@mavperikal
|
Bölüm 16.
Bazen kulak çınlaması ve tuhaf uğultular duyuyordum beynimde. Sürekli birileri konuşuyor ve ben öylece sessizce dinliyor gibi hissediyordum. Uyku halinde bazı rüyalar görür ama konuşamaz ve hareket edemezdik ya, bu da benzeri bir duyguydu.
Bazen gördüğümüz bazı güzel rüyaların devamı gelsin diye yeniden uyumaya çalışır ama bir türlü beceremezdik. O anlarda bizi uyandıran her şeye içimizde büyük bir öfke yöneltir ve kendiliğinden devamı olacak ve toplam sekiz saniye sürecek o uzun rüyanın sonu bizi bir türlü tatmin etmezdi.
Sanki aslında sekiz saniye ama bana haftalardır yaşıyormuşum gibi gelen bu büyülü anların bir rüya olmasından korkuyordum. Bir anda gözlerimi gerçekliğe açacağım ve mektuplarım kaybolacak diye ödüm kopuyordu. Yazan kişiyi şimdilik tanımasam da mektupları bana kendimi özel hissettiriyor ve göklere çıkarıyordu. Süslü cümleler her kadının hoşuna giderdi, hele ki aşka yeni yelken açacak masum kalbi daha önce kimseye böylesine kapılmamış ve o kalpte büyük bir boşluğu olan kadınların. Yani benim.
Kimseyi almadığım bu kalbime naçizane bir heyecan bile dokunmamıştı bu zamana kadar. Aşkın noktasının bile uğramadığı zavallı kalbim bir anda bir fırtınaya tabi tutulmuş ve ne yapacağını şaşırmıştı.
Elime aldığım tüylü kalemimi mektup kağıdımın üzerinde gezdirirken bu hoş sözcüklere nasıl karşılık vereceğimi düşünüyordum. İstesem de onun gibi karşılık veremezdim çünkü bahsettiğine göre onun gerçek sevdasından kopup gelen cümleleri benim aşık olmayan dilimden henüz dökülemiyordu.
Sevgili Mecnun;
Sana yazmaktan vazgeçmek henüz aklımın ucuna bile uğramıyor ama bunun için tetikte bekleyip kalbine korku saçmalarının dağılmasına lüzum yok. Şayet bir gün bundan vazgeçersem yine bir mektupla dile getiririm. Eğer dile gelecek cümleleri toparlama gücünü kendimde bulamazsam mektubun ortasına sadece üç nokta koyarım ve bunu anlarsın. Bilirsin üç nokta söylenmeyen ve söylenmek istenmeyen sözcüklerin yerine konur.
Hayatın çarpıcı gerçekleriyle bu şekilde tanışmak beni afallatsa da durup düşününce dünya üzerinde kim bilir neler olmuştur diyorum. Bunlar devede kulak bile kalmazken beni nasıl bu denli yorup yıpratabilir? Bazen de zamanın kötülüğünü görüyorum, hani eskinin insanı bizim zamanımız daha güzel der ya, hah işte ben de bundan korkuyorum.
Her nesil bir önceki nesil için eski zamanlar daha güzel diyorsa, neden ileriye giderken gerilemiş gibi hissediyoruz? Teknoloji arttıkça insanlığımızı mı kaybediyoruz?
Neyse, çok fazla dert yandım gibi oldu. Oldu, oldu. Sen şimdi kibarlık yapar bir iki cümle süsler beni kandırırsın. Şu an gülümsediğim için bu cümleyi kızgın okuma lütfen.
Yeni işimi çok sevdim. Olmak istediğim yerdeymişim gibi hissettiriyor. Yenilikler ve değişimler beni heyecanlandırıyor.
Boşluğa dalma hissini hemen hemen her gün mutlaka yaşıyoruzdur. Eh, insanız neticede bir beynimiz var sorguluyoruz. Tabii benim kalbim şimdilik yalnızca vazifesini yapıp sorgulamadan atmaya devam ediyor. Durumun vahimliğinden şeytan dürtmesi diye bahsedip sabaha kadar kapıda nöbet tutasım geliyor ama kendime bir söz verdim. Seni sen istemeden öğrenmeyeceğim.
Şimdilik parlak kanatlarımı seyre dalma zamanı, ne zaman nereye uçacağıma ben karar veririm ve umarım o gün görüşürüz.
Leyla.
Kalemi elimden bırakıp terleyen elimi yüzüme yelpaze yapmaya başladım. Aşk sen ne hoş bir duygusun, mektup yazarken bile içimi gıdıklıyorsun. Henüz ona aşık olmadım ama sanırım aşk fikrine aşık oldum. Kendi zamanının Mecnun'u Leyla için çölleri aşmıştı. Kabul edelim ki bazı aşk hikayelerini manasız buluyordum. Hatta imkansız ama ben ucundan kıyısından bile hissettiğim şeyler böyle deli doluyken, dillerde dolanan aşıkları anlamak artık mümkündü.
Mektubu ayakkabımın içine sıkıştırıp evden çıkarken anneme uzaktan öpücük attım. Seslensem beni kapıya kadar uğurlardı ve ben de mektubumu rahat rahat koyamazdım. Eh, meraklı annem bunu gördüğü gibi okur ve hiçbir gizli saklım kalmazdı.
"Leyla, gelirken ufak yoğurtlardan alıver kızım süt mayalayacağım. Unutma e mi?"
"Tamam," diyerek bağırdıktan sonra eteğimi düzelttim ve bahçenin dışına çıktım. O sırada çaprazdaki evlerden birinden Selçuk abi çıktı. Abimle malum çocukça husumetlerinden dolayı düşman aile gibi dolaştığımızdan pek selam sabah vermezdik. Bu yüzden birbirine dolanan kulaklığımı açıyormuş gibi oyalanıp görmezden geldim. Ta ki benimle konuşana kadar.
"Günaydın Leylak." Babası gibi sert bakışlıydı ve saçları gibi bıyıkları da sarıydı.
"Leylak değil Selçuk abi Leyla."
"Küçükken ben leylağım diye geziyordun, hatta adına yakın olduğun için ara ara leylek de oluyordun. Sonra bu en sevdiğin hayvana çevrildi."
"Keşke bu kadar utanç verici anları hatırlamasan."
"Seni görünce otomatik yükleniyor. Nereye işe mi?"
"Evet işe gidiyorum sen?"
"Ekmeğe," dediğinde gülmeye başladım ve ters ters baktı.
"Evin en küçük çocuğu gider normalde seni nasıl kandırdılar hayret."
"Farkındaysan öğle olmak üzere, geç uyanınca kahvaltıyı kaçırdım, ekmekler de bitmiş, küçük afacan top peşinde el mahkum ben çıktım. Buğra'nın dükkana geçmişsin önceki yerde bir sıkıntı mı oldu, olduysa bilelim biz de onlara sıkıntı oluruz."
"Benlik bir problem yok, olsaydı bile ben ve ailem hallederdi Selçuk abi sağ ol."
"Senin abin bir sik halledemez, affedersin ağzımdan kaçtı."
"Abime olan sevgin gözlerimi yaşartıyor."
"Ya öyle çok seviyorum ki keşke zamanında az daha dövseymişim diyorum şimdi iyi karşılık veriyor," dediğinde kıkırdadım.
"Abimden uzak dur Selçuk abi, hatta biz sizden komple uzak duralım, mahallenin huzuru ve sıhhati için," dedim hafif gülümseyerek. O sırada köşeyi dönen Erdal abiyi görünce gerilmiş ve adımlarımı hızlandırmıştım ama bize şöyle bir göz atıp sert ve sinirli adımlarla yanımızdan uzaklaştı.
"Hayret," diye mırıldanırken Selçuk abinin ona dik dik baktığını gördüm. Besbelli yanımda ondan daha iri biri var diye sarkıntılık etmemişti. "Bir sorun mu var?"
"Sorun bizzat o şerefsiz, son zamanlarda birkaç kişiye yamuk yapmış e dersini verdik tabii. Bundan sonra adam akıllı girip çıkacak buraya tipini siktiğim."
"Selçuk abi! Oksijen alıp sakinleşmekti tek niyetim, arsız küfürlerinle beynimi yıkayıp durdun, hadi güle güle," deyip onun yanından da ayrıldıktan sonra yokuşu hızla inmeye başladım. İnmek sorun değildi ama çıkmak aşırı yorucuydu.
İçeri girdiğimi belli eden çan çaldığında Buğra abi dönüp kapıya baktı. "Hoş geldin Leyla, bugün kurabiye yok mu?"
"Aaa, vardı tabii evde kaldı tüh!"
"Sorun değil bugün de olmayıversin," derken yan taraftaki hazırladığımız masadan çay alan bir genç "Abi çayın yanına bir şey yok mu?" diye sorunca dayanamadım. Aklım mektupta olduğu için kurabiyeleri unutmuştum.
"Dur ben evi arar Talha'ya getirmesini söylerim şimdi."
"Valla çocuğu yorma Emre gidip alsın derdim ama gelene kadar hepsini yer diye diyemiyorum."
"Yok yok alır gelir şimdi," deyip arka bahçeye telefonla konuşmaya geçtim. Bu tuşlu telefonlar çok modaydı, benimki turuncu olsun diye ne dil döktürüp zorla aldırmıştım. Talha'yı arayıp biraz tehdit biraz şantaj yaptıktan sonra ikna ettim ve telefonu kapattım. Ne yazık ki abla olmak bazen böyle bir şeydi. İçeri geçeceğim sırada sıra Buğra abinin kardeşi Emre'yi gördüm ama yanındaki kız Berfin değildi...
|
0% |