@mavii_bulutt345
|
"İnsan, kendi nefesinde boğulabiliyormuş."
"Geldik abla," diyen yaklaşık yirmili yaşlarındaki çocuk, taksiyi kaldırım kenarına, en uygun yere durdurdu. "Elli lira versen yetiyor," dese de benim kafam çok doluydu, bu yüzden de elimi cebime atıp yüz lira olduğunu bile umursamadan uzatıp o parayı alır almaz da, "Abla, bekle para üstünü vereyim," demesini bile aldırmadan çantamı elime alıp bir ok gibi fırlayıp kendimi sokağa attım.
Atlas, konumunu attıktan sonra, bir kafeye gelmemi rica ederek orada konuşmamızın daha iyi olacağını söylemişti. Ona hak verip, attığı konuma yakın olan kafeden içeri girdim.
Kafede, çok fazla insan yoktu bu yüzden de kocaman mekanda Atlas'ı bulmam çokta zor olmadı. Hızlı adımlarla onun bulunduğu masaya yürüdüm. Kafenin girişinde onu ararken onun sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyordum ama tam karşısına geçince kireç gibi olan yüzünü ve su bardağını tutan lakin titreyen ellerini görebiliyordum.
Sandalyeyi, oturmak için çekerken çıkan ses ile birlikte Atlas başını kaldırıp bana baktı. Bu sayede yüzünü daha iyi inceleme fırsatı buldum. Saçı başı dağılmıştı. Dudağının kenarı patlamış, yanağı belli belirsiz morarmıştı. Sandalyeme oturup çantamı yanımdaki boş yere bırakırken onun konuşmasına izin dahi vermeden, "Sen kavga mı ettin?" dedim endişe ile.
Refleks ile olduğunu düşündüğüm bir hareket yaptı Atlas, işaret parmağını yaralarının üzerinde hafifçe gezdirdi ve canı yandığı için yüzünü buruşturdu. "Çağla, bana bir peçete verir misin?" dedi tane tane, peçetelerin bulunduğu kutu benden taraftaydı, bu yüzden de benden rica etmişti.
Onun dediğini yaparak bir peçete uzatırken büyük ihtimalle benim sorgulayan ve merak ile dolu olan bakışlarımdan rahatsız olarak yerinde huzursuzca kıpırdandı. Peçeteyi benim elimden aldıktan sonra dudağının kenarına, patlamış yere bastırdı.
"Sana her şeyi anlatacağım, biraz bekler misin?" dedi, sesi dudağının kenarında peçete bulunduğu için boğuk çıkarken sadece başımı salladım. Yedi yılı, Tuğkan'dan küçük bir haber dahi aldığını bekleyerek geçirmiştim. Toplam olarak iki bin beş yüz elli beş günün yanında, sadece beş dakika yüzde biri bile değildi ama bir yandan da beklemek istemiyordum.
Atlas, kaçmıyordu, gerçi yüz ifadesinden de konuşmaya dahi mecali olmadığı apaçık belli oluyordu ama içimde bir korku vardı. Sanki şu an kıyamet kopacakmış gibi, sanki şu an bu bina yıkılıp biz de beton yığınlarının arasında sıkışıp kalarak ölecekmişiz gibi, Tuğkan ile ilgili hiçbir şey öğrenemeyecek olmamın korkusu bedenimde damarlarımda akan kandan daha hızlı bir şekilde dolaşıyordu.
Yutkunup, "Onu çarşıda gördüm," dedi birden. Aramızdaki sessizliğide bozan bu cümlesi olmuştu. Onun bu sözlerinden sonra, benim için kafedeki sesler yoktu artık. Arkamadaki kadının dudaklarından dökülen kıkırtı, garsonun müşteriler ile yaptığı konuşma ya da kafeyi dolduran slow şarkıyı duyuyordum ama beynim o sesleri, bir filitre gibi süzüyor, yok sayıyordu.
"İlk önce onu tanıyamadım," suçluluk duyuyordu sanki ya da ben onun bu ses tonundan bunu çıkarmıştım. Belki de, can dostunu tanıyamadığı için kendini suçluyor, içten içe kendine kızıyordu. Bir şeyi hatırlamış gibi, "Belki de onu görünce onun olduğunu algılayamadığım için tanıyamadığımı düşündüm... Bilmiyorum. Zaten onu gördükten sonra zihnimde olan görüntüler bölük pörçüktü."
Atlas, bana kıyasla daha şanslıydı, onunla yüz yüze ve yan yana gelebilme fırsatı yakalamıştı ama ben onu sadece on yaşındaki haliyle hatırlıyordum. Şimdi nasıldı hiç bilmiyordum. Belki de Atlas onu tanıyabilirken ben onu yolda görsem tanıyamazdım.
Nefeslenip devam etti, konuşurken nefes nefese kalmıştı. "Beni fark edince çarşıda bulunan kalabalığın içine karıştı. Ben ne zaman onun peşine düştüm bilmiyorum ama çarşının altındaki sokağa ulaştığımda benden kaçıyordu. Sonra bir parkta durdu. Bana nazaran yavaş koşuyordu, onu yakalamam uzun sürmemişti."
Atlas, yine duraksadı. Elini anlına bastırdı. "Sana buz getirmemi ister misin?" diye usulca sordum, beni gözleriyle onayladı.
Bir garsondan bizim için buz getirmesini rica etmemin ardından Atlas kaldığı yerden devam etti. "Onunla konuşmak istedim ama bana tek bir kelime dahi etmiyordu. O anlık sinirle yakalarından tuttum. Tekrar tekrar ona ne olduğunu ve bunca zaman ne yaptığını sordum ama yine hiçbir şey söylemedi... Ben o konuşsun diye biraz damarına bastım, onun korkak olduğunu söyleyince." Atlas'ın sözlerini bölen ben oldum. "Ne yaptım dedin sen?" dedim serttçe.
"Bak ben böyle olsun istemedim Çağla."
Ayağa kalkınca, sandalyem geriye doğru gürültü ile düştü, bunu umursamadım. Etrafa bakmasam bile birçok gözün benim üzerime yöneldiğini hissedebiliyordum ama bunu da umursayacak kadar kendimde değildim.
"Senin yüzünden şu anda onunla konuşuyor olabilirdik! Ne vardı ki biraz suyuna gitseydin?!"
"Sen de onun suyuna gitseydin şu an bunları konuşuyor olmazdık!" Atlas benim gibi ayaklandı. Bu dediği canımı yakmıştı. Dudaklarımı birbirine bastırdım.
Gözlerinden, kısa bir an için pişmanlık duyduğumu hissettim ama onun yerini ardından sert bakışlar aldı. Çantamı bir hışım aldım, onunla daha fazla konuşmak demek, bu mekânı ateşe atmak demekti. Buna hakkım yoktu, zaten müşterileri yeterince rahatsız etmiştim.
Arkamda, âdeta bir kaos ortamı oluşmuştu. Etrafı toplamaya çalışan ve Atlas ile ikimize etrafı rahatsız ettuğimizi bize söyleyen garsonlar, bizi izleyen müşteriler vardı.
Bir hışım, kendimi kafeden attım. O an için Atlas'ın durumumu umursamasam da, kafeden biraz uzaklaştıktan sonra bunu umursar gibi oldum ve bundan ötürü de vicdanım hiç rahat değildi. İçimi kemiren duygular vardı. Sıkıntı ile nefesimi dışarı bıraktım.
Çalan telefonum, bir nebze de olsa bu duygulardan beni uzaklaştırdı. Alelacele çantamdan telefonumu aldım. Arayan kişi Aylın Hanım'dı. "Efendim Aylin Hanım," diyerek telefonu açınca karşı taraftan bir cevap bekledim.
"Çağla, merhaba canım. Şirkette değilsin, Orhan Bey senin çıktığını söyledi. Şirketin yakınlarında mısın?"
Durum düşündüm, "Yaklaşık kırk beş dakikalık bir mesafedeyim."
"Anladım, buraya hemen gelmen gerekiyor. Biliyorsun, Ahmet Bey şirketin yüzde ellisini satacaktı. Yeni patron bir saate burada olur ve herkes ile tanışmak istediğini bu yüzden de şirketin toplantı odasında toplanmanız gerektiğini söylemiş. Şimdi ilk günden bir sorun çıksın istemiyorum. Lütfen buraya gelir misin?" Aylın Hanım hızlı hızlı konuşuyordu. Kaybedecek bir saniyesi bile yoktu, bunu görmeden biliyordu çünkü herkesi toplantı odasında toplamaya çalışıyordu.
"Tabii," dedim cevaben. "Hemen geliyorum." Normalde, asla yüzüme kapatmazdı ama ilk defa hiçbir şey demeden yüzüme kapattı. Buna kızacak ya da alınacak kadar kafam yerinde değildi.
Aylin Hanım'ın bana dediği gibi, hemen şirkete gitmek için yakındaki taksi durağına gittim ve boşta olan bir taksi ile şirkete ulaştım. Hızlı adımlarla, beşinci kata yani toplantı odasının bulunduğu odaya ulaştım.
Yolda bir kaza olmuştu bu yüzden de Aylin Hanım'a tahmini olarak söylediğim zamandan daha geç bir vakitte şirkete ulaşmıştım.
Odanın kapısında beklerken bir elim kapı koluna gidiyordu ama ban diye içeri giremezdim ya da ilk günden geç kalarak yeni patronun gözüne batamazdım, bu benim için çok riskliydi.
Kapının önünde, bir oraya bir buraya giderken açılan kapının sesiyle irkildim, benim gibi diğer şirket çalışanları kapıdan çıkıp gitti. Aylin Hanım ve yeni patronum karşılıklı olarak masada oturmaya devam ediyorlardı ve sadece odada onlar vardı.
Adamın arkası bana dönük olduğu için rahat rahat onları izliyordum ama kalkmak için hareketlendiklerini fark edince hemen arkamı döndüm. Odama gitsem iyi olacaktı.
Daha bir adım bile atamadan, "Çağla!?" diye bana seslenen Aylin Hanım sayesinde mecburen durdum. "Gel canım, seni Tuğkan Bey ile tanıştırayım."
Arkamı döner dönmez onunla karşılaşınca bedenim kaskatı kesildi. Yüzümün halini bilmiyordum ama şaşkınlığımın yüz metre öteden fark edildiğine emindim.
O, hiç değişmemişti. Büyüyüp yetişkin bir birey olduğu için elbette ki bir çok değişim vardı vücudunda ama gözleri aynıydı, on yaşındaki haliydi. Son kez baktığım gözlerdi bunlar.
Benim gibi, onun da gözlerinden şaşkınlığı belli oluyordu ama benimki kadar uzun sürmedi bu şaşkınlığı.
Elim ayağım titrerken bu soğuk sessizliği bölen Tuğkan oldu. "Ben Tuğkan Acar," diyerek elini bana uzattı, sıkmak için. Gözlerim, eli ile çehresi arasında gezinirken gözlerim doldu. Ona hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak olmak bir hançer yarasından daha ağırdı benim için.
Ve ben, o an bir şeyi çok iyi anladım; İnsan, kendi nefesinde boğulabiliyormuş.
|
0% |