse de karşısındaki kadın, anaçtı ve bu nedenle, sığınırken zorluk çekmezdi.

 

"Anne, turkuaz rengi kazağımı gördün mü?" Kaldığı odanın kapısı aralandığında, uzun zamandır varlığını unutsa da, sesinde ve son dokunuşunda kendini kaybettiği adamı görmüştü. "Yatağın üzerinde, ütüledim, bıraktım oğlum." demişti çorba içirmekle meşgul olan Nurcan Hanım.

 

"Yok, göremedim."

 

"Dolabına bak, oradadır belki, çözüm üret Fatih, sorma bana."

 

"Hep çözümü ben üretir oldum zaten." Söylenerek giden adama biraz kaşlarını çatmak istemiş ama sonra tepki verememişti. Kendisini ilgilendirmezdi, içtiği çorbadan sonra, bir nebze rahatlamıştı ama içinde kanayan yara, hiç sonlanacak gibi değildi. Yediklerini, sadece tok olmak için atıştırırdı, açlığın rahatsız etmemesi için, tat almazdı ki. Yaşadıklarına çok güçsüzdü bedeni, içi de, dışı da, her kısmı, güçsüzlükten ibaretti... Diğer insanlar gibi, rutin olmamıştı ömrünün geçen günleri, hep bir koşturmaca içinde geçmişti ama son günlerde olanlar, normal bir insana göre çok ağır değil miydi? Düşündükleri, daha da boğulmasına sebep olmuştu, kaldığı eve, belki de sokağa bile sığmazdı içini dolduranlar...

 

Sessiz çırpınışları, gözyaşlarına engel olamamış, ilk kez çok gürültülü ağlamıştı. Haykırırcasına ağlarken sesi, evin içini doldurur olmuştu. Çaresizce Hande'nin halini seyreden Nurcan Hanım, uzaktan bakmıştı sadece, gidememişti. Yanına gitse, kendisine de zarar verebilirdi, direnerek, saçlarını çekerek, çehresini tokatlarcasına ağlamaları, herkesin içini perişan etmişti. "Annemi getirin bana!" demişti çırpınıp saçlarını çekerken. Nakili hayli zor ve riskli geçecek annesini düşündü. Yokluğuna kendini şimdiden alıştırdı, sanki o hiç geri dönmeyecekmiş misali çırpındı. "Ne isterseniz sizin olsun, annem bana yeter, annemi getirin; söz, ne isterse yapacağım, hiç üzmeyeceğim..." Yanına gitmek için harakete geçen Fatih'i, kolundan tutarak durdurmuş, "Bırak!" demişti Nurcan Hanım. "Rahatlasın, gitme boş ver, ağladıkça açılır." demişti kendi de gitmekten vazgeçerken. Daha doğrusu kadın, oğlunun saçma, kendisinin korktuğu hislere kapılmasından endişe etmişti.

 

Günler geçti, ertesi günü de geride bıraktı ama acısı dinmedi, daha da çoğaldı; öleceğini kabullenmek istemedikçe, daha da hırçınlaşmıştı. Yaşayabileceğini de kabullenmek istemiyordu, o çıkışlı çizginin ortasında sürükleniyordu. Fatih, karşısındaki kadının halini görse de, üzerine gitmek istememişti. İçinde zemherilerle savaşan birine, 'Ağlama, üzülme...' gibi vaatler vermek, hep çok basitçe gelmişti. "Alışacaksın." demişti daima. O gün, olanları kabullenmekte zorlandığı vakitlerde, mutfağa girmiş, akşam hazırlıkları ile uğraşan annesini görmezden gelerek; dolaptan çıkardığı soğuk su eşliğinde ağrı kesici içmişti, ne zaman başı ağrısa, çok rahatlatırdı...

 

"Yapma şunu, vazgeç artık, ben demekten bıktım, sen denemekten bıkmadın!" Sesi ikazcı ve çok daha sert çıkmıştı Nurcan Hanım'ın, tam annesine, umursamazca cevap verecekken içeri giren Seda'nın endişeli bakışları karşılamış kendilerini, ona doğru dönmüşlerdi. Fatih, her başı ağrıdığında, ağrı kesici ilacı, soğuk su ile alırdı. Yazın da, kışın en soğuk zamanında da, hiç vazgeçmez, rahatlatır, ağrılarını sanki, ilacı daha etkili kılarak azalttığını hissederdi. "Anne, ağabey, az bakar mısınız?" Oldukça telaşlı girmişti mutfağın içine, soluk soluğa kalmıştı. "Hande..." Sesi, kesikçe, korkudan nefes nefese çıkmıştı. "Biraz hava alması, kendine gelmesi için dışarı çıkarmıştım; bahçede, birden gök gürledi, korktu, inledi, sarsıldı, sonra da bayıldı..."

 

"Hande!..." Hızla, afallamış bakışlara sahip annesini ardında bırakarak, koşar adım ilerlemişti bahçenin içine açılan evin kapısına. Sesi gür, katı, haykırış dolu çıkmıştı. Nurcan Hanım da ardından gelmiş ama sinirini belli etmek istememişti, korkudan sinir basmıştı kadını, endişelendiği gerçeğe, ilerlemişlerdi, nasıl sinirlenmezdi ki? İkindi namazını bitiren Mustafa Bey de, alelacele, algıladığı seslere doğru, bahçenin içine ilerlemişti. "Çabuk git Mustafa, kızı kaldırmasına izin verme; al elinden, ben çok korkuyorum, oğlum tekrardan yok olacak, görüyorsun halini, koruma iç güdüsü ile günden güne yaklaşıyor!" Sesindeki tedirginliği belli ederek ikazda bulunmuştu Nurcan Hanım, korkudan teni atmış, sapsarı olmuştu.

 

"Tamam geçti, geçecek, gel!..." Yerdeki kadını sarsıp sağa sola döndürüp sallarken kaldırmak için kucaklamış, ilk olarak ellerini belini sarmıştı. "Bana ver oğlum, ben kaldırırım." Yanına gelen babasını ittirmiş, kızı tekrar sarmalarken kaldırmış, "Bırak!" demişti sertçe, amacını anlamıştı, bundan olsa gerek, sesi de katı çıkmıştı. Yavaşça, kollarında tuttuğu bedenle birlikte ilerledi, evin içine geçerken babası da geldi kendisi ile birlikte. "Ben kaldırırdım Fatih, senin için dedim." Yanında kendisi ile birlikte gelmişti ama onu görmemişti bile genç adam, kadının kaldığı odanın kapısına ilerlerken tenine eğilmiş, kan revan içindeki dudaklarına bakmıştı. Hem ağzından, hem de burnundan kan gelmişti. İnsan, koyu kırmızı dudakları, nasıl olur da kan gölüne dönmüşken öpmek isterdi. Ailesine hak vermemek elde değildi, her gün, saçma hislerin içine çekilir olmuştu.

 

"Geçecek tamam, hepsi geçecek, sabret!..." Yatağın üzerine bırakırken kollarındaki bedeni, sadece 'Anne' dediğini algılamıştı güçlükle. Yarı aralık gözlerini açan Hande, karşısındaki Nurcan Hanım'a bakarak, iniltiden bile daha güçsüz çıkan sesi ile 'Anne!...' demişti tekrardan. Akşamın karanlığında, odanın içindeki kısık voltajlı ampül, gözlerini şaşırtmıştı bir an için belli ki. "Yansıma oldu herhalde." demişti çaresizce Nurcan Hanım. "Beni başım açık görünce, Yeliz Hanım sandı." Sesi üzgün çıkmıştı, içindeki endişelere rağmen, kızın haline, bir ana olarak içinin parçalanmaması elde değildi. Yazması, telaşla başından açıldığında, toplu saçları açıkta kalmış, kıza bakmıştı. Kadınların, annelik içgüdüsü olurdu, anne yüreği, tam da o kısma sahipti şimdi, içinde bir taraflar, paramparça olmuştu.

 

Günler, biraz daha, zor da olsa ilerlediğinde, ağlamaları dinmişti ama acısı, ilk vakitlerden daha taze olsa gerekti, içini kemirip dururdu. Ne çok değişmişti benliğindeki hisleri. Önce bir kuş ölüsü ile gözyaşı düğümleri açılmış, ardından da hiç tanımadığı adamın dudaklarına dokunması, hislerini darmadağın etmişti. Yatağından, Nurcan Hanım tarafından zorla kaldırılan Hande, evin bahçesine çıkarıldığında, güç de olsa, bahçe masasının sandalyesine oturtulmuştu. Sıcak domates çorbası, o an için çok nefis gelse de, içine geçenle, dudaklarından geçeni, bir tutamamış, içtiği zehir gelmişti. Ağzındaki tatla, midesindeki tat, bir olamazdı. Evin bahçe kapısından giren adam, gözlerine kısa vakit için çarpsa da, tekrar çekti bakışlarını, aşağı indirdi. Çorba içiren Nurcan Hanım'la konuşan Fatih'e, istemsizce dikkatini vermiş, dinlemişti konuşulanları.

 

"Dershanede de çalışacağım, iş buldum çok şükür, daha rahat geçineceğiz annem."

 

"Yavrum tamam da, tamirhane ile birlikte, gelecek misin üstesinden?"

 

"Çalışan da alırım, babam var zaten, hem çok ağır olmaz, haftada birkaç gün gideceğim, dershanede başka öğretmen de var, tek Biyoloji Hocası ben değilim."

 

Aile konuşmalarını dinledikçe kendini daha içe dönük hissetmişti. Yaşam olarak, hiç karşılaşmadığı bir ortamda misafir olması, kendini daha tuhaf hissettirmişti. Hande, gün geçtikçe, içerisinde olduğu ortama alışmıştı, kabullenmek mi; alışmak mı, daha onu da tam çözememişti. Yabancı değildi artık kendisi için Fatih, Yeliz Hanım'ın tanıdığı, güvendiği adamdı, üstelik, kendisini istemediği evlilikten kurtarmış olan kişi. Sonra bir anda, saçmaladığını düşünerek ürkmüş, hislerinin üzerine çizgi çekmişti. Ne olursa olsun, o adam suçlu, zorba, istediklerine kendisini zorlamış biriydi gözünde, bunu unutamazdı. Yeliz Hanım'a da kırgındı üstelik, hastalığı; canından can çekilmesine sebep olurken, kırgınlığını da unutamamış, karmaşadan ötürü, daha da canhıraş olmuştu.

 

..."Merhaba, gelmemi ister misin?" Yatağından doğrulduğu, biraz olsun kendine geldiği zamanlarda, odasında oturmuş, başından geçenleri düşünmüştü. Evde kendisinden başka kimsenin olmaması, biraz şaşırtmıştı. Bir kendisi, bir de Seda vardı, onu nedense çok saymazdı. Mustafa Bey'in nerede olduğunu bilmezdi, Nurcan Hanım da, 'Gündeliğe gideceğim' demiş, evden çıkmış, çıkarken de Seda'ya sıkıca tembih etmiş, "Fatih Ağabey'ine sakın çalışacağımı söyleme, sinirlenir, çok kızar." demişti. Uzun zaman odasında kalmış, akşamın geç vakitlerine doğru eve gelen Fatih ile karşılaşmıştı. "Gelebilirsin tabii, sıkıntı mı var?" Sesi sakin çıkmıştı, haline kendi bile şaşırır olmuştu.

 

"Yok." Kapı pervazından içerisine, sadece iki adım atmış, tekrardan dikkatle bakmıştı kadının gözlerine; ezberlemek, zihnine kazımak, kalbinin en derinlerinde tutmak istercesine... Son temasın ardından ilk kez, gözlerine tamamen bakabilme cesaretinde bulunmuştu. "Yemekleri ısıtacağım, sonra da sınav sorularını kontrol edeceğim ama önce masa hazırlarım, Seda da aç; makarna seversin, değil mi?" İnce dudaklarında, bir tebessüm oluştu kadının, hafifçe kıpırdadı dudakları, kehribar gözlerinin içi gülmüştü. "Siz bekar erkeklerin kurtuluşu olsa gerek, biraz severim."

 

"Yalnız, ben sıradan bekar erkek değilim, kardeşlerine ve çocuğuna bakmakla sorumlu olduğum için daha değişik bir hayatım var."

 

"Seda, kendi beceremez mi?"

 

"Yok, biraz kıskançlığından; rahmetli, diğer kardeşimi kıskanırdı, kıskançlıkları da devam eder, o nedenle benden bekler." Biraz sessizlik oluştu, az evvel ki tebessümün gölgesi, kadının teninden silindi, istemsiz üzgünlük girdi ortama. "İnci..." Yıllar sonra, ismini dudaklarından döktü adam. "Trafik kazası, uzun süre felç kaldı... Şerefsiz bir sarhoşun çarpması sonucu, uzun süre boyundan aşağısı felç kaldı, keşke nefes alsa, ömrü bu kadar olmasa da, daima bakmak zorunda kalsam ona, bakardım." Açıklamaları, kadını bir kez daha afallatmış, karşısındaki adamı bir parça daha tanımasına sebep olmuştu. "Bakardın..." demişti mırıldanan kadın, adam ise sesindeki imadan hiçbir sonuç çıkarmamıştı. "Yardım etmemi ister misin?" derken konunun değişmesi için çabalamıştı.

 

"Yemekler için mi?"

 

"Yok, cevaplaman gereken sınav sorularında." Sözleri ile bu defa da adama tebessüm ettirdi. "Ben hepsini hallederim, sen hadi ağırca gel, oturma odasına geç, olur mu?" Sadece başını salladı, tekrardan tebessüm etti kendisi de. Yürüteçini alırken köşeden, adam da odasından çıkmıştı.

 

...Haline, haraketlerine, tavırlarına, kendi de akıl erdirememişti. Yüreğinin derinliklerine hüküm kuran acının beraberinde, bir de umut kuşu gelmiş, içindeki harabenin kapılarını onarmıştı. Yeliz Hanım, hastane köşelerinde bilinmezliğe giderken, kendisine 'Karabatak' ı, Fatih'i bırakmıştı. O adamı her gördüğünde, her karşılaştığında, kendine güveni artarken düşünceleri, kendisini bilinmezliğe sürükler olmuştu. Yolunun sonu bilinmezlikti, hisleri ise saçmalıktı. Elinden gelenin ötesini gerçekleştirirken hislerini perdelemek için, ne kadar çırpınsa da daha dibe batar olmuştu. Karabatak'ın gözleri, tüm derinliklerine çeker olmuştu genç kadını. Yatağından zorla, Seda'nın ısrarları doğrultusunda çıkarken etrafındakiler tarafından, hayata döndürülmek istediğini anlamıştı...

 

Bıraksalar, daima düşlerine devam eder, annesini görmek için çabalardı. Yatağından çıkmasa da, ölü gibi uyusa, düşlerine annesi gelse ve sımsıkı sarılsa isterdi. Yarı baygın bakışlarla, başını arabanın camına dayamış, gözleri de çok hafif açıktı. Her gün eve çağırdıkları doktorun bedenine geçirdiği şırıngaların içindeki sakinleştirici iğneler, acısını azaltmamış, daha da arttırmıştı. Çığlık atarak haykıramadığı acı, içine daha da zarar vermiş, dışarıdan sakin görünmenin aksine, içinde daha derin enkazlar oluşturmuştu. Olduğu cam kenarında, gözleri istemsizce kapanmıştı ama bilinci açıktı. O kadar çok uyurdu ki, uyku da haram olmuştu kendisine. Evet, arabadalardı, Fatih'in, son hız kullandığı arabada, dışarı çıkmışlardı. Yemeği dışarıda yiyeceklerini öğrendiğinde, Seda'nın da aşırı ısrarı doğrultusunda, mecburen kalkmış, gelmişti.

 

Alnında hissettiği avuçla, hiç şaşırmadığı gibi, gözlerini de açmadı. Elif'ti alnına dokunan, eli ile ateşine bakmıştı anlaşılan. Keşke biri de içindeki ateşi söndürmek için çabalasa, belki daha rahat hissederdi. "Ateşi var gibi, gerçekten uyuyor mu acaba?" demişti elini alnından çeken Elif. Kıpırdamadı, uyur gibi görünmek, daha rahat hissettirmişti. Gözleri kapalıyken annesini düşünmek, daha rahattı. "Daha sabah ilaç verdim, gözlerini açsa toparlar aslında." demişti Nurcan Hanım, dinlemezden geldi, umursamadı. Çok hızlı giden arabada, sarsılsa da, umursamadan gözleri kapalı beklemişti.

 

"Fatih, düzgün kullan şunu, kız zaten hasta, midesi bulanacak." Sesi ikazcı çıkmıştı Nurcan Hanım'ın, hızını biraz azaltsa da adam, çok değildi... "Keşke babam da gelse, neden inat etti ki?" demişti Seda, sesi buruk çıkmıştı. "Yoruldu kızım tamirhanede, ağabeyin genç, işi kaldırabilir ama baban zorlanır, varma üzerine." demişti Nurcan Hanım, devam etmişlerdi, ne tarafa gidecekleri konusunda, kendileri de bilinçsizdi. "Yaşlandıkça dedem de çekilmez oldu." dediğinde Kuzey, hepsi gülmüşlerdi. Bir kişi hariç, hepsi gülmüştü.

 

...Yolda geri dönüşleri, öncekine göre zevkli geçmişti. Kapatmamış gözlerini, başını da camdan çekmiş, düzgünce oturmuştu. Sadece arada, hafif kıpırdattığı dudakları arasından istisna olarak tebessüm etmişti. Fatih'in olağan hızda araba kullanması, Seda ve Kuzey'in umursamazca esprileri, Nurcan Hanım'ın ikazcı halleri, belli belirsiz gülümsetmişti. Ne çok tebessüm eder olmuştu, toplasan, bir dudak aralığını geçmezdi. Yemeğe giderken halsizdi oysa, birkaç lokma atıştırmak da rahatlatmıştı belli ki. "Hande Hanım, sanırım Fatih Ağabey'imin hızlı araba kullanmasından hiç rahatsız değilsiniz." Seda'nın eğlenircesine konuşması ile dudaklarındaki ufak ve gereksiz tebessümü hemen sildi. "Yok, değilim." derken sesi soğuktu. "Ben de anlarım arabadan, sakat yanımı kullanabilsem, herhalde ben ondan daha hızlı kullanırdım."

 

"Aaaa, Hande abla; sen, sahiden araba kullandın mı hiç, bilir misin?" Kuzey'in sesi, olağanüstü şaşkın çıkmıştı.

 

"Kullandım tabii." Soğuk çıkmıştı tekrardan sesi, daha tebessüm etmeyecekti.

 

"Ehliyetin var mı?" Seda, daha şaşkın konuşmuştu.

 

"Yirmi yaşında aldım, altı sene oldu alalı."

 

"Yirmi altı yaşında mısın abla?" Kuzey'in sesindeki hayal kırıklığını anlayamamıştı.

 

"Yakında yirmi yedi yaşına gireceğim."

 

"Tüh, büyüdüğümde senle evlenmek gibi masumca hayallerim vardı ama nerede ise on iki yaş fark var arada."

 

"Kuzey, başlama tekrardan cıvıklığa." Sert konuşmuştu Nurcan Hanım, biraz da umursamaz olmuştu.

 

Nasıl olmuş ise ansızın araba durmuş, herkes şaşkınlaşmış, neler olacağını ve olduğunu anlamamıştı. Sürücü koltuğundan inen genç adama bakarlarken neden durduğunu düşünmüşlerdi. Hande, durduklarını biraz geç algılamıştı, o kadar dalgındı ki, her olup biteni, çok geç anlar olmuştu. Kapısının aralandığını anlamakta zorlanmamış, kendi kapısına doğru dönmüştü. Elini kendisine uzatmış, hafifçe eğilen adama baktı. "Denemek ister misin?" demişti sakince. Biraz tedirgin olsa da, düşündü sadece. "Direksiyona oturunca, belki benim gibi, keyif alırsın." dediğinde, biraz tereddüt etse de, sağlam elini uzattı. "Saçmaladınız, nasıl kullanacak, tek kısmı işlevsiz, araba mı kullanılır?" Nurcan Hanım'ın söylenmeleri, en çok da korktuğu diğer olay içindi, defalarca kez ürktüğü ikinci aşk vakasının oluşmasından daha çok korkar olmuştu. "Ben daha önce çok tedavi gördüm, sakat tarafımı, az da olsa kıpırdatabilirim." derken arabadan tamamen, adamın kolunu tutarak inmişti.

 

Uzun zaman sonra direksiyonun başına oturmak, sahiden de biraz eğlendirmişti kadını. Yanında adam olmasa, belki de zorlanırdı, birinin kontrolü altında sürmek, içini rahatlatmıştı. "Bugün gidemedik, annemin kaldığı hastaneye sürsem, olur mu?" Neden çekinerek sorduğunu, kendi de anlamamıştı, gidecekti tabii; mecburdular, katlanacaktılar, acısını çekecekti ve kimse de engel olamazdı. Her gün giderdiler zaten, çoğu zaman Nurcan Hanım'la beraber, bazen beraberinde Mustafa Bey de gelirdi. Tabii genelde en çok Fatih'le beraber giderlerdi. "Sürmeden önce, hastanenin üzerindeki çiçekçide duralım istersen." dediğinde kabul etmedi Hande. Şimdi kabul ederse, ameliyat günü tekrar istemek zorunda kalacaktı. "Yorulur kollarım, hem zaten ben senden onu ameliyat günü için istemiştim, şimdi durursam daha süremem." dedi sakince. İstediği günü hatırladı konuşmaları sırasında, bakışlarını tekrar kaçırmak zorunda kaldı. Yanındaki adam çok ısrarcı olmadığı için çabuk atlatmıştı.

 

Bakışları ile kaçtığı zamanlarda bedeni, henüz kendince tutsaktı. Gitmek istese de aslında, gidecek halde değildi. Hep kendine kızmış ama karşısındaki adama, kızmak için bile olsa ağzını aralamamıştı. Gücü kalmamıştı, direnecek hali de kalmamıştı. Yorgunluğu, kendini bırakmışlığa dönmüş, bilinmezliğin içinde olacaklara razı gelmişti. Yaşadıklarının üzerinden iki gün geçtiğinde tesadüfen Fatih'in, Nurcan Hanım ile konuşmalarına denk geldi. Kendini gizli tutarak dinlemek için çabaladı ama işittiklerinden sonra gizli kalmada başarılı olamadı, tepkisini mecburen belli etti. Gayri ihtiyari, istemsizce belirtti tepkisini. "Durumu çok kötü anne, ameliyata alınabilse bile sağ çıkma ihtimali ancak mucizeden ibaret." dediğinde Fatih, hemen anlamıştı kendi annesinden söz ettiklerini. Dayanamamış, tahammül edememiş ve onlara doğru ilerlemişti...

 

"Kaç nefes, bir mucize eder ki?" demişti acı içinde kıvranırken. "Ben çok günahkarım." dedi Nurcan Hanım'a bakışlarını gönderdiğinde. "Belki de ondan duam kabul olmadı. Yerime, Allah'a siz dua eder misiniz, siz ederseniz kabul olma ihtimali var." derken gözünden gelen iki damla yaşı eli ile hızlıca sildi. Kuş ölüsünden sonra ne çok ağlar oldu, düğümü çözülerek akıyordu ama durduracaktı kendisini, hakim olacaktı kendine.

 

Kapı pervazında, morarmış göz altları, dağılmış saçlarına rağmen, teninin parlaklığını hiç kaybetmemiş genç kıza döndü adam, sonra içinde bir his oluştu ama ismini veremedi hissin. Merhamet, bu kadar keskin olamazdı, değil mi? İsmi merhametse hissin, nasıl içini böylesi hızlı kesip geçerdi? Çözemediği hislerle, kadına doğru ilerlediğinde, "Hadi gel." demişti elini, korkutmadan omzuna dokundururken. "Biz seninle biraz arka bahçede konuşalım." derken ilerletmişti aksamakta olan kadını.

 

Hande, daima bileğinde tuttuğu toka ile zorlanarak saçlarını toparladığında, arka bahçede Fatih'le birlikte olmanın rahatını çıkarmıştı. Daha önce çok gelmek istemiş, tekrar su kuyusuna düşmekten korktuğundan, hiç gelememişti. O gün akşama kadar arka bahçede kaldığında, karşısındaki adamla, mecbur kalmadıkça, çok uzun iletişime girmemişti. Yine kaçırmıştı bakışlarını ama öncesi kadar değil. Arada istemsizce, gözünün ucu ile bakmıştı. Hande'nin, Yeliz Hanım'ın durumu ile ilgili sorduğu sorulara kısa cevaplar vermiş, geçiştirmemiş, sadece soğuk karşılamıştı kendisini. Yere eğilen genç adam, oldukça kırgın bakan kadına tebessüm ettirebilmek için kopardığı, taze ekilmiş domateslerden koparıp, kıpkırmızı domatesi uzattığında, sevinse de, belli edememişti kadın. Geçen, kuyuya düştüğü gün de, kendi koparmak istemiş ama eğilememişti.

 

"Tuz var mı?" demişti elindeki kırmızı domatese bakarken. "Yok ama..." duraksadı, kadının ardındaki pencerenin mermerine baktı. "Buluruz." dedi sakince, elini uzattı, oradaki tuzu aldı. Üzerini tuzladığı domatesi yerken nedendir bilinmez, üzüntüsü daha da artmış, gözlerindeki kırıklık, ağlamamak için kendini zor tuttuğunun göstergesi olmuştu. "N'oldu, neden baktın o şekilde?" dediğinde, ilerlemiş kadına, kollarından tutarak diğer tarafa çekmişti. "Gel bak, burada ağaçlar var; Hande tamam, memnun ol biraz, gülümse, annenin iyileşmesi için elimden gelenin fazlasını yapacağım." Sakinleştirmek için uğraşsa da, annesi gelmediği için değil, çok başka hislerden gözleri dolmuştu.

 

Arka bahçede en son dolandığı gün, Yeliz Hanım gelmiş, terslemiş, bağırarak göndermişti annesini. Her ne kadar sonradan sevgisini gösterse de, o gün hatalı davranmıştı. Genç adam, ceviz dallarını hızla çırptığında eli ile, aşağı inen, ağacın dibine düşen cevizleri almıştı. "Son kalanlar, hadi gel, bir taş bulalım, kırayım sana bunları." dediğinde, etrafına bakınmıştı. "Gel!" Eli ile ilerletirken ittirmiş kadını, gözleri, ufak taş aramıştı. "Koca bahçede, bir tane taş olmaz mı?" dediğinde gevelemişti, evin tüm düzenini genelde kendisi sağlar olmuştu. "Tamam, halledeceğim şimdi." Yaslandığında duvara, cevizleri birleştirerek elleri ile kırmıştı...

 

"Sen de al." dediğinde, adamın kendisine uzattığı ceviz parçalarından birazını ona geri uzatarak paylaşmıştı. "Rahmetli Halil Ağabey'im ile bu ceviz ağacının ardına, kömürlüğe saklanmıştık." Konuşurken geçmişe daldı, gözleri de beraberinde gitti uzaklara. Hande, beraberinde ağabeyini de kaybettiğini, zamanında Fatih'in kuzeninden öğrenmişti. Sormadı, daha çok acı çektirmek istemedi. "Neden saklandınız?" demişti sadece, o kadarını merak etmişti. "Okuldan kaçtık, biraz haytalık ettik; kaçıp hemen eve geldik, sözde saklanacağız." Belli belirsiz tebessüm eden genç adam, konuşmalarını tekrardan devam ettirdi. "Babam sonunda gördü bizi, halimizi sordu, biz de korkarak, titrer biçimde, 'Okumak istemiyoruz, okula gitmek de istemiyoruz, çalışıp para kazanmamız gerek.' dediğimizde, babam bizi şaşırtmış, 'İstemezseniz okumazsınız canım, neden korkup saklanırsınız?' demiş, biz ise mutluluktan ne diyeceğimizi bilememiştik."

 

"Sahiden, o kadar sakin mi tepki gösterdi?"

 

"Yok, eve girene kadardı sakinliği, içeri geçtiğimizde, ardımızdan kilitlenen kapının sesini duymamızla, korku dolu dakikalar başlamıştı. Babam aldı eline odunu, bir bana; bir ağabeyime geçirirken, 'Demek okumayacaksınız, sizi it herifler, eşek sıpaları!' diye saydırırken ağabeyim öne atıldı. "Kardeşime vurma baba, okuldan kaçmak benim aklımdan geçti, kızma, kızacaksan beni döv." demişti. Ağabeyim, orada da beni düşünmüş, kendini feda etmişti. O günden sonra hiç okuldan kaçmadık, ağabeyim, babamdan nasıl korkmuşsa, hiç 'Baba' demedi, daima 'Babacığım' diyerek etrafında dolandı..."

 

"Yaralarımız eşitlendi Karabatak, 'Ölüm' denen illet, bana da soğukluğunu geçirdi."

 

"Bir gün herkese uğrar Çalıkuşu, 'Ölüm', bir eve girerse, kalanları da sağ bırakmaz; giden kurtulur, olan burada kalanlara olur!..." Son sözlerinin ardından başını hızla kaldırdı Hande, bakamadığı günlerden intikamını alırcasına, cehennemin en karanlık tonundaki gözlerine her zamankinden daha çok baktı. Çünkü bir daha asla kendinde o cesareti bulamayacaktı. Son konuşmaları oldu, daha hiç konuşmadılar. Çünkü Hande, o günden sonra bir karar aldı, olabildiğince uzak duracak, en kısa vakitte de, daha çok bağlanmadan, daha ağır sürgünleri yüreğine yemeden kurtulacaktı. Hemen, her şekilde kaçacaktı. Kurtulduğu ilk anda da Neslihan Hanım'a gidecekti. Kaçamazsa bile, eline geçen ilk telefonla, geride kalan son şansını deneyerek polisi arayacaktı. Saçma hislerinin kendisini ele geçirmesine asla izin veremezdi. O, bu evde zindanı yaşamıştı, bunları unutamazdı. Karşısındaki adam da, kendisini Aras gibi kandırıyor olabilirdi, asla izin vermeyecekti...

 

Yorgunluklarının suskunu olmuştu son günlerde, anlamak için çabaladığı ama daha da içe çekildiği zamanlarda, suskunluğu dost edinmişti. Yatağında düşünürken gecenin geç vakitlerinde aralamış gözlerini, olanları gözden geçirdiğinde, sarsılmıştı istemsizce. O gün, başından geçenler tam delirme sebebi olsa gerekti, katlanılır değildi. Sarmaş dolaş kollarını, güçlükle ittirdiğinde bedeninden, "Dokunma bana!" demişti çok keskin şekilde. Uzun zaman sonra kin içinde bakmıştı karanlık gecenin rengini andıran gözlerine. "Ben eksiğim, hem de senin kullanıp, hislerimle eğleneceğin kadar eksiğim, sakın daha ileri gitme!" dediğinde, ortama sert mesafesini bırakmıştı. Zamanında kendi ilerlemiş olsa da, şimdi kendi çekilmişti. İlerleme de denemezdi aslında. Yenilmek üzereyken, anında kestirip atmıştı...

 

Sözlerinde kalmadı Hande, sahiden uzaklaştı, sözle değil, haraketleri ile uzaklaştı. Öncesinde, kendince en önemli kuralının eskisi gibi durmak olduğunu anımsadı. Yenilerek aşağı çekilmektense, kendisine 'Korkak' demelerini tercih ederdi. Kaldığı odada bekledi kısa süreliğine, son konuşmalarının ve ikazının ardından karşılaşmak istemedi. Ne kadar kaçsa da elbet ki karşılaşacaktı, kaçamazdı, bazı bilinirliklerin kaçışı olmazdı. Kaçışı olanlar da vardı elbet, mesela buradan kurtulacaktı. 'Kaçak' olarak değil, 'Hür' olarak azat edecekti kendini. Her tekniği denemişti, önce Yeliz Hanım'a ulaşmak için uğraşmıştı. Sığınakta, o toz dolu depoda kendisini bağlı tuttuğu günlerini anımsadı. Eline geçen vazoyu kafasına indirdiğinde, düşerek bayılmasına sebep olmuştu. Hiç bilmediğini, kaçırılmasına 'Anne' bildiği kadının sebep olduğunu öğrenmişti. Sonrasında, uzun günlerin ardından defalarca kez Neslihan Hanım'a ulaşmak için çabalamıştı. Önce reddedilmiş, sonra tam kendisini alacakken tekrar korkarak geri çekilmişti.

 

Gerisinden tek ve son, seçenekler içinde en etkilisi kalmıştı. Eline geçen ilk telefonla polisi arayacak, zamanında yapması gerekeni yapacaktı. Geç kalmıştı, hep en sevdiklerinden destek beklemiş, göremediğinde de, son seçeneğe başvurmuştu. Yine de ne olursa olsun, çok geçti. Geç alınan ama etkili olacak bir karardı. Uzun zaman sonra gelen hırsla, ilk kinini kustu, burnundan solumakta olan hıncını çıkardı. Karşısına tekrardan dikildi ve bıkmadan, aylardır dile getirdiği 'Bırak beni!' cümlesini tekrarladı. Çünkü tahammülü kalmamıştı, tükenmişti ve en acısı da biraz daha kurtulmak için çabalamazsa, zamanında 'Sürgün' adını verdiği esareti kalbine alacaktı. Kaçmak istediği esaret değildi, önceden özgürlüğüne kavuşturmak istediği bir bedeni varken şimdi kalbi de esir olmak üzereydi. En büyük korkusu haline gelmişti.

 

İnsan bazen bilinçsizce de, kendini ateşe atabilir, istese de kendine engel olamazdı. Hande, istemsizce ateşe gittiğini düşünürken kurtulması gerektiğini hatırladı. Daha ne kadar ileri gidecekti, nasıl kül edecekti kendisini? İzin vermemesi gerekti, zamanında Nurcan Hanım'ın tehditkar bakışlarından ürkmese, belki de kapısına gelen annesine kanıp giderdi. İçerisinde ki şartlara göre, sığınabileceği tek kişi, annesi olacaktı. Yanmasına ramak kala kurtulacakken annesine gidecek, mecburen ona sığınacaktı, başka kimi kalmıştı ki? Çok sevdiği Yeliz Hanım atmıştı kendisini kül olacağı ateşin içine.

 

Yatağından hızlıca doğrulurken kararını almıştı, gerçekten kurtulacaktı. Çok dikkatli olacak, önceki gidişlerinden çok daha başka şekilde, ardında iz bırakmadan gidecekti. Yürüteçine sımsıkı tutunduğunda, kalkarken bedeni titremişti. Daha ne kadar batacaktı dibe, nasıl çekilecekti içerisindeki bataklığa, asla izin veremezdi. İnce hırkasını, zorlanarak geçirdiğinde üzerine, tekrardan önündeki yürüteçe tutunmuş, ilerlerken odasından çıkmıştı. Ara hole geldiğinde, karşısındaki eskitme duvar saatine göz geçirdi. Saat, gece 3.30'u gösterirken kaçmak için çok tehlikeli bir zamandı. Yine da başka seçeneği olamazdı, sabah olursa kaçamazdı.

 

Dış kapının önüne geldiğinde, nasıl çıkacağını düşünmüş, korkudan titremişti. Yardım çığlıklarından uzak, sadece kaçmak için çabaladığı, uğraştığı kaçıncı girişimdi? Olacaktı, bu defa olması gerekti. Çelik kapının kilidini aralamış, bahçenin içine süzülmüş olsa, çabası boşa çıkmayacaktı. İnsan, her zaman başaramayabilirdi, sonuncuda tutturacaktı. Konsoldaki araba anahtarına değerken gözleri, saçmaladığını düşündü. Sonuçta daha önce denemiş, hiç de düzgün sonuç almamıştı. Tekrardan kaza olabilirdi, düz viteste zorlanırdı, zaten deneme cesaretine kalkışana kadar, düz vites olduğunu bilmezdi. Seher Hanım'lara giderken kullanmış, onda da Fatih kendisi ile olmuş, kontrol etmişti.

 

Çelik kapının üzerindeki kilite takıldığında, belki de onu sessizce açabilirse, anahtara gerek olmayacağını düşündü. Konsolda anahtar vardı ama açarsa ses olabilirdi. Kapının üzerindeki kilite uzattı elini, çok ağır şekilde çevirdi. Sessizce çevirebilmişti, iki defa daha uğraştı başardı. Sonra hemen kapının kulbunu indirdi aşağı, açılması ile sevinçle tebessüm etti. Kaçarken sadece bedensel özgürlüğüne değil, kalbinin özgürlüğüne de kavuşacak, olmayacak duaları etmekten kurtulacaktı. Aralanan kapıdan, soğuk hava ısırdığında bedenini, üzerini sıkı giyindiğini düşündü. Soğuğa dayanıklı bir bünyesi vardı, hem kalın da giyinmiş, hırka üzerine kabanını geçirmişti. Biraz ince olmuştu kabanı ama olsun, idare edebilirdi.

 

...Yol ayrımından döndüğünde, evden çok uzaklaştığını anlamıştı. Yakınlardan gelen köpek sesleri tırmaladığında kulaklarını, istemsizce ürkse de geri dönemezdi, kurtulması gerekti. Yürüteçini sürüklediğinde, bir an için nefes almakta zorlandığını hissetti ama daha çok uzaklaşmış, soğuğa hiç aldırmamıştı. O kadar soğuktu ki, tekrardan felç geçirmekten korkmuştu. Yalnız soğuktan daha çok aldırması gerekenler vardı, mesela köpek seslerinin çoğalması, gecenin karanlığında daha çok ürkütmüştü. Düşündüğünden daha soğuk, düşünmediği kadar da korkunçtu ortalık. Yokuşu çıktığında, tamamen düzlüğe ulaşmış, kapalı marketlerle karşılaşmıştı. Demek ki mahalleden kurtulmuş, özgürlüğüne bir adım daha ilerlemişti.

 

Yokuş bitmiş, kapalı, kepenkleri aşağı inmiş marketlerle karşılaşmıştı. Düşündü de bir an için, evden hiç bu kadar uzaklaşmamıştı. İlk defa böylesi uzaklaşmış, mahalle tamamen ardında kalmıştı. Yoldan geçen birkaç arabanın ışığı değse de gözüne, kaçırmış, el kaldıramamıştı. Olsun, en azından o mahalleden kurtulmuştu. Mahallede de araba geçerdi elbet ama bu saatte zordu. Yola çıkması şarttı, başarmış, çıkmıştı. Bir arabanın durması için çabaladıktan sonra, atlayacak, hemen karakola gidecekti. Evet, bir zamanlar bağlanmak üzere olduğu adamdan, anında şikayetçi olacak, kurtulacaktı içindeki saçma hislerden. Yoldan kendini kurtardığında, süratle gelen arabanın altında kalmaktan da son anda kurtulmuştu. Durdurmak için çabaladığında aracı, az daha altında kalacaktı.

 

Yere düşmüş, soluklanmak için çabalarken ortam da sessizleşmişti. Yoldan araba geçmediği gibi, daha kimselere denk gelmemişti. Yerden kalkması gerekti ama nasıl? Yere tamamen düşmemişti aslında, kaldırım taşı üzerine denk gelmişti. Yüksek taştan kalkması, daha kolay olabilirdi. Yürüteçine sağlam kolu ile uzanmış, kendine çekmiş, sonra da tutunmuştu sıkıca. Yerden kalkması, düşündüğü kadar basit olmasa da, başarmıştı. Uzun süre dikelirken beklemiş, araba geçmesini beklemişti ama geçmemişti. Daha uzun süre beklese belki geçerdi ama kaybedecek zamanı olamazdı. Yakalanmadan kendini kurtarması gerekti.

 

Yol bildiği taraftan çekilip ardına döndüğünde, başka bir görüntü ile karşılaştı. Yeni bir tümsek, bu defa baş aşağı inecekti. Yokuşa geçmeli miydi, orasını çözememişti. Yol olarak gördüğü kısımda da ne insana rastlamıştı, ne araba geçmişti. Yokuşu inecekti, mecburdu, kalırsa bulabilirlerdi kendisini. Çok uzaklaşmıştı, biraz daha sabredecekti, kurtulmasına ramak kalmıştı. Önündeki tümseği de inerse, anayolu göreceğine inanmıştı. Zamanında Fatih'in kendisini getirdiği, beraber annesini bekledikleri parkı da, oldukça geride bırakmış, göremez olmuştu. Yokuşa doğru ilerlediğinde, baş aşağı inmek, daha da zorlamıştı.

 

Değişik bir mahalle olsa gerekti ama Sultanbeyliği'ne bağlı olduğu kesindi. İndiği bu tümsek de, oranın mahalle kısmındandı, hemen kavramıştı. Düşündü de, hiç olmadığı kadar uzaklaşmış, kim bilir, kurtulmuştu belki de. Araba geçse, hemen durdurabilse, kurtulduğunu tamamen anlardı. Biraz ilerlediğinde, köşe başında, kaldırım taşında oturan adamlarla karşılaşmak, hafifçe ürkütmüştü. Soğuktan uyuşmuş bedeni, sert ayazların aksine, korkudan titremişti. Geri dönse de geçti artık, hem oranın çok sonunda, arabaların geçtiğini gördü. Yoldu tümseğin sonu, hem de istediği gibi anayoldu, gitmesi gerekti. Yaklaşmışken bu kadar çok, geri dönemezdi.

 

"Birol, kafam çok iyi lan!" Elindeki, kağıda sarılı içki şişesini kaldırım taşına bıraktığında, yanındaki arkadaşına keyifli bakışlar atmıştı. "İçirdin o kadar, benim ki sanki çok mu kötü?" İsminin Birol olduğu anlaşılan adam, eğlenircesine cevap vermişti. "İçirmesine içirdin ama bir de şurada hatun olsa, tadından geçilmezdi Demir, kuru içki beni kesmedi." İkisinin de gülüşleri, zifiri karanlık gecenin siyah örtüsüne karışmıştı. Gür kahkahalar, başlarını kaldırmalarına sebep olduğunda, ikisi de derin bir şaşkınlığa gömülmüştü...

 

"Ulan öldüm de cennete mi geldim, yoksa düş mü gördüklerim, dürtsene beni!" Demir, dudakları birbirinden ayrılırken karşısındaki kadına baktığında, yanındaki Birol'un kahkahaları değmişti kulaklarına. "Yok, gerçeğin ta kendisi; hatun dedik, kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz." Arkadaşının sözleri doğrultusunda, gülüşü çoğalan Demir, önlerinden geçen kadına iştahla bakmıştı. "Cillop gibi hatun hem de, hakikaten cennete gelmiş olabiliriz derdim ama ikimize aynı hatunu vermezlerdi." İkisinin de gülüşleri artmış, yerlerinden kalkan iki arkadaş, çekip giden kadına doğru ilerlemişlerdi.

 

"Hey, güzellik, baksana biraz!" Hande, karanlık gecede, korkusu çoğaldığında, risk almanın hiç de doğru olmadığını hemen anlamıştı. Gitmesi gerekti, sonunda kurtulacaktı, az kalmıştı. "Çok da nazlı çıktı, zaten biraz da çürükmüş ama olsun, idare edeceğiz." Diğer adamın sesi, içinde kanat çırpan kuşların kanatlarını parçalamıştı sanki, içinden koca bir hayat çekilmişti. Yürüteçini öne doğru sürüklediğinde, sahiden dedikleri kadar çürük olduğunu düşündü. Şimdi koşabilse, hem o iki adamdan kurtulacak, hem de hedefine kavuşacaktı...

 

"Çok da tripli çıktın be kızım, o kadar korkma, az tadına bakıp geri bırakacağız, biz de meraklın değiliz." Yürüteçi, elleri arasından ansızın çekildiğinde, demiri sıktığı avuçları bomboş olmuştu. Avuçlarındaki kuşun kanatlanıp iyileştiği, en masum vakitler, çocukluğu gelmişti hatıralarına. Güç kalmadığında bacaklarında, tam düşecekken omuzlarından kavranmış ama bağıramamıştı. İnilti gibi çıkmıştı sesi, kimselerin algılayamayacağı kadar zor...

 

"Konuşamadı bile, oğlum çok hasta bu kız, ben bu kadarını düşünmemiştim." Biraz geri çekilen kumral tenli çocuk, esmer olana göre ürkek çıkmıştı. "Hasta ise bu kadar güzel olmasaydı, bizim mi suçumuz?" Yerden kaldırdığında bedenini, iki kolundan da tutmuştu. Sakat kolunu da çekmesi, canını çok acıtsa bile sesi, iniltiden ibaret kalmıştı. "Bırak, yalvarırım dokunma!..." Oldukça boğuk çıksa da sesi, anlaşılmıştı söylemek istedikleri. "Al bak, sesi biraz çıktı, varmış dili." Yanındaki korkak gözüken de gülmüştü sözler karşısında.

 

Gün daha ağarmamışken bir ses yankılandı karşıdaki minareden, sabah ezanın sesi; ortama hakim olurken korku dolu bir hıçkırık döküldü dudaklarından, istemsizce bir damla gözyaşı aktı, yanağından çenesine uzandı... "Allah'ım!" dedi korku içinde, kendinden utandı, iğrendi... "Senden başka çarem kalmadı Allah'ım, kurtar beni!" Sesi düzgün çıkmıştı, hem net olmasa da, Allah; sonsuz anlayan ve dinleyendi, çok küçükken öğrenmişti babasından... Üzerindeki montu çıkardıklarında sağlam bacağı ile karşı koymak istemiş ama olmamıştı. "Demir, bırak da gidelim, kolu da sakat, bak ailesi varsa başımıza bela olur!" Sakin çıkmıştı kumral tenli olanın sesi. Biraz da korkaktı, çekingen, istemsizce acımıştı. "Salaklaşma lan, ailesi olsa, gecenin bir saati sokakta işi ne!" demişti esmer olan.

 

"Yaa tamam, en azından ezan bitene kadar bekleyelim." Çirkin dişleri vardı kumral tenli olanın da, iyi değildi, sadece korkaktı, çekingendi, korkaklığı bile isteye seçmişti. "Gün ışımak üzere, vakit kalmadı." demişti esmer olan, kumrala göre, daha şekilsiz sima sahibi olduğunu düşündü. Yırtarcasına çıkardığında üzerindeki sabahlık şeklinde olan hırkasını, sesi çıktığı kadar çığlık atmış, sağlam bacağı ile karşı koymak, adamı tekmelemek istemişti. Sadece istemekle kalmış, karşısındaki adam, gözünün tam altına sert bir yumruk attığında, acı dolu bir inilti daha kopmuştu dudaklarından...

 

...İnsan, belki de dünyadaki en tehlikeli varlıktı, Hande; kurtulmak için çırpındığı vakitlerde, evvelden korktuğu köpeklerin saldırısına uğramayı temenni etmişti. Bir köpek gelse, o bahane ile karşısındaki adamlardan çok rahat kurtulabilirdi. "Sözcükler tükenmiş, kalem kağıda küsmüşken şimdi nasıl anlatmalı, insanın insana yaptığını?..." demişti Birhan Eroğlu, insanın insanın çilesiydi. "Yalvarırım bırakın beni..." İniltiden bile daha güçsüz çıkmıştı gür tutmak için çabaladığı sesi. Esmer adamın pis nefesini boynunda hissettiğinde, ittirmek istemiş ama başaramamıştı. Yüzü mosmor kalmıştı tenine geçirdiği yumruktan, yetmezmiş gibi bir de, ağzından, hastalığı gereği kan akmaya başlamıştı... "Bırak!" demişti son kez, güçlükle çıktığında sesi...

 

"Yardım et Allah'ım!..." Yaradandan bir kez daha kurtuluş diledi. Yenilgisini kabullenmedi, kirli ellerin bedenini tuttuğu vakitlerde, çırpındığı her anda, tekrar darbeler aldı bedenine. El kaldırdılar, sarstılar durması için ama duramadı. 'Sürgün kaçağı' adını son zamanlarda verdiği haline dönmek istedi. Kaçtığına ilk kez pişman oldu, daima ürktüğü adamın esareti altında durduğu zamanları, daha çok özleyecekti. Birazdan hem bedeninde, hem de en çok ruhunda, ömrünce geçmeyecek başka acılar taşıyacaktı. Sürgün kaçağı değil, isimsiz viranlıkları kalacaktı. Başına gelenlerde en ağır suçlu da kendisi kalacaktı. "Affet Allah'ım." dedi son kez... "Kurtarmazsın benim gibi suçlusunu, bilirim ama en azından belki duamı boş çevirmez de bağışlarsın..."

 

Bölüm sonu...

 

Evet, kabus gibi bir bölümün sonuna geldik, tamam kabul ediyorum. Çok kötü bir insanım, onu da kabul ettim. Bana fazla kızmayın ama olur mu? Hande'nin bazen akıllanması için böyle bedeller ödemesi gerek. Tamam, biraz fazla ağır oldu ama ortasını tutturamadım. Sonuçta hamlelerinde ağır hatalar var ve bu hatalar da, böyle sonuçlar doğurabiliyor, gerçekçi bir anlatıma sahibim aslında.

 

Sizce kurtulabilecek mi?

 

Bundan sonra neler olacağına dair ufak tahminler alabilirim.

 

Sonraki bölümde görüşmek üzere, sevgiyle kalın...

Loading...
0%