Yeni Üyelik
50.
Bölüm

50. Bölüm

@maviay_63

Bugün, işte bugün verdiğim bir kararla Reha abiyi aradım. Ona da kızgın olduğum halde bir şeyler öğrenmem gerekiyordu. İlk işim olayı anlatmasını istemekti. Her milimine hatırlıyorum, sakın yalan söyleme diyerek yalan söylemesini engellemeye çalıştım. Belki de zaten doğruları söyleyecekti ama her halükarda önlem almam gerekirdi.

 

Hikayeyi ondan duyduğumda, Mavi'nin benim annem olduğunu öğrendim. Dedemin rızası olmasa da imam nikahıyla evlenmişlerdi. Babam, annemin babası tarafından daha çok şiddet görmemesi için kurtarmaya çalışıyordu. Belki çocuklardı ama birbirlerine sahip çıkmak zorundalardı.

On beş yaşlarında evlenmişler. Sonra da şuan yaşadığım evde bir yuva kurmuşlar. Kimse pek bilmez onları. Aile arasında olduğundan ve hemen ardında bu kulübeye taşındıkları için çok az kişi bilirdi. Sonradan dedikodu yayılmıştı. Evlilik yaptılar diye. Aradan bir buçuk yıl sonra da ben doğmuşum. Çocuk yaşta evliliğe karşı biri olsam da bu konuda yorum yapamıyorum. Hele ki annemi, kırk yaşında bir adamla evlendirmeye çalıştığına bakarsak.

 

Reha abinin dediğine göre babası bizi ayırmış birbirimizden. Fakat müstakbel dedemin para göz bir adam olduğuna bakarsak bu biraz kafa karıştırıcıydı. Annem artık bizi terk etmek istediğini ve baba evine geri dönerek Hazar Yaman'ı yani babamdan boşanmak istemiş. Babam ondan sonra mahvolmuş. Zar zor toparlanmış. Sanırım aşktan yana ikimiz de pek şanslı değildik.

 

O günden sonra artık o ve ben kalmıştık. Berdel olayı ile beraber, halasının kaçtığı adamın kız kardeşiyle o evlenmek zorunda kalmıştı. O sıra kimsenin benim varlığımdan haberi yoktu. Biraz saklıydım bir nevi. Neyseki küçük gelin olan Meryem bana karşı bir nefret beslemedi. Beni evladı gibi görmüş. Yani bizi.

 

Reha abinin dediğine göre bir ikiz kardeşim de varmış o zamanlar. Benimle beraber sağlıklı doğmuş fakat beş yaşına varamadan ölmüştü. Savaş'ın sürpriz doğum günümde hatırladığım küçük kız benim ikizimmiş meğer.

 

İkiz yalanını bu sayede bulmuşlardı demek. Yani benden nefret etmek için mazeretleri hazırdı. Erkek evlat düşkünlüklerini de belli ettiler mi cuk oturmuş meğer.

 

Mavi'nin, yani annemin nerede olduğunu artık hiç kimse bilmiyormuş. Ben de aramayacağım tabii ki de. Beni bırakıp gitmiş, bu acılarla başbaşa bırakmış bir kadını nasıl affedebilirim. Bir anne ne olursa olsun evladını aramaz mı? Hiç mi merak etmez. Bunca yıl geçmiş, bir kere olsun gelmez mi? Bir fırsat da mı bulamadı beni aramak için. Bana hiçbir şey inandırıcı gelmiyor artık. Kimsenin samimiyetini inanmıyorum. Öz annemin bile samimiyetine inanmam bu saatten sonra.

 

Kafam bozuk halde sinirlerim gerilirken, biraz durarak mola vermeye çalıştım. Daha sonra yine ararım diyerek telefonu kapattım. Sanırım bu kadar şey bana yeterdi. Çünkü artık gerisini de hatırlıyordum hemen hemen. Daha fazla o anları duymak istediğimi zannetmiyorum.

 

Bir kan davası yüzünden büyük bir arbede yaşanmıştı onu hatırlıyordum.

Babam ve Sefer dedenin arasında büyük bir kızışma olmuş. Sefer dedenin kanlıları öç almak için gelmişlerdi. Birini öldürmüş. Sanırım bir kavga sonucu kazara olmuştu. Sefer ağadan intikam almak için kan akıtmaya niyetli olan adamlar gelin vermek şartıyla barış olacağını söylemişti. Hazar babamın, benim yaşım kadar adama nasıl veririm kızımı! Diye haykırdığını hatırlıyorum. Zengin bir ailelerdi. Ellerini sallasa ellisi belki, fakat buna rağmen bizden gelin istediler. Korkarım en iyi intikamı bu şekilde alabileceklerini düşündüler.

 

Olan bana olmuştu yani. Herkes tabii çok karşı çıkmıştı. Katiyen olmaz diye. İzin de vermediler zaten. Fakat bana verdikleri onca ikazdan sonra yine de dışarı çıkmıştım. Bunu neden yaptığımı hâla hatırlayamıyorum. Fakat dışarı çıktıktan sonra tam bir kabus yaşamıştım. Beni birden bire eliyle koymuş gibi bulmuşlardı. Sonra da kaçırarak hemen bir eve götürüp kilitlemişlerdi.

 

Neye uğradığımı şaşırmıştım. Yedi yaşlarında falandım sanırım. Hemen kıytırık, sahte bir imam getirerek nikahi kıymaya çalışmışlardı. Fakat ben inatla hayır demiştim. Bu yüzden sert bir tokat yediğimi hatırlıyorum.

 

Israrla hayır dememle hemen karanlık bir odaya kilitleyerek bir süre mühlet verdiler. Onlara göre evli sayılırdım artık. Fakat ben çok iyi biliyordum ki gerçek imamlar çocuk evliliğine asla izin vermez. İki yüzlü, Allah kitap bilmeyenler yapıyor bunu. Gerçek imamlar Allah'ın gazabından korkar çünkü. Benim bir hocam vardı hatta. Ona çocuk evliliğe için gelmişlerdi. Fakat o onları hemen polise şikayet etmişti. Buna asla müsade etmeyen gerçek bir hocaydı.

 

Kapıyı deli gibi vurarak bağırdığımı hatırlıyorum. Çıkmak için yalvarıyordum resmen. O an birden bire arkadan gelen çocuk sesiyle ilk başta ürkmüştüm, fakat sonradan kötü biri olmadığını anlayınca yavaş yavaş sakinleşmeye başlamıştım. Bir süre sonra oturan çocuk ayağa kalkıp yanıma gelerek, bu sefer o benim kim olduğumu anlamaya çalışıyordu. O çocuk korkumu bir nebze olsun dindirmişti. O da benim gibi kaçırılmıştı. Benim gibi burada kapanı kısılmıştı.

 

İsmini hatırlamıyorum, yüz siması da pek net değil fakat renkli gözlü biriydi. Kehribar gözleri vardı...

 

Kahvaltıyı masaya yerleştirirken bir an duraksadım. Arkamı dönüp pencere kenarına bakarken arabanın içinde uyuya kalan Savaş'a baktım. " Acaba?" Dedim kendi kendime. O Savaş olabilir miydi? Yani Acar Soyman...

 

Belki de tek belirgin olan şey gözleri olduğu için böyle düşünüyordum.

 

" Yok be ne alaka..daha neler!"

 

Çocuğun kolunda akan kanı durdurmaya çalıştığımı hatırladım. Büyük bir bez parçasını katlayıp koluna sarmıştı. Birbirimizle tanıştıktan sonra yere çökerek en sonunda konuşmaya başlamıştık.

 

......

 

"Bir an beni kurtarmaya gelen Küçük Peri zannettim seni."

 

Tuhaf gelmişti. Akan göz yaşlarımı silerek sırıttım. " Peri mi?" Dediğimde başını sallayarak " Evet peri. Her halde bir peri geldi de beni cennete annemin yanına götürüyor zannettim." Demişti. Başımı yere eğerek hüzünle soluk almıştım. " Benim de annem yok."

 

Çocuk kendi acısını unutmuş gibi merakla konuyu bana çevirdi. " Senin de mi annen cennete gitti?"

 

" Bilmiyorum...bu konuda konuşmak istiyorum. Sadece susmak istiyorum. Her zaman yaptığım gibi."

 

Omzumdan tutarak hüzünle gülümsedi. " Bir şey demene gerek yok. Seni anlıyorum."

 

......

 

Bu cümle gözümü açmıştı birden. Sonra maç oynadığım o gün aklıma geldi. Aynı kişiydi. Bundan artık eminim. O Acardı. Son maç günü yanıma gelen o çocukla aynı kişiydi.

 

Yine arkamı dönüp Savaş'a baktığımda, kolunu bağlamış yaslandığı yerden yolu izliyordu. " Acar Soyman, o gün gerçek ismin buydu."

 

Gözüm birden açılmıştı. O gerçekten Savaş idi. En başından beri gördüğüm çocuk, çocukluk aşkım o imiş.

 

Sonra gözlerimin önünde hikayem daha hızlı geçmeye başladı. Kaçırıldığımda babamın kurtarmaya geldiğini ve bir arbede yaşanır yaşanmaz ikimizi bir dolaba sakladığını hatırlamaya başladım. O zaman ilk defa bana sarılmıştı. Kulaklarımda çınlıyordu sesi.

 

" Korkma, sana söz veriyorum her şey iyi olacak. Seni korumak için her şeyi yapacağım. Söz veriyorum sana. Her şey geçecek. İkimiz de buradan çıkacağız."

 

O zamanlar o küçük kalbiyle ve kan kaybından belki de ölmek üzereyken beni düşünmüştü. Belki de tek arkadaşı ben olduğum için sahip çıkmaya çalışmıştı.

 

Çocukken bile yürekli bir çocuktu.

 

" Seni anlamıyorum Savaş. Bir türlü anlayamıyorum."

 

Aradan bir hafta geçmişti ve ben hâla buradaydım. Fakat Savaş da benimle birlikteydi. Bazen dışarı çıkıp git diye bağırsam da gitmiyordu. Beni alana kadar hiç bir yere gitmeyeceğini söyleyip duruyordu sürekli.

 

Savaş bir an benim ona baktığımı fark ettiğinde, hemen arkamı dönerek belli etmemeye çalıştım. Fakat çok geç, çünkü zaten görmüştü. Sinirle gözlerimi yumarak tekrar arkamı dönüp perdeyi çektim.

 

O gün bir şeyi çok iyi hatırlıyordum. Savaş da benimle beraber oradan çıkmaya çalışıyordu. Benim gibi kurtulmaya çalışıyordu. O da korkuyordu, tıpkı şuan korktuğu gibi...

Ve beni o kurtarmıştı...

 

O gün dolaba girerken dumur olmuştum ve korkudan nefes alışverişim hızlanmıştı. O gün çok ağlıyordum ve silah sesiyle korkudan kulaklarımı tutuyordum. o da dayanamayıp sarılarak sakinleştirmeye çalışmıştı. Ben yedi yaşlarındayken, o ise on bir yaşlarında falandı tahminimce. Hazar babam, etrafın güvenli olduğunu düşündüğünden olsa gerek, hemen yanımıza gelerek beni kucağına alıp dışarı çıkartmaya çalıştı. Bizimle beraber gelen Acar da önden çıkabilmişti. Ona hızla koşup arabayı açmasını söyledi. Fakat Acar çıktıktan bir süre sonra kapıya varamadan bir silah sesi geldi.

 

O sırada Hazar babam daha da hızlanarak oradan uzaklaşmaya çalıştı. Fakat ne olduysa o zaman oldu. Babamı sırtından vurmuşlardı. Yere yığılan o koca adam beni sıkıca sararken kısık öksürüklerle nefes almaya çalışıyordu. Ağzı yara olmaya başlarken ben ise delirmek üzereydim. Onu kaybettiğimi hissetmiştim fakat kabullenmemiştim. Kabullenememiştim. Buna asla inanmadım. İnanmak istemedim.

 

Ona Zaza deyip duruyordum. Neden Zaza dediğimi pek hatırlamıyorum. Fakat genelde ona daha yakın hissettiğimde Zaza derdim. Bazen de canım yandığında. Tıpkı o zaman olduğu gibi.

 

Gözlerimden süzülen yaşı silerken hemen toparlanmaya çalıştım. Artık daha fazla ağlamamalıydım. Bu bir hafta yeterdi bana. Eğer daha fazla düşünerek üzülecek olursam, bebeğimi kaybedebilirdim. Doktor stres ve sıkıntıdan muhakkak uzak durmam gerektiğini söyledi. Yoksa gelecek aylarda riskli bir gebelik beni bekliyordu.

 

Masaya geçip kahvaltımı yapmaya çalıştım. Demliği alıp bardağıma dökmeye başlarken, birden kapı çalınmasıyla bıkkınca bir soluk alıp demi yavaşca yerine geri koydum ve kapıya açmaya gittim. Bu sefer yine Savaş ise fena azar yiyecekti benden. O kesin!

 

Fakat kapıyı hışımla açarken karşımda annem ve yengemlerle dumur gibi kalakaldım birden. Açıkçası beklemiyordum.

 

" Sizin ne işiniz var burada?"

Kucağında hediyeyle bana bakan müstakbel annem, gülümseyerek cevap verdi. " Hediyeyi getirdik sana. Özlemişsindir diye. Bir hafta oldu kızım

Biz de bir konuşalım. Ne dersin?"

 

Annemle beraber yengem de suçlu çünkü o da her şeyi bilmesine rağmen bir şey demedi. Bana karşı kimse dürüst olmadı. Bu yüzden kimseye eyvallahım kalmadı.

 

"Oy oy, Ablasını ziyarete mi gelmiş benim Hediyem!"

 

Annemin kucağından Hediye'ye alıp kokusunu çekerek öperken, annemin kolundaki bebek çantasını da alarak geri adım attım ve onlar tam içeri gireceklerken, suratlarına kapıyı tak diye birden kapattım. Neye uğradığını saşırmışlardı.

 

Dışardan yengemin " Hak ettin." Dediğini duydum. Bu bile benim içimdeki yağları daha çok eritmişti. Bu eve Yaman ailesinden sadece Hediye gelebilirdi. Bir de Ahmet ve eşi olabilir.

 

" Hediye bensiz durmayabilir Çilem."

 

Kapıdan sesi gelince göz devirdim. "Merak etme, ablasının yanında olmaktan çok memnun o. Öğleden sonra konağa getiririm."

 

Kapının ardından birbirlerine bakışmalarını izlerken, Zara'nın teselli edişini gördüm. Bu manzarayı da gördükten sonra yine göz devirerek Hediye ile içeri girdim.

 

Artık hiç kimse umurumda değildi ve olmayacaktı da.

 

Masaya oturup Hediyeye baktım ve gülümseyerek onunla oynamaya başladım. Acıkmış olduğunu düşünüp yoğurt verdim. Biraz da ekmek de koyduğumda afiyetle de yemişti gerçekten. Dişleri hafiften çıkmıştı. Bu yüzden annesi sütten kesmişti. Bir yıl sonra mama yemeye başlamıstı. Bu sayede, en azından annesinin olması gerekmiyor. 'Neyseki.'

 

Ben de onunla beraber yemek yedikten sonra onu yatağa yatırarak hemen masayı üstün körü toplayıp kahvaltılıkaları dolaba yerleştirdim. Sonra da kirli bulaşıkları temizleyerek Hediye'nin yanına gittim.

 

Kucağıma alıp sevmeye devam ederken yeni düzenlediğim arka bahçede, yeni aldığım tekli salıncak koltuğa oturarak onunla beraber sallanıp oynamaya devam ettim.

 

Kimse umrumda değildi. sadece bebeğimle ve kız kardeşime kaliteli ve son derece güzel bir gün geçirmekle meşgul oluyordum. Olması gerektiği gibi.

 

Öğlene kadar onunlaydım. Öğleden sonra da Hediyeyi konağa geri götürdüm. Oradan da atölyeye gittim. Beren'in teklif ettiği iş için. Neyseki Savaş her anımda yanımda değildi. Ben dışarı çıktığımda başka yerlere gidiyordu.

 

Sanırım orada çok yalnız kalmamam için duruyordu. Çünkü neredeyse balta girmemiş orman gibiydi kulübe. Hiç sevmediği bir ev modeli olduğu belliydi. Fakat umurumda değildi. Çünkü orada uzun süre kalacaktım. Çok uzun bir süre.

 

Kızlar atölye için bir açılış yapmışlardı. Bazı tablolar ve sanat eserleri hali hazırda vardı. Onlar da duvara asılarak örnek olarak sunulmuştu.

 

Bu salı açılacakmış. Şimdilik çok fazla kişi olmasa da yavaş yavaş artacaktı. Yani hâla gelmeyi planlayan öğrenciler falan vardı. Benim için de çok heyecan verici bir durum olacaktı. Bunun hayalini kurardım hep. En azından bir gün bile olsa, bu anı yaşamak için dua ederdim. Paraya ihtiyacım şimdilik yoktu. Bana verilen mehir ve gelecekte alacağım mirasımla pek bir sıkıntım olmayacaktı.

 

Evet, Yaman ailesinden bana ait mirası tabii ki alacaktım. Onlara bu kadar rahatlık fazlaydı bence. Kızı için canından olan bir adamın kızını da silmeye çalışıyorlar. Fakat buna izin vermeyecektim.

 

Bana bu konuda gurursuz diyebilirler, ya da aç gözlü para göz bir kız. Fakat ben bunu gelecekte, bebeğim ve kendim için yapıyorum. Bir daha kimsenin benden hakkımı almaması için yapıyorum. Ama atölyede öğretmenlik yapacaktım tabii. Bu fikirden vazgeçmiş değilim. Benim için de değişiklik olmuş olur. Bu sayede kendi atölyemi açtığımda deneyim kazanmış olurum.

 

Öğretmenlik için kayıt işlemlerini yaptıktan sonra tekrar eve döndüm. Kızlar ise eksik kalan işlerini yapmak için atölyede kaldı.

 

Arabayı çalıştırarak bir süre sonra eve yaklaşırken, içime bir ürperti girmişti sanki. Havanın bozulmasından olsa gerek. Normalde yağmuru severdim ama bu yağmuru pek sevmeyecek gibiyim.

 

" Yağmur yağar mı acaba?"

Dudağımı ısırarak gökyüzüne bakarken, park alanına gelip arabayı yavaşça durdum. Sonra da anahtarı çekerek dışarı çıktım. Hava bozmuştu, fakat gökyüzü hâla aydınlıktı. Birazdan kararırdı. İçeri girerek kapıyı kapattığımda, içimde hissettiğim bir heyecanla sobaya doğru yürüdüm. "Bugün kestane kızartsam hiç fena olmaz."

 

Dışarı çıkıp derin bir nefes alarak bir kaç odun parçasını içeri aldım. Sonra da sobanın kapağını açarak bir kaç odun yerleştirip tekrar kapağı yerine yerleştirdim. "Birazdan yakarım. Ama önce."

 

Mutfağa doğru yürüyerek montumu çıkarıp sandalyeye bıraktım. " Biraz yemek yiyelim. Öyle değil mi bebeğim. Bence sen de acıktın."

 

"Pilav, yanında sulu bir yemek yapalım. Ne dersin bebeğim?"

 

Gülümseyerek erzak dolabında yeni paket pilavı çıkartarak yeni aldığım büyük kaplardan birine koydum. Sonra da ölçüm yaparak suda kaynamaya bırakıp salondan ön kapıya yöneldim. Aldığım yeni şeyleri arabadan çıkartmak için tekrar dışarı çıkmam gerekiyordu.

 

Çķkarken Savaş da yeni gelmişti. Yine aynı yerde bekliyordu. Fakat ben dışarı çıkıp arabaya doğru giderken, arabadan inerek her şeyden bıkmış bir şekilde yanıma geldi. " Daha ne kadar burada kalacaksın? Ne zaman bitecek bu?"

 

" Bitecek? Bu bitmeyecek. Buna alışsan iyi edersin. Ben artık burada yaşayacağım."

 

"Kalmayacaksın. Şimdi, hemen konağa geri dönüyoruz."

 

" Anlaşıldı, beni sinir etmek için gelmişsin buraya."

 

Ellerimi belime yaslayarak derin birnsoluk aldım. "Burada istersen yıllarca kal. Umrumda değil. Buna alışacaksın. Senden vazgeçtiğimi anlayacaksın."

 

Birden elleriyle kollarımı kıskaç gibi sararak yanıma yaklaştı. " Ya bebeğimiz. Bebeğimiz ne olacak? Tek başına mı büyütmeyi düşünüyorsun. Bu ıssız yerde."

 

Sinirliydi fakat korkutur cinsten değildi. Yani tutuşu hafifti. Sadece birazcık gergindi.

 

Sana az bile. Beter ol!

 

" Evet. Açıkçası düşünüyorum. Bebeğim ve ben buradan çok mutluyuz. Sana ihtiyacım yok." Kollarımı bırakarak o da elini beline alarak derin bir nefes almaya çalıştı. Ben ise omuz silkerek umursamaz tavrımla arabadaki poşetleri alıp tekrar içeri doğru yürüdüm. Fakat içeri girer girmez birden Savaş kapıyı ardımdan kapatarak beni kapıyla kendi arasında kapana kısmıştı. Nefesim kesilmişti o an. Bunu beklemiyordum açıkçası.

 

" Bebeğimiz, hani yani fark ettiysen benim de bebeğim. Tek başına yapamayacağına göre."

 

" Bebeğim, benim bebeğim. "

 

Sinirle kendini geri çekerek bıkkınca soluk aldı. Son bir haftada arabada yatmasından kaynaklı olabilir bu gerginlik.

 

Kollarımı bağlayarak yanına yürüdüm. " Çok sevseydin bebeğini, onu oyununa alet etmezdin. Öyle değil mi? Bu yüzden bebeğim demem daha mantıklı. Onu tek gerçek duygularıyla seven benim burada!"

 

" Ben de seviyorum!" Birden yine dibimde biterken kısık nefes alış verişiyle konuşmaya devam etti. " Sen benden vazgeçsen de ben bebeğimden vazgeçmeyeceğim. O bana da ait. Benim de bebeğim, benim de çocuğum! Ve hep de öyle olacak. Evlat bu, başka bir şey değil!"

 

Bir süre bana baktıktan sonra sakinleşerek benden uzaklaşıp pencereye baktı. " Olunca anlıyorsun. Bir şeylerin olduğunu. Sen de bir şeyler değiştiğini anlıyorsun. Hiç bir şeyin eskisi olmayacağını anlıyorsun."

 

"Çok iyi. Anlamaya devam et. Dışarda."

 

Birden sinirle gülerek başını iki yana sallamaya başladı. "Hayır hayır. Artık ayrı kalamam. Ne senden ne de bebeğimden."

 

" Kalırsın kalırsın. Bal gibi kalırsın. Haydi dışarı, dışarı!"

 

Hemen yanımdan uzaklaşarak salona geçip yandaki koltuğa oturdu. Ben ise sinirle sırıttım. Bu ciddi miydi? Şaka maka koltuğa geçti bu.

 

" hop hop. Kalk, dışarı hadi!"

 

" Yemekte ne var? Çok acıkmışım."

 

" Zık..." dilimi ısırarak sinirle nefes almaya çalıştım. " Tövbe tövbe. Ağzımı bozacaksın illaha!"

 

" Bozma sende ağzını karıcığım. Mutfağa geçelim de bir şeyler yiyelim hadi."

 

Ayağa kalkıp belime sarılmaya çalışırken hemen geri çektim kendimi. O da bunu umursamadan mutfağa geçerek tencerenin kapağını açtı. "Yanında ne var?"

 

" Sen ne ara bu kadar yüzsüz oldun?"

 

" Arabada bir hafta yatınca."

 

"Belli. Zorluğa gelemiyorsun."

 

Bir an elini bakarken ben de istemsizce eline baktım. Fakat hemen toparlanarak bana döndü ve acıyla gülümseyerek cevap verdi. " Hıhım. Zorluğa gelemiyorum. Zorluğa gelmekten nefret ediyorum çünkü."

 

Elindeki nasıllar unutmuşum. O da çalışıyordu. Sanırım evlatlık olduğu için daha çok yükleniyoruz kendine.

 

Raftan iki tabak çıkartarak pilavı doldurmaya başlarken, yine ağzım açık onu izledim.

 

Bu adam ne ara bu kadar yüzsüzleşti. Açlık başına vurdu. O kesin.

 

" Sen ciddi misin ya! Bir de yemek mi yiyeceksin?"

 

" Evet, yerim tabii niye olmasın? Gel hadi beraber yiyelim. Sen de acıkmışsındır."

 

" Sen burada olduğun müddetçe ben yemeyeceğim. Sen çıkar çıkmaz yemeğe başlarım. O kadar."

 

Hah şimdi yumuşak karnından vurdun sayılır Çilem. Şimdi benim aç kalmamı gönlü razı gelmez mecbur çıkar artık.

 

" Tamam sıkıntı yok. Ben yerim."

 

" Sen şaka mısın!"

Gülümsemesi beni daha çok sinir ederken o ise bu durumdan keyif almaya başlıyor gibiydi.

 

"Zıkkım ye Savaş! Zıkkım!"

Hemen yatağa geçerek uzandım. Kaşık sesleri geldiğinde sinirlerim daha çok gerilmişti resmen. Bu adam beni çıldırtmak için mi yapıyordu bunu.

 

" Bak yiyorum." Cevap gelmeyince konuşmasına devam etti. "Bari bebeğimiz için ye. Güçsüz düşeceksin."

 

" Sen bu evden dışarı adımını atmayana kadar hiç bir şey yemiyorum."

 

Bir süre sadece uzandım. Onun çıkacağı yok belli. Fakat zayıf noktasını iyi biliyorum. Yapacakbir şey yok. Başka türlü çıkacağı yok yoksa.

 

Uzun geçen sessizliğin ardından nihayet dışarı çıkmıştı. Kapıyı açarken de söylenmeyi ihmal etmedi. "Bak bir şeyler ye, ben çıkıyorum. Tamam mı?"

 

Uzandığım yerden kalkarak bana çocuğu azarlar gibi parmak sallayan adama doğru yürüyerek kapıyı ağzına kadar açtım. Sonra onu kapı dışarı ederek kapıyı suratına çarptım.

 

Bugün hiç bu kadar iyi hissetmemiştim kendimi. Gençleştim resmen bu kadar mı fark eder.

 

Pencereye ne halde olduğuna görmek için bakarken, bıkkınca soluklandığını gördüm. O sıra birden bir gök gürültüsü geldi. Bir süre sonra da yağmur oluk oluk yağmaya başlamıştı. Savaş da dışarda sinirle gökyüzüne bakmakla yetindi. Bu halime birazcık kıkırdasam da bozuntuya vermeden pencereyi çektim. Son raddesine kadar çektikten sonra hemen sobaya geçerek ateşi yakmaya çalıştım. Önce bir kaç kağıt karton koydum daha kolay yansın diye. Sonra ince bir kağıdı koyarak alevlenmesini sağladım. Çok geçmeden alev almıştı. Hemen kestaneleri de koyarak masaya geçip bir şeyler yemeye çalıştım. Kurt gibi acıkmıştım.

 

Masada Savaş'ın tabağı hâla temizdi. Sanırım dokunamamıştı. Ben açken yiyememiş anlaşılan. Ama ben yiyebilirim.

 

Bardağa su doldurup büyük bir yudum aldıktan sonra derin bir nefes alarak iki kaşık yemeye başladım. Fakat çok geçmeden ben de yemeyi bıraktım.

 

" Çok mu acıkmıştı acaba?" Yağmur sesleri iyice artarken şimşek de artıyordu. Tamam kabul, biraz korktum.

 

Ayağa kalkarak dışarı çıkmaya karar verdim. Dışarda durumlar nasıl merak etmiştim.

 

Kapıyı açıp durumuna baktığımda, sırılsıklam olmuş bir halde sudan çıkmış balığa dönmüştü. Ben bir süre bakakalırken öksürmeye de başlıyordu ufaktan ufaktan.

 

" Savaş, iyi misin?"

 

Şiddetli öksürüğü bir süre durduğunda tekrar sordum. " İyi misin?"

 

Bu kadar vicdana gelme Çilem! Yelkenleri bu kadar su koyu verme!

 

" İyiyim. Biraz boğazım ağrıyor o kadar."

 

" Hım. Anlıyorum. Sen en iyisi eve dön. Biraz dinlenir ısınırsın da."

 

Kaşlarını şiddetle kaldırarak cevap verdi. " Sen geri dönmeye kadar hiç bir yere gitmiyorum."

 

" Bari arabaya git. Sırılsıklam olacaksın."

 

Bir tuhaf bana baktıktan sonra arabaya doğru yürüdü. Sonra da içeri girerek kapısını kapatarak koltuğa yaslandı. Sanırım biraz güçsüz düşmüştü.

 

"Bunu da hallettiğime göre artık içeri girebilirim. "

 

El insaf be Çilem. Adam ölse mezarına gelmeyeceksin.

 

Tekrar masaya geçip bir şeyler yemeğe çalıştım fakat yine su içmekle yetindim. Boğazımdan hiçbir şey geçmiyordu.

 

En iyisi biraz uzanayım diyerek yatağa geçtim. Uzanmadan önce hemen yanımdaki sehpanın üzerindeki radyoyu açarak güzel bir yayın aradım. Bir kaç değişiklikten sonra nihayet güzel bir tane çıktığında, hemen sesini açarak kenara uzandım.

 

Radyoda spiker hayatla ilgili şeylerden bahsederek hoş bir sohpet havasına girmişti. Sonra da eşlerin birbirinden sakladıkları şeylerle ilgili bir yorumda bulundu. Bunu üstün körü göz devirerek dinlemeye devam ettim.

 

"Eşlerin bazen birbirinden sakladıkları şey söylenmedikçe onun dünyasında daha büyük bir olay haline gelirmiş. Büyüttükçe büyütürmüş. Bu yüzden hiçbir şey söyleyemez hâle gelirmiş. Bu yüzden aranızdaki mesele ne ise hemen konuşun. Yoksa gelecekte çok pişman olacağıniz şeyler çıkabilir. Diyoruz ve Barış Akarsu'nun ıslak ıslak şarkısıyla devam ediyoruz."

 

Spiker sesi açarak iyice sessizleşirken, şarkının melodisiyle başbaşa bıraktı beni.

 

Resmen dalga geçiyordu bu spiker benimle.

 

Şarkı bana Savaş'ı hatırlatıyordu. Şuan ıslak ıslak ne yapıyordur kim bilir. Araba da sıcak tutmaz onu.

 

"Savaş ne diye duruyorsun artık burada. Git eve biraz ısınırsın. Bu gidişle hasta olacaksın yoksa."

 

Öksürüğü sıklaşmış gibiydi. Buradan bile sesi geliyordu.

Pencereden bakarken iyice merak etmeye başladım. O sıra şarkı söylemeye son gaz devam ediyordu.

 

Daha fazla dayanamayarak dışarı çıktım. O sırada şarkı "Ben feleğin tekerine çomak sokarım." Sözüyle devam ediyordu. Sinirden güldüm resmen halime.

 

Allah'ım niye ben? Merak ettiğimden soruyorum vallahi bak.

 

İmtihan, bu da senin imtihanın Çilem. Bu dünyaya öylesine mi geldiğini zannediyorsun Çilem!

 

Çok gecmeden yanina giderek penceresine tıkladım. O sıra sakinleşen yağmur tekrar yoğunlaşıyordu. Savaş pencereyi otomatik düğmeyle açarak bana bakarken çok yorgun ve hasta görünüyordu. Artık eskisi kadar gücü kalmamıştı.

 

" Savaş, iyi misin?" Cevap veremeden kuru öksürükle tekrar fenalaştı.

 

Zangır zangır titreyen bedeni zar zor ayakta duruyordu. " Hemen içeri hemen. Yaksa daha kötü olacaksın burada."

 

Omzundan tutarak arabadan çıkartmaya çalıştım. Güçsüz görünse de ayakta durmaya çalıştı.

Dışarı çıkıp arabaya yaslanırken hemen anahtarı çıkartarak kolunu omzuma attım. Çünkü ayakta duracak hali kalmamıştı birden bire.

 

" Hadi bir kaç adım atmaya çalış. Hadi ha gayret."

 

Yavaş adımlarla ilerleyerek güç bela yürümeye çalıştı. Elini tutarak dengede tutmaya çalışırken birden bire ateş gibi yandığını fark ettim.

 

" Sen yanıyorsun! Ne ara bu kadar ateşin çıktı senin." Endişeyle adımları hızlandırmaya çalışırken korkum da artmışti. İçeri koymak için tüm gücümü vermiştim artık.

 

Nihayet içeri girdikten sonra, hemen sola dönerek yavaşça yatağa yatırdım. O sıra yüzü kızarmaya başlamıştı. Soğuktan kıpkırmızı kesilmişti.

 

Ben de o da sudan çıkmış balığa dönmüştük. Biraz soluklanarak banyoya girdim. Soğuk suyu açarak tekrar içeri geçip Savaş'ı kaldırmaya çalıştım. Bu sessizliği beni daha çok korkutuyordu. Ona bir şey olacak korkusu beni deli etmeye başlamıştı. Artık nefes alamıyordum.

 

Banyonun önüne geçer geçmez yavaşça içeri alarak soğuk suyun önüne aldım. Savaş biraz titrerken içinden çıkmaya çalıştı. Fakat ben omzundan tutarak tutmaya devam ettim. " Dur, ateşini dindirmemiz lazım. Yoksa daha kötü olacaksın. "

 

O kadar güçsüzdü kü, direnci bana karşı yetersiz kalıyordu. Yine öksürerek sırtını duvara yaslamaya çalıştı. Fakat hemen geri çekerek ayakta durmasını sağladım. Bir de duvarın soğukluğunu alsa tam olacak. Zaten zar zor tutuyorum.

 

O sıra da dışarda fırtınalar esiyordu artık. Şimşek ve yağmur aynı anda gökyüzünden iniyordu resmen.

 

"Tamam yeter bu kadar kalkalım. Üstünü değiştirmemiz lazım. Şükür ki soba yanıyor. "

 

Tüm gücünü duvara vererek bu sefer kolay kalkmıştı. Kolunu omzuma alırken hemen yatağa uzandırarak dolaba doğru yürüyüp önce kendi üstümü değiştirmeye çalıştım. Yoksa ben de çok geçmeden hasta olacaktım. Hızla üstümü başımı değiştirerek geniş switlerimden bir tanesini çıkardım.

 

" Herhalde bu olur. En geniş bu neticede. "

 

Hızla yanına giderek üstünü değiştirmeye çalıştım. Yattığı yerden söylenerek kalkarken, gözleri kapalı halde tekrar uzanmayı bekliyordu.

 

Hemen üstünü başını çıkartıp giydirerek sandalyede oturttum. Sonra da ıslak olmuş örtüleri değiştirerek yeni örtü serdim.

 

Savaş tekrar şiddetli öksürükle öksürmeye devam ederken, hemen yatağa geçirip uzanmasını sağladım.

 

Savaş Peri kızı diye sayıklarken, bense bir kovaya su doldurarak geçen gün aldığım bezlerden birini içine koydum. Sonra da sıkarak yavaşca Savaş'ın anlına yerleştirdim.

 

" Tavuk çorbası, tavuk çorbası yapayım. İyi gelir. Zaten açsın da belli."

 

Katı şeyler yiyebilecek durumda değil o belli. En iyi çorbaydı.

 

Mutfağa geçerek hazırlık yapmaya başladım. Yemek yaparken arada bir bezini ıslatıp sıkıyordum ateşi düşsün diye.

 

Uzun bir süre sonra çorbayı nihayet hazırlamıştım. Hemen vakit kaybetmeden kaseye doldurarak tepsiye yerleştirdim. Yanında da ekmek ve su da koyarak yanına gittim. Yavaşça boynunu tutarak kaldırmaya çalıştım. Güç bela kalkarken sırtını yatak başlığına yaslayarak oturabildi.

 

" Sıcak bir şeyler iç, kendine gelirsin. Şanstan ilaç da yok yanımda. Diğerleri doktorun hamilelik için verdiği ilaçlar."

 

Güç bela çorbasını içerek çoo geçmeden biraz toparlamıştı. Tabağını bitirdikten sonra masaya indirerek ateşini kontrol ettim. "Dinmiş, ama hâla biraz var."

 

O sıra oda yavaş yavaş soğuyor gibiydi. Hemen odun koymak için ayağa kalkmaya çalıştım. Fakat Savaş'ın kolumdan tutması ile durmak zorunda kaldım. " Gitme, kal yanımda."

 

Bir süre ona bakmakla yetindim sadece. Ne tepki vereceğimi bilemedim. "Sobaya biraz odun atayım geliyorum ben, merak etme."

 

Tutuşu hafiflerken hemen sobaya bir kaç odun atarak çakmakla yaktığım kağıdı içine koydum. Biraz bekleyerek kontrol ettikten sonra tekrar yanına gittim.

 

" Yemek yedin mi sen?" Sorusuyla bir an ne diyeceğimi şaşırmıştım. Bu haliyle bile beni merak ediyordu. 'Ya da bebeğini.'

 

"Sonra yerim."

 

" Bir şeyler ye, yoksa kötü olacaksın."

 

Bıkkınca soluklanıp " Tamam." Diyerek kendime de tavuk çorbası ve pilavı koyarak sandalyeye oturdum. Tam da oturduğumda yüreğim gidiyordu resmen. Acıktığım o an fark edebilmiştim. Savaş sırtı başlığa yaslı halde yarı kısık gözlerle beni izliyordu. Ben ise daha fazla güçsüzleşmeden yemeye başladım. Savaş'ın gülümsediğini görsem de pek bir şey demedim. Yavaş yavaş yemeye çalıştım. Yoksa ben de burada düşüp bayılırdım.

 

Bir süre ikimiz de sessizleşirken, yemeğimi bitirerek bulaşıkları tezgaha indirip onu tekrar kontrol ettim. Ateşi hâla vardı ama eskisine göre iyiydi.

 

"Birazcık dinlen sen, sabaha geçmezse hastaneye gideriz." Başını sallamakla yetindi.

 

" İyi." Diyerek dizlerimden tutarak kalkmaya çalıştım. Fakat Savaş yine kolumdan tutarak beni durdurmaya çalıştı. Sonra da belime sarılarak çenesini omzuma yaslayıp iç çekti. "Gitme... Gitme Küçük Peri. Dünya da cennettemi bulmuşken, yine cehennemde bırakma."

 

Bir an yutkunarak bakakaldım. Beni ilk gördüğünde söylediği şeydi. Küçük Peri. Bu yüzden bana Peri kızı demeye başlamıştı. En başından beri aklında kalan tek cümleyle.

 

Ateşi birazcık yükselmişti yine. Kendi kendine sayıklıyordu. Küçük Peri küçük peri diye bir melodi tutturuyordu bu sefer.

 

Bana daha çok sarılarak mırıldanmaya devam etti. " Cennetin en güzel köşesi senin olsun Küçük Peri. Çünkü en güzel köşesini yine çocuklarla doldurursun sen. Çünkü sen bir Perisin."

 

Melodisiyle tuttuğu ritimle kalbim pamuk gibi olmuştu. Bunca zaman güçlü durmaya çalışan kalbim, yine beni en çok kıran adamın kollarında huzur bulmuştu. Aklım uzak durmaya çalışırken, kalbim ona yaklaşmak için resmen bedenime yalvarıyordu.

 

Savaş bana daha sıkı sarılırken, ben de ona sarılarak tenindeki kokusunu içime çektim. Ten kokusu yok diyorlar, ama ben hissediyordum. Nasıl olduğunu anlayamıyorum ama duyuyordum.

 

Ona sarılırken gözümden istemsizce yaşlar döküldü. Sanki... sanki evsiz kalmıştım da evime geri dönmüştüm. Sanki yine nefes almaya başlamıştım.

 

Ben seninle ne yapacağım Savaş Efeoğlu. Seni Acar Soyman olarak bile göremiyorum. Seni sadece Savaş olarak görüyorum. Ne ben Mehir olmak istiyorum, ne de senin Acar olmanı istiyorum.

 

Ben sadece Çilem ve Savaş'ı geri istiyordum. Çünkü kendimi o zaman evimde hissediyorum. O zaman beni ben gibi hissediyordum.

 

Loading...
0%