Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Bölüm: "İstesen De Sen Benden Kaçamazsın"

@mavi_melekler

Tekrardan merhaba!

 

Arayı çok açmadım sanki, daha çabuk geldiğimi düşündüm. Her hafta atıyorum bölümleri, farkına varmışsınızdır. Uzun bölüm getirdim karşınıza, ayrıca birçoğunuzu da rahatlatacak kadar detaylı oldu. Aradığınız sırların bir kısmını öğreneceğimiz bölümlerden olacak. Bakalım ne hissedeceksiniz okuduğunuzda? Sizden tek ricam, önyargılarınızı kenara bırakarak okumanız olacak.

 

Bölüm şarkımız:

Kıraç - Sonbahar |Jenerik Fon Müziği|

Medyada mevcuttur.

 

5. Bölüm: "İstesen De Sen Benden Kaçamazsın"

 

 

Acı, bir kalbe misafir olduğunda, ne kadar ileri gidebilir, vicdanı kaç kurşunla delik deşik eder de, insanı canhıraş olmamak için son raddede, nasıl direndirirdi? Sonbahardı vakitlerden, içindeki zelzeleden daha keskin eserken rüzgar, günahlarını itiraf etmenin belki de tam vakti gelmişti. Yeni gelmiş olan arkadaşlarına aklındakileri anlattığında, ikisi de karşı çıkmıştı. "Ailen için dik durmak zorundasın." demişti Özcan, haklıydı ama haksızdı da. İşlediği suçtu, hem kanunlarda, hem de o içerideki kadının düşüncelerine göre ağır suçtu. "Sen hapise girersen, kız da tekrar aynı kararın peşinden gider, çok sürmeden de ölür." Özcan'ın sözlerini, bu şekilde tamamlarken, söylediklerinde de netti Melek. Hak verse de, haraketlerini doğru çıkarmazdı, kimse, isteği dışında alıkonulamazdı. Her konuşulan, zihninde daha ağır hasara sebep olmuş, artık kaçamaz olduğu veballerin altında boğulup kalmıştı. Kararını vermiş, gidip savcılığa, teslim olacakken, hızla karşı çıkmıştı arkadaşları, durdurmuşlardı kendisini. Daha ne zamana kadar o hasta kızı, bu iğrenç sığınakta tutacaktı? Orada ölmese, burada, inadından ölecekti. İlaçları bile çok zor içirmişti, karnı ise hâlâ açtı, önüne koyduklarına elini bile sürmemişti. Yakında hasta olursa, işler daha da zorlaşacak, epeyce çıkmaza girecekti. Mutfak kısmında oturmuşlardı karşılıklı, olup bitenleri gözden geçiriyorlardı. Yorgunluğunu, içini kavuran azabı silip atmak için uğraşıyordu arkadaşları, ne deseler boştu, görünen ortadaydı. İçeride baygınca, Melek'in koltuğa uzandırdığı o kadının gözünde, bir eşkiyadan farksızdı, ailesine anlatsa, onlar için de öyle olacaktı.

 

"Makarnadan siz de ister misiniz?" Melek, hızlıca tenceredeki makarnanın suyunu süzerken, sosunu da üzerine ilave etmişti. "Çok güzel oldu, görünce belki fikri değişir, ilacı içmiş sonuçta." Hızlıca tabağa alırken tepsi çıkarmış, tabağı da içine bırakmıştı. Yanına portakal suyu ile salata da bırakmış, tepsinin içini doldurmuştu. "Fatih, kahır çekmekten bizde iştah bırakmadı ki, teslim olacağım dediğinde, tüm uykumu kaçırdı." Arkadaşına tersçe bakarken susması için tehdit edercesine dişlerini sıkmıştı Fatih, gamsızlığı ile bazen ileri gidebiliyordu Özcan. "Yaşlanmazsın oğlum sen, bu kafa ile zor." İkisi de gülmüştü konuşmalarının ardından. "Melek'i sakinleştireceğim derken, bolca azap çektim, sen rahat ol kardeşim." İkisine de gözlerini deviren kadın, tepsinin içine bu defa kaşık bıraktı, tüm tehlikeleri göz önünde bulundurması gerekti. Dün olanları hatırladığında, bunu da düşünmüştü.

 

Elinde tepsi ile içeri girdiğinde, koltukta üzeri örtülü, uzanmış kadına baktı. Yarı baygındı, her tarafı da mosmordu, böyle giderse, kesin hasta olacaktı. İlaçları, sözde kendisi içerecekti ama nasıl olmuşsa, Fatih başarmıştı, bir de karnını doyurabilseler, hastalanma riski, epeyce azalacaktı. Genç kadın, burnuna gelen nefis koku ile tamamen aralamıştı hafif açık gözlerini, tekrardan karşısındaki kadın girmişti görüş alanına. Aynı kadın, esmer, hafif kısa siyah saçlara sahip, biçimli kalın kaşları ile kahverengi gözlerinden akan sürmesi, daha da güzelleştirmişti simasını. Kendisine oranla hafif olsa da makyajı, teninde hoş durmuştu. Tepsinin içindeki makarna dolu tabak çekmişti dikkatini, burnuna gelen koku, makarnadan olamazdı, değil mi? Yemek olarak görmez, öyle aşırı da sevmezdi aslında, herhalde açlık başına vurduğundan olsa gerekti. Kaçma girişiminde, tekrardan bulunabilmek için tok olması gerekti, bu şekilde, gücü olmazsa, girişimde bulunması da çok zordu. İlacı içmişti, karnını da doyurabilirdi aslında ama saçma olmaz mıydı?

 

"Sevmezsen başka da hazırlarım ama bir dene istersen, elim çok lezzetlidir." Koltukta doğrulurken göz devirmemek için kendini zor durdurdu. Hande, aklına gelen fikirle, kısa bir duraksamanın ardından, elini öne doğru uzattı, portakal suyunu alacakmış gibi gösterdi. Sakat kolunu, bilinçli olarak uzattı. Hiç zorlanmadan da, kazara olmuş gibi gözükerek devirdi bardağı. Üzeri ile birlikte, aşağısı da batmıştı, sırıtmamak için tuttu kendini. "İstemeden oldu." dedi masum gözükmek için çabalarken. Hep çok tatlı, şirin gözüken kadınlara sinir olmuş ama işini halledebilmek için de çoğu zaman, onlar gibi davranmıştı. "İçecektim, çok da severdim, keşke diğer kolumla almak için çabalasaydım." Yutkunmuştu konuşmalarındaki sinsiliği belli etmemek için, mecbur kalmıştı... Portakal suyunu gerçekten severdi ama şimdi amacı onu içmek değildi.

 

"Yenisini getiririm ben sana, temizlerim de, sorun olmaz, bekle sen." Yanından kalkarak çıkan kadının ardından dudakları ile 'Salak' diye mırıldandı ama kadın bunu duymadı, kendisinin amacı da, duyurmak değildi zaten. Hepsi de çok salaktı, nasıl kendisini burada tutuyorlardı acaba? Kendisi sakat olmasa, belki de bu insanlardan, anında kurtulacaktı. Yavaşça, felçli bacağını güçlükle aşağı eğerken diğer bacağını da indirdi. Yere sağlam kolunu uzattı, birkaç tane cam parçası alıp, avuçlarında tutacak, uygun zamanda da kullanacaktı. Cam parçalarını, bıçak misali kullanarak, karşısındaki insanları etkisiz hale getirecekti. Ah bir uzatabilse kolunu, gerisi halolacaktı. Çenesinden tutup kafasını aniden kaldıran elin sahibi, korkuyla iç geçirmesine sebep olurken siyah gözler, dehşetle bembeyaz kesilmişti siması.

 

"Sen o küçücük beyninle, beni alt edeceğini mi sandın?" Karanlık gözlerde ki öfke, zihnine aşılanırken düşünme fırsatı buldu. Yerdeki kırık parçalarla ne planladığını, bardağı neden kırdığını, planlı haraket ettiğini, anlamış mıydı hepsini? Çenesinden tuttuğu başını, hafifçe geri ittirirken içeri gelen Melek'e ters bakışlar attı. "Al çabuk şu tepsiyi, bugün de aç kalmayı, kendi tercih etti, istese de vermeyeceksin!" Yerdeki kırık parçaları, arkadaşının tavırlarından ürkerek toplayan Özcan, karısına, gözünün ucu ile itiraz etmemesini istercesine baktı. Fatih'in tersi çok pisti, okulda, öğretmenlere bile diklenirdi, sonucunu da, kendi istediği gibi alırdı, o kadar dediği dedik adamdı. "Benim canımı sıkma, seni öldürmem, ölmek için can atarsın, ağlarsın seni öldürmem için, çıtın çıkmadan burada oturacaksın; kimsenin umrunda değilsin, olsan, şimdi çoktan kapıma polisler gelmişti, bulunmuştun, aklında olsun, buradan kaçamazsın!"

 

Özcan, elindeki kırık camlarla kalkarken içeriden çıkan arkadaşının ardından endişe ile baktı, sonra karşısındaki kıza döndü. "Kızım sen de, iki dakika durmak nedir, bilmez misin? Kaçamazsın zaten, her türlü buluruz seni, ne diye çırpınıyorsun ki?" Yakarırcasına çıkmıştı sesi, artık çok geçti, Fatih delirince, kimsenin elinden çözüm gelmezdi, annesi ile babası bile korkardı ondan. "Özcan, git süpürge getir Allah aşkına, bir de sen elini keseceksin, senle uğraşacağım? Hande'ciğim, sen de sabret azıcık, Fatih Ağabey'i, Özcan oyalar, ben de tekrar hazırlarım, şimdilik bekleyeceğiz." İçeriden çıktıklarında hepsinin üzerinde, Fatih'in sinirli halinin gerginliği vardı.

 

Hande, açlıktan canı ile cebelleşirken koltukta oturmuş, birinin tekrar içeri girmesini beklemekteydi. Yemezdi ki getiren olsa da, sadece daralmıştı, o nedenle evdekilerden birinin gelmesini ummuştu. Gelseler de ne tartışacak, ne de kaçma girişiminde bulunacak gücü kalmıştı. İki gün, koskoca iki gün geçmişti; tam kırk sekiz saattir, bu zemin katında tutuluyordu... Dile kolay, iki gündür buradaydı, kim bilir, kurtulmayı başaramazsa, daha kaç günlerce tutulacaktı?... Hayal bile etmesi çok korkunçtu. Kaçması gerekti ama o kadar açtı ki, hali kalmamıştı. Normal şartlar altında okuldan döndüğünde, Yeliz Hanım'ın hazırladıklarını atıştırır, sonra da derslerine verirdi kendini. Ne güzel hayatı vardı meğer, değerini bilememişti. Kaçırılmasa, buralara düşmese de, kendi elleri ile, o adamla evlenerek bitirecekti mutluluğunu. Yaşamdan her türlü darbe alacaktı Hande, bunu kesinleştirmişti. Yazgısında hüzün olan hiçbir kalp, mutluluğu tam olarak tadamazdı. En çok Yeliz Anne'si ile gerçekten mutluyken, ona da hayat boyu dert olamazdı ki. Çok merak etmiş miydi acaba kendisini? Bu da soru mu, perişan olmuştu belki de? Zamanından azıcık gecikse, hemen arar, demediğini bırakmazdı. İki gündür ortada değildi, kim bilir, nasıl korkmuş, o endişe ile de öz annesi, Neslihan Hanım'ın kapısına gitmişti.

 

"Kimsenin umrunda değilsin, olsan, şimdi çoktan kapıma polisler gelmişti!..." Kelimeleri, sinsice tırmalarken zihnini, kalbinde, sebepsizce boşluk hissetti. Neden umrunda olmasındı ki? Yeliz Hanım, her tarafta, çırpınarak kendisini aramaktaydı, bunu biliyordu, annesinin sevgisinden, nasıl şüphe ederdi? Neden o şekilde konuşmuştu? Hangi sebebe dayanarak? Birini zorla kaçırıp alıkoyan eşkiyadan, mantıklı konuşmasını bekleyerek saçmaladığı için kendine kızdı. Kaçmaması için boş şekilde konuşmuştu işte, ne diye takardı ki? Kapının aralanması ile gözlerini o taraftan çekti, gelen kişi ile ilgilenmedi.

 

Fatih, arkadaşlarını gönderdikten sonra içeri girdi, açık pencereleri kapattı, üzerlerine perde indirdi. Köşede duran walkera baktı, buradan uzaklaştırsa doğru olacaktı. Koltukta oturan kızın, sağı solu belli olmazdı. Her ne kadar ondan uzakta gibi görünse de, bir şekilde ulaşma imkanı vardı. Özcan'la Melek'i, zorla göndermişti, en çok da Melek, epeyce gözü arkada gitmişti. Ardından kimsenin iş çevirmesine izin vermezdi, Melek burada olursa, çok şımartırdı karşısındaki kızı, kadın olduğu için çok fazla empatide bulunuyor, bu durum da kızın, şımarmasına sebep oluyordu. Üstelik, mantığın biraz ötesinde, duygularını kullanıyordu, doğru değildi. Mantığının önüne geçmişti duyguları; geçmese, bardağın kırılmasının, oyun olduğunu anlardı.

 

"Sen bana öyle dedin ama annem her tarafta beni arıyor, belki biraz gecikecek de olsa, bulacak beni annem, bulduracak." Koltukta oturup keyifle bacaklarını sallayarak konuşan kadına kısa süre bakmış, sonra ardına, diğer tarafa dönmüştü. Dudağının altından hafifçe sırıtırken bunu ona belli etmemek için çabalamıştı. "Benim iki tane annem var, Yeliz Anne'min de çok parası var, aratıp bulacak beni; kim bilir, belki de onun paraları için kaçırdın ama çok beklersin, o sana kuruş kaptırmaz." Ardından konuşan kadına karşı sakin kalabilmek için sabırla dişlerini sıktı. "Kimsesiz değilim, olmadım da, annemler, deli olur benim için ama bak, hâlâ bir şansın var. Beni bırakırsan, belki kendin teslim olursan, çok ceza da almazsın."

 

"Kendini ifade etmen bitti, bu defa da avukat mı kesildin başıma?" Alaycı konuşmasındaki sırıtışı hisseden kadın, sinirle doğruldu. Yaptığı ani haraket, bedenine acı verse de umursamadı. "Ne gülüyorsun be, komik olan ne?!" Sesi, çok sert çıktığında, amacına ulaşmıştı genç adam. "Seni neden kaçırdığımı merak ediyordun, değil mi?" Ardına dönmüş, sırıtmasını eksiltmeden, arttırırcasına ilerlemişti kadına doğru. "Hazır ol, itiraf edeceğim." İki adım daha attı dikelmiş, kendisine delici şekilde bakan kadına. "Neden kaçırdın?" Uzun zamandır merak ettiği bu soru için alacağı hiçbir cevap mantıklı olmasa da, öğrenmek istemişti. Hafifçe kadına doğru ilerlemiş, çok hafif eğilmişti önünde. "Geri zekalı olduğun için!" demişti kadının öfkesini, kendisinin ise gülüşünü arttırırken...

 

Yenilmenin verdiği öfke ile dişlerini sıkarken sinirle kalktığı koltuğa, mecburen geri oturmuştu. Neden burada tutulduğunu bilmemenin verdiği meçhullük, her tarafını deşip geçerken, artık tahammülü kalmamıştı. Hadi kaçırmıştı, orasını anlamıştı da, neden?... Kendisini zorla tutmasının sebebi vardı ve o sebep, neden büyük bir sırmışçasına saklanıyordu? Karşısında oturan adama bakmamak için diğer tarafa çevirdi başını, kurtulması, kaçması gerekti. Yolunu bulması şarttı, önceki vakitlere göre, açlığı çok az unutmuştu midesi, hali vardı. Öğlenden içtiği ilaçlar rahatlatmıştı. Neden gelip karşısına oturmuştu, neden çıkmamıştı dışarı? Evet, önce onu etkisiz hale getirmesi gerekti, başka türlü mümkün değildi.

 

"Benim gitmem gerek, lavaboya gitmeliyim..." Gevelerken kelimeleri dudakları arasında, elbette ki ihtiyacı da vardı, önce onu karşılayacak, kalktığı vakit de, adamı etkisiz hale getirmenin çözümünü bulacaktı. Başını kendisine çevirip tersçe, tehdit edercesine bakan genç adam, ağır adımlarla kalktı oturduğu koltuktan, kadına ilerledi. Yürüteçi önüne bıraktı, kalkmasını söylercesine, belli belirsiz bir bakış daha attı. Demir walkera tutunan kadın, aksayan adımlarını kullanarak, rahatça kalktı. Bu, gerçekten koltuk değneğine göre, çok daha rahattı. Önünde fazla mesafe oluşturduğu için kullanmasa da, ferahlığını inkar edemezdi. Yürüteçe tutunan kadına kısa süre baktığında, ardına dönüp ilerledi. Önünden giden adamı, güçlükle takip etti kadın, açlık, haraket imkanını azaltmıştı. Yakında ilaçlar da etki etmeyecekti, böyle aç kalarak, epeyce zorlanacak bedeni, daha da perişan olacaktı. İçeri girerken adamı ardında bırakmış, kapısını tamamen kapatmıştı. İhtiyaçlarını karşıladıktan kısa süre sonra etrafına bakınır olmuştu. Yıkarken ellerini hızla, diğer taraftan da onu etkisiz hale getirecek obje aramıştı.

 

İçeriden çıkarken aradığını bulamamanın verdiği sinir üzerinde, tekrar kaldığı dairenin içine doğru ilerlemekteydiler. Yolunu bulmalıydı, o dairenin içine girmeden, çözüm bulması şarttı. Kaldığı dairenin kapı pervazına geldiklerinde, köşede duran, içi süs çiçekle dolu cam vazo çekti dikkatini. Çok dağınık bir sığınaktı, her tarafta ayrı karıntı vardı. Ahşap vazonun kendisini eline alırken önden, hafif ağır adımlarla giden adama baktı. Herhalde kendisini beklediği için ağır ilerliyordu. Hızla kafasına indirirken vazoyu, inleyerek bayılıp, düşmesini seyretmişti. Dudakları dehşetle aralanırken korkudan kireç misali olmuştu teni. Sağlam kolu ile bir sandalye çekerken hızla baygın adamın önüne oturmuş, demir walkerı kenara bırakmıştı. "Allah'ım n'aptım ben?" derken ellerini, koyu kumral saçları arasından geçirmişti.

 

"Uyan n'olur, sakın ölme!" derken korkudan kaskatı olmuştu. Yerde, haraketsizce uzanmış adamın ceplerine bakar olmuştu. Yoklarken tüm ceplerini, eline gelen telefon ile gözleri ışıldamıştı. Kaçsa da, adamın uyanması, en kötü ihtimal, az önce burada olan arkadaşlarının gelip kendisini bulması mümkündü. Yeliz Hanım'ı ararsa, o, polisle birlikte gelirdi, kurtarırdı kendisini. Telefonla birlikte eline, bir de kimlik geldi. Önce kimliği kavradı, dikkatle inceledi. Karşısındaki adamın kendi kimliğiydi.

 

Fatih Arhan!...

 

İsmini, daha önce de; çok defa duymuş olmasına rağmen, bu kez soy adı ile birlikte kazıdı aklına. Kurtulduğu ilk an, savcılıkta ismini dile getirecekti. Gözü önünü kapatan saçlarını, kulağı ardına geçirirken telefona sarıldı. Ezbere bildiği Yeliz Hanım'ın numarasını çevirirken telefonda şifre olmaması, biraz afallatmıştı kadını ama umursamadı. Kendisi de şifre koymazdı. Küçüklüğünden bu zamana, kendisi için önemli olan numaraları ezberinde tutardı. Kulağına tutarken telefonu, karşısındaki adamın hem bir süre uyanmamasını, hem de ölmemesini temenni etti. Çalıyordu... Hemen açmasını temenni ederken, kalbi, göğüs kafesinden çıkacak kadar hızlı atıyordu. Ya bu hızla, fırlar da çıkarsa dışarı, beklerdi kalbinden. İçi içine sığmaz haldeyken telefonun çalma sesi durmuş, açılmıştı. Dudakları birbirinden ayrılmış, gelecek sesi beklemişti.

 

"Fatih, bir sıkıntı mı var, ilaçlarını hâlâ içmedi mi Hande?" Yeliz Hanım'ın sesi, kulaklarını ağırca doldurduğunda, her kelimesinde, ayrı şoka, ardından da devrilme etkisinde bulunan hayal kırıklığına düşmüştü. Ağır çekimde dehşete girerken kalbi, kocaman aralanmıştı gözleri. "Anne..." demişti sözlerine karşılık, ona kullandığı bu güzel kelime, ilk kez acı vermişti kendisine. Yerdeki adamın sözlerini hatırlamıştı... "Kimsenin umrunda değilsin, geri zekâlı olduğun için buradasın!..." Her kelime, Yeliz Hanım'ın şimdi kullandığı sözlerle birleşmiş, birbirine hızla çarpmıştı. Şiirsel düşleri, onunla olan hatıraları, devrilme etkisi ile paramparça olmuştu. "Anne, ne olur bana, beni kaçıran adamla iş birliği içinde olduğunu deme..." Kelimeleri, kendi ciğerlerine saplanmıştı birleşerek, her tarafını ezip geçmişti. "Kız, bağır, döv, vur, paramparça et ama bu kadar ileri gitme... Yalvarırım, 'Ben plandım' deme."

 

"Hande..." Bir hıçkırık sesi, naifçe iç çekişi, kendi içini de doldurdu. "Seni okula göndermeden, sana sımsıkı sarılıp beni affetmeni istemiştim, her zaman çok mükemmel anne olamam, bazen seni ölümden kurtarmak için kötü anne olabilirim, inşallah günün birinde evlat sahibi olursan, beni anlarsın kızım..."

 

"Sen beni doğurmadın ki, ama ben sana altı sene 'Anne' dedim, kendimle ilgili kararları senin alıp, beni adamlarına esir tutturman için değildi." Yerde ki adama doğru baktığında, uyanmak üzere olduğunu gördü, ölmemişti, buna sevinebilirdi ama keşke biraz geç kalksa da, içindekilerin hepsini sorsa, merak ettiği soruların cevabını alabilmiş olsaydı. Karşısındaki adam, Yeliz Hanım'ın tuttuğu biri miydi? Hiç de öyle para ile adam kaçıracak bir tipe sahip değildi. "Yalvarırım kurtar beni anne, kaçıran adamın kafasına vurdum, sanırım ölmedi, bayıldı galiba ama uyanacak, anne kalkacak, kapatmam gerek, gel kurtar beni, ne olur polisi ara, telefondan tespit etsinler..." Yerde, hafifçe kolu kıpraşan, gözleri aralanmak üzere olan adamdan çevirdi bakışlarını diğer tarafa. "İzin ver, tercihlerime karışma, sonsuza dek sana dert olamam, bırak gelip evleneyim o adamla."

 

"Yok kızım, sen akıllanmazsın, kendi kendinin sonu olursun!" İlk telefonu açtığında ki ağlamaklı sesi dinmişti, rahatlamış gibi çıkmıştı kadının sesi, bu şekilde, ne kadar rahat edecekti vicdanı; nasıl bir kadını ana bilmiş, hiç mi tanımamıştı, istediğini elde etmek için, bu kadar ileri gideceğini, nasıl da tahmin etmemişti?... "Kurtar beni anne, ne olur kurtar, bırakma burada, anne; polisi ara, telefondan tespit ederler, evime dönmem gerek, lütfen beni çıkarsınlar buradan!..." Çaresizlik, hiç böyle canını acıtmamıştı, olmayacağını bildiği halde, kıvranıp durmuş, son çırpınışlarını kullanmıştı. Elinden telefonun çekilmesi sonucu, korku ile inlemişti, çığlık atabilecek kadar güçlü değildi sesi. Genç adam, kendine geldiği anda hızla doğrulmuş, hiç vakit kaybetmeden, kadının elindeki telefonu çekmişti.

 

"Yeliz Hanım, siz misiniz?" Bir eli ile kızın kolunu kavramış, kaçmasını engellerken, diğer taraftan da, telefonun ucundaki kadına seslenmişti. "Fatih... Çok kötü oldu, Hande öğrendi, benim kaçırılmasına sebep olduğumu, seni tanıdığımı öğrendi. İlk aradığımda, sen sandım, 'Hande nasıl, ilaçlarını aldı mı?' dedim, o sırada oldu, vallahi sen sandım, o hali ile seni alt edip telefonu ele geçireceğini bilemedim..."

 

"İnanın ben de tahmin edemezdim, kızınız, haddinden haraketli, kendi irademle karakola gidip teslim olmama çok az kaldı." Kolunun teki ile kadını sandalye üzerine oturtmuş, tehditin en koyu tonlarını, siyah gözlerinin içinde tutarken kadına aşılamıştı. "Ne olur, sabret evladım, çok kırgın benim kızım, öyle durduğuna bakma; sen bırakırsan ölür, keşke öğrenmeseydi, kötü davranma, daha da üzüldü, bir de sen varma üzerine..."

 

"Sabrımı sonuna kadar zorlayacağım, tüm metanet kırıntılarımı kullanacağım, gözünüz arkada kalmasın." Kalkmak, elindeki telefonu almak için çırpınan kadını, sertçe ittirdi sandalye üzerine, nasıl sakin kalacağını düşünmüştü kısa süreliğine... "Üzülmeyin, sonunda öğrenecekti, anlatacaktım; bilinmezliğin içinde bekleyemez, daha kötü olurdu, mühim olanı, hiçbir zaman bilmeyecek, önemlisi de bu!..." Kendi çırpınışlarından, son dediklerini duymamıştı kadın, işitmemesi de gerekti. Sesini sona doğru, epeyce de alçaltmıştı. Telefonu kapattığında, hâlâ çırpınmakta, 'Anne' kelimesini sayıklamakta olan kadına baktı, sabırlı olması gerekti.

 

"Yalandı hepsi, başka iş var içinde, annem gelecek, kurtaracak beni, olan sana olacak!..." Oysa söylediklerine kendi de inanmamıştı ama güçlü gözükmek için çabalamaktaydı, bunu fark etmişti adam. Kollarının ikisini tutmuş bu defa, daha sert ittirmiş sandalye üzerine, kavradığı kollarını bırakmamıştı. "Kes sesini artık, çok olmaya başladın sen!" Karmakarışık duygular içindeydi adam, darmadığın olmuştu hisleri. Az önce ki tavırları için kızsa mı, şimdi öğrendikleri için ona üzülse mi; bir an vereceği tepkiyi çözememişti... "Göreceksin, artık çok geç, sonuna geldin, annem gelip alacak beni..."

 

"Yeliz Anne'ni aramaktansa, gerçek anneni, hiç olmadı, polisi arasan, belki kurtulmak için çok küçük şansın olurdu." Dudakları arasında ki alaycı gülüşü sunmuştu kadına.

 

"Yine kurtulacağım, hem kimliğini buldum senin, adınla soy adını öğrendim, ben kurtulduğumda, senin kaçışın olamayacak." Elbette ki adını, oldukça çok duymuştu ama soy adını, kimliğinden öğrenmiş, ismi ile birlikte, aklına kazımıştı. Kollarından kavradığı kadına, artık tahammülü kalmadığında, oturttuğu sandalye üzerine tekrar bağlamaya başladı. Kafasına giren ağrı, duydukları, daha da sinirlenmesine sebep olurken çırpınmalarına inat, sımsıkı bağlamıştı. "Annem gelecek, polislerle birlikte bulacak beni!" Öğrendiklerine rağmen güçlü durma çabasına hayran olmamak elde değildi. Sinirli olmasa, kesinlikle, hayranlık duyardı ama aşırı öfkeliydi, Yeliz Hanım'a verdiği sözün hatrına sakin kalmaktaydı. Nasıl geçirmişse kafasına o ahşap vazoyu, hâlâ başındaki ağrı gitmemişti. "Seni biraz sustursam, daha doğru olacak gibi, artık annen gelirse, açar ağzını; gün ağırana kadar, burada polisleri beklersin, rahat dur, sakın çırpınma, tekrar düşersen kaldıramam, uzun süre gelmeyeceğim..." Kalın bandı dudaklarına sürgülediğinde geri çekilmiş, derince nefes alıp vermişti. Israrla çalan telefonunu, kadını etkisiz hale getirdikten sonra fark etmiş, o tarafa doğru ilerlemişti.

 

Arama durmuştu, arayan da annesiydi. Elbette ki tekrar dönecekti ama şimdi değil, hali kalmamıştı üstelik. Mutfak tarafına ilerlemiş, kafasındaki ağrının geçmesi için su ile beraber ağrı kesici hap içmişti. Geçmezse muhakkak, hastaneye gidecek, film çektirecekti. İlaçtan sonra bu defa da ortalığı toparlarken vazonun kırılması; rahatlatmıştı, en azından tehlikeli madde kalmamıştı etrafta, hem zaten artık, çok daha dikkatli olacaktı. Hafifçe dinerken başındaki ağrı, çalan telefonuna gözlerini devirdi, belki de önemliydi. Kızın kaldığı dairenin içine geçerken köşedeki boş sandalyeye baktı, o tarafa bırakmıştı telefonu. Bu kadın, insanda kafa mı bırakırdı, neyi, nereye koyduğunu bile unutmuştu.

 

"Ne o, polisler gelmemiş, normal şartlar altında, çoktan bulunman gerekirdi." Oldukça alayla baksa bile, içindeki vicdan azabı, gün geçtikçe daha çok artıyordu. "Sen beklemeye devam et, umudunu kırmayayım." Sandalyeye bağladığı, ağzını da bantladığı kadına dikkatle baktığında, hâlâ çırpındığını, çok sertçe inlediğini görmüştü. Köşedeki telefonunu aldı, tekrar, eline aldığı an çalınca, kaşlarını çatmadan duramadı. Yeşil ikonu kaydırdı, telefonu kulağına tuttu.

 

"Fatih, nerdesin sen, oğlum bu kaç oldu, öldüm meraktan?" Nurcan Hanım'ın sesinde hem merak, hem de sitem vardı.

 

"Derse girdim annem, Özcan demedi mi sana, özel derslere başladım, sessize almışım..." Yalanın en normalini uydurmuştu, günün birinde, tamamı ortaya çıkacaktı, tahammülü kalmazsa, gidip teslim olabilirdi. Kızı bağladığında sorun kalmıyordu ama hayatı boyunca da birini, iradesi dışında, bu şekilde tutamazdı. "Kusura bakma oğlum, baban bende kafa bırakmadı, sabah dediklerim için çocuk gibi küstü, hayır ben, iyiliğini düşünüyorum ama beyefendinin umrunda değil." Kendisi sayesinde tartışmışlardı sabah, evet, onları kavga ettirmek pahasına, bir sürü yiyecek getirmişti sığınağa ama kız sabit durmadığı için bugün de aç kalmıştı. Böyle devam ederse, hastalanmasının önünü alamayacaktı.

 

"Bir sorun mu var anne, söyle bana." Gözlerini, pencereden çekmiş, sandalyede, tüm gücü ile çırpınan, inleyen kadına bakmıştı. İflah olmazdı bu kadın, hafifçe sırıtmıştı ona bakarken. "Yengen aradı, babaannen hastalanmış, doktora götürmüşler ama tutturmuş 'Ben Nurcan Gelin'i isterim.' diye, bilirsin, kadında zaten akıl kalmadı, gidip bir koşu getirsek, sen gelemez misin arabanla? Onun için taksi tutarsam, ay sonunu çıkaramayız."

 

"Babam neden çocuk gibi tavırlara girdi, onu anlamadım. Annesi hasta, galeriden araba bulup getirebilir, neyin tribinde acaba?"

 

"Ben hep dedim sana oğlum, çıkar galeriden, işçiye para versen, hakkını çok daha rahat alırsın, böyle mi olur halimiz?"

 

"Tamam anne, çıkacağım ben de zaten, dersim bitti." Kafasını önüne eğmiş, iplerden kurtulmak için çırpınan kadına alayla sırıttı, bunu gören kadın, daha da öfkelendi ama tüm çırpınışları, çaresizceydi. Çünkü her direndiğinde, kötürüm tarafı, daha da acımaktaydı, bunu görebiliyordu adam. Ders değil, imtihan denirdi böylesine, hem de en ağır imtihan. "Sen beni bekle, hazırlan, gelir gelmez çıkarız." Kapattığında telefonu cebine atmış, pencereden biraz daha dışarısına bakmıştı. Hava da çok kapalıydı bugün. Yakındı evine burası, ulaşımda sorun olmazdı. Perdeleri hızla çekerken kadının hâlâ inlediğini anlamış, umursamamıştı. İçeri taraflarını epeyce kontrol etmiş, tehlikeli, zararlı bulduğu objeleri etraftan kaldırmış, tüpü ve camları gözden geçirmişti. Kilitlediği odanın içine uzun zaman sonra tekrar girdiğinden, hafifçe uykuya daldığını görmüştü. Sandalyesine doğru ilerlemiş, parmaklarını, vicdan azabı ile kadının saçlarından geçirmişti.

 

"İnan böyle olmasını, seni bu şekilde korumayı istemezdim." Tamamen geçmişti bedeni, uykunun kollarına... İnsan zaten hasta hali ile sürekli darbe alırsa, olacağı belliydi. Bu zamana kadar uyumaması hataydı. Defalarca kez düşmüş, günlerce aç kalmış, ilaçlarını doğru düzgün almamış, tüm bunlara rağmen, hiç durmaksızın çırpınmıştı. Çok bile dayanmıştı, sabah kesinlikle çözümünü bulacak, en kötü ihtimalle, serum takacak, Melek'i de çağıracak, bir şekilde ikna ettirecekti. Diğer tarafa ilerlemiş, koltuktaki kalın battaniyeyi almış, tekrardan kadına doğru giderek, sandalyenin üzerine, düzgünce kapatmıştı battaniyeyi. Kaldığı odadan çıkarken kapısını da kilitlemiş, sonra da sığınağın kapılarını kilitleyerek dışarı çıkmıştı...

 

Yaşamı, her zaman olduğundan daha haraketli ilerlerken, ne tarafa koşacağı konusunda afallamıştı son günlerde... Fatih, ailesi için çırpınan, kendi halinde bir adamdı, ne ara bu hale gelmişti? Birini kaçırmış, zorla elini kolunu bağlamış, sığınağa kapatmıştı, akıl alır gibi değildi. Yaptıklarını düşündükçe, delirecek raddeye gelirdi. Nasıl da 'Yapmam' dediklerine mecbur kalırdı insan, hayat insana, en ağır günahları, nasıl da işlettirirdi? Yengesi Meliha Hanım'ın evinden, babaannesi Ünzile Hanım'ı getirirlerken annesi ile birlikte, bu kadar sıradan bir hayata göre, çok ağır ve alakasız suçlar işlediğini düşünmüştü. Nurcan Hanım ile Ünzile Hanım'ın atışmalarını seyretmek, şimdiden tebessüme alıştırsa da genç adamı, orada bıraktığı kadını hatırladıkça, tekrardan somurtur olurdu. Babaannesi ile birlikte annesini bıraktığında Özcan'a gidecek, Melek'i alıp sığınağa götürecekti, o kızı birinin doyurması gerekti, hiç olmadı, hemen serum takacaklardı. Elleri arasındaki direksiyonu sıkarken gözleri önüne kadının her çırpınışı geldiğinde, içinden kendine küfürler ediyordu.

 

"Ben sana küsüm gelin, sen beni gönderdin." Nurcan Hanım, kayınvalidesinin tavırlarına iç çekerken "Anne!" demişti isyankar şekilde. "Ben seni göndermedim, kendin gitmek için ağladın, gece üçte geldi Hüseyin Ağabey, sırf seni götürmek için geldi Meliha ile birlikte, ne çabuk unuttun..." Yaşlılığın epeyce boy gösterdiği vakitlerde, hep unutur, kafasından kurduklarına inanırdı Ünzile Hanım. "Sus, konuşma! Ben senin için değil, Fatih'im için geldim!" Sürücü koltuğundaki torununa, tüm dikkatini vererek baktı. "Torunum ısrar etmese, asla gelmezdim, sen bakma o Meliha cadısına, sallıyor, seni ben istemedim, göndermek için öyle dedi, ben senin için geldim, değil mi Fatih'im?" Hafifçe, içindeki vicdan azabından ötürü çok sakince tebessüm edebilmişti. "Öyle nineciğim, benim için geldin, doğru." derken sadece geçiştirmişti.

 

"Canım torunum benim, Yasemin kızım da evde mi, bana o sevdiğim, çok beğendiğim patatesli poğaçasından hazırlar mı?" Yarasına basılan tuz, kabuk tutmamış darbesini sızlatırken zaten hızlı kullandığı aracını, çok sert bir frenle durdurmuş, Nurcan Hanım'ın korku ile inlemesine sebep olmuştu. "Anne, bir sus, ne olursun sus!" Kazadan, kıl payına kurtardığında aracını, kavradığı direksiyondan indirmemişti ellerini. Epeyce gergin sinirleri, duydukları ile daha da bozulmuştu. "Ben bir, şu köşedeki markete kadar gidip geleceğim, sigaram bitmiş, isteğin olursa, söyle bana anne." Yasemin'i, sevdiği kadını acıyla hatırlarken artık geri dönse de, işlediği günahlardan ötürü kendisini sevmeyeceğini anımsadı.

 

"Anne, bir dakika sus be, sadece bir dakika sus, mahvettin çocuğu." Dişlerini sıkarak konuşurken Nurcan Hanım, şimdiden tahammül sınırlarını geçmişti. "Yasemin öleli iki sene oldu, unutuyorsan, konuşma sürekli."

 

Fatih, tekrardan direksiyonun başında oturduğunda babaannesinin acı dolu gözyaşları ile karşılaşmıştı. "Ah Yasemin'im, gencecikti daha, nasıl oldu, ben bilmiyordum!..." Gözyaşları içinde çırpınan kadına bakmadan gözlerini devirdi. "Ağla babaanne, ağla; gelmişime, geçmişime, tüm acılara, biraz da benim için ağla!..." Söylenirken kendince, acının en ağır girdabına sürüklenmişti tüm benliği. Yüreği, depremler içinde, zelzele etkisinde kalırken acı, her tarafına hüküm kurmuştu.

 

Akşamın epeyce geç saatinde, vakitler gecenin keskin karanlığına ulaşırken özel dersi bahane ederek evden çıkmış, Özcan'la Melek'e de, sığınağa gelmelerini, arayarak söylemişti. Orada toplandıklarında Melek'e, durumu detaylıca anlatmıştı. Yemek hazırlamasını, sabahı beklerlerse, kızın ölme ihtimalinin olduğunu belirtmişti. Hızlıca mutfak kısmında oturdukları masadan doğrulan genç kadın, hemen tüpün önüne geçmişti. Ufak buzdolabından malzemeleri çıkarmış, köfte ve patates hazırlamaya başlamıştı. Fatih ise Özcan'la oturmuş, bugün olanları konuşuyor, hepsini anlatıyordu. Hande'nin, Yeliz Hanım'la ilgili gerçeği nasıl öğrendiğini, telefonu ele geçirişini, hayal kırıklığını, hepsini detaylıca anlatmıştı.

 

"Olaylara gel lan, bildiğin üç dönümlük film çekimi olmuş." Islık çalarak konuşan Özcan, doğradığı patatesleri, kızarması için tencere içine bırakan karısına baktı. "Bu kız neymiş, resmen canavar çıktı." Afallamamak elde değildi, Melek de çok şaşkındı. "N'apsın zavallı kızcağız, asıl acısı, hırçınlıkları, bu saatten sonra başlayacak, daha dikkatli olmamız gerek, çünkü en ağır gerçeği öğrendi." Kimsenin hak etmediği imtihanları, sadece içerideki kız değil, kendileri de geçiriyorlardı. "İyi olmuş, en azından artık neden burada olduğunu sormaz, hem zaten sen bir gün anlatacaktın." Arkadaşını teskin etmek üzere sözlerini devam ettirmişti Özcan. "Diğer gerçeği zaten ebediyete kadar öğrenmeyecek, bunu öğrenmesi, onun için zor olsa da, çok doğru oldu. Siz bir de halini görecektiniz. İnkar edişleri, çırpınışları, ilk kez beni çok içten güldürdü..."

 

"Ben hiç gülemedim nedense..." Ayrı tencerenin içine de köfteleri atmıştı kadın, diğer taraftan da dolaba bakmış, meyve suyunu çıkarmıştı.

 

"Yedirebilecek misin Melek, boşuna uğraşma olmazsa." demişti Fatih, ikna etmeleri zor gibiydi.

 

"Yedireceğim."

 

"Nasıl?" Özcan, karısının bu kadar kendinden emin konuşmasına karşılık epeyce merakla sordu.

 

"Çözmeyeceksiniz, ben de elimle vereceğim, zaten fazlaca aç, seçim hakkı sunmaz da, elimle, biraz da zorlayarak uzatırsam, çok sürmez, hemen alır. Fatih, senin öfkeli halinden biraz lazım bize, üste senin sinirin de denk gelirse, oldu bu iş."

 

"Benim sinirli görünmeme gerek olmaz Melek'cim, o kızı gördüğüm anda direkt deliririm. Ben bir bakayım, sen de getir hemen." Hepsi birden gülerken oturduğu sandalyeden doğruldu. "Ben bir bakayım şuna, hadi sen de getir artık, kızarmıştır, ikna olur da, hastalanmaz en azından." Mutfak kısmından çıkıp içeri gelirken dairenin kilitlediği kapısına geldi, cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı, içeri girdi. Haraketsiz durması dikkatini çekerken kendisini görünce çırpınmaması da, ayrıca afallatmıştı genç adamı.

 

"Kimse gelmemiş küçük hanım, ortada ne polisler var, ne de sizi şımartan o iki tane anneniz." İçeri tamamen girerken dudaklarındaki belli belirsiz sırıtma, vicdanındaki ağır darbeyi bastırmak için vardı. Yaptığı şakalar da hoş değildi aslında, canını acıttığının farkındaydı ama kendisini o kadar sinir etmişti ki, nefsini bundan alıkoyamamıştı. Pencerelerin üzerindeki perdeleri aralamış, tamamen açmıştı camları. Çok toz vardı içeride, biraz daha sabrettirebilse, bu evden çıkaracaktı kadını, başka çözümler bulacak, daha düzgün ortam ayarlayacaktı elbette. "Bence seni başına bela etmek istemediler, ben zor katlanırken onları anlayabiliyorum... Yoksa neden gelmesinler, şimdi çoktan, törenle karşılanman gerekti..." Yanına doğru ilerlediğinde, nasıl bu kadar sessiz olduğunu çözememişti. Kesin sebebi vardı, çoktan çırpınması, inlemesi, direnmesi, cevap vermek için çabalaması gerekti...

 

Kan, koyu kırmızı sıvı, gözlerine çarptığında, hafif korku içinde ilerledi o tarafa. Üzerine örttüğü battaniyenin bir kısmı, özellikle de kollarının olduğu kısım, hep kan olmuştu. Hızla alırken üzerine örttüğünü, açıktaki kollarına baktı, kalın halatlar, iki kolunu da kesmişti. Çok çırpınmıştı belli ki, zayıf, ince, hassas gibi görünen bedene sahip değildi; bu hale gelmesi için, epeyce çırpınması, direnmesi gerekti, sessizliğinin sebebini, daha düzgün çözmüştü. Anlamıştı anlamasına da, iş işten geçmişti. "Senin bu halin ne?!" demişti öfke dolu sesi, tüm sığınağı doldururken. "İmtihan olarak mı gönderildin kızım sen bana, bela mısın başıma, geri zekalı?!" Sözlerine karşılık, ağzındaki banttan dolayı, iniltisi bile, öncekilere göre daha ağır çıkmıştı. Daha güç, daha kısık ve karşısındaki adamın, öfke ile parlamakta olan, katran karası gözlerinden ürkercesine...

 

"Oldu da çırpınışların sonuç verdi, kurtuldun o iplerden, kaçabileceğini mi sanıyorsun?..." Sinirini aşılamak için konuşmalarına devam ederken ipleri çözmeye başlamıştı, ne ile bağlayacaktı, nasıl durduracaktı bu kızı, halatla durduramazdı artık, çok kötü kesmişti, daha da kötü olurdu... En azından bu kadar olup bitenin üzerine hali kalmadığı için bir süre çırpınmazdı, kendisi de bağlamak zorunda kalmazdı. "Sen benden kaçamazsın!..." Hafifçe sarsarken omuzlarından tuttuğu kadını, delici bakışlarını gönderdi gözlerine. "İstesen de benden kaçamazsın Hande, çırpınma artık, kendine daha çok zarar verme, senin için söylüyorum, her kaçma girişiminde; daha çok canın acıyacak!..." İlk kez kendisine adı ile seslenmesi, tuhaf hissettirmişti kadına, korkuyla inlemişti tekrardan. Genç adam ise tuttuğu kollarını bırakmış, hafifçe geri çekilmişti.

 

"Tamam artık, bağırma kıza, ben temizler, sargılarım kollarını." Elindeki tepsiyi kenara bıraktığında, kadına doğru ilerlemiş, kollarından tutarak kaldırmış, koltuğa oturtmuştu. "Yukarı kaldır kollarını, saracağım ben şimdi." Melek, özenle pansumanladığında kollarını, hafifçe, cenin pozisyonunda uzatmıştı. "Karnını doyurmazsan, serum takmak zorunda kalacağız..." Hasta biri gibi, sanki bitkisel hayattaymışcasına, serum mu takacaklardı bir de? Buna katlanamazdı. "Delirtecek bu kadın beni, katil edecek önünde!..." Karşısındaki kadının dudaklarına ilerlettiği çatala bakarken adamın sözleri dolanmaktaydı zihninde... Neler yaşıyordu böyle, nelerden geçiyordu, bunlar nasıl olaylardı, aklı almıyordu?... Sahi, bir aklı kalmış mıydı? "Tamam bağırma, bak Melek sardı kollarını, büyütme bu kadar..." Diğer adamın sesini duyduğunda, ötekini sakinleştirmek istediğini anlamıştı. Oysa içeri ilk girdiğinde, nasıl da artistleniyordu karşısında... Kollarını, çırpınırken istem dışı kesmişti ama onu sinirlendireceğini, bu kadar kızacağını bilse, canı acıma pahasına, daha da direnir, epeyce kanatırdı. Sahi, neden endişelenmişti? Canı acıdığı için insaf mı etmişti kendisine? İyi de neden? Yeliz Hanım'dan parasını alıp, görevini gerçekleştiren, işi için uğraşan, sıradan bir adamdı belli ki... Yoksa öyle değil miydi, ne olabilirdi ki başka?...

 

Dudaklarına gelen çatala dikkatle bakarken burnuna gelen o nefis koku, artık açlığı; iflah olmaz hale getirdiğinde, dayanamaz olmuş, daha çok inat edecek gücü bulamamıştı kendisinde. Çataldaki lokma, iki dudağı arasından, kendinden bağımsız geçmişti. Devamı gelmiş, kadının ağzına getirdiklerini, doğru düzgün çiğnemeden midesine göndermişti, o kadar açtı. Kendini biraz doğrulttuğunda, kadının elindeki çatala uzanmış, onu afallatarak almıştı. "Yiyebilirim kendim." demişti sakince. Melek, bu haraketinden biraz ürkse de, içinde plan arasa bile kıramamıştı. Karşı tarafın açısından bakmıştı olaya, sonuçta birinin vermesinden rahatsız olabilirdi. "Korkma, oyun oynayacak kalmadı, gerçekten karnım aç, nereden ince ise, oradan kopsun düşüncesine girdim." derken tavrı, karşısındaki kadını epeyce afallatmıştı.

 

"Yukarıda tutman gerek kollarını." demişti afallamasını belli etmekten çekinen Melek. "Merak etme, bu kolum sağlam, kanaması durdu, hadi rahat bırak artık beni." Melek, epeyce şaşkın şekilde dışarı çıkmadan önce, masanın üzerine su ile ilaçlarını bırakmıştı. Çıkmadan önce koltuk değneğini, walkerı almış, kapıyı da üzerine kilitlemişti... Zaten önlem almasalar şaşardı! Önündekileri, iştahla midesine indirirken masanın üzerindeki ilaca baktı. Bir kere içmişti, ikinciden ne zarar gelirdi ki? Yemeği, kenardaki içecek ile birlikte atıştırırken ilaca mı güvenmeyecekti? İşin ucunda kaçmak vardı ve artık güç toplaması gerekti. Hem aç kalıp, hem de ilaç içmezse gücü kalmayacaktı. Kaçmak olmasa bile daha çok dayanamazdı, mecburdu, karnı doyurması şarttı. İnatçı bir kişiliğe sahip değildi, açlığa hiç dayanamazdı.

 

"İstesen de, sen benden kaçamazsın Hande!..." Kendisine, ismi ile seslenmesinin afallaması üzerinde kalırken sözleri de, zihninde dönüp duruyordu... Her tarafını sarmalamış olan sözler, içinde zehirli sarmaşık etkisine sebep olmuştu... Önündeki tabakları boşalttığında, elinde tepsi ile sehpanın üzerine uzanması zor olduğundan, koltuğun kenarına tepsiyi bırakmış, sağlam kolunu kullanarak masanın üzerindeki ilacını ve su bardağını aldı. Umursamazca ilaçlarını da içerken tenine renk geldiğini hissetti. Elinde su bardağı, pencerelerin dışını izlerken gözleri önüne, o adamın kömür gözleri gelmiş, zihnine ise söyledikleri hüküm kurtmuştu... "İstesen de sen benden kaçamazsın!..." derken, katran karası gözlerindeki hisleri çözemez olmuştu...

 

||BÖLÜM SONU||

 

Yorucu bölümlerdendi benim için, size ne ifade etti bilemem. Yazarken eleştiriler beni ürpertse de, doğru bildiğimden kaçınamadım. İçime oturan ne ise onu kaleme alırım ben. Tamam, belki çoğunuz için doğru değil ama karakterimin kişiliği belli. Fatih, genelde vicdanını, insanları alaya alarak rahatlatır. Doğru olmadığının kendi de bilincinde. Siz de gördünüz, zaten çoğunuz bilincinde olmuştu, Hande'nin kaçırılmasına sebep olan kişi, kendisine bakan ve okutan annesi olduğunu. Tabii asıl sırlar bununla sınırlı değil, daha çok öğrenecekleriniz olacak.

 

Gelecek bölümde görüşmek üzere, hoşça kalın...

Loading...
0%