Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. Bölüm: "Sonu Belirsiz Seçenek"

@mavi_melekler

Çok değişik bir bölümle çıktım karşınıza. Olaylar, bilmediğiniz kısımlara sürüklenirken eleştirileriniz bende merak konusu. Geçen sene burayı kaleme alsam da, sizlere sunmak şimdilerde nasip oldu.

 

Medyamızı, resmimizin beraberinde, Kıraç'ın 'Aşk Yeli' şarkısına süsledim. Bildiğiniz donattım, size ise bölümü keyifle okumak kaldı. Dönüm noktası tadında, maceralarla dolu, bol olay ve aksiyon içeren bir bölüm getirdim sizlere.

 

Keyifli okumalar!

 

 

Seyre dalan bakışları arasında etrafını izlerken, saklandığı çukurun mantıklı olduğunu anladı. Çıkacaktı ama önce izini kaybettirmesi gerekti, burada olması, bulunmayacağı anlamına da gelmezdi. İşini şansa bırakmıştı, bulunma ihtimali de, bulunmama ihtimali de, doğru düşinmekte ise eşitti. Yorgundu, halsizdi, güçsüzdü, tüm gücünü; kaçma çabalarında, çırpınıp dururken kaybetmiş, her tarafı kan içinde kalmıştı. Önce elleri, sonra sakat kolu kanamış, çok sürmeden ağzından ve burnundan, dolu misali kanlar gelmişti. Yakalanmadan kaçıp da, bu tarafa kadar gelebilmiş olması, kendisini de afallatmıştı. Kaçmakla doğru bir harakette mi bulunmuştu acaba? Sonra durdu, tekrardan, başka düşüncelere devam etti; neden şüphelere düşmüştü? Sonuçta, kendisini kaçıran kişi belliydi, güveni asla bulunmasa da, ne için kaçırdığına, Yeliz Hanım'la gerçekleştirdiği telefon konuşmasından sonra emin olmuş, daha az korkmuştu ondan ama haklı değillerdi. İnsanı zorla alıkoymanın, hiçbir haklı gerekçesi olamazdı. Kaçmakta haklı olmakla birlikte, şehire inemezse, burada öleceğini düşündü. Kalkması gerekti, kalkıp ilerlemesi, şehir kısmına ulaşabilmesi için zorlaması şarttı, böyle sonuç alamazdı ki. Hande, hep kuşlara imrenmişti ama şimdi kuşlardan da, onlara gıpta ettiğinden daha çok uzaklardaydı... Sonu meçhul esaretin altında, kırık dökük, kaçışının da sonu belirsiz... Anne, dört harf, iki heceden oluşan kelime, hep acı vermişti kendisine. Neslihan Hanım'dan göremediği sevginin, katlarca ötesini aldığında Yeliz Hanım'dan, ne çok mutlu olmuştu... Yaşamda sevginin, çok sınırlı da olsa, varlığına inanmıştı. Çok kısa sürmüştü, babası gibi nefret etmese Yeliz Hanım'dan, kırgındı, çok kırık döküktü... Aralarına giren dağlar kadar kırgınlık, artık ikisini kavuşulmaz hale getirmişti.

 

"Hande!..." Katran karası gecenin karanlığına karıştı sesi, zifiri karanlıkta alev aldı desibeli, korku ile iç geçirdi... Karanlık gece, kendisine seslenen o adamın gözleri kadar keskindi. Daha çok gömüldü, bulunduğu oyuğun içine, kocaman, boş bir çukurdu, kendisini saklayabilecek kadar derin olsa da, görülme ihtimali de vardı. Sesi, hafif öfkeli çıkmıştı adamın, bulsa, kızar mıydı? "Yürüteçi burada baksana, çok uzaklaşmış olamaz..." Yakınlardan gelen diğer, kendisini beklemekte olan o kadının sesini dinledi, hamile olduğunu anladığı kadın... İlk gördüğünde anlamış, bu nedenle ona saldırmamıştı. "Çık çabuk, nerede isen hemen ses ver, aksi taktirde, daha da kötü olacak!" Yakalarsa, döver miydi kendisini, öldürür müydü?... Çok büyük bir korku, her tarafını sarıp sarmaladığında, daha çok gömüldü çukura. "Ne cins herifsin oğlum, kızı çağırırken bile tehdit ediyorsun, iki dakika sakin ol da, korkmadan gelsin..." Yakınlardan, öncekilere göre daha çok kendisine ilerlemekte olan sesler doldurduğunda kulaklarını, korku da, daha çok ilerledi kendisine. Diğer adamın sesiydi bu, çözmüştü hemen...

 

"Çık gel hadi, bak her tarafın kan içinde, çok uzaklaşamazsın, buralarda olduğunu biliyorum..." Nereden anlamıştı? Saçmaladığını düşündü, anlamasa tuhaf olurdu, pencerenin önünden uzaklaşmadan önce, oranın önünün kan gölü olduğunu hatırlamıştı. "Yaralarını saralım, hadi gel artık lütfen." Bu ses, o kadına aitti, çok sakin konuşmuştu. 'Yaralarını saralım!' Güldürmedi bu cümle kendisini, alayla gülmesi gerektiği halde gülemedi. Yaralar bedense ise, bir şekilde sarılırdı ama ruha kazanan darbeler, ömür boyu gitmezdi. Hande, iki annesinden de aldığı darbeleri, hayatı boyunca unutmayacaktı. "Çıkarsan hemen, söz, hiç kızmayacağım, hadi, hangi cehennemde isen gel buraya!..." Yeniden, o adamın sesini işitmişti. Kızmamaktan söz etmişti, tutar mıydı sözünü? O kadar perişan duruma düşmüştü ki, teslim olmak istemişti bir an için ama sonra, çok çabuk vazgeçmişti. O adama teslim olursa, anne bildiği kadının kurallarına da teslim olurdu.

 

Yakınlaşan, epeyce ilerlemiş olan sesleri işittiğinde, hemen doğrulması gerektiğini anımsadı, kaçmalıydı, böyle teslim olamazdı. Sonuna kadar savaşması gerektiğini kendisine öğreten Yeliz Hanım tarafından bilinmezliğe itilmenin acısı vardı Hande'nin içinde. Kaçması, kurtulması gerekti, hemen savcılığa gitmeli, öğrendiği herkesten şikayetçi olmalıydı. Hafifçe doğrulduğunda, sağlam bacağı üzerine bastı, beli iki kat şekilde kaldırdı kendini. Yakınlarında hissettiği nefes sesi, ürpermesine sebep olurken walkera nasıl ulaşacağını düşündü, artık onu alamazdı, çünkü, konuşulanlara göre bulmuşlardı. Kendini tamamen kaldırdığında, karşısında gördüğü katran karası gözler, ilk kez bu kadar dikkatini çekmişti. Elinde, karanlıkta parlamakta olan silah, gözlerini parlatmıştı. "Gelme, sakın saçmalama!" dedi, sesinde buz gibi rüzgarlar estirdiğinde kadın.

 

Yaklaştı, sözlerinin aksine, daha çok ilerledi kadına. Geri gidecek gücü olmadığını bildiğinden, umursamaz davrandı. Elindeki silah, bir süre haraketsiz durdu. Sonra ansızın doğrulttu, kadının kafasına, hafifçe geçirdi, savruluşunu izledi. Özcan, dehşetle bakarken Fatih'e, arkadaşına da, aynı umursamazlıkta baktı genç adam. "Yolda, bu halde baş edemezdik, ilaçla bayılmaktan daha etkili, korkmuş oldu biraz hem, korkma, çok sürmeden kendine gelir." Yere düşmüş, haraketsiz ve baygın kadına doğru ilerlerken silahını cebine koydu, hafifçe eğildi. Zifiri karanlık gecenin gölgesinde, ahenkle parlamakta olan teninin her zerresi, kanlara bulanmıştı. Üzeri, ağzı, burnu; her tarafı, kan revan içinde kalmış, çok perişan durumdaydı. Nasıl götürecekti bu kızı, daha doğrusu, nerede tutacaktı? Yerden kaldırıp kucağına alırken kendi üzeri de kan olmuş ama umursamamıştı. Kızı sakladıktan sonra nasıl olsa, evine gidecekti, o zaman değiştirirdi üzerini.

 

Yola çıktıklarında, Arnavutköy'e gideceklerini belirtmiş Özcan, Fatih de sürücü koltuğuna geçmişti. Orada bir depo ayarlamıştı, sırlarını paylaşabilecekleri; güvendikleri arkadaşları Turgut'un, zamanında tamirhane olarak kullandığı, kendisine ait olan depoydu. Yolda Turgut'u da almışlar, kaldıkları gibi devam etmişlerdi. Yanına binmişti Fatih'in Turgut, Özcan'la Melek ise arka koltuktaydılar. Hande, cam kenarında baygındı, perişan halini gören genç adam, elleri arasındaki direksiyonu sıkmış, daha da hızlanmıştı. Yanında Özcan vardı, uyanırsa baş etmesi için burada olmasını istemişti Fatih, Melek ise diğer tarafta kalmış, gebe olduğundan, bebeğini riske atmak istememişti. Kızın aniden kendine gelmesi sonucu, korku ve şaşkınlıkla göstereceği ataklardan ötürü, ondan uzakta oturması gerekti.

 

Yolda, çok sürmeden kendine geldiğinde, bir müddet, etrafını kontrol etmiş, bakınmıştı afallamış gözlerle. Sonra çok vakit harcamadan, kurtulmak için çabalamıştı. İlk çırpınması, elbette ki, önündeki camı tokatlamak, çığlık atmak olmuştu. Yoldan geçtiklerini, arabaların, insanların kendilerini görmüştü, bunu değerlendirecekti. Fatih, elinin altındaki aracı; kaldırıma sürtmekten son anda kurtarırken sinirle dişlerini sıktı. "Sustur şunu Özcan, çok kötü olacak!" dese de, içindeki vicdan azabı geçmemiş, kaldığından daha sert devam etmişti. Turgut ise kendini tutamadan sırıtmıştı, gülüşünü belli etmemek için, elini çenesine tutmuştu. Melek, boynundan çıkardığı fuları, hızla kocasına uzatmış, "Çabuk bağla ağzını!" demişti, başka çareleri mi kalmıştı ki?

 

..."Bir dur be kızım, iki dakika dur; ananın karnında nasıl durdun sen, altı aylık mı doğdun, anlamadım, nasıl bu kadar haraketlisin?!..." Elindeki bez parçasını, ağzına geçirmek için çabalarken kadın, kafasını kaldırmış, kendini kurtarmak için çabalamıştı. Sağlam bacağı ile ön koltuğa tekme atarken adamın o bezi bağlamaması için uğraşmıştı. Genç adam, elinde hissettiği korkunç acı ile kaskatı kesilirken haraketsiz kaldı. Kocaman açılırken gözleri, elini çekemedi. Hande, elini birden ısırmış, bırakmak gibi niyeti de olmamıştı. Korkunç iniltisi, gürlemeye dönüşen adamın siması da kaskatı olmuştu. Çok ağır darbe ile elini çektiğinde, eti deşilmişti. Hande ise bu defa kurtulmuş olmanın verdiği keyifle, çırpınmalarına kaldığı gibi devam etmişti.

 

"Melek, kocan hiç kalıbının adamı değilmiş." derken gülmelere devam etti Turgut. "Bir kızla baş edemedin, sen okulda da böyle, kızlar tarafından dövülürdün, zor alırdık seni kızların elinden..." Melek'le Turgut, elinin acısından inlemekte olan Özcan'a gülerlerken Hande, önündeki cama tokatlar geçirmekte, güçsüz sesini çıkarabildiği kadar bağırmaktaydı. "Ulan kesin sesinizi, böyle zor görev, bana verilir mi hiç? Ben, Arnavutköy'e kadar nasıl durduracağım, nasıl baş edeceğim bu kızla?" Sinirle nefesini dışarı üflerken Fatih, torpidodan aldığı ilaçla pamuğu, arka koltuktaki Özcan'a uzattı. "Görürsün nasıl baş edeceğini. Al hadi, bastır şunu ağzına, sustur artık şu kızı, elimden bir kaza çıkacak."

 

Özcan, bu defa da bayıltmakta zorlanmıştı, bezi ağzına dayamıştı, kız öksürüyordu ama bayılmıyordu. En sonunda direnişin sonu, burnundan gelen, ikinci kan seli ile sonlanmıştı. "Ulan Özcan, gerçekten hiç adam değilsin; oğlum, bayıltmayı da beceremedin, kızın pestilini çıkardın!..." Son hızla aracı durdurmuş, bir köşeye çektiğinde, hemen aşağı inmişti. Arka tarafın kapısını açmış, Özcan'ın elleri arasından kadını çekmiş, aşağı indirmiş, kollarından tutarak doğrultmuştu. Sarsmış kollarından tutarak, ne kadar kan varsa, dökülsün istemişti. "Tamam, sakin ol, geçecek hepsi..." derken adam, ilk kez kehribar gözlerine daha dikkatli bakmıştı kadının. Herkes arabadan inmiş, olup bitenleri izlerken Özcan, kendini savunurcasına bakmıştı Fatih'e. "Ben ilacı döktüm beze, neden bayılmadı ki?" derken afallamıştı. İlaç döktüğünü düşündüğü pamuğu, kontrol etmek için burnuna tuttu, kokladı adam. Kendinden geçen arkadaşına bakan Fatih, bu defa kendini durduramamış, Turgut'la birlikte gülmeye başlamışlardı.

 

...Yolun kalanı, daha az macera ile geçmiş, başladığı gibi bitmemiş, aksine, çok sessiz sürmüştü. Hande, Melek'le birlikte arka koltukta dururken Özcan, pencere kenarında uyumakta, Turgut ise aynı koltuğa oturmuştu. Ağzından ve burnundan gelen kanlardan sonra hepten halsiz düşmüştü Hande, bayıltmamışlardı ama önlemini almışlar; Fatih'e, tek başına baş edeceğini, çok rahat hakkından geleceğini demişti Melek, iki canlı da olsa, bunu başarırdı, emindi. Yüzündeki kanı temizledikten sonra elleri ile ağzını sıkıca bağlamış, karşısındaki kadın, zaten halsiz olduğundan, buna karşılık verememişti. Karşılık gösterecek hali, hiçbir şekilde kalmamıştı. Sadece, hafif aralık gözleri ile etrafına bakınmış, sonra tekrar baygın düşmüştü. Fatih, dikiz aynasından, ters bakışlarla incelerken kadının halini, kendine lanetler okumuştu. Yüreğinde, tez vakitte toprağa vermek zorunda kaldığı sevdası olmasa, babasının istediği gibi, o kadını sever, karşısına da düzgünce çıkardı. İlk etapta kitap kafede, düzgünce çıkmış karşısına ama onu bu şekilde koruyamayacağını anlamıştı, çünkü kimseyi sevemeyeceğini, kadının ise sevilmek için epeyce kırgın olduğunu anlamıştı. Bir başkasının acılarına şifa olacak kadar sabırlı değildi, aksine; kendi acılarından çıkamayacak kadar halsizdi. Ayrı dünyaların insanlarıydılar o kadınla, Fatih; toprağa vermek zorunda kaldığı Yasemin'e aşıktı, ölüm, ayıramazdı ki sevenleri, onu; ilelebet çok sevecekti...

 

...Sonunda geldiklerinde, çok vakit kaybetmeden arabadan inmiş, arka koltuğa doğru ilerlemişti genç adam. Turgut da ardından gelirken Fatih'in, dehşetle bakmıştı etrafına. "Ulan biz ne ara geldik, aklım almadı, düş gibi oldu!..." Afallama hissi, çatılan kaşlarına kadar uzanmıştı. "Fatih kullanırsa, uçmadığımız kalır, geç gelmemiz anormal ama vallahi, bu kadar kısasını, ben de beklemedim." Melek de en az Turgut kadar şaşkındı. İçini kasıp kavuran vicdan azabı, elleri arasındaki direksiyonu, olabildiğince sertleştirdiğinde, son hızla gelmişlerdi. Araladı arabanın kapısını, her tarafı kan içinde olan kadına baktı, kucağına aldığında, belki kendi üzeri de kan olacaktı. Umursamadan, kolunu tuttu, boynuna atmak istedi ama kaldıramadı, zorladığında, kadının uyku sırasında, acı ile inlediğini gördü. Hafif kıpırdatmalar haricinde, çok oynatamadığı felçli kolu olduğunu anladı. Bir süre sertçe nefes alıp verdi, sonra tekrar eğildi, attırdı sol kolunu; usulca kendi boynuna, sonra belinden kavradı kolları ile, kaldırdı... Kollarındaki kız ile birlikte başını kaldırdığında, gördüğü harabe karşısında, öfke dolu küfür savruldu dudaklarından.

 

"Hiç bana bakma Fatih, ben o arabada baygınca bekleyen salak Özcan'a, burası kullanılmaz, kiracı, canını okudu dedim, kendiniz kaşındınız..." Turgut'un dediklerini dinlerken çoktan kendinden geçmiş, içindeki vicdan azabı, tamamen artmıştı, her tarafını sarmalamıştı. "Sadece bu gece kalacak, merak etme, belki bu gece bile değil..." Kollarındaki kadını umursamadan beklemiş, o an için ağırlığını hissetmemişti. Çünkü aklındaki düşler, adamın içine azap ile birlikte perdelenmişti...

 

"Senden başka güvenecek kimsem kalmadı, ne olursa olsun, kızımı korur musun?..." İnsan, tutamadığı sözlerin ağırlığı altında boğulur, beraberinde, vicdanındaki azap ile daha çok kıvranırdı. "Ne olursa olsun, kendimden bile koruyacağım gerekirse..." demişti o karanlık gecede, yaşamın hırçın darbelerine inat söz vermişti, emanetini koruyacaktı... "Söz, sevemesem de, daima koruyacağım kızınızı, gönlünüzü rahat tutun; sizi de, bu delikten kurtaracağım..." Korurken de zarar verir olmuştu, zavallı adamı da, o cehennemden bir türlü kurtaramamıştı. Çabucak kaybedemezdi direncini, kurtaracaktı, tekrardan mahkeme talep etmişlerdi, o zamana dek, tuttuğu avukatla birlikte çözüm üretecekti. Kolları arasındaki Çalıkuşu'nu, babası hapisten çıkana dek korumalı, ona sağlam şekilde teslim etmeliydi...

 

Fatih, kucağındaki kadını, girdiği iğrenç depoda, zoraki boş sandalye bularak, üzerine oturtmuştu. Ne depo olurdu buradan, ne de ahır... Hemen kızı buradan çıkarmazsa, ölmesi an meselesi olurdu. Sağlıklı insanın tahammül edemediği ortamda, kadının normal kalacağına emin değildi. "Melek, şu kızın üstünü değiştirsen, çözümü var mı?" demişti dikkatlice bakarken. "Benim elbiselerim olmaz ki ona, zayıf değil sonuçta, Fatih; kızı buradan çıkarman şart, sana Turgut da en baştan dedi, burası olmaz." İçerinin pencereleri olmamakla birlikte, her tarafta fare ölüleri vardı, insanın sürekli üzerine konan sinekler, beraberinde, içerideki döküntü şeklinde olan tuvaletten gelen koku, daha da iğrençleştiriyordu depoyu. "Köpek bağlasan durmaz burada oğlum, kız sabaha ölür, benden demesi." Fatih'ten çekinse de konuşmuştu Turgut da; Melek gibi, çözüm üretilmesi şarttı.

 

Özcan, arabadan indiğinde gözlerini ovarak içeri girmiş, herkese sırası ile bakmıştı. "Ne ara geldik, inanın hiç anlamadım, ilacı teyit ederken bayılmışım." Fatih hariç herkes gülmüştü, içindeki azap, artık güldüremez olmuştu... "Saçma rüyalar gördüm, bir ara polisler peşimizdeydi, sizi bulamadım; kaçıyordum, polisten kaçarken, bir demirin üstüne çıktım, oradan nasıl atladıysam, aşağısı uçurummuş, düşüyordum, sarsılarak uyandım..." Fatih, karşısındaki arkadaşına öldürücü bakışlar attığında, susmak zorunda kalmıştı genç adam. "Uyuyan prens de geldiğine göre, çözüm üretme serüvenimiz başlasın." demişti sırıtan Turgut.

 

"Sen benle geliyorsun Turgut, Özcan; son salaklığının ardından çok zor olsa da, çaresizce; kızı sana emanet ediyorum, Melek, gözünü dört aç, ben evdekilerle konuşmaya gidiyorum..."

 

"Bir dakika, Turgut neden gelecek de, ben kalacağım?"

 

"Oğlum, senin karın hamile; bu depoda normal insan fenalaşır, Melek nasıl dayansın, ayrılmayın, gidip, durumu anlatıp, sonra da kızı almaya geleceğim, siz de dönersiniz benimle..."

 

"Ben getiririm!" dese de, alayla gülmüştü Fatih. "Sen kendini ilerlet önce, benden haber almadan önce; harakete de geçme, ben geleceğim dedim, konu kapanmıştır." Yanındaki diğer arkadaşı ile birlikte depodan çıkmışlar, arabaya geçmişlerdi. Yolun uzunluğu, o an için umrunda bile olmamıştı, evdekilere durumu nasıl anlatacağını da çok düşünmemişti. Sözü dinlenirdi ailesinde, geçerli de olurdu, kendisini anlayışla karşıladıklarını düşündü. Eski patronundan, iftira ile cezaevine girdiğinden haberleri vardı, üstelik kızını, kendisine emanet ettiğini de bilirlerdi; sadece ürettiği çözümden rahatsız olabilirlerdi, ondan kendisi de rahatsızdı zaten, elinde değildi. Yeliz Hanım için değil, Cezmi Bey için girmişti bu günaha, tabii bilse babası, bu şekilde koruduğunu öğrense, kim bilir; ne büyük hayal kırıklığına uğrardı, belki de haram ederdi genç adama olan emeklerini, lanetler okurdu. Sevemezdi kadını, diğer adamlar gibi, aşkla peşinden koşamazdı, kitap kafede bile zor tahammül etmişti, ancak zor kullanarak o evlilikten uzaklaştırabilirdi. İstemsizce kızgın olurdu bazen Yeliz Hanım'a, kendisini buna mecbur bırakması, sinirlerini bozardı ama sonra düşünürdü de, başka çözümü mü vardı?

 

...Geç saatlerde alınan haberler, hep en kalıcı sorunlara dönüşür, insan hayatında büyük etki, iz bırakırdı... Nurcan Hanım, öğrendiklerinin ürpertisi ile sadece, karşısındaki eşine bakabilmişti, Mustafa Bey'in de kendisinden eksiği kalmamıştı. Ne kızgınlık, ne kırgınlık, ne öfke, ne hayal kırıklığı; bunun adı, koskoca bir hayal kırıklığı olsa gerekti... Fatih, önce bir kadını kaçırmak, alıkoymak zorunda kaldığını anlatmış, sonra da bu kadının; kendisine ekmek tutmayı öğreten, cinayet dosyasının üzerine kaldığı, iş adamı Cezmi Akçay'ın kızı olduğunu anlatmıştı. Kaçırmazsa, istemediği evliliği gerçekleştireceğini, öz annesinin, kızını para için satacağını, evlilik sonucu da; büyük ihtimalle kızın dayanamayacağını, hastalığından ötürü de evliliği kaldıramayıp öleceğini anlatmıştı. Kızı büyüten annesi Yeliz Hanım'ın, kendisine bu teklifi sunduğunu, başlarda mantıklı bulmasa da, başka seçeneği kalmadığını da anlatmıştı. Yaşamlarını değiştirecek, Yeliz Hanım'ın ağır para tekliflerini de, elinin tersi ile ittiğini, bu işin karşılığında, kuruş kazanmayacağını dile getirmişti.

 

..."En doğrusu oğlum, sakın, kuruş alma, öde minnet borcunu; Allah'ın izni ile, babasını da kurtarırız, o vakite kadar, biz bakarız bir şekilde, bakarız, değil mi Nurcan?..." Biraz bildikleri, az da tereddüt içinde konuşmuştu Mustafa Bey. Çekinmişti eşinden, ne tepki vereceğini zor seçmişti. Fatih, çekinerek Nurcan Hanım'a çevirdiğinde gözlerini, soğukça başını salladığını gördü. "Ben bakarım oğlum, babaannenden fırsat buldukça, dediğin gibi, babası hapisten çıkana kadar bakarım ama sakın Fatih, başıma Yasemin vakası çıkarma; sen benim evladımsın, ikinci defa acı çekmene katlanamam, minnet borcunu ödemek dışında, içinde zerre his olmasın!..." Kesimini kesmişti Nurcan Hanım, Yasemin gibi hasta, eksik kadınla bir araya getiremezdi oğlunu.

 

"Ben, sonsuza dek Yasemin'i seveceğim anne; hayat karşıma, beni mutlu edecek, aşkın ötesinde, bir sevgi çıkarırsa bu, o kadın olmayacak!..." Fatih, Nurcan Hanım'ın ardından, kendi kesimini kesmiş, konuşurken ise kadının delici bakan kehribar gözleri, katran karası gözleri önüne gelmişti. Yorgunca doğrulduğunda, "Benim getirmem gerek, Özcan'a güvenemem, anne, temiz kıyafetler bulamaz mısın?"

 

"Benim elbiselerim olmaz mı ağabey?" demişti çekinerek Seda.

 

"Yok, kız bayağı kilolu."

 

"Ünzile Nine'nin elbiseleri olur mu?" Nereden elbise bulacağını düşünen Nurcan Hanım, çaresizce sormuştu.

 

"Çok kilolu o da, kaybolur kıyafetlerin içinde, seninkiler de büyük gelir ama idare eder, anne, kendi elbiselerinden ayarlarsın."

 

Yanındaki Turgut'la birlikte evden çıkan Fatih, hızlıca arabasına binmiş, tekerlekleri ağırtarak ilerletmişti. Son hızda gidip getirmesi gerekti. Eve getirmeden önce, o cadı ile bir anlaşmada bulunacak, rahat durması karşılığında depodan çıkaracağını söyleyecekti. "Ne oldu, neden sırıttın?" dedi durumu anlarmış gibi konuşan Turgut. "Hiç..." O an için aklında canlanan hisleri, küçücük kelimenin içine düğüm edip bir bohça misali, sürmüştü başka köşelere... Nurcan Hanım'a verdiği sözü hatırlamıştı istemsizce, sonra kadının delici kehribar gözlerini hatırlamış, elleri arasındaki direksiyonu daha sert sıkarken hızını da arttırmıştı... İçinde oluşan sıradan, basit hisleri, tek kelimenin içine hapsederken olabildiğince hızlı ilerletmişti... Çok sürmemiş, o kadar hızlanmıştı ki, trafiğin de açık olması, Turgut'u bir kez daha afallatmış, beklenenden hızlı gelmelerine sebep olduğunda, dehşetle bakmıştı arkadaşını. Oldu olası, Fatih'in kullandığı arabalara binmekten korkar, arada Özcan'la şakalaşırlarken "Canımı sokakta bulmadım, Fatih'in kullandığı arabanın içine girmek bile, ölüme bin defa ilerlemektir." derdi daima...

 

Deponun içine girdiklerinde, bir süre kapı pervazında durdu, etrafına bakındı; Melek'in, karşısındaki kıza çorba içirmek için çabaladığını gördü. Yana doğru kafasını çeviren Hande, kendini kaşıktan uzaklaştırmak istemişti, sessizdi öncekilere göre, durgundu, kırık döküktü... Kızı getirdiği hali düşününce, epeyce normal karşılamıştı durumunu. Yana doğru, tamamen çevirdiğinde bakışlarını, acının mesken tuttuğu kehribar gözleri, karanlık gecenin gölgesinde parlamakta olan kömür gözlerle buluştu... İçerinin iğrenç havası, çorba kaşığına bakarken bile midesini bulandırmıştı kadının, her tarafına değen sinekler, etraftaki fare ölüleri ile nasıl karın doyardı ki?... Elleri, dizleri üzerine sarılı, saçları iki omzuna dökülürken etrafına boş şekilde bakınmaları, istemsizce genç adamı da durgunlaştırmıştı. O tarafa doğru ilerlerken Özcan'ın "Konuştun mu evdekilerle?" sorusunu dinlemedi, duymazdan geldi. Melek'e, gözleri ile çekilmesini işaret ederek, kenara çıkan genç kadının ardından, bir sandalye çeken adam, karşısındaki kadının önüne oturdu. Kendisini fark eden kadın, hemen başını aşağı eğmişti. Neden? Acıdan mı, kahırdan mı, nefret mi, utanç mı, korku mu? İlk başlarda çözemese de, hafif korku olduğunu anlamıştı...

 

"Seni buradan çıkaracağım, düzgün bir eve gideceğiz beraber, tabii canımı sıkmazsan!..." Önce teklifini, sonra da şartını sunmuştu. Ses alamasa da, kadının kendisini işittiğini anlamıştı. Usulca çenesini tuttu, çok hafif kaldırıp, kehribar gözlerini kömür gözlerine sabitledi. "Gideceğimiz evde beni sinir edecek tek haraketinde, kendini buradan daha kötü bir ortamda bulursun; eğer aklı başında davranırsan, beni, evimde ailemi zor duruma düşürmezsen, elimden kurtulana dek, rahat edersin, tamam mı?" Eli çenesinde, bakışlarını kendisine çevirmişken kadının, korku ve bilinmezlik ile hafifçe inlediğini gördü. Görmezden geldi, umursamazca, cevap almak istercesine dikti bakışlarını. "Anlaştık mı küçük hanım?" Sesini, sakin tutmak için çok büyük çaba göstermişti. Tam da o vakitlerde, kadının kehribar gözleri, istemsizce çarpmıştı kömür bakışlara, orada bir süre takılıp kalmıştı...

 

* * * * * *

 

Nurcan Hanım, evi baştan sona temizlerken vakit, gecenin epeyce geç saatini göstermekteydi... Ünzile Hanım'ı duştan çıkarmış, ilaçlarını içirerek uyutmuş, en azından şimdilik ondan kurtulmuştu. Yükü hiç olmazcasına, kayınvalidesi varken bir de hiç tanımadığı kızla uğraşacaktı. Evladının madem ki bir minnet borcu vardı, ödemesi için destek olacaktı elbette. Ünzile Hanım haricinde kimse çekilmemiş odasına, gelecek olan Fatih'i bekliyorlardı. Gelini Elif'e, banyoyu hazırlamasını, suyu ısıtmasını demişti. Saat, gece 00.55'i gösterirken oldukça da halsizleşmiş ama işlerin çoğunu tamamlamıştı. Fatih'in getireceği kıza da bir duş aldırır, üzerini değiştirip hemen uyuturdu. Kendi elbiselerinden, en rahat olanları seçmiş, kız için hazırladığı odaya bırakmıştı. Evde misafirler için bir tane odaları vardı Allah'tan, olmasa, mecbur Seda'nın odasında kalacaktı. Sıcak tarhana çorbası karıştırmış, aç olma ihtimalini düşünmüştü. Ne kadar eksik varsa tamamlamış, gelmelerini bekler olmuştu. Seda'nın oturduğu koltuğun kenarına otururken günün halsizliğini atmak istemişti.

 

"Yavaş olsana anne, kolumu deldin, etimi deştin resmen." Seda, çoğu zaman agresif olsa da, Aytaç kadar değildi, daha sakindi. "Sus Seda, zaten Fatih de gelmedi, sinirlerim bozuk." Çoktan gelmesi gerekti, neden gecikmişti ki? Sonra aklına gelenle, gecikmesine sevindi, hızlı araba kullanması, hep korkuturdu kendisini. "Sen de dikkatli ol biraz, kolumun üzerini koltuk belledin resmen." Tam, kızına çok ters cevap verecekken kapının çalması ile göz devirdi, sabırlar çekerek koltuktan kalktı, açmak için giderken "Sen gidip zıbarsan keşke, bir de seni çekmesem!" demeden duramamıştı. Seda, önüne dönüp, kendi de koltuktan kalkarak annesine dil çıkardı. "Sizi görmüyorum Nurcan Hanım, Fatih Ağabey'imi bekliyorum ben, bilirsin, o eve dönmeden, zaten uykum gelmez." Kapının kulbuna dokunduğunda, son kez kızına cevap verdi: "Dua et, başımda dert çok, aksi taktirde, terliği kafana geçirirdim."

 

Çelik kapının kulbunu aşağı indirdiğinde, görüş alanına giren oğluna baktı kısa süre, sonunda gelmişti. Sonra başını çevirdi, bakmak istemese de, hemen diğer taraftaki genç kızla buluştu gözleri. Bir an için simasını seçmekte zorlandı, sonra dikkatlice baktığında, çok perişan olduğunu anladı. Yüzü, üzeri, kolları, darbeler ve kanlarla perişan olmuştu, Fatih anlatmıştı ama bu kadarını da beklememişti. "Hoş geldin oğlum." demişti, bakışlarını oğluna çevirirken. "Gitti mi arkadaşların?" derken kızın üzerinde, gözünün ucu ile gezdirmişti bakışlarını. "Yolda hepsini bıraktım anne, sonra da geldik." Sadece başını salladı, kollarını önünde birleştirdi, kıza doğru tekrar bakış attı. "Sen de hoş geldin kızım." derken soğuk çıkmıştı sesi. Yürüteçe tutunmuş, tutunmakta bile zorlanan halsiz bedeni, rahmetli kızını hatırlatmış, iç geçirmemek için zor durdurmuştu kendini. "Fatih, sen geç oğlum, geç de dinlen artık, hadi kızım, sen de gir içeri, hemen duşa gireceksin önce, sonra da üzerini değiştireceğiz." Kapıdan çekilirken önce oğlunun önden geçip gitmesini bekledi, ardından da kızın gelmesini bekledi kısa süre. Yürüteçe tutunarak, çok halsizce gelen kıza bakarken işinin çok zor olduğunu anladı.

 

Seda, kapı pervazında olanları izlerken epeyce afallamıştı. Gelmesini beklediği kız, çok sıradandı, böyle birini hiç ummamıştı. İçeri, kendini sürüklerken giren kadına dikkat kesilmekten, gözleri önünden çekip giden ağabeyini görmemişti. Kan revan içinde olan teni, bir bebek kadar kusursuzken, ince kaşları, itina eşliğinde, kalemle çizilmiş gibiydi. Uçları ve tamamı hafif dalgalı koyu kumral saçları, özenle omuzlarından aşağı akarken kehribar gözleri ile çok güzel ikili olmuştu. "Seda, dikilme orada kızım, bir tane tekerlekli sandalye olacaktı, git onu getir çabuk!" Annesinin sözleri ile evin diğer köşesindeki odalardan birine girerken hızlıca istediği sandalyeyi getirmiş, banyonun içine bırakmış, sonra Elif'in odasına ilerlemişti. "Yenge!" demişti ardındaki kapıyı kapatırken hızlıca. "Sus, çocuk uyanacak!" Daha bebeğini şimdi uyutmuşken geri kalkmasına tahammül edemezdi Elif. "Yenge, gelip görmen lazım, abimler geldi, kız çok güzel!"

 

"Olabilir Seda'cığım." Elindeki bebek telsizini kavrarken karşısındaki kıza ilerlemişti Elif. "Yenge, öyle bildiğin gibi değil, bakman şart, ben çok sıradan; hani şu, Fahri Amca'nın kızı, pasaklı Zehra gibi bir kız beklemiştim ama bu aşırı güzel, manken dergilerinden fırlamış mankenler gibi, hatta onlardan bile güzel."

 

"Allah sahibine bağışlasın." derken göz kırpmış, tatlı bir gülüş sunmuştu. "Göreceğiz bakalım, kime bağışlanacağını, zaman gösterecek." derken cevabını eklemişti genç kız. Yengesi ile birlikte aşağı inerken Seda, Nurcan Hanım'ın çoktan Hande'yi duştan çıkardığını görmüşlerdi. Çok hızlı kadındı, hem hızlı, hem de eli düzgün. Yüzünü, bedenin diğer her tarafını, suyun altında temizlemiş, sarılması gereken istisnai kısımları, mini sargı bezi ile sarmıştı. Elif de gördüğünde, en az Seda kadar afallamıştı, bu kadarını beklememiş, Seda'nın gereksiz büyüttüğünü sanmıştı ama kadın gerçekten çok güzeldi. Üzerini, baştan sona tertemiz giydirmiş, odasına geçirmişti. Yatağına geçirirken, "Senin odan artık burası olacak." demişti. Dört günlük sefaletin ardından rahata kavuşmuş ama içini kemiren korku, acı, çaresizlik duyguları, delirme aşamasına getirdiğinde kadını, artık sessiz kalmayı tercih etmişti. Kimse ile mecbur kalmadıkça konuşmayacak, ileride, imkan bulduğunda da buradan kurtulacak, kaçıp karakola gidecekti.

 

Hande, Nurcan Hanım'ın getirdiği sıcak çorbanın tamamını içerken açlıktan kendinden geçtiğini anlamıştı. Direnmek manasız gelirdi artık, tamamen kurtulana kadar, karnını hep doyuracaktı. Kollarının ikisini de, can çekilmiş gibi hissederken kaldıramamış, kadının içirmesine izin vermişti. Utanmasa, ikinci tabağı da isterdi ama çekinmişti. "Doydun mu kızım?" sorusuna, sadece başını sallamıştı. Kendisine sunulan o sonu belirsiz seçenek, buralara kadar gelmesine sebep olmuştu. Depoda karşısına oturan adamın teklifini kabul etmiş, kendisine sunduğu seçeneği, sonunun belirsiz olduğunu bilse de kabullenmişti. Çorbasını içirdikten sonra çekip giden kadının ardından bakarken gelen ses ile kapısını kilitlediğini anlamıştı. Kapı kilitlenmese de, kaçamayacak kadar halsizdi, sadece dinlenecekti. Yorgunlukla kapatırken gözlerini, etrafını, insanları incelemek için zerre hali kalmamış, anında uykunun ferah kollarına geçmişti...

 

||BÖLÜM SONU||

 

Şaşırdınız, son satırları şaşkınlıkla bitirdiniz, farkındayım. Yazarken beni bile şaşırtan bölümlerden olmuştu. Fatih'in ailesi sanki olayı çabuk kabullendi, hepiniz o düşüncedesiniz ama aslında öyle değil. Ben ne kadar düzgün hissettirmek için uğraşsam da, eksik kalmış olabilir. O nedenle açıklama gereğinde bulundum. Sadece evlatlarını çok sevmeleri, ona fazlası ile güvendikleri için destek olma düşüncesindeler. Zorla tutmasını normal karşılamadılar ama zaten azap çeken evlatlarını daha çok bunaltmak istemediler. O nedenle dile getirmediler, Hande gibi bir kadını başka türlü korumak olmazdı. Çünkü Fatih onu anında bıraksa, anında gider bataklığa saplanır, bir an bile düşünmez. İleri derecede psikolojisi bozuk bir karakter, ileride daha iyi anlayacaksınız. Herkes de farkında zaten Fatih'in ailesinde.

 

Yeterince olaylı bölümdü sanırım. En sevdiğiniz sahnelerden birini bana anlatır mısınız? Bana sorarsanız, Hande'nin, Özcan'ın elini ısırdığı sahne, hem aşırı gülmeme, hem de keyif almama sebep oldu. Sanki romantik komedi tadında oldu bölüm, siz ne dersiniz?

 

Önce eleştirilerinizde, sonra da gelecek bölümde görüşmek dileğiyle...

Loading...
0%