Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3. Bölüm: "Sürgün"

@mavi_melekler

Çok severek oluşturduğum bölümle gelirken karşınıza, iliklerime kadar heyecanla doldum. Yeni kurgumuz, uzun zamandır kaleme almak istediğim kurgumuz, beni kendine hep çeker oldu. Yazdıkça daha çok kendini kıpırdatır oldu, durduramadım kalemimi. Hande, her tarafı acı ile kuşatılmış kadın... Bu bölüm onu okurken hiç de görüldüğü kadar rahat bir hayata sahip olmadığını, kendi gücü ile bulunduğu konuma geldiğini göreceksiniz. Fatih, dışarıdan sinirli; soğuk, kaba gözükse de, ne kadar vicdanlı bir adam olduğunu, okudukça göreceksiniz. İnsan, bazen istemeden hatalı davranır, çünkü bazı çözümleri, hatalara girmeden bulamazsınız, Fatih de saplanmış hata girdabına, çıkamaz... Uzun bölümle geldim karşınıza ama çok aşırı değil, tam 6000 kelime sınırında bıraktım. Ne kısacık tuttum, ne de çok uzunla boğmadım, kıvamında olduğunu düşündüm. Her satırda, geçmişten parçalar ve bolca hasreti körükleyeceğiniz bölüm getirdim sizlere...

 

Bölüm şarkımızı, bölüme harika uyumlu medya resmi ile birlikte medyamıza bırakırken, açmakta zorlananlar için ismini de vereceğim. Kurgumuzu kaleme almak için Eylül ayında cesaretimi topladım, o zamandan şimdiki zamana, 12 Bölüm biriktirdim. 1 Eylül Çarşamba günü, 2021 Yılında, başlamakta cesarette bulundum, tekrardan paylaştım uzun zaman sonra kurgumuzu... 28.01.2021 Tarihinde, 3. Bölümü sizlere getirirken bu zamana dek hiç durmadan mürekkebimi akıttım. 12 Tane bölüm biriktirdim ve iliklerime dek Hande ile Fatih'le doldurdum kendimi... Yazdıkça açılıyorum, iplik gibi çözülüyorum... Leyla'nın finalinden sonra çok duygusallaşmış, bir türlü ayrılamamıştım o kurgumdan, Veda Tepesi'ne başlamakta da çok isteksizdim. İyice dinlendikten sonra, burasına ait olduğumu anladım ve sizlere en sevdiğim kadın karakterimi getirdim... Söylemek istediğim şu ki, Eylül ayında kurgumuza başladığım için medya resmimiz, harika oldu, tam da sonbaharı anlatmakta. Bölüm şarkımız, bir fon müziği, sadece Youtube'a, arama kısmına yazacaklarınızı söyleyeceğim:

 

"Hasretinle Yandı Gönlüm Nasıl Çalınır? Notaları ve Sözleri" Aynı bunları kodlarsanız arama butonuna, bir güzel çıkacaktır karşınıza. Elbette ki zaten, medya üzerine bıraktım, aksilik çıkmazsa, kesin açılacaktır. Sizden ricam, şarkı ile birlikte, satırları ince detaylarına inerek okumanız... Geçmişe gideceğimiz sahnelerden, şimdi ki zamana, bolca hasretle, siz de tutuşacaksınız. Babasından nefret ettiğini sanan ama onu en çok özlemekte olan bir kadınla karşılaşacaksınız. Sadakatinden, vefat eden nişanlısını hiç unutamamış, bir an olsun, ölüm bile ayıramamış, hep sevmekte olan adamla karşılaşacaksınız... Okudukça görecek, her satırda biraz daha özlemle, siz de kavrulacaksınız. Benim satırlarımda hüzün olur, matem ve acı olur. Sizden ricam, şarkı ile birlikte sindirerek okurken, en çok özlediğinizi hatırlamanız, acınızı çekinmeden, eleştirilerde paylaşmanızdır...

 

3. Bölüm: "Sürgün"

 

Bir kelebek ağrısıydı, vakit dardı, mevsim hicazdı.

Yetişmem gereken bir ölüm, kaçmam gereken bir hayat vardı...

(Birhan Keskin)

 

Göçmen kuşlar, kanatlarını hicranla çırparken, hazan vaktiydi. Yapraklar, dallarına veda ederken çoktan göçmüşlerdi usulca. Yüreğinde acısı ile yeşerenlerin mevsimiydi sonbahar, kayıpları, yitikleri olanların... Sonbahar geceleri değildi geçmek bilmeyen, sevdiğini toprağa verenlerin gecesiydi en uzun gece. Sevdiklerimizi acımadan bizden alan toprağın altına verdiğimiz günün gecesi, zaman geçmezdi. Gün ağardığında, sevdiğimiz çıkıp geri gelecek umudu ile geçirirdik katran karası geceyi. Öyle ya, hayat umuttan ibaretti. Umut güzeldi ama ölüme gidenlerden geriye umut kalmazdı. Her derdin çaresi vardı da, ölümün çaresini bulamazdık...

 

"Sevmeye, benden sonra sakın küsme sevgilim, sen mutlu olursan, ben de ancak öyle sevinebilirim." Ölüme o kadar yakındı ki, bunun da alalade farkındaydı genç kadın. Her kelimesi, gidişlerden ibaretti, kalmaktan değil... Ölümün kıyısında dans ediyordu adeta, gitmeye meyilliydi. "Senden sonra mutlu kalmamı istiyorsan, kabrimde bile sevindirmek istiyorsan beni, kalbini aşka kapatma. Sen acı çekerken, ben mutlu olamam." Kalbinde gidişlerin kırığı, sımsıkı tutmuştu ellerini. Son günleriydi, belki de son saatleri... Öyle ya, ölümün saati olsa, kimse ilelebet bu kadar kötü olamazdı ki?

 

"Sen gitmeyeceksin, hep benimle kalacaksın, iyileşeceksin!" İnsanın en büyük çaresizliği de, ölümü kabullenmekti. Fatih, ne kadar çabalasa da kabullenemiyordu sevdiği kadının hastalığının ağır olduğunu. Küçük mucizelere inanmıştı hep, hayatına birden gelen mucizelere... Küçük ama oldukça tatlı mucizeler... Yasemin de birden çıkıp gelmemiş miydi hayatına? Şimdi belki iyileşiverirdi de, hayatlarına kaldıkları yerden devam ederlerdi. Eski güzel günlerine dönerdiler belki.

 

"Fatih, beni üzme ne olur, hadi bana burada söz ver, benden sonra tekrar sevebilmek için kalbini mühürlemeyeceksin." Son zamanlara doğru nefesi kesikçe çıkar olmuş, konuşmakta bile zorlanıyordu.

 

"Söz, seni mutlu etmek için tekrardan seveceğim, hayatı kendime zehir etmeyeceğim, acımı etrafıma saçmayacağım ama en öncesinde de, sen ölmeyeceksin, yaşatacağım seni!" Sımsıkı tutmuş ellerini, ismi gibi yasemin kokan saçlarını öpmüş, su yeşili gözlerine bakmış, söz vermişti. Kapatmayacaktı kalbinin kapılarını o giderse. Ne toprağın altındaki sevdiğine zehir edecekti kabrini, ne de kendine hayatı. Sevecekti, mutlu olacaktı. Yaşam kadar, ölüm de Allah'ın takdiriydi. İsyan ederek günaha girmektense, mutlu olmak için çabalayacaktı...

 

Fatih, sevdiği kadını kaybettiği gün, hayatın içindeki umutlarını bırakmamıştı. Sımsıkı, daha sıkı sarılmıştı hayata, kendini kaybetmemişti. Yaşadığı acılarını, etrafına öfke saçarak kimseye belli etmemişti. İnsanları da kendisi ile birlikte perişan etmek istememişti. Soğuk, öfkeli, katı, mesafeli birine dönüşmemişti. Güçlü olmak, acılarından ötürü insanlara hayatı zehir etmek değildi. Kin, nefret ve sinire bulayıp da kalbini, acılarını insanlardan çıkarmak da değildi güçlü olmak. Sabaha gözlerini kâbuslarla aralarken, o kızı getirdiği sığınakta, sandalyenin üzerinde uykuya daldığını anlamıştı. Çok uyuşmamıştı bedeni, alışkındı sandalyelerde uyumaya. Yasemin'i, hastane köşelerinde çok beklemişti sandalye üzerlerinde, o günlerden geriye, bolca acı kalmıştı.

 

Söz verdiği gibi, kalbini kapatmamıştı. Hep çabalamıştı Yasemin gibi kalbine iyi gelecek biri ile karşılaşmak için, uğraşmıştı. Sevmek denen uçsuz bucaksız denize çok uzakta kalmıştı yüreği, ne kadar söz verse de, hep imkansız gibi bakardı, kalbinden Yasemin'i söküp atabilmek, mümkün değilmiş gibi düşünürdü... En üst katta ki, sol tarafta kalan mutfağı incelerken harabeden daha kötü durumda olduğunu gördü. Burada nasıl yemek pişireceklerdi ki? Özcan'ın eşi Melek, marifetli kızdı, küçük bir tüple, güzel yemekler çıkarabilirdi. 'Nerden düştüm ben bu saçma bataklığa!' derken sinirlerine hakim olamamıştı. Suçların en ağırına girmişti, geri dönülmez bir yoldaydı... Ya kız ölürse, elinde kalırsa?... En başından göze almayacaktı, hızlı karar vermesinin en sinir bozucu sonucu da, bunlar olsa gerekti. Ağabeyinin, kardeşinin; sevdiği kadının, yitirdiklerinin acısını daha içinden atamadan, çocukluğuna olan borçlarını ödüyor, mahcubiyetinden kurtulmaya çalışıyordu.

 

Hande, küf ve rutübet kokusunu, nerede ise gırtlağının en derinlerine kadar alırken öksürmekte bile zorlanmaktaydı. Araladığı, hafifçe kirpiklerini kıpırdattığı göz kapaklarının arasına tozlar girmiş, acı ile inlemişti. Evet, ne kadar uğraşsa da sesi, bir iniltiden ibaretti, sağlam tarafını da kıpırdatamıyordu üstelik. Yoksa, tamamen, tekrardan mı felç kalmıştı? Sağlam tarafını oynatması için ortada engel olduğunu anladı. Tozdan acımış gözlerini tekrardan aralamak için zorladı. Yanmış gözlerini, canhıraş şekilde araladığında, bulunduğu ortamı seçmek için çabaladı. Uğraşları sırasında, uyumadan önce olanlar, ürpertici şekilde zihnine çarpıp geçerken daha kötü inledi. Sesinin, iniltiden ibaret olma sebebini de, çok sürmeden çözmüştü. Bir sandalyenin üzerine, özenle bağlanmıştı. Kendisini bağlayan kişi, felçli olan tarafını incitmemek için, orasını daha az düğümlemişti. Kendisini kaçıran kişi, kitap kafede gördüğü adamdı, tahminlerindeki gibi, karşısına bilinçli çıkmış, bunu ise, kendisini alaya alarak belirtmişti. Kimdi, ne istemişti kendisinden? Para için mi? Yoksa organlarını mı alacaktı? İnsanın böyle bir durumda, aklına gelmedik kalmazdı ki. Delirme raddesine gelmişti. Çırpındıkça, kalın ipler, sakat tarafını daha çok karıncalandırarak acıtmıştı. Kalın bir inilti olarak çıkan sesinden ötürü, konuşması da imkansızlaşmıştı.

 

Yeliz Hanım, merak etmeye başlamış mıydı acaba? Tabii etmişti, sonuçta bir gecedir evine gitmemişti. Dün kaçırılmıştı ve şu an sabah olmuştu. Zaman kavramını, üzerindeki ilacın etkisinden kurtulunca, ancak idrak edebilmişti. Ne kadar ağır bir ilaçla bayıltılmışsa, idrak ölçüsü de ancak gelebilmişti. Yeliz Hanım, eğer polise gittiyse, kurtulma imkanı vardı. Kendisini kaçıran kişi, hemen öldürmezse tabii. Canından olmak varsa eğer kaderinde, bundan çok da korkmuyordu açıkçası. Kendisine zarar vermeden, direkt öldürmesine razı gelebilirdi. Hem istemediği evlilikten kurtulurdu, hem de öz annesinin nefretinden. Belki de başka şartlar altında olsa, kurtulmak için daha çok çabalardı ama kendisi, ölümü her gün biraz daha çağırırdı. Yaşadıkları, uzun zamandır başından geçenler, korkunç bir kâbus olsa, babası 'Katil' olmasa, çıkıp gelse, uzatsa ellerini, kurtarsa kendisini?... Ne çok isterdi, anlattığı masallardaki kahramanlar gibi gelmesini, kendisini buradan çıkarmasını.

 

İçerisinde bulunduğu sığınağı incelerken dehşet dolu iniltilerine de devam etmişti. İplerden kurtulmak için her çırpındığında, biraz daha acıdı sağ tarafı, iniltileri daha da gürleşti ama ne kadar uğraşsa da, çok öte gidemedi. Pencerelerin üzerinin kapalı olmadığını fark etti, kapatmak için kalın, sert perdeler vardı ama üzeri açıktı. Üstelik, kendileri de açıktı pencerelerin. Kesinlikle İstanbul'daydılar, şehirden de çıkmamışlardı ama hangi bölge olduğunu çözememişti. Yere çarptı defalarca kez sağlam bacağını, kendini, sağlam tarafı ile sürüklemek için çabaladı, pencere tarafına ilerlemesi gerekti ama imkansızdı. Gözleri, bir an için koltuk değneğini aradı ama burada olsa, ne mümkündü ki kullanması? Her tarafı bağlanmışken kendisi ile beraber olsa değneği, ne olurdu ki? İçerisi, güneşi çok az görmekteydi, karanlıktı, köhneydi. Loş bir ışık vardı, dışarısı ise, güneş görmeyecek kadar soğuktu. Sisli hava, içerisini daha da karartmıştı. Çaresizce etrafına bakınırken gözleri, kendisinden epeyce uzakta ki koltuk değneğine çarpmıştı. Yakınında olsa da kullanamazdı ki bu halde, iplerden de kurtulamıyordu.

 

"Sonunda prens, prensesi kurtarmış, masalın sonuna da, umut dolu bir mutluluk düşmüş..." Elindeki kitabın kapağını kapatırken kenardaki konsola bıraktı. Yerinden kalkarken kızına doğru eğildi, üzerini örttü Cezmi Bey. "Benim güzel kızım da sonunda, gözlerini kapatmış, uykuya dalmış..." Hande, yarı uykulu gözlerini aralamak için çabalasa da, başarılı olamadı. Hafifçe dudaklarını araladı, güçlükle konuştu. "Baba..." derken uykulu olmasından ötürü güçsüz çıkmıştı sesi. "Sen de beni kurtarırsın, değil mi, beni kimse sevmezse, sen kahramanım olur musun?" demişti sesinin çıkabildiğince. Uyuyacaktı ama önce bu sorunun cevabını alıp güven bulması gerekti. Hande, hep aynı soruları, farklı şekillerde sorar babasına, alacağı cevapların her biri ile de, çok ayrı mutluluklar alırdı. Yanılmazdı tahminlerinde, babası da, her defasında; ayrı şekillerde, tekrardan sevgisini dile getirerek, aynı kapıya çıkan cevapları vermekten sıkılmaz, aksine, keyif alırdı.

 

"Seni kimse sevmeyecek zaten, tek kahramanın; ben olacağım, hadi kapat artık gözlerini bir tanem, çok geç oldu..." Usulca, aldığı cevabın verdiği mutlulukla gözlerini kapatırken babasının üzerini örtmesini, sonra da ışığı kapatıp gidişini, yarı açık gözleri ile son kez seyretmişti. Ne durumda olursa olsun, babası gelecek, kendisini kurtaracaktı. Uyuturken anlattığı masaldaki kahramanı olacaktı. Hep kahramanları anlatırdı masallarda, kendisi de onlar gibiydi, daima kahramanı olacaktı. Kızların kahramanları, babaları olurdu, öyle anlatırdı. Satırın son sayfasında, karakterlerin payına mutluluk düşmüştü, kendisine ise bolca umut... Nerede, ne halde olursa olsun, babası daima gelecek, kurtaracaktı kendisini, bunun verdiği güven ile gözlerini tamamen kapatmıştı...

 

Acı, dudaklarından kahır dolu bir iniltinin çıkmasına sebep olurken ağzındaki bant, ne kadar kalın ve sertse, sesi de oldukça boğuk çıkmıştı. 'Baba!' demişti içinde kopan, derinliklerden gelen o iç sese engel olamadan. Ağzı kapalıydı ama kalbi konuşmuştu, kalbin de bir dili olsa gerekti. 'Ne olur bul, kurtar beni!' Derinliklerinden çıkıp gelen sese engel olamamış, daha acı inlemişti. Çırpındıkça perişan olmuştu sağ tarafı, acıyı hissedebiliyordu, esaretin verdiği o acı, felç tarafına değil sadece, tüm benliğine ulaşmıştı. Yüzünü kapatan saçlarından kurtulmak için kafasını dikleştirdi ama kurtulamadı, bedenindeki ipler, tutmayan tarafı, buna müsaade edemedi. Yapışan saçlardan kurtulmak, belki bir umut, ipleri de çözebilmek için gerdi kendini ama olmadı. Yolda, bu eve getirilirken saçlarındaki topuz çözülmüştü anlaşılan. Bir çırpınışla daha gererken bedenini, gözleri önünde parlayarak düşen tokasına baktı. Salık saçlarının ucunda kalmıştı, belli ki kaçırıldığı anda çözülen topuzundan sonra, saç uçlarına gelmişti. En sonunda da düşmüştü. Yere doğru inen sarı tokası, daha acı inlemesine sebep oldu, çünkü en sevdiği, uğurlu kolyesi ile takım olan tokasıydı. Kaçırılmıştı, eli kolu ve ağzı bağlanmış, bir sığınağa hapsedilmişti, düşündüğü, şu an için tokası olamazdı. Yere düşen tokanın, çocukluğundaki gibi masum kalmasını diledi Allah'tan, kendisine zarar vermelerinden o kadar korktu. Öldürseler de, direkt kurtarsalar, buna razı gelebilirdi.

 

İçerinin kapısının açıldığını anladığında, zerre direnç kalmadığından bedeninde, kendini çeviremedi. Sadece boğuk iniltiler döküldü dudaklarından, gözyaşlarına ise çok uzaktı. Bir olay karşısında korksa, üzülse, ne kadar acı çekse de, öyle kolay hal ağlamazdı. En az tebessümler kadar uzaktı gözyaşlarına, ifadesiz tutmak için çabalardı. Kapı tamamen açılmış, içeri gelen adım seslerini dinlemişti. Tanıdık sima, tam karşısında durduğunda, korku dolu iniltileri artmış, öfke ile bakmıştı karşısındaki adama. Karşı taraftaki hafif kırık, eski, döküntü sandalyeyi çekmiş, kadının tam karşısına, kırık sandalyenin ucuna oturmuştu genç adam. İplerin müsaade ettiğince, bedenini öne doğru iten kadın, dikkatlice ama çok da ters bakmıştı adama. Aynı adamdı, kitap kafede karşılaştığı ve dün gece karşısına çıkıp kendisini alaya alan, sonra da kaçmasına müsaade etmeden bayıltan adam... Tüm bunların olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu, anlamalıydı o gün karşısına bilinçli çıktığını. İnsan, hayatında ilk defa karşılaştığı bir kadın ile o kadar şairane konuşamazdı ki. Önce kendisini kaldırması, sonra koltuk değneğine tutundurup sonra da kendi masasına davet etmesi... Karşısına çıktığında konuşmasa ne olacaktı sanki? Yine kaçırırdı, engel değildi ki.

 

"Korkma!" demişti kendisine öfke dolu bakışlar atan kadına, hafifçe eğilmişti ona doğru, bakışlarını dikmişti. "Sana zarar vermeyeceğim, mecbur olmasam, seni bu kadar kaba şekilde tutmazdım kendimle birlikte." Çok araştırmıştı zamanında, eğer onu tutabilecek daha sessiz bir ortam bulsa, asla bağlamazdı. İlk etapta hep karşı çıkmıştı bu sığınağa, daha sessiz, ormanın ortasında bağ evi araştırmıştı. Ne kadar uğraşsa da bulamamış, en sonunda da bu sığınağa getirmişti. Etrafta, çok sınırlı da olsa insan vardı, üstelik kapıların kilidi de sağlam değildi. Evet, bağlamaktan başka çaresi kalmamıştı. "Ağzını açacağım ama bağırmayacaksın, zaten bağırsan da sesini duyuramazsın, etrafta şu an kimse olmadığını bil." Kısa bakışların ardından kadın, buna başını sallamasa da, bakışları ile onayladı. Öylece sustu ve baktı adama, korkusunu belli etmemek için de ayrıca çaba sarf etti. Doğruldu hafifçe, uzandı kadına doğru, ağzındaki bantı, tek çekişte açtı. Rahat nefes alabilmenin verdiği sakinlik ile durdu, bir süre bakındı etrafına, sessizce bekledi.

 

"Kimsin sen?!..." Yükselmese de, çok sert çıkmaktan alıkoymamıştı sesini. "Beni neden kaçırdın?" Daha da sertleştirdi. "Para için mi, organlarımı mı alacaksın? Ben zaten sakatım, hiçbir organım işini görmez, hem göründüğü kadar zengin de değilim." Kadından işittikleri karşısında sinirleri bozulan adamın, dişlerini sıkması da çabuk olmuştu. "Kes sesini, organ mafyası değilim, paranda da gözüm olmadı, ederin düşük senin zaten, kimsenin senin için para ödeyeceğini sanmam." Konuşmaları, anlık olarak sinirlerine dokunduğunda, dil kemiksiz olduğundan belki de, kendini engelleyememiş, ağır konuşmuştu.

 

"Ne istedin o zaman benden?!" Yükselen sesi, birden göstermişti kendini. "Kes, bağırma, ağzını kapatırım, bir daha da açmam! Mecbur kaldım, burada olman gerek, anladın mı?" Sözlerinden sonra öfke ile soludu kadın. "Anlamadım?..." dedi sinir içinde. "Bir daha anlatsana... Kim, neden birini zorla alıkoyar?"

 

"Senin gibi şımarığa hayatı öğretecek değilim, şu an öğrenmemen gerek, vakti geldiğinde, neden burada olduğunu öğreneceksin."

 

"Sen kimsin de, bana hayatı öğreteceksin, şehir eşkiyası! Hemen bırak beni! Yol yakınken vazgeç, zaten sonunda yakalanacaksın, hapislerde sürüneceksin."

 

"Kim çıkaracak arama ihbarını, kim gidecek polise, anlatsana." Sesi, alaycı, eğlenircesine çıkmıştı.

 

"Annem, iki tane annem var benim..." Oldukça kesik çıkmıştı sesi, konuşmakta zorlanmıştı ama dediğini anlaştırmıştı. "Yaa, demek öyle." Yıpratmak istememişti ama kadın hak ediyordu aşağılanmayı, hasta olmasa, söyleyecek çok sözü vardı. "İkisi de bulacak, Yeliz Anne'm, süründürecek seni."

 

"İnşallah düşlerin bir gün gerçek olur." derken oturduğu sandalyeden doğrulmuş, tamamen kalkmıştı. Sesindeki umursamazlığı fark eden kadın, öfkesine engel olamadı, buradan kurtulması gerekti. Kendisini, bu odada bırakıp gidecekti ve ağzı da açıktı, değerlendirebilirdi.

 

"İmdat, yardım edin, kimse yok mu?!... Yardım edin!..." Çabucak yarıda kesilmişti cümlesi, bir kısmını bitirememiş, yeterine gürleyememişti. Genç adam, hızla kestiği bandı, kadının dudaklarına yapıştırmış, özenle kapatmıştı ağzını. "Bir sussan olmuyor, değil mi? Yapmak istemediklerime mecbur bırakmasan keşke..." En zoru da, bir insanı, isteği dışında bağlamak, bu şekilde alıkoymaktı. Odanın dışına çıkarken kapısını kilitlemiş, mutfak tarafına ilerlemişti. Çay suyu koyup tüpün altını açarken unuttuğu bir gerçeği hatırladı. İçerideki kızın devamlı kullandığı ilaçları vardı, unutmuştu. Eczaneye gitmesi gerekti, ne çabuk çıkmıştı aklından. Çayın altını geri söndürürken mutfaktan çıktı.

 

Yüreğinde, hiç bitmeyecek olan vicdan azabı ile çıktı evden. Kapıları, son kez, dikkatlice kontrol etti. Arabasına atladığında, eczaneden önce, başka bir tarafa doğru sürdü. Nedense, herkesten ve her gerçekten önce, bugün Yasemin'e gitmek istemiş, kollarını, bilinçsiz bir refleksle kullanarak, kabristana doğru sürmüştü. Kırık taraflarından diğeri de, Yasemin olmuştu. Sevdiği kadın, tek sevdiği, tek gerçeği... Yaralarını incitmeden saran kadın, çok zamansız çekip gitmişti. Ağabeyi ve kardeşi İnci gibi, onun da geride sadece resimleri kalmıştı...

 

"Fatih..." Kolları arasındaki genç kadını, hafifçe kendinden ayırdığında, yeşilimsi gözlerine baktı. Bakışları da, kalbi kadar güzeldi. Dinlemek istediğini belirtircesine, insanın içini ısıtan gözlerinden, ayırmadı katran karası bakışlarını. "Olur da hayattaki vademi doldurursam, kabrine gelme, uzaktan konuş resimlerimle. Üzülüp de sinir nöbetleri geçirirsen, dayanamam ben, çok üzülürüm sonra." Parmakları, kadının dudaklarını usulca okşarken, kaşları da çatılmıştı istemsizce. Zamanın durduğu, aşkın konuştuğu vakitlerdi...

 

"Unut ölmeyi, iyileşeceksin sen, çok mutlu olacağız..." Sardığında tekrardan kolları arasına, saçlarını öpmüştü. "Hiç ayrılmayacağız, evleneceğiz, çocuklarımız olacak..." Kollarını gevşetse de kadının belinden, kalbi sımsıkı mühürlenmişti ona. Yasemin, mide kanseri ile cebelleşirken, gün geçtikçe eriyordu gözleri önünde. Nişanlısının, sevdiği kadının sonunu seyrediyordu, hem de her vakit, daha çok daralıyordu onlar için. Onu iyileştirecekti, sevgisi ile şifa olacaktı ona. Doktorun söyledikleri umutsuzdu oysa ama Fatih, bunu kabullenmemekte ısrarcıydı.

 

"Yapma sevgilim, kabullen, bak doktorlar çok ciddi, hiç sözünü esirgemiyorlar." Hastanede, amansız hastalıklarla mücadele eden hastalara doktor, oldukça ciddi konuşurdu. Acımasız gibi gözükse de, hep doğruyu söylerlerdi. Yasemin, ölüme çok yakın olduğunun farkındaydı. Her adımda, biraz daha çağırıyordu kendisini ölüm. "Konuşur onlar, söylerler öyle, senin ne kadar dirençli olduğunu bilemezler. Bak, söz veriyorum, seni hayatta tutmak için ne gerekirse yapacağım. Önümüz bahar olacak, çiçekler açtıracağım kalbinde..."

 

Yarınlardaki güzel baharlardan söz etmişti, çiçekleri açtıracak, kuş sesleri ile çınlatacaktı etrafı. Yasemin gittiğinde, kasırgalar esmiş, kış, çok şiddetli gelmişti. Günler geçmiş, hiç görmemişti baharı, hiç aydınlanmamıştı dünyası. Kalbi, sonbahar ülkesine dönmüştü. Hiç çiçek açmamıştı yüreği, hiç uğramamıştı göçmen kuşlar. Mühürlediği kalbi, öylece kalmıştı. Düşlerine gelip de, 'Mutlu ol benden sonra.' diyen sevdiği kadın için mutlu gözükmeye çalışırdı. İyi değildi. 'İyiyim' kelimesini kullanırdı, hal hatır soranlara. Lakin kötüydü, çok kötüydü hem de... Sevdiği soğuk, karanlık toprağın altında yatarken, iyi olması, ne kadar mümkün olabilirdi ki?...

 

Kabristana gelmeden önce aracını durdurmuş, Yasemin'in en sevdiği çiçekleri almıştı. Tekrar bindiğinde araca, acısı, daha da artmıştı. Çok özlemişti sevdiği kadını ama onu ziyaret edemeyecek kadar da acizdi. Çünkü başındaki saçmalıklar, engeller birleşmiş, acısını bile hissetmekten eksik bırakmışlardı kendisini. Her sevdiği, ondan parçalarını alarak gitmişti. Korkunç düşüncelerinden çıktığında kaldırdı başını tamamen, gelmişti... Kapısını gördüğü an bile titremişti. Çoğu zaman kabristan dönüşlerinde acıdan sinir nöbeti geçirirdi. İçerisinden çıkarken arabanın kapısını, titrek parmakları ile aralamıştı. Demir kapıdan geçerken yokuş misali tümsekten çıktı. Sevdiği kadının kabri, oldukça tepede kalmıştı. Yürürken titremesini de engelleyememişti. Uzun arayışın ardından bulduğunda, ilerledi o tarafa doğru. Yaklaştığında, baktı uzunca mezar taşına...

 

YASEMİN DEMİR

D.T: 12.12.1991

Ö.T: 13.11.2018

 

Sevdiklerimizden geriye kalan da bu olsa gerekti. Bir avuç toprak, bir tane de mezar taşı... Soğuk, buz gibi mezardan ibaretti yere göre sığdıramadıklarımız. Keşke bu kadar erken bitmeseydi hikâyeleri, soğuk toprağın altında bırakmasalardı öykülerini... Fatih, elindeki çiçekleri, titrek kolları ile bırakırken güçlükle yutkundu, bedeni karmaşık hale gelmişti acıdan. Kendini çok güçsüz hissederdi bazen ama sonra düşünürdü de, insanların kahırları, güçsüzleştirdiği gibi, güçlü hale de getirirdi. Hayatta her durum, insanlar için değil miydi? Keşkelerle ilerlettiği hayatında, korkuları çok görmemeliydi kendisine. Parmaklarını, ürkerek gezdirdi toprağın üzerinde.

 

"Hani söz vermiştin, hiç gitmeyecektin. Yalancısın işte, tutmadın sözünü, çekip gittin. Oysa doğum günümde söz vermiştin bana, seni dilediğimde... Sonsuz olacaktın, hep kalacaktın benimle." Belki de hayatı boyunca en güzel doğum günü olmuştu o gün. Yasemin, ilk kez umut dolu konuşmuştu. Kalmaktan bahsetmişti, gitmekten söz etmemişti. Söylediği tek kelime, umutlar zincirine halka etmişti genç adamı. Keşke hep o günki gibi olabilseydi hayatları, o şekilde kalabilseydi. Yasemin, hayatı boyunca unutamayacağı doğum günü hazırlamıştı kendisine.

 

..."Ne diledin, söylemezsen vallahi konuşmam, söyleyeceksin işte!" Karşısında, ellerinde pastayı tutan sevdiği kadına baktı. Üzerindeki mumları üflemiş, sonra da başını kaldırıp, zümrüt bakışlısını izlemişti. "Bak yaa, başladı yine, seninle bu konuda anlaşamayacağız belli ki." Yasemin asılan yüzünü gördüğünde, eğilip dudağına öpücük bırakmış, sonra hemen geri çekilmişti. Sırf onu kızdırmak için çabalardı, onun için söylemezdi. Yasemin, elindeki pastayı masanın üzerine bıraktığında, koltuğa oturmuş, sinir olduğunu da, bakışlarından belirtmişti. Genç adam, eğlenir tınısına son verdiğinde gelmiş, yanına oturmuştu kadının.

 

"Kızma hemen, söyleyeceğim." Sımsıkı sarılmıştı karşısındaki kadına, kollarına çekmişti onu. Kalbi, tüm mutluluklarına inat buruktu. Yasemin'i teskin etse, ona belli etmese de, ölüme yakın olduğunun farkndaydı. "Seni diledim, oldu mu şimdi?" Yasemin, duydukları ile afallamış gibiydi. Masanın üzerindeki pastadan mumları çıkarmış, bıçak ile bölerken pastayı, tabaklara ayırmıştı. "Yalancı!" demişti sahte sinirle. "Ben buradayım ya, neyimi diledin benim?!" Elindeki pasta tabağını genç adama uzatmış, kendisi de masadaki tabağı almıştı. Yorgun bakışlarını seyretti, gün gelir de, bu bakışları bile özler miydi?

 

"E tamam işte, garanti ettim ben de. Sonsuz olman için diledim." Yasemin, ilk defa o gün, umutla gülümsemişti kendisine. Mutlu olmuştu belki de söylediklerinden ötürü. "Gitmeyeceğim bir tanem, sonsuz olmak için çabalayacağım." demişti. Umutları, ilk kez o gün taze tutmuştu, ölmekten bahsetmemişti, kalmaktan, yaşamaktan söz etmişti. Yasemin, başını sevdiği adamın göğsüne bırakmış, orada öylece kalmış, onun kokusunu içine çekmişti. Gitmemekten söz etmişti ama çok sürmemişti, Zümrüt gitmişti, tüm kalışlara ihanet edercesine gitmişti hem de...

 

"Kalmaktan söz ederken gittin, sahi sen neden gittin ki? Gidişin, kalışından daha çaresizdi; gözlerin; gözlerimde kalacaktı, hiç bırakmayacaktın beni." Yağmurdan sonra mis gibi kokmuş toprağı okşarken, toprağın neden bu kadar güzel koktuğunu anlamıştı. Söyleşiler doğruydu, sevdiklerimizi alırdı toprak. Çeker alırdı acımadan. "Sen çok severdin beyaz gülleri, sana onlarla geldim. Ayrılık getirdikleri, ne kadar da doğruymuş. Senden geriye, bana onlar kaldı. Beyaz güller, aşkımızın simgesiydiler, şimdi ise ayrılığımıza tanık oldular.

 

Sen gittin, İstanbul'a hiç güneş doğmadı, hiç sevgi açmadı kalbimde. Üşüdüm, içim üşüdü. Yasemin, sen de üşündün mü, soğuk mu orası? Sen çok üşürdün oldu olası, çabucak soğurdu ellerin, hiç sıcaklamazdın. Söz, hiç bırakmayacağım seni, sen benden gitsen de, ben gitmeyeceğim. Sık sık geleceğim, hep ziyaret edeceğim seni. Sevdiğin çiçekleri getireceğim, tadilat ettireceğim burayı. Sevdiğin çiçekleri ektireceğim toprağına, gelemediğim gün, onlar seninle olacaklar. Sana, beni hatırlatacaklar. Şimdi çok geç oldu, gitmem gerek. Sakın beni unutma, olur mu? Hep geleceğim, hiç gitmeyecek senden kalbim..."

 

Konuşmalarının sonlarına doğru, sesi titrer olmuştu, elleri gibi tıpkı, güçlükle kalkmıştı. "İyisin, değil mi?" Çekinerek sormuştu Özcan, arkadaşının görüntüsünden korkmuştu. Aradığı hiçbir ortamda bulamadığında, hemen, ilk işi kabire gelmek olmuştu. Kabristanda hesap sorması, çok da doğru olmayabilirdi ama sinirlenmişti. Ne telefonunu açmış, ne de doğru düzgün haber vermişti... Üstelik, evine de gitmemişti, ailesine sorduğunda, Fatih'in gelmediğini söylemişlerdi. Hem ailesini teskin etmiş, Fatih'in kendisinde kaldığı yalanını söylemiş onlara, hem de arkadaşını aramıştı. "İyi gibiyim, iyi olacağım." demişti. Yasemin'in kabrini arkada bırakırken, hızlıca kapı tarafına ilerledi. Hemen buradan çıkmazsa, daha kötü olup, sinir nöbeti geçirebilirdi. Çok aşırı durmamış, engellemişti kendini. Hızlıca kapının dışına çıktığında, arkadaşı da kendisine eşlik etmişti. Artık evine gidip dinlense, daha doğru olacaktı ama tabii ki bu, imkansızdı. Kendisinden ilaç bekleyen, üstelik aç bir şekilde, eşya misali sığınakta bıraktığı kadını hatırladığında, vicdanı tekrar sızladı. Kendinden bağımsız, acı ile kabristana sürdüğünde, onu tamamen unutmuştu.

 

Yakınlarındaki eczanenin kapısı önüne, araç kullanmadan gelmişlerdi. Yürürse, ancak iyileşebilirdi, kabristan ziyaretleri, hasta ederdi bedenini. Titreme nöbetlerine esir kalırdı, zelzele geçirirdi bedeni. Sabahın temiz havası, rahatlatmıştı bedenini, biraz daha kendine gelmişti. Ne olursa olsun, gidecekti kabrine. Sevdiği kadına olan vefasını ödeyecekti. Ne de çok severlerdi birbirlerini, ne hayalleri vardı birlikte ikisinin? Zamanları, Yasemin'in hastalığından ötürü, hep hastane odasında geçerdi. Olsun, mutluydular. Pencereden hastanenin bahçesini görürlerdi. Fatih, ona gördüklerini anlatırdı pencereden, umutla dinlerdi Yasemin de.

 

Hayallerinden konuşurlardı, geleceklerinden, yapacakları evlilikten, doğacak çocuklarından. Zaman geçip giderdi hastane odasında. Ölmekten söz eden sevdiği kadının yanına uzanır, sımsıkı sarılırdı ona. Saçlarını öper, "Yaşayacaksın, seni yaşatacağım." derdi. Güzel günler çabuk geçmişti, acı haber tez ulaşmıştı. Onunla hastane odalarında beklemeye razıydı oysa, beklerdi saatlerce, keşke nefes alabilseydi. Yaşatamamıştı onu, hayatta tutamamıştı. Düşüncelerinden, eczacının kendisine uzattığı poşet ile sıyrılırken, kendisinden ilaç bekleyen, gereksiz birini hatırladı. Acılarını çekme fırsatı bulamadan, bir de bununla uğraşacaktı. İlaçları aldığında birlikte çıkmışlar eczaneden, araca binmişlerdi.

 

"Melek'e haber verdin mi?" dedi düz bir sesle, artık kendinden geçmiş durumdaydı. Nereden ince ise oradan kopacaktı. "Konuştum, anlattım detaylıca, başlarda çok şaşırdı, afalladı, kabullenmekte de epeyce zorlandı ama dün akşama göre, şimdi biraz daha sakin, durgunlaştı." Melek, Özcan'ın, tam iki sene önce evlendiği eşiydi, onu da Özcan'la aynı okulda tanımıştı, Özcan'ın eşi olmakla birlikte, kendisinin de hem kardeşi, hem arkadaşı sayılırdı. "Sığınağa gelecek mi? Özcan, mühim olan bu, bak, kızın birsürü özel ihtiyacı olacak, Melek bize lazım, ikna et karını."

 

"Oğlum bir dur, sakinleş, ikna olacak, akşam aradığımda kesin tamamen kendine gelmiş olur, çağırırız."

 

Ayrıldığı bölgeye tekrar geldiğinde arabadan indi, ardından gelen arkadaşının adımlarını hissetse de, umursamadı. Mutfak kısmındaki masanın üzerinde duran poşeti aldı, içinden çıkardığı simit ve poğaçaları, raftan aldığı tabağın içine bıraktı. Yine raftan aldığı bardağa su doldururken ilaçları da eline aldı. "Fatih, annenle babana, dersinin uzadığını, gecikince de bende kaldığını dedim ama artık evine dönmen gerek kardeşim, Melek gelip kalır burada."

 

"Tek başına gelemez üstesinden."

 

"Ben de kalırım gerekirse, Melek, tek de baş eder, kız zaten sakat, endişelenme bu kadar."

 

"Elimizden kaçarsa, başımız beladan kurtulamaz, çok dikkatli olmamız gerek."

 

Elindekilerle birlikte mutfaktan çıkmış, binanın en alt katına ilerlerken kilitlediği kapıyı araladı. Sandalyeye bağlı olan kadının karşısına eskitme, tozlu bir sehpa çekerek, elindekileri üzerine bıraktı. Kapı pervazındaki Özcan'a, başını kaldırarak, kadının görmeyeceği şekilde, dudakları ile 'Git' işaretinde bulundu. İlginç olan ise Özcan, haraketi karşısında sinirlenmiş gibi aldırmadan, anında içeri girmişti. Derdi neydi bu çocuğun, aklını mı kaçırmıştı? Soracaktı hesabını ama şimdi zamanı değil. Özcan, sandalyedeki kadının karşısında dikeldiğinde, öldürücü bakışlar attı Fatih ama arkadaşı zerre umursamadı. Genç adam, arkadaşı ile uğraşma işini, sonraki zaman dilimine ertelerken, kızın önünde hafifçe eğildi, kolundaki ipleri çözdü. Kolay olanı denemek, önce ellerini çözüp serbestleştirmek istedi. Direnir, bağırırsa eğer, tekrar bağlayacak, mecburen Melek geldiğinde, o doyuracaktı kadını, başka çare kalmayacaktı. İplerin bir kısmını çözdüğünde, kadının iniltileri karşısında, ağzındaki banta gitti eli, tek çekişte açtı. Genç kadın, dudaklarından çıkan bant karşısında, öfke ile soludu. Öne doğru gitmek, değneğini alıp kaçmak, çok da mümkün gibi gözükmüyordu. Kaçmak için dirense, her koşulda durdururdular kendisini, üstelik, birken; iki kişi olmuşlardı, ilginç olan, diğer adamla hiç karşılaşmamıştı.

 

"İlaçlarını içmen gerek, sonra da önündekileri atıştır." Elindeki haplarla, diğer elinde, bardakta tuttuğu suyu kadına uzattı. "Çantamı karıştırdın, değil mi, ilaçların reçetesini de oradan buldun, ilaçlar da çantamdaydı." Hande, öfke dolu bakışlarını, bu defa da diğer adama çevirdi. "Yardımcısı mısın sen de bunun, örgüt müsünüz siz? Tek başına birini para için kaçırmak, çok korkuttu herhalde! İkiniz de sürüneceksiniz, hayatınız boyunca çekeceksiniz cezanızı!"

 

"İlaçlarını iç, karnını doyur, boş konuşma." Fatih, elindeki ilaçları tekrardan kadına uzatırken konuşmalarının, içerisinde bulundukları duruma göre gerçekten çok gereksiz olduğunu düşündü. Keşke gerçekleri bilse de, biraz daha mantıklı konuşabilseydi. "Senin elinden ilaç mı içeceğim, salak mıyım ben?" Sağlam kolu ile birden vurarak düşürmüştü elindeki ilaçları. Yere düşen ilaçları sabırla eğilip alırken önüne tekrardan sandalye çekip oturdu. "Sana zarar verecek olsam, ilaca gerek duymazdım, zaten buna fazlaca imkanım var, aksine, ben zarar görmeni istemiyorum; elimden sağ kurtulacaksın, zarar da görmeyeceksin. İlaçlarını da çantandan almadım; telefonunu çıkarıp suya atmak haricinde, çantana hiç dokunmadım, sadece telefonunu aldım içinden, şimdi iç ilaçlarını, karnını doyur, hastalanıp başıma kalma, uğraşamam senle!"

 

"Ne olur bırak beni, kaç para istersen verir annem, bırak gideyim!"

 

"Kes sesini, ilaçlarını iç dedim sana!"

 

"Bir şansın var kurtulmak için bırak işte, kendin itiraf edersen suçunu, cezan da hafif olur, hapisten çıktığında da, paranı verir annem." Fatih, karşısında dikelmiş olan arkadaşına bakarken, bakışları birbiri ile buluşmuş, ikisi de gülmüştü. "O kadar değerli olduğunu mu düşündün sen? Seni bıraksam, ne paranı alırım, ne de hapise girerim, benim amacım; senin paran olmadığı gibi, bir ay bile hapis cezası almam."

 

"Fatih, daha ileri gitme istersen kardeşim, sus artık, bırak; ilaçları Melek gelince içirir, karnını da doyurur, uzatma!" Özcan, sinirle solurken arkadaşının sabırsız kişiliğine duymuştu öfkesini. Bu işe kalkıştı ise tahammül etmeyi de bilecekti. Olup bitenlerden habersiz, günahsız bir kadını, bu şekilde aşağılayamazdı. Böyle durumdaki hiçbir kadın, böyle aşağılanmayı da hak etmiyordu. Genç kadın, duyduklarını idrak etmek için çabalarken, kafasına balyoz inmiş gibi kaskatı kesildi. İsmini hatırlarken karşılarındaki adamın seslenmesiyle, aklı, kitap kafedeki o vakite gitti, usulca hatırladı...

 

"Fatih ben, sizin için de mahsuru olmazsa, isminizi öğrenebilir miyim?" Yağmur taneleri arasında, ardındaki genç adamın sesini işitmişti. Tebessüm etti ama adam görmedi tebessümünü. Karşılaşmayacaklardı bundan sonra nasıl olsa, söylemesinden, ne zarar gelecekti ki? Çok kısa sürmüştü tebessümü. Çehresi, mutluluğa alışkın değildi ne de olsa. Fatih, güzel isimdi... Siyah gözleri kadar güzel... Kendinden saklamadı düşüncelerini, ne de olsa artık karşılaşmaları imkansızdı.

 

Sıyrılıp çıkarken düşünceleri arasından, karşısındaki adamın kalktığını, kapıdan çıkarken de diğer adam ile birlikte, kapıyı kilitlediğini gördü. Zaten kilitlemese şaşacaktı, kilitlemese de, nasıl kaçacaktı ki? Sol tarafını çözmüştü, karnını doyurması ve ilaç içmesi içindi, diğer tarafını neden bağlı bırakmıştı ki? İşlevi çok azdı ve istese bu sağlam eli ile orasını da kendi çözerdi. Umursamaz bir adam olduğunu düşündü. Herhalde ki fikrinin değişmesini, karnını doyurabileceğini düşünerek kendisini çözmüştü. Kendisinden hâlâ aynı uzaklıkta olan koltuk değneğine bakarken buradan çıkma imkanlarını düşündü. Kaçsa, kaçmak için çabaladığında, eğer başaramazsa, kendisine ne gibi zarar verirdi? Yarı sakat bir kadın olarak, kaçmak konusunda, kendisine çok da güveni olmamıştı. Nasıl kalkıp oradan değneğini alacaktı? Sandalyeye bağlı olsa, kendini sürüklemesi, daha kolay olur muydu? Yok, o zaman da sandalye ile birlikte düşerdi. Yere uzanıp sürüklenerek gitse o tarafa, kendini aşağı atması ile geri kalkması, çok büyük problem olacaktı. Yakalanacaktı gürültüden ötürü, bu riski de göze alamazdı. Kendini sürükler, topallayarak birkaç adım atardı ama değneği uzaktaydı, çok uzakta... Sonra aklına gelen ile duraksadı, bekledi kısa süre, ufak bir imkan vardı.

 

Üzerinde oturduğu sandalyenin tam karşısında, bir sandalye daha vardı, önce ona tutunur, sonra da oradan değneğine ulaşırdı. Üzerinde kapı kilitlendiğine göre o adam, bir süre daha gelmeyecekti bulunduğu odanın içine, bu riski göze alabilirdi. Ya gelirse?... Sonuçta risk almıştı, her sonuca da katlanacaktı. Yorgun, halsiz bedeni, tüm bu güç isteyen atakları, nasıl kaldıracaktı? Günlerdir aç kalmış gibi hissetmişti kendini, bir saat aç kalsa, hemen bu hisse kapılırdı; şimdi ise dün akşamdan, bugün öğle vaktine kadar boğazından lokma geçmemişti. Kısa süreliğine, önündeki eskitme sehpada duran tabağa baktı, içinde simit, poğaça ve birkaç parça börek, iki tane de açma vardı. Hepsini, tek çırpıda bitirse, sonra kaçsa, öncesinde güç toplasa, çok mu saçma olurdu? Saçma olurdu tabii, kaçırıldığı evde, karnını mı doyuracaktı? Bazen geniş midesi, başına saçma işler açabiliyordu.

 

Hazır herkes gitmişken, burada kilitli ve tek başınayken, çözüm bulması gerekti. Önündeki sehpa, tutunması için üçüncü seçenek olacaktı. Çok kolay alacaktı değneğini, sonra da açık pencereden, bir şekilde kaçacaktı. Daha önce çok, bu tarz risklere girmiş, başarılı da olmuştu. Yaşamının çoğu, hep fizik tedavide geçtiğinden, sağ tarafı hafifçe kıpraşıyor, böyle risklerde de işini biraz kolaylaştırıyordu. Girişimde bulunmadan önce, son kez karşısındaki sehpada duranlar çekti dikkatini. Özenle hazırlanmış tabak, büyük bir bardağın içinde su ve ilaçları, bunları tüketse, çok daha güçlü olacaktı. Bir kez daha saçmaladığını düşünerek ardına döndü. O sehpanın üzerini incelediğinde, kendini bir an için kaçırılmış gibi değil de, sürgünde gibi hissetti. Hisleri esaret değil, sürgün oldu nedensizce. Derince nefes alırken doğruldu, önündeki sehpanın bir kenarına doğru eğildi, kısa süre bekledi.

 

...Olabildiğince hızlı ilerlemek için çabalarken dışarının temiz havasını içine çekti. Küf kokan sığınakta perişan olmuş, nerede ise çoğu zamanının orada geçmesi, kaçmak için gösterdiği çaba, hepten halsizleştirmişti genç kadını. İlaçlarını içse, şimdi biraz daha hızlı olabilirdi. Yine de vakit kaybetmeden kaçmak istediği gibi, saçmalamak da istememişti. Hem, ne malumdu ki, o sehpadaki ilaçların kendisine ait olduğu? Yarı sakat bedeni ile kaçabildiğine inanamıyordu. Başlarda kendine güvenmekte zorlansa da, olmuştu. Esaretle karışık bu saçma sürgünden kurtulmuştu. Sahi, tam olarak kurtulmuş muydu? Ormanın dışına çıkar da, bir araba bulup binebilirse, tamamen kurtulmuş olacaktı. Hem, belki ormanda da bulurdu, etraf o kadar sessiz değildi. Soğuktu orman, çok soğuktu, insanın her tarafını uyuşturacak kadar mesken tutmuştu... Bir araba bulsa, atsa kendini, hemen karakolda inecek, çok rahat edecekti. Halsiz bacaklarını kullanarak, birkaç adım daha attı, nefesi kesilecek gibi oldu bir an için, güçlükle ilerledi. Yutkunamadı, boğulacak gibi oldu. Güçlükle, hırıltılı verdi nefesini dışarı, ölüp de kurtulmayı istedi o anda. Kendi halinde, çok sakin olmasa da, normal denebilecek bir hayata sahipti. Hali de ortadaydı zaten, ne diye kendi başına gelmişti ki bu saçmalık? Gürültüsüz olmasa da hayatı, bu kadar ağır gürültü de beklememişti, kim beklerdi ki? Kim isterdi kaçırılıp da, bir ormanın içine hapis edilmek?

 

Çok uzaklardan gördüğü arabanın ışıkları, içinde beraberinde kurtulacağına dair de ışık olmuştu. Havanın sisli olması, arabayı seçmekte zorlasa da gözlerini, kurtulacağını bilmek mutlu etmişti. Ya geçer giderse, durmazsa?... Hep kötü ihtimalleri göz önünde bulunduran kadın olmuştu, etrafındakiler tarafından 'Soğuk Nevale' olarak anılırdı. Yine de bugün zorlayacak kendini, olumlu düşünmek için çabalayacak, 'Sürgün' adını bıraktığı esaretten kurtulacaktı. Bu duruma, belki de 'Sürgün' adını vermesinin sebebi, karakola gitmekten söz ettiğinde, karşısındaki adamın hiç korkmaması olmuştu. Kaçıran kişi fazla cesur olunca, Hande de bunu pek esarete benzetememiş, daha çok, sürgün gibi görmüştü. Yaklaştığında, biraz daha ilerledi o tarafa, araba da kendisine her ilerlediğinde, üzeri toz olmuştu. Yakınlaştığında, ilk olarak rengini görmüş, gördüğü anda da, kan beynine sıçramıştı. Lacivert araba!... Kütüphane için evden çıktığında kendisini takip eden ve orada, pencereden gördüğü!... Sonrası zaten belliydi, nasıl da anlamamıştı, nasıl çözememişti? Kendisine doğru gelen arabanın, o adam olduğunu daha şimdi anlamıştı, baştan anlasa, ne gelirdi ki elinden? Koşabilme gücü olmayan, aciz bir insandı, her türlü bulacaktı kendisini.

 

"Gel buraya!" Sesi, benliğinde sakladığı zincirleri kırarcasına çıkan genç adam, aracı önünde durdurduğu an, ardına dönüp kaçmak için uğraşan kadına, ilk önce öfkesini aşıladı. Hızla arabadan inerken gürce bağırmış, aracın kapısını örterken, anahtarı Özcan'a atmıştı. Arabayı o kullanacaktı, kendisi ise kızı tutup, arabaya bindirecekti. "Fatih, dikkat et, sakın hırpalama kızı!" Yan koltuktan, arkadaşı ile birlikte inen Özcan, Fatih'in kendisine attığı anahtarı havada tuttu.

 

Yağmurun şiddetini arttırdığı, sisli havada görüş alanının azaldığı ve tek tarafının, ilaç alamadığı için işlevini kaybettiği şartlarda, kendisine tutan adama direnmek için çabaladı genç kadın. "Bırak kolumu, gelmem, dönmem, bir kez daha sürgün edemezsiniz beni!" Sağlam bacağını kullanarak, karşısındaki adamın karnına, aniden, hafifçe tekme atmış, dengesini kaybettirmişti. Hızla döndüğünde ardına, ne kadar başarabilirse, o kadar hızlı ilerlemek için çaba sarf etmişti. Görüş alanını, sisli havanın bastırdığı dolu, daha da karartırken, bedeni de epeyce işlevini kaybetmiş, önündeki kocaman tümseğe takılması ile uçurumdan aşağı savrulmuştu bedeni. Yere sertçe kapaklanırken usulca da savrulmaya başlamıştı bedeni. Ağırca savrulması son bulduğunda, çukurun dibinde, bambaşka bir sürgünde, her tarafı kan revan içinde kalmıştı...

 

||BÖLÜM SONU||

 

Geldik üçüncü bölümün de sonuna!... Yorsa da beni, tek solukta bitirdim, hiç zorlanmadığım gibi keyif de aldım. Yağ gibi, satırlar arasında kayıp gitti kalemim, ne ara bittiğini anlamadım. Sonu çok tuhaf bitti, değil mi? Hande'nin ilk kaçma girişimi, başarısız olmakla beraber, çok da kötü sonuçlandı. Perişan hale geldi bedeni, takati de kalmadı. İlk kaçma girişimi olmadı ama sonu da gelmedi, daima kaçacak, kaçmak için çaba sarf edecek. Hande, sıradan wattpad kızları gibi değil, bir bunu aklınıza kazıyın isterim, asla da olmayacak! Hepiniz, o tarz kadınlardan sıkıldınız, ben de biliyorum. İlk defa, bilinenlere meydan okurcasına, çok değişik bir kadın karakter aldım kaleme. Onda görmek istediğiniz ne varsa, bana eleştiri kısmında belirtmenizi isterim, sıkıldığınız tüm klişeleri bana anlatın. Esas adamımıza hiç söz söyletmem, çünkü benim erkek karakterlerimin, ne kadar kaliteli olduğunu, hepiniz bilirsiniz. Hatalı olabilir ama hatasız insan olmaz. Elinde olsa, hatalarına zaten kalkışmazdı, insan istemeden günahlara sebep olabilir.

 

Çok sevilen, wattpadin o basit adamlarının, işlemediği günah kalmamışken, onlara bakacak olursak Fatih, çok vicdanlı bir adam. İnsanın adamlığını gösteren, vicdanıdır, merhametidir bana göre. Fatih, tüm bunlara sebep olurken, içindeki çok ağır gerçekle, vicdanı ile savaşmakta. Okudukça onu daha net tanımış olacak, kızgınlığınızı azaltacaksınız; çoğu zaman, öfkesini kontrol edemese de, haddinden çok öfkelenmez, büyütmez. Kendi acılarıyla insanları tüketen bir tip de değil, sadece biraz sert ama Hande gibi kadını da kaldırabilmesi için şart. Hepiniz aklında, tek bir soru var, Hande neden kaçırıldı? En çok merak ettiğiniz bu, değil mi? Eleştiri kısmında, tahminlerinizi beklemekte olacağım. Bence tahminde bulunmak, hiçbirimiz için çok da zor değil, bu; kurgumun en ağır sırrı da değil, kısa zaman da göreceksiniz, öğreneceksiniz. Hande'nin eli kolu hağlı tutulmasına da, lütfen tepki göstermeyin, adamın başka çaresi olsa, zaten kaçırma işine kalkışmazdı, tüm bunlara mecbur, hiç de memnun olarak gerçekleştirmedi... Biraz empatide bulunursanız, kurgudaki tüm karakterleri anlarsınız bence.

 

Hande, hayatı eksiklikten oluşmuş bir kadın; hep yarım kalmış, aciz hissettirilmiş çevresindekiler tarafından... Fatih, sokaklarda büyümüş; sokak serseri olsa da, hayatı boyunca da hep okumuş, eğitiminin peşinden gitmiş. Acı çekerken hep en sevdikleri ile imtihan edilmiş. İki karakterde de birbirinden parçalar çok, ikisini de kaleme almak, ayrı zevkli bana göre, her karakter, biraz da benden parçalar taşımakta. Okudukça açılacak, karakterler hakkında daha çok bilgi edinmiş olacaksınız. Hemen anlatmakla olmazdı, her bölüme, biraz daha detay ekledim. Yan karakterlerimiz de gelecek diğer bölüm, daha süprizlerle dolu olacak, her bölüm, daha çok genişlemiş olacak ailemiz... Diğer bölüm, bakalım diğer karakterlerimizi sevecek misiniz? Yorumlarınızı, ailemiz her genişlediğinde daha detaylı görmek isterim. Sizce bundan sonra neler olacak, karakterlerin tepkileri ve olacaklar hakkında düşüncelerinizi merak ediyor, heyecanla bekliyorum...

Loading...
0%