@mavibirhayal22
|
Eda'nın anlatımı Büyük bir kısır döngünün içinde yaşar insan. Bir özlemin içinde kavrulur ama farketmez. Neyi özlediğini bile bilmez. Ama nefes aldığı her an özler. Bazen baş edemez, Bazen de kendini avutup durur. Bazen de özlediğinin farkında olur. Bir defa görse özleminin gideceğini düşünür. Öyle bir şey olmayacağının farkında bile değildir. Kavuştuğun zaman özlemin dinmez. Daha da artar. Gideceğini bilirsin. Ayrılığın yakından gelen adım seslerini duyarsın hep. Daha çok özlersin. Kavuştuğun her an gideceğini bilirsin. Kavuşmak diye bir şey yoktur çünkü. Bazen ölümle eş değer olur özlemek. Aldığın her nefes ciğerine kör bıçak gibi saplanır. Ne ona bir adım atabilirsin, ne de ondan uzak kalabilirsin. Attığın her adım, çıktığın her yolun sonu ona çıkar. Dedim ya, ne ona bir adım atabiliyorsun, ne de ondan uzaklaşa. İki arada bir derede arafta kalıyorsun. Canın yanıyor. Her geçen gün ölüyorsun. Son durakta ruhundan geriye kaybedecek bir parçan bile kalmıyor. Senden geriye bir şey kalmamıştır artık. Yürüyen bir cesetten bir farkın yok. Özlem diye bir kelime yoktur artık. Yerini ölüm almıştır. Özlemekle ölmek aynıdır artık. Biraz önce anlattığım kısır döngü budur işte. Elinde kaçıp kurtulman için bir fırsat vardır, ama acıya tutkun yanın bunu elinin tersi ile iter. Her gün öleceğini bile bile yine de vazgeçmez. Bazen öyle bir an gelir ki, terk etmek ister. Bir son bulsun çektikleri ister. Ama hemen vazgeçer bundan. Farkına varmıştır artık, onu bir bütün haline getiren şey özledikleridir. Bu yüzden haklıdır şair: Baharda kışı, kışın da baharı özler insan. Ne uzaksa onu özler. Kavuşmak şart mı? Böşver! Bazı şeyler yokken güzel.... (Özdemir Asaf) Yemeğin üzerinden iki gün geçmişti. İlk defa Berk beyi acılarıyla gördüm. Belki saklamak istemedi, belki saklayamadı bilmiyorum ama en yalın haliyle gösterdi. Nasıl ben Şefika'ya kardeşim diyorsam, o da Enes'e öyle diyor. Terk fark onlar 5 yaşından beri tanışıyorlarmış. Neler yaşadılar bilemem, ama yaşadıkları onları daha da bir araya getirmiş. Yemekten sonra tatlı söylemiştik. Şefika'nın salatayla doymadığını bilecek kadar tanıyorum. Hoş salatayı da pek sevmez. Yiyecek bir şey bulamadığında yer. O yüzden yemekten sonra tatlı söylemiştim. En azından eve gidinceye kadar azıcık bir şey yemiş olsun diye. Sohbet o kadar güzeldi ki, vaktin nasıl geçtiğini bilememiştik. Lokantadan çıktığımızda arabamız olmadığı için bizi Berk bey bıraktı eve. Sözleştiğimiz gibi bugün gezecektik. Söylememe gerek yok gezi rehberimiz tabi ki Şefika. Buraya geldiği zaman gidecek yerleri çoktan listelenmişti. Hatta listeyi ikiye ayırmıştı. Birisi sadece kendisi için, diğeri de birlikte gezeceğimiz. Onunla aynı hisleri paylasamadığımı biliyor. Ben onun kadar derin bakmıyorum. Türkiye'de yaşamama rağmen, Hz. Mevlana ve Hz. Şemsi Tebrizi'yi onun kadar tanımıyorum bile. Sabah erken kalkıp, birlikte güya kahvaltı etmiştik. İkimizde bir kahve içmekten öteye gitmemiştik. Mert'in ilaç alması gerektiği için küçük bir kahvaltı hazırlamıştı. İkimiz de kahvaltı seven birisi değildik. Hızlıca duş alıp hazırlanmış, korna sesiyle dışarı çıkmıştık. Ne kadar sorsam da nereye gideceğimizi söylememişti. "Hepinize sürpriz, önceden söylemiyorum. Berk ben yolu tarif ederim. Ya da sen geç yan koltuğa tarif etmektense ben kullanayım. Senin için sorun olur mu?" Kuzeniyle nasıl atıştıkları geldi aklıma kendimi tutamadım kahkaha atmaya başladım. Neye güldüğümü anlayan Şefika da başladı kahkaha atmaya. Bu halimiz Berk'e tuhaf gelmiş olacak ki çatık kaşlarla bize bakıyordu. En sonunda dayanamayıp: "Siz neye gülüyorsunuz? Tuhaf olan ne ben anlamadım?" Anlamaması normal. Bilmiyor ki olayı. "Kusura bakma Berk. Kuzenime araba kullanmak istiyorum deyince 'Ben olduğum yerde araba kullanamazsın' diyordu. Üzüldüğümü görünce yengem baya azarlamış hatta terlikle kovalamıştı. O da bana dayanamamış öğretmişti. O olunca ben kullanmam. Yakın akrabaların düğününe gidince rahat olur az da olsa içki içer. Rahat tabi ben kullanacağım için. Daha ne komik anlar var Eda'ya anlattığım sana sorunca onları hatırlamış olacak ki gülmeye başladı ee ben de dayanamadım. Senlik bir durum değil yanlış anlama lütfen." "Korkmaya başlamıştım ya. Acaba bir şey mi dedim de yalnış anlaşıldı diye. Benim için sorun değil kullanabilirsin." anahtarları Şefika'ya attı. Arkadaşım durur mu? Anahtarı havada yakalayıp bana göz kırptı. Bu ne demek? Yandın Eda demek. Arabada şakalar havada uçuyordu. Böyle bir konuşma beklemiyordum. Despot, suratsız Berk bey gitmiş yerine gülen Berk gelmiş. Bir süre sonra Berk nereye gittiğimizi merak ederek "Bu sefer hangi Camiiye gidiyoruz?" dıııt yanlış cevap. Başka bir yere gittiğimize adım kadar eminim. "Nc bu sefer Camii yok sizi başka bir yere götürüyorum, eminim böyle bir yerin varlığından haberiniz bile yok." Ona ne şüphe. İşin içinde sen varsan her şeyi beklerim. Burada sanki yıllardır yaşayan o. Mert bile burada yaşamasına rağmen çoğu yeri bilmiyor. Arkada oturmuş şakalaşan ikiliyi izliyordum. Bugün bizi başka yere götürüyor. Kendinden kaçıyor. Neşeli gibi davaranıyor, ama gözlerine bakınca nelerden kaçtığını anlayabiliyorum. Farkında, ya da değil bilemem ama kaçtıkları da onunla geliyor. Yine sessizlik olunca aklına gelecek, düşünecek. Kendini yiye yiye yüzüne taktığı maskeyle devam edecek. Maskenin çatladığının farkında ya da değil bilemem. Ama kaçamadığının farkında. Arabada tek sesi çıkmayan Mert ve bendim. İkimizde kendi alemimizde düşüncelere dalmıştık. Mert'e baktım, yolu izliyor gibi dursa da, o kızı düşündüğünün farkındayım. Aslında tahmin ediyorum kim olduğunu. Umarım fazla bekletmezsin o kızı. Gözlerindeki korkuyu, endişeyi, sevgiyi gördüm. Ah be çocuk bir baksan etrafına. Duran arabayla kendime gelip arabadan indim. Berk gibi bende etrafa şaşkınlık ve hayranlıkla bakıyordum. "Şaka değil mi? Konya'da böyle bir yer var mıymış?" Berk'e katılıyorum böyle bir yeri ben de beklemiyordum. Şefika evet anlamında başını aşağı yukarı salladı. Berk'in gözlerindeki parıltılara bir anlam veremedim. "Şefika sana madalya takmak lazım. Burada yaşayan biz, ama elinin içi gibi bilen sen. Üstelik bir de başka ülkede yaşıyorsun." Çok haklı. Kaç zamandır buradayım ama hiç duymadım. "Abartıyorsunuz. Sevdiğim şehir olunca azıcık araştırma yapmış olabilirim. Neysem konuşarak vakit kaybetmeyelim hadi içeri geçelim." Şefika'nın sözüyle karşımızda duran "Kelebek vadisi"ni gezmek için içeri geçtik. Yanımıza bizi bilgilendirmek için görevli geldi. Bizimkisi bunu da en ince detayına kadar araştırmıştır kesin. Pek ihtiyaç olacağını sanmıyorum ama neysem. "Merhaba hoşgeldiniz. Yardımcı olmamızı ister misiniz?" Bizden önce Şefika cevapladı. "Tabi ki neden olmasın. İlk defa geliyoruz." Kibarlığını sevsinler. Dergah olsaydı kesin geri çevirirdi. Buraya manevi huzur değil de, kafasındaki seslerden kurtulmak için geldi. "Tekrar hoş geldiniz o zaman. Buyurun bu tarafdan. Kelebek vadisi 1.600 metrekarelik kelebek uçuş alanında 15 tür kelebeğe ev sahipliği yapıyor. Bahçede 98 türe ait 20.000 bitki bulunuyor ve bu sayede kelebekler kendi nektar bitkileri etrafında uçarken rahatlıkla gözlemlene biliyor. Her türe ait ayrı bölge bulunuyor." Vay be kadar büyük bir alan beklemiyordum açıkçası. Rehberimiz olan Mina hanım konuşurken biz etrafa hayranlıkla bakıyorduk. Kelebekler o kadar güzel ki dört bir tarafınızda uçuşuyorlar. Hatta kozaları bile var nasıl kelebeğe döndüğü en ince ayrıntısıyla anlatılıyor. Şefika'nın neden burayı seçtiğini şimdi daha iyi anlamıştım. Yüzümde tebessümle ona dönünce hayranlıkla etrafı izlediğini gördüm. Burası ona gerçekten iyi gelecek yeniden toparlayacaktı. Kendi acılarından kelebek gibi sıyrılacaktı. Boşuna buraya getirmedi. Kelebek vadisinde dolaşırken etrafa o kadar dalmışım ki böcek müzesine geldiğimizi farketmedim. Bir an kelebek yerine böcek görünce dayanamamış çığlığı basmıştım. Arkamdaki Şefika'ya sarıldığımı düşünerek sarılmıştım, ama sarıldığım kişi Berk'miş. Kokunun farklı olduğunu anlayınca geri çekildim. Olan olmuş bir kere. Adamın yüzüne bakamadım. Bu halimden keyif aldığı yüzündeki sırıtmadan belli. Bu halimi gören Şefika da kahkahayı patlatmıştı. Ay ne yapayım ya korkuyorum abi. Çatık kaşlarla ikisine bakıyordum. "Ay yeter artık ya kesin gülmeyi. Ne yapayım korkuyorum canım. Hem burası kelebek vadisi değil mi, böceğin ne işi var?" Gül gibi kelebeğin içinde böceğin ne işi var ya. Kafam kadar şeyler. Korkuyorum ne yapayım ben. "Tamam gülmüyorum." Hala gülüyor ya "Canım burada ayrıca böcek müzesi de var. Biz şimdi böcek müzesindeyiz. istersen çıkalım." En azından Şefika beni anlıyor. "Ne geziyi yarım mı bırakıyoruz?" Heh konuştu. Bu neye sırıtıyor ya? Tabi buldu eğlenecek bir şey sırıtır. "Çıkmayalım kuzum, devam edelim. Yarım bırakmayalım." üstüne bastırmıştım yarım bırakmanın. Bunu da sadece Şefika anladı. Hafifce sırıttı. Gezi sırasında kendimi sıkmaktan Mina hanımın dediklerine odaklanamamıştım. E tabi Berk efendi buldu zayıf yönümü başladı dalga geçmeye. Ama ben de Eda'ysam bunun hıncını çıkarırdım. "O değil de Eda sen cidden şu minicik şeyden mi korkuyorsun?" "Ay yeter, yangın var diye bağıracağım. Korkuyorum ya ne var." "Tamam kuzu sakin ol. Ben de pek sevmem böcekleri. Ama burası ilk duyduğumda dikkatimi çekti. Mimarisi bakımından da çok hoşuma gitti. Senin de burayı görmeni istedim o yüzden getirdim. Böyle olacağını bilsem getirmezdim canım özür dilerim." Ah be kuzum senlik bir şey değil ki. Böceklerden korkuyorum elimde değil. "Kuzum senlik bir şey değil baksana şuna ya dalga geçiyor benimle. Bir de eliyle gösteriyor." Bu adam bu kadar gülmezdi kesin başına bir şey düştü. Yok ya ikizi var bunun kesin. Şirkette ayrı, burada ayrı. Kafasına saksı düşmeyle olmaz bu "Berk bey bir şey sorabilir miyim?" dayanamıyacağım artık. "Önce şu beyi kaldır sonra sorabilirsin." "Tamam. Başınıza saksı falan düşmüş olabilir mi?" Gülen yüzü anında söndü kaşlar da çatıldı geldi Berk bey. "Ha yok şimdi oldu. Lafımı geri alıyorum fabrika ayarlarına döndü." Arkamdan kahkaha kopunca sesli düşündüğümü anlamış oldum. "Bir, kafama bir şey düşmedi. İki, sesli düşündünüz Eda hanım. Arkadaş gülünce neden gülüyorsun, gülmeyince suratsız oluyorsun ne iş anlmadım. " Şefika bu lafın üzerine kendisini tutamamış iyice kopmuştu. Bu zamana kadar kendi içine kapanan Mert'te gülmeye başlamıştı. Onun güldüğünü görünce daynamayıp ona sarılmıştım. Buna Berk bey kaşlarını çatmıştı. Bir kaç saatlik gezinin ardından oradan ayrılmış Mert'in önerisi ile bir restorana gitmiş yemek yemiştik. Yemek zamanı Mert konuşmamış sadece sorulara kısa cevaplar vermişti. Yemekten sonra Şefika'nın rehperliği ile "Sille köyü"ne gittik. "Hadi bu gün iyi günümdeyim size Sille'yi anlatacağım." Bak onu doğru dedi. Keyfi yerinde olmasa asla anlatmaz, zamanla anlarsın der. Hele böyle göreceğin bir şeyse asla anlatmaz. Boşuna kapalı kutu demiyorum. "Arkeolojik verilere göre bölgede yerleşimin tarihi Neolitik çağ'a kadar uzanmaktadır. Yerleşimin isminin kökeni konusunda çeşitli açıklamalar var. Sadece birini diyeceğim. Yunan mitolojisindeki Silenden geldiğidir. Silenos - kaynayıp, coşarak köpürüp akan su, kelimesinden türediği de söylentiler arasında. Daha tam bir tarihi açıklama yok. Mitolojiye ayak uyduruyorlar. Roma ve Bizans döneminde, Kudüs yolu üzerinde yer aldığı için önemli bir dini merkez olmuştur. Dünyanın en eski ve en büyük manastırlarından biri olan Hagios Khariton Manastırı, Deyr-i Eflâtun burada olup yaklaşık 800 yıl kesintisiz hizmet vermiştir. Ak Manastır Konya'da yaşayan dervişler tarafından da ziyaret edilmiş ve bahçesinde küçük bir de mescit yaptırılmıştır. Selçuklu döneminde olduğu gibi Osmanlılar devrinde de tarihi İpek ve Baharat yolları üzerinde olması nedeniyle önemini hiç yitirmemiştir. Osmanlı kaynaklarında Sudirhemi nahiyesine bağlı Sille karyesi ve sonrasında nahiye merkezi oldu. 1907 tarihli kayıtlara göre Silleʹnin 13 mahallesinde Müslüman ve Gayrimüslümler birlikte yaşarken, Karataş ve Ak mahallede yalnız Müslüman, Kilise-i Kebir mahallesinde ise yalnızca Hristiyan topluluk yaşamaktaydı. Macar gezgin Bela Horvarth 1913 yılında Anadolu'ya yaptığı gezisinde tuttuğu notlarda o yıllarda Sille'de 60 adet kilisenin ayakta olduğunu yazmıştır. Farklı din, dil ve kültürleri bir araya getiren Sille'de Aya Elena kilisesi, Zaman müzesi, tarihi Sille evleri, Camiiler ve mum atölyesi bulunuyor. Köyde yumuşak volkanik kayalara oyulmuş pek çok küçük kilise, Osmanlı mezar taşları günümüze kadar gelebilmiştir. Kilise, ilk Hristiyan Bizans imparatoru Konstantin'in annesi Ayia Eleni tarafından Michael Archangelos adına M.S 372'de inşa ettirilmiştir. Size küçük bir bilgi daha vereyim. Sille köyü Kapadokya'ya benziyor. Burada da taşlara oyulmuş evler ve kaya kilseleri var. Bunun içinde iki tanesi daha meşhur: Aya Elena kilisesi ve Eflatun Manastırı. Hz. Mevlana döneminde burada üç şey daha meşhurdu: çanak-çömlek, heykelcilik ve şarap. Hatta heykelcilikte o kadar ileri gitmişler ki, Arap'ların tapındığı putlar buradan ithal edilmiş. Bildiğiniz o hayvan figürleri, ikonlar burada da yapılmış. Taşları pek tanımam ama diğerlerinden farklı bir yapıya sahip diyebilirim." Diyerek lafını bitirmiş, ağzı açık bir ekip bırakmıştı geride. Bundan iyi gezi rehperi olur emin oldum. Burada yaşamayan hali buysa, yıllarca burada kalsa ne olurmuş acaba? O kadar güzeldi ki buralar hayranlıkla izliyorduk her yeri. Köyde dolaşırken bir an Şefika kayboldu. Onun kaybolacağına inanmıyorum ama endişelendim. Canım ya, sokaktan geçerken ara sokakta bir köpeğin ayağının takıldığını görmüş. Bir kaç adım geri gidince köpekle oynadığını görüp rahatladım. Bir süre köpekle oynadıktan sonra sokakları dolaştık. Azıcıkta alış-veriş yaptık ama parasını Berk efendi ödedi. Neymiş efendim o olduğu yerde kimse para çıkaramazmış. Canıma minnet. Yorulunca küçük bir kafeye oturduk. tam çaylar geldi sohbete başlayınca Şefika'nın telefonu çalmaya başladı. Telefona bakınca kaşlarını çatdı. "Alo. Əmi? ( Alo. Amca? ) "-------" "Nə? Çingiz sən nə deyirsən? İndi necədir? ( Ne? Cengiz sen ne diyorsun? Şimdi nasıl?) "-----" "İndi necədir? Bax düzünü de" ( Şimdi nasıl? Bak döğruyu söyle) "-----" "Nə demək gəlmə yaxşıdır? Biletimi alın pasportumu götürüb çıxacam paltarlar qalsın geri qayıdacam onsuz. Sən bileti al." ( Ne demek gelme? Biletimi al pasaportumu alıp çıkacağım, kiyafetlerim kalsın geri döneceğim zaten ) "----" "Gələndə danışaram. İndi çıxıram sən də biletə bax." (Gelince anlatırım. Şimdi çıkıyorum. Sen de bilete bak ) "Arkadaşlar ben çıkıyorum acil dönmem gerek." Endişeli yüzüyle hızlıca ayağa kalktı. "Amcan nasıl? Nesi var?" Onunla birlikte ben de ayağa kalkmıştım. Azıcık anlamıştım konuşmayı. Bu yüzden ben de endişelendim. "Küçük bir kalp spazmı geçirmiş canım, şimdi durumu iyi, ama gitmesem aklım onda kalacak. Kuzenim bilet ayarlıyor. Siz dolaşın ben çıkıyorum." "Biz de kalkalım kuzum" "Hiç gerek yok siz devam edin. Evin anahtarı var bende pasaportumu alıp havaalanına geçeceğim. Haydi ben kaçar." Deyip yanımızdan kalktı. Akif amcaya üzüldüm neden kalp spazmı geçirdi acaba? "Şefika ben bırakayım seni." "Hiç gerek yok Berk sen Eda'yla kal." ------------ Yanlarından acele ile kalkan Şefika ile herkes kendi köşesine çekilip, sessizlik içinde çaylarını içiyorlardı. Diğerlerinin ne düşündüğünü bilemeyen genç adam içinde sürekli konuşan sesi dinliyordu. Karşısında oturan iki kişiyi izledikce aklından geçenlere engel olamıyor, içinde filizlenen kıskançlık duygusuna engel olamıyordu. Neden bu hale geldiğini de anlayamıyordu. Gün içinde yaşadıkları canlandı bir an gözlerinin önünde. Farkında olmadan yüzünde oluşan bir tebessüm vardı. Sanırım bu gün fazla gülmüştü ki, "Kafanıza bir şey mi düştü?" diye sordu. O halleri çok komikti. Küçük bir kız çocuğu gibiydi. Doğaldı. Etrafındaki yapmacık insanlardan çok farklı. Bu halleri onu korkutuyor. Ona kapılmaktan korkuyor. Kapıldığının farkında değil. Daldığım düşüncelerden Eda'nın "Kalkalım mı artık?" diyen sesiyle çıktım. Hesabı ödeyip dolaşmaya devam ettik. Şefika gitmeden önce nerelere gideceğimizi söyledi. Buralara hiç gelmediği halde sanki yıllardır burada yaşıyormuş gibi çok iyi biliyor. Bu yönü bana Enes'i hatırlatıyor. Bir arada çalışacakları için çok iyi anlaşacaklarını biliyorum. İçimden bir ses Şefika Enes'in kayıp yanı diyor. Kalbindeki boşluk dolacak diyor. Ogün gösterideki halini unutamıyorum. İlk defa bir kadın hakkında konuştu. "Burası çok güzel" Hı ne? Neresi güzel? Ben ne ara bu kadar daldım? Ah bana ne yaptınız böyle? "Evet, tarih kokuyor. Şefika'nın neden oraya mutlaka gidin dediğini şimdi daha iyi anlıyorum." Evet gerçekten güzel yermiş. Buraya ne ara geldik biz? O kadar dalmışım ki düşüncelerime nereye geldiğimize dahi bakmadım. "Bir fotograf çekelim mi? Anı olarak kalsın." Yine mi fotograf? Artık yüzüm nasıl bir hal aldıysa, "Tamam ya bir şey demedim. Alt tarafı bir foto ona da demediğini bırakmadın ya." Sesim bile çıkmamıştı ki. Ne ara demediğimi bırakmadım? "Tamam tamam ver çekeceğim." Başını hayır dercesine salladı "Hep birlikte." Of of çattık dercesine başımı sallayıp kabul ettim. Fotograf çekdikten sonra oradan ayrılmış, en son nokta olarak parka gelmiştik. Buradan tüm Sille görünüyordu. Ama benim manzaram daha güzeldi. Önümde bir kadın. Rüzgar. Rüzgarda uçuşan saçlar. Ve yüzünde içten bir gülümseme. İzledim. Göz kapaklarıma resmini çizercesine izledim. Bu an ölümsüz olmalı diye resmini çektim. Ben bu kadına kapılıyorum. Artık bunun farkındayım... ------------------------ Geldik bir bölümün daha sonuna. Umarım severek okuduğunuz bir bölüm olur )). Berk ve Edah akkında ne düşünüyorsunuz? Berk Edaya nasıl davranacak bundan sonra? Yavaş yavaş kendine itiraf etmeye başladı. Peki bu durumda Eda ne yapacak? Berki görecek mi?
|
0% |