@mavii_bulutt345
|
"Hayatımda aldığım en büyük darbeyi sevdiğim insandan almıştım. Şimdi ise kimden geldiği önemsiz olan herhangi bir darbe, benim için denizdeki küçük bir dalga etkisi yapacaktı ve ben onu umursamayacaktım..." Aynı Gökyüzünün Altında
Bölüm: 3/ Denizdeki Dalga
Dünya Sayer
Belkide, hayatımıza yanlış insanları aldığımız için bir şeyler yanlış gidiyordu.
Biz, hayatın yaşanmaya değer olmadığını düşünüyorduk ve bu yüzden yaşamayı istemiyorduk fakat bizim hayatımızı kötüleştiren ya da zorlaştıran tek faktör insanlardı.
Yanlış insanlar, yanlış kararlara sebebiyet veriyordu.
Bir yandan saçlarımı düzeltirken bir yandan da daha yeni yapmış olduğum makyajımı kontrol ediyordum karşımda bulunan aynadan. Lavabonun üzerine bırakmış olduğum makyaj malzemelerimi, küçük krem renginde olan çantama koyduğumda saçlarıma elimle şekil vererek kafenin lavabosundan çıktım.
Arkadaşım Ebru'nun mesajı üzerine hemen bu kafeye gelmiştim. Caner'e bunu konduramasam da yaklaşık iki aydır şüphelendiğim gerçeği ya kendi gözlerimle görecektim ya da bu gerçek benim yanılma sebebim olacaktı. Önümde iki seçenek bulunuyordu ya şimdi kafenin iç kısmına geçerek iki yıldır sevdiğim adamın gözlerimin içine baka baka beni aldattığına şahit olacaktım ya da gözlerimin bana yalan söyleyerek yanıldığımı kabul edecektim.
Adımlarım, kendimden emin bir şekilde yürüdüğümün en büyük kanıtlarıydı. Çivi topuklu olan ayakkabımın her yere vurduğunda çıkardığı ses kulaklarıma dolarken omuzlarımı dikleştirdim.
Uzun, mavi renkli olan koridordan geçtiğimde, elimdeki telefona mesaj geldi. Ekranı açtım ve gelen mesajı okudum usulca.
Ebru: Deniz'e bakan masalardan birindeler.
Dünya: Tamam.
Koridorun sonuna ulaştığımda, ela renginde olan gözlerim denize bakan masalara kaydı. Oradaydı, inci gibi olan dişlerini cüretkarca insanlara sunarken, kahverengi gözleri güldüğü için hafifçe kısılmıştı. İki yılımı verdiğim adam, şu an karşımda, karşısındaki kadının dediklerine gülüyordu.
Ve işte o zaman, görünmez bir hançer havalandı birden. Yavaş yavaş kalbime yol alırken beni öldüren vuruş, Caner'in karşısındaki kadının dudaklarından kaçamak bir öpücük almasıyla geldi.
Ne zaman gözlerimin dolduğunu ya da ne zaman elimdeki çantaya uzun, takma tırnaklarımı geçirdiğimi bilmiyordum lakin çok iyi bildiğim bir şey vardı ki, ben şu an darağacında asılmış bir mahkumdum. Beni buna Caner mahkum etmişti ve ruhum, sanki kuyruğuna basılmış bir yılan gibi bütün zehirini Caner'e boşaltmayı istiyordu.
Omzumun üstündeki sıkı bir at kuyruğu yapmış olduğum saçlarımı küçük bir el hareketiyle arkaya savurdum. Birinin bana baktığını hissettiğimde bakışlarım omzumun üstünden sağ tarafımı buldu.
Ebru, başını olumsuzca iki yana sallayarak aklımdakileri yapmamam gerektiğini belli ediyordu mimikleriyle lakin benim bunu yapmam lazımdı. İlk önce ruhuma olan saygım için sonra da iki yılımı böyle adi bir adama teslim ettiğim için benim onların yanına giderek bu anlarını mahfetmem gerekiyordu.
Ebru'ya umursamazca baktım. Üzerimdeki mini elbiseyi düzelttim ve hızlı adımlarla onların yanına gittim. Caner, beni fark etmezken sanki yüzünü bir kova boyaya bandırıp çıkarmış gibi olan yüzünü bana döndürdü, Caner'in karşısındaki kadın. Soran gözlerle birlikte Caner'e döndüğünde, Caner hala daha tabağındaki yemekle ilgileniyordu ve bu yüzden de beni fark etmemişti.
İkisine de tiksinircesine baktım. Caner benim yerime bu boya küpünü mü tercih etmişti?
"Afiyet olsun," diyerek sakince konuştum. Sinirimden derin derin nefesler alırken bir an olsun ela gözlerim ikisinin üzerinden ayrılmıyordu. Caner'in çatalı tutan eli yavaşladı. Ağır ağır başını bana çevirdi. Gözlerinde biraz korku biraz da yakalanmanın verdiği telaş vardı. Hatta bu telaşı mimikleri sayesinde çok kolay bir şekilde belli oluyordu.
"Bu kim canım?" diye sordu boya küpü, benden rahatsız olduğu bariz bir şekilde belli oluyordu. "Ben kimim canı?" diye dişlerimin arasından konuştum, Caner'e bakarken.
"Dünya?" diye resmen fısıldadı Caner ama artık karşısında, eski Dünya Sayer yoktu ve artıkta olmayacaktı.
"Hayatım bu kim, bizi tanıştırmayacak mısın?" diye boya küpü tekrardan konuştu. Sinirden ellerim ayağım titrerken, "Sevgilim, bizi tanıştırmayacak mısın?" diyerek inelercesine konuştum. Boya küpü, gözlerini sonuna kadar açarak pörtlek pörtlek yüzüme baktı.
Caner'in anlında küçük küçük, boncuk boncuk terler oluşmuştu. Yüzü, bembeyaz bir bulutu andırırken boya küpüne sinirden titreyen elimi uzattım. "Merhaba canım," dedim. Bir insanı sözlerimizle öldürme imkanımız olsaydı, ilk şu boya küpünü patlatırdım herhalde. "Ben Caner'in sevgilisiyim. Sen kimsin?" diye nazikçe sorsam da dişlerim bir bütünmüşcesine birleşikti.
Kız, uzattığım elimi bile tutmadan ayağa kalktı. İşaret parmağıyla beni göstererek Caner'e baktı. "Ne diyor bu yoluk?! Bir açıklama yapsana Caner!" diye bağırdığında kalp atışım daha da arttı. Bedenimi yakan bir alev bütün vücudumda dolandı ve ben şah damarımdaki kanın akışını bile hisseder oldum.
Boya küpünün bu ani çıkışı, kafedeki bir çok gözün bize dönmesini sağlarken, Caner ayağa kalktı. "Bak açıklayabilirim," diyerek boya küpüne bir açıklama yaptığında elimdeki çantayı sertçe masaya vurdum. İçindeki eşyalardan biri kırılmıştı, kırılma sesi kulaklarıma dolmuştu ama ben bunu umursayacak bir vaziyette değildim. Kızın sözleri ve Caner'in ona yaptığı açıklama, beni sanki kırmızı bir örtü görüp, yerinde sinirden kuduran bir boğaya çevirmişti.
"Ben açıklayayım canım, Caner adi herifin teki! İki yıldır benimle sevgiliyken senin gibi bir çok kızı aynı anda yürütüyormuş."
Caner'in yutkunduğunu, oynayan adem elmasında anlamak zor olmadı benim için. Boya küpü, bu sefer inanmayan gözlerle Caner'e baktı. "Doğru mu diyor?" diye sorduğunda sesi titrek, gözleri dolu doluydu. Bu hali, benim ona olan nefretimi bir nebze de olsun azaltsa da Caner'e olan öfkem katbekat artıyordu.
"Yaren, bak ben..." Caner sustu. "Böyle olsun istemezdim..." Benim yapmayı istediğim hareket boya küpünden geldi. "Allah belanı versin senin!" diye bağırdı ve Caner'in yüzüne tükürerek çok sert bir tokat attı. Tokatın sesi, bütün kafede yankılanırken, tokat yüzünden Caner'in başı sağ tarafa doğru döndü. Caner'in Çenesi kasılırken, adının Yaren olduğunu öğrendiğim boya küpü, çantasını eline aldı. Parmağını tehdit edercesine Caner'e doğru savurduğunda, gözlerinden yaşlar akıyordu. "Sakın, sakın bir daha beni arama!" kız arkasını dönerek kafede koşa koşa çıktı.
Caner, boya küpü vurduğu için kızaran yanağını tutarak bana sert sert baktı. Kolumu sertçe tutarak, "Ne yaptığını sanıyorsun sen?!" diye resmen beni öldürmek istercesine baktı ve kaşlarını çattı.
Kolumu ondan kurtardım hızla. "Asıl sen ne yaptığını sanıyorsun?! Beni gözlerimin içine baka baka aldatıyorsun ve gelmiş bir de hesap mı soruyorsun adi herif!?" sesim, bütün kafede yankılanırken sinirden titreyen elim, onun yanağını buldu. Boya küpünün vurduğu yeri eliyle tuttuğu için diğer yanağına bir tokat attığımda başı sol tarafa kaydı.
Yüzüne tükükürdüğümde hıncımı hala daha çıkarmamıştım. Kasıklarına güçlü bir tekme geçirdiğimde, Caner kasıklarını tutarak iki büklüm oldu. Ağzından acı dolu bir inilti firar ederken bu benim zerre umrumda değildi.
Kolumu bir el sararken, "Dünya, gidelim artık burdan!" diyerek Ebru beni çekiştirdi ama benim bakışlarım yerde kıvrılan Caner'den ayrılmıyordu. Masadaki su dolu bardağı yerde kıvrılan Caner'in üzerine boşalttığımda, Ebru'nun beni çekiştirerek dışarı çıkarmasına izin verdim. Kendimde değildim, Ebru çıkmadan masaya koyduğum çantamı eline aldı.
Ebru, bir taksi durdurdu. Birlikte taksiye bindiğimizde Ebru taksi şoförüne bizim evin adresini verdi.
"Sen iyi misin?" diye naifçe sordu bana.
Bilmiyordum.
Nasıl olduğumu hiç bilmiyordum.
En önemlisi de böyle adi bir herif için iki yılımı neden heba ettiğimi bilmiyordum.
Belki de, Ebru ile böyle bir durumdan şüphe etmeseydik hala daha beni, gözlerimin içine baka baka aladatmaya devam edecekti, Pislik herif!
Gözlerim dolarken, "Bilmiyorum," dedim usulca. Ellerimi kucağımda birleştirirken, "Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, iki yılımı benden çaldı pislik!"
Ebru, omzumu sıvazladı. Üzgünce bana bakarak, "Unutursun," dedi. Dediğine dalga geçercesine güldüm. Odamdaki eşyaların yarısı onun bana almış olduğu hediyelerle dolduydu. Telefonumdaki bütün resimler onunla beraberdi ve en önemlisi de kalbim, onunla doluydu. Her ne kadar bana böyle bir adiliği yapmış olsa da ilk aşkım oydu, aşkın nasıl bir şey olduğunu bana öğreten oydu. İlk sevgilim oydu, bana nasıl bir sevgili olacağımı öğreten oydu. Hal böyleyken nasıl hiç hayatıma dahil olmamış gibi onu unutabilirdim ki?
Taksi, bizim evin önünde durdu. Ebru, parayı ödediğinde birlikte taksiden indik. Ebru ile kol kola evin büyük, siyah ve demir olan kapısına kadar yürüdüğümüzde bir telefon sesi duyduk ikimizde.
Ebru, çantamı bana uzattı, uzattığı çantayı elime aldım. "Telefonum çalıyor," diyerek elindeki beyaz çantanın içinde telefonunu aramaya başlamıştı. Telefonunu bularak açtı ve kulağına dayadı.
"Alo, anne?" diyerek annesini dinlemeye başladı. Bir müddet annesini dinlediğinde,"Tamam anne, hemen geliyorum," dedi.
Telefonunu kapattığında, "Misafirlerimiz varmış, annem beni eve çağırdı." ağrıyan başımı sol elimle ovaladım. "Tamam sen git," diyerek cevap verdim ona.
Yüzüme tereddütle baktı. "Emin misin? İstersen annemde izin alıp bu gece sizde kalayım?"
"Ebru, cidden gerek yok. Bende zaten bir duş alıp yatacağım boşuna kalma yanımda."
Başını salladı yanaklarımı öpüp, "Bak sakın o adiyi hatırlayarak canını sıkma tamam mı?" adını bile anmayı istemiyordum. "Tamam canım," dedim.
"Görüşürüz."
"Görüşürüz," diyerek Ebru'ya karşılık verdiğimde arkamı dönerek demir kapıdan içeri girdim. Saksıdaki çiçeklerin süslemiş olduğu taşlı yolu geçtiğimde çantamda olan anahtarımı aramaya başladım.
Elime, rujum denk geldiğinde masaya çantamı sertçe geçirdiğimde kulaklarıma gelen kırılma sesinin kaynağını anlamış oldum. Ruhumun kapağı kırılmıştı. Ruju, tekrardan çantama koydum ve onu çöpe atmam gerektiğini aklıma kazıdım.
Yaklaşık bir dakika boyunca, çantamın içindeki anahtarımı arasam da bir türlü bulamamıştım. Sinirle çantamın fermuarını çektim. Aralık ayında olduğumuz için hava bir hayli soğuktu. Başımdaki ağrı daha daha artmıştı ve ben hemen bir ağrı kesici almak istiyordum. Şimdi de bulamadığım anahtar, sinirimden yerimde tepinmeme bile sebep olabilirdi ama ayağımdaki bu ince topuklular yüzünden bu pek mümkün değildi.
Üzerimdeki düştü düşecek olan mor renkli kabanımı omuzlarımdan yukarı çekiştirdim. Mecburen zili çalacaktım ama ben daha zili bile çalmadan kapı açıldı. Korkuyla irkilirken kapıyı açan anneme baktım.
Kaşları çatılıydı ve ela gözleri bana sert sert bakıyordu. Ne olduğunu anlamazken, "İçeri gir!" diye resmen bağırdı. Arkasını dönerek içeri geçtiğinde bende içeri geçerek kapıyı kapattım, hızlı adımlarla onu takip ettiğimde salona geçen annemin ardından bende salona geçtim.
Büyük, geniş ve resmen "Ben çok pahalı bir villanın salonuyum," diye bağıran salonun ortasına kadar geldim. Annem, bir hışım kendini yeşil renkli, altın renginde detayları olan üç kişilik koltuğa oturdu. Uzun, mavi pantalonun sardığı bacaklarının birini diğerinin üzerine atarak arkasına yasladığında hala daha bana sertçe bakıyordu.
Babam, her zamanki gibi bacak bacak üstüne atarak gazetesini okuyordu, tekli koltukta otururken. Yavaşça elindeki gazeteyi katladı ve yanındaki sehpaya bıraktı. Okuma gözlüklerini de çıkartarak gazetenin yanına bıraktığında annemden farksız değildi bana olan bakışları.
"Baba, bir sorun mu var?" diye sordum.
"Bu kaçıncı Dünya? Bu kaçıncı olayın?" sakince sorsa da pimi çekilmiş bir bombadan farksız değildi babam, sadece patlamayı bekliyordu. Başımın ağrısından ne dediğini anlamazken," Ne olayı baba?" diye sordum yavaşça.
"Birde bilmemezlikten mi geliyorsun?! Madem kafedeki olay senin için bu kadar önemsiz neden çocuğu dövdün milletin önünde?!" Sesi, yüksek çıkarken tepki bile vermedim.
"Bu kaçıncı oldu artık! Sayer soyadını dibe çekip çekip duruyorsun! Kameraların önüne geçip bir açıklama yapmak ne kadar zor senin haberin var mı?!" sinirle güldü. "Haberin yoktur tabii, neden olsun ki? Dünya Hanım, bizim şirketimizi, adımızı, soyadımızı yaptığı hareketlerle yerin dibine çekerken neden haberi olsun ki?!" bağırışı, evde yankılanırken dolu olan gözlerimle birlikte onun burnuna bakıyordum. Gözlerine bakacak kadar güçlü değildim. Beni delen, beni öldürecekmiş gibi bakan ve benden nefret ettiğini belli eden gözlerine bakacak kadar güçlü değildim. O gözler, yıllardır gördüğüm, artık alışma noktasına geldiğim ama maalesef ki alışamadığım gözlerdi.
Belki de, insan acıya alışamıyordu. Canının yanmasına, etinden et koprılmış gibi canının yanmasına alışamıyordu.
"Baba, bir anlık sinirle oldu," diyerek bir açıklama yapmaya çalıştım ama cümlem babamın hızla beni kesmesi yüzünden yarım kaldı. "Bir değil iki değil ne bu sinir?! Artık bıktım bu tavırlarından! Adımızı lekeleyip duruyorsun! Bundan sonra okuluna evden devam edeceksin!"
Bunu yapamazdı, benim özgürlüğümü kısıtlayamazdı. "Baba, sen ne dediğinin farkında mısın?!" sesimin yüksek çıkmasını bile umursamadım.
"Onları da bizim adımızı lekelemeden önce düşünseydin! Bütün gazetelerde bizim adımız var! Neden? Dünya'nın yapmış olduğu olaylar yüzünden! Bundan sonra böyle Dünya Hanım, işinize gelirse tabii."
Hani derler ya, "Kafamın üzerine kaynar sular döküldü," diye. Ben, onu şu an, babamın sözleri yüzünden yaşıyordum.
"Bitti mi?" diye sordum yavaşça. "Bitti mi bana kustuğun nefretin?" babam, gazetesini eline aldı ve bana cevap verme zahmetine bile girmedi. En az babamın gözleri gibi nefret dolu gözlerle bana bakan anneme bakma zahmetine bile girmeden arkamı dönerek merdivenleri basamaklarını adımladım tek tek.
Odama geçtiğimde üzerimdeki kabanı ve elimdeki çantayı yatağımın üzerine bıraktım. Dolan gözlerimi bir iki kere kırpıştırdıktan sonra yatağımın yanında bulunan turuncu renkteki komodinin çekmecesinden bir ağrı kesici çıkarttım. Sürahiden bardağıma su doldurduğumda hızla ilacı içtim.
Üzerimdeki bu yorgunluğu biraz olsun atmak için sıcak bir duş aldığımda, tekrardan odama geçerek dolabımdan sarı pijamaları aldım. Vakit kaybetmeden üzerimi giyip saçımı kuruttuğumda, başımın ağrısı az da olsa geçmişti. Elime telefonumu aldım.
Ebru'dan iki mesaj vardı. Hemen mesajını okudum.
Ebru: Dünya, iyi misin?
Ebru: Misafirler gitti, yanına gelmemi ister misin?
Dünya: İyiyim, yanıma gelemene gerek yok.
Koca bir yalandı. Ne iyiydim ne de yanlız kalmayı tercih ediyordum. Sadece böyle demek zorundaydım. Onu buraya çağıramazdım. Babamla olan tartışmadan sonra annemler izin vermezdi buna.
Ebru: Emin misin?
Dünya: Eminim, Ebru.
Ebru: Tamam o zaman, yarın görüşürüz.
Dünya: Görüşemeyiz, babamlar bir daha okula gitmeme izin vermiyorlar.
Ebru: Ne!
Yazdığına bir cevap vermek için parmaklarım klavyenin üzerindeki gezinirlerken Ebru'nun araması ile hemen telefonu açtım.
"Dünya ne demek annemler bir daha okula gitmeme izin vermiyorlar?! Böyle bir şeyi yapamazlar, senin hayellerin var! Mimarlık okuyacaksın."
Sinirle güldüm. "Annem ve babam, benim doktor olmamı isterlerken bu mümkün mü ki?" Ebru, kısa bir an sustu. Biliyordum, buna bir cevabı yoktu lakin benim fark ettiğim gerçek yüzüme bir tokat gibi inmişti.
Çocuklar, ebeveynlerinin yoğurup, şekil verebileceği birer kil parçaları değildiler ama benim annem ve babam tam da beni böyle yoğurarak kendi istedikleri şekli vermeyi istiyordular.
Ebru sustu ama bu sessizlik, bin kelimeden daha da açıklayıcıydı benim için. Onunda, benim gibi bir çaresi yoktu.
"İyi geceler, Ebru," diye mırıldandım.
"İyi geceler," dediğinde telefonumu kapattım. Telefonumu şarja takıp battaniyeyi kafama kadar çektim ve akşam yemeğine bile inmeden deliksiz sabaha kadar uyudum.
Sabah, güneş ışıkları odamın penceresinden içeri süzülürken bedenim ihtiyacı olan uykuyu almıştı ama ruhum hala daha yorgundu.
Babamın dediğine göre bugün okula gitmeyecektim. Yataktan kalkıp terliklerimi ayaklarıma geçirdiğimde ilk önce lavaboya gidip işlerimi hallettim ardından da odamdaki giyinme odasına geçerek üzerime rahat bir şeyler geçirdim. Açık kahverengi saçlarımı başımın üzerinde sıkıca bir topuz haline getirdiğimde istemesem de aşağıya indim.
Annem ve babam, karşılıklı olarak oturmuş, masada beni bekliyordular. "Günaydın," diye ağzımda geveledim. Dünkü olaylardan ötürü annem ve babam bana cevap bile vermezlerken, sandalyemi çekerek yerime oturdum.
Annem ve babam kahvaltıya başladıklarında bense tabağıma koymuş olduğum peynirden hiç almamıştım. Tabağıma koyduğum zeytinlerde benim onları çatalımla bir ileri bir geri itmem yüzünden tabağın içince dönüp duruyorlardı.
Babam, seslice tabağına çatalını bıraktı, bu hareketi önemli bir şeylerin konuşulacağına işaretti. Hafifçe öksürdü. "Dünya, bundan sonra piyano ve Fransızca derslerini evden alacaksın. Programını öğretmenlerinle birlikte yaparsınız."
Bu kadardı. Cümlesi bu kadardı lakin beni tekrar tekrar öldürüp öldürüp diriltmeye yetiyordu. "Tamam baba," dedim.
Ne annem ne babam ne de ben, bu küçük konuşmadan sonra ağzımızı açıp konuşmadık. Yemek masasındaki tek ses, çatal ve bıçakların sesiyken, birden evi zil sesi doldurdu. Annem, tabağıyla ilgilenmeyi bırakarak, "Birini mi bekliyordun canım?" diyerek babama sordu. Benim ise içimde bir korku vardı. Ebru'nun bir çılgınlık yaparak bizim eve geldiğini düşündükçe soğuk terler döküyordum oturduğum yerde.
Zil sesi kesilip, evi adım sesleri doldurduğunda, annem ve babam gibi bende kapıya odaklandım, gelen kişiyi öğrenmek için. Annanem, kapıda belirirken annem, "Anne senin ne işin var?" diye sordu.
Anannem, hoşnutsuzca anneme baktı, "Ne o, beni evinde istemiyor musun?" diye sorduğunda annem hızla, "Yok anne, ben onu demek istemedim," diye mırıldandı.
Bu cevabı anannemi tatmin etmemişti, bu mimiklerinden ve gözlerinden net bir şekilde belli oluyordu. Annemin bakışları bende durdu. "Kalk Dünya gidiyoruz," diyerek bana bakmaya başladı.
Ne olduğunu anlamazken, "Nereye gidiyoruz?" diye sordum. Annanem, matkap gibi delip geçen gözlerini babama dikti. "Okula gidiyoruz," dediğinde babamın çatalı tutan eli kasıldı. "Hayır, hiçbir yere gitmiyor," diye oteriterce konuştu.
Anneannemde onun gibi oteriterce konuşmaya başladı. "Hayır efendim, gidiyor. Sizi mirastan men etmemi istemiyorsanız ya buna karşı çıkmazsınız ya da karşı çıkarak sizi men etmemi istediğinizi belli edersiniz." annem ve babamın yüzü, yeni kireçlenmiş bir duvarı anımsatırken annanem, "Kalk Dünya," dedi bu sefer bana bakarak. "Hazırlan. Seni ben okula bırakacağım."
Ne yapacağımı bilemezken ayaklandım. Annnannem ile birlikte odama geçtiğimizde annanem, köşedeki, genellikle kitap okumak için kullandığım berjer koltuğa oturdu.
Kıyafet odasına geçtiğimde pijamalarımı giydim. Odadan çıkarak çalışma masamın yanında bulunan çantamı elime aldım ve hem içini kontrol edip hem de eksik eşyaları içine yerleştirdim.
"Hazır mısın?" diye sordu annanem. Ayaklandı. Başımı salladım. Birlikte evden çıkarak arabaya yerleştiğimizde şoför arabayı kullanmaya başladı.
"Ebru mu söyledi?" diye mırıldandım. Annanem, dışarıyı seyrederken konuştuğum için bana döndü. "Evet canım," dedi. "O söylemese sende söylemeyecektin," dediğinde yeri seyretmeye başladım. Nazikçe çenemden tutup onunla göz göze gelmemi sağladı. Benim ela gözlerim, onun kahverengi gözlerine denk düştüğünde,"Bana bir şeyi söylemekten çekinme Dünya, tamam mı?"
Başımı salladım. Çenemi bırakarak tekrardan dışarıyı seyretmeye devam etti. Araba, okulun önünde durduğunda inecekken, "Paran var mı?" diye sordu annanem, eline cüzdanını alırken.
"Var annane," dedim ve ardından da onun yanağını öptüm. "Derslerini aksatma," dediğinde başımı salladım. Arabadan indik kapıyıda ardımdan kapattım. Araba, ben indikten sonra hareketlenerek giderken, okulun bahçesine girdim.
Ebru, bir-iki kızla birlikte kamelyaların birinde oturuyordu. Göz göze geldiğimizde ilk önce inanamadı sonra da gözlerini sonuna kadar açtı. Koşa koşa yanıma gelip bana sarıldığında karşılık verdim. "Hani sen okula gelmeyecektin? Baban izin vermemişti?"
"Ebru, bilmemezlikten gelme," dediğimde bakışlarını yere dikti. "Ya ben senin iyiliğin için söyledim annanene. Yoksa biliyorsun, kimsenin özel hayatına karışmam." ügünce mırıldandı. Onu daha fazla üzmeyi istemediğimden koluna girdim. "Bana bir süt alırsan belki seni affedebilirim," dedim.
"Hemen alıyorum," dedi ve kolumdan çıkıp hızla adımlarla yanımdan ayrılarak okula girdi. Bende, Ebru'yla her zaman oturduğumuz kamelyaya geçtim.
Telefonumdaki bütün resimleri, hiç düşünmeden sildiğimde kilit ve ana ekran resmini değiştirmeyi unutmadım.
Ebru, elinde iki tane çikolatalı sütle geldi. Karşıma oturduğunda, sütü benim önüme koydu. İkimizde sütlerimizi içmeye başladık. Gözüm, yanımızdaki kamelyada oturan üç kişiye kaydı. Kolumla Ebru'yu dürttüm. Bana soran gözlerle baktığında, "Şu çocuk," diyerek bakışlarımla üç kişinin içinden kahkaha atıp bir şeyler anlatan, saçları hafif sarıya çalan, kahverengi gözlü çocuğu işaret ettim. "Caner'in kavgalı olduğu çocuk değil mi?"
Ebru, benim baktığım yere baktı. "Evet," dedi ve sütünden bir yudum aldı. "Timur, o. Basketbol maçı yüzünden geçen sene kavga etmişlerdi. İkisi de uzaklaştırma cezası aldılar, ikinci cezada okuldan atılacakları için aynı koridorda dahi yürümüyorlar."
"Sevgilisi var mı?" diye sordum. Ebru, anlamazken, "Yok," dedi. "Çocuk biraz yabani," diye çekine çekine konuştu.
"Yabani?" diyerek soran gözlerle ona baktım.
"Yani canım, hiçbir kızla göz teması bile kurmaz. Midesizin teki, bir ara reçelle lahmacun yemiş," dediğinde yüzünü buruşturdu, sonra da devam etti. "Hiçkimseyle anlaşamaz ama yanındaki iki kişi dışında, onlarda çocukluk arkadaşlarıymış."
Bakışlarım, Timur'u buldu. O, yabaniyse bende asiydim. Ayaklandım. Ebru ne olduğunu anlamazken, Timur'ların yanına yürümeye başladım. Ebru, benim ne yaptığımı anlamış gibi, "Dünya!" diye arkamdan bağırmıştı ama ben çoktan oturup, kendi aralarında konuşan üçlünün yanına ulaşmıştım.
|
0% |