Yeni Üyelik
5.
Bölüm

2. Bölüm: Nerdeyi̇m Ben

@mayis_yazar

Merhaba, nasılsınız? Umarım yeni bölümü seversiniz, iyi okumalar.


Bıçak gibi beynime giren ağrı ile gözlerimi açmaya çalıştım fakat sanki kilolarca yük binmişti üzerlerine. Zar zor açtığım gözlerim karanlığı görünce tekrar kapandı.
~~~~
Gözlerim tekrar açıldığında önce karanlığı sonra hafif bir ışık gördüm. Sırtım soğuk duvara dayalı ve ağrıyor, kollarım, bacaklarım ve başım da. Başımı zar zor da olsa kaldırıp etrafıma bakamaya çalıştım. Karşımda demir çubuklar vardı, aslında üç yanımda birden varlardı. Bir hücrede olduğumu anladım hafif ışığında meşale olduğunu.

Meşalenin yanında elinde kılıç olan bir adam duruyordu, yüzünü göremiyordum. Üstüne, birbirine arkalarını dönmüş, iki hilal olan siyah bir üniforma giyiyordu, sanırım askerdi.
Elimi soğuk zemine dayayıp ondan güç alarak ayağı kalmayı denedim fakat koluma giren ağrı ile acıyla inledim ve yerime tekrar oturdum. Yırtıldığını gördüğüm tişörtümün kolunu yukarı doğru sıyırıp meşalenin hafif ışığında ağrı giren yere baktım, morarmıştı.

Başka bir yerimde morarma var mı diye baktığımda eski izler dışında, bacağımda ve kollarımda birkaç morarma ve dizi yırtılan taytımda çizikler, çiziklerin kenarlarında kurumuş kan lekeleri vardı.
Ne zaman ve nasıl geldim ben buraya? En son evimde yatağımda uyuyordum, Vanessa' yla birlikte. Bir dakika o nerede? Etrafımda birkaç tane hücre olduğunu o an fark ettim, görebildiğim kadar içlerine bakmaya çalıştım fakat hiçbirinde arkadaşımı göremedim.
Demirlerden birini tutarak zor da olsa ayağı kalktım. Demirlere tutunarak ilerleyip yaklaşabildiğim kadar yaklaştım karşımdaki adama.

"Ne-" diyemeden boğazım yanmaya başladı. Öksürüp boğazımı temizlemeye çalıştım." Neredeyim ben?"
Adam, bırakın cevap vermeyi bana bakmadı bile. Ayaklarım dayanamayacağım şekilde zonklamaya başladığında pes edip tekrar yere oturup başımı demirlere yasalarım ve gözlerimi kapadım.

Anlam veremediğim şeyler oluyordu. Ben burada ne arıyorum? Kim neden getirdi beni buraya? Yine rüya mi görüyorum acaba? Vanessa iyi mi acaba? Belki evdedir, belki beni arıyordur. Düşünceler ve kafamdaki sorular başımı daha da ağrıtıyordu fakat onları susturmak mümkün değildi.Ben kendimi ve nerede olduğumu sorgularken yanındaki hücrede kalan adam bağırmaya başladı. Gözlerimi açıp tam küfürü basacağım sırada, az önce bana bakmaya bile tenezzül etmeyen askerin onu kılıç zoruyla dışarı çıkarttığını gördüm. İkisi de dışarı çıktığında adam daha çok acıdan ölüyormuşçasına bağırmaya başladı. Tanrım hangi cehenneme düştüm ben?
~~~~~~
Sert bir şekilde bulunduğum hücrenin demirlerine vurulduğunda gözlerimi tekrar açtım. Kafesin dışında iki asker vardı, biri az öncekiydi, fakat diğerini, yani eğilmiş, elindeki meşale ile, bana alaycı bir tavırla bakanı ilk kez görüyordum. -ki buradaki her şeyi ilk kez görüyordum.- Kahverengi, üç numaraya vurulmuş saçları ve gözleri vardı. Üstünde aynı simgeyi taşıyan bir üniforma giyiyordu.

"Üç gündür uyuyorsun, insan gizlice girdiği bir yerde uyuyakalır mı?" dedi, sesi sert ama alıcıydı. "Özellikle gizlice girdiğin yer sarayda."

Saray mı? Ne sarayı?

"Ne saçmalıyorsun?" dedim demirleri tutunarak ayağı kalkarken." Vanessa nerede?"

O da ayağı kalkıp "Vanessa ve sen kimsiniz bilmiyorum ama seni çok kötü şeyler bekliyor, onu biliyorum." dedi.

Boyunun benimle aynı olduğunu o an fark etmiştim.
Korkmamı veya kızmamı bekliyordu ama ben bundan daha kötülerini yaşadım. Fakat Vanessa' ya zarar verdilerse o zaman sinirlenirdim. Şuan sakin olmalı, neler olduğunu çözmeye odaklanmam gerekiyordu ve arkadaşımı bulmalıydım. Çünkü eğer benim yaralandığımı öğrenirse önündeki kimseyi görmez.

"Neredeyim ben?"

"Sarayın hapishanesindesin."

"Ne işim var benim burada?"

"Onu sen söyleyeceksin." derken geriye giderek duvara yaslandı." Bir şeyi merak ediyorum, saraya kimseye görünmeden girmeyi nasıl girebildin?"

"Ben hiçbir yere gizlice girmedim."

"Tabi ki girmedin, ben girdim, şuan o hücredeki sen değilsin benim zaten." dedi alayla.

"Vanessa nerede?" diye sordum, yineleyerek.

"Sana onu tanımadığını söyledim."

"Yanımdaydı nasıl tanımazsın?"

"Seni, sarayın kapısının önünde bulduklarında yanında kimse yoktu."

Parmaklarımla şakaklarımı ovmaya başladım, başım çok ağrıyordu. Benim evimde, yatağımda olmam gerekirdi. Kafam almıyor, tanrım ben neler yaşıyorum.

"Neyse, bu kadar sohbet yeter." derken başıyla diğer askere komut verdi, asker gelip hücrenin kapısını açtı, beni dışarı çıkardı. Ellerimi zorla tutarak önde birleştirdi.

Az önce konuştuğum asker, kemerine bağlı demirden kelepçeleri çıkardı, bileklerime onları geçirip acıyıncaya kadar sıktı, yerdeki zinciri aldı ve kelepçelerden geçirdi. Zincirden tutarak, beni sürüklercesine kapıya doğru götürdü. Dışarı çıktığımızda ilk gördüğüm şey dolunaydı. Her yerde askerler vardı, mumlar ve gaz lambaları yanıyordu. Elektrik yok mu? Şimdi nerede olduğumu az çok anlamaya başlamıştım.
Asker beni zincirden sert bir şekilde çektiğinde acıyan boğazıma rağmen " Yavaş ol!" diye bağırdığımda zinciri sertçe çekip beni dizlerimin üstüne oturttu.

"Sen mahkumsun, bağıramazsın!"

Ayağı kalkamama fırsat vermeden tekrar çekti zinciri. Kocaman, üstünde büyük harflerle "LUNA HAPİSHANESİ" yazan kapıdan geçerken;
"Nereye götürüyorsun beni?" diye sordum.

Zinciri çekip boynumu tuttu ve beni ayağı kaldırdı. Biraz uzağımızdaki kuleleri olan büyük, altın sarısı duvarları olan sarayı gösterdi. Etrafı gaz lambalarıyla aydınlatılıyordu. Bir dakika benim, gözlüğüm olmadan uzağı görememem gerekiyordu. Nasıl?

"Oraya, cezanı çekmeye."

"Ne cezası?" dedim sinirle.

"Onu kral söyleyecek."

Adam, askerleri çağırdı, askerler gelip kollarımdan tuttular ve beni saraya doğru götürdüler. Saraya giden yol gaz lambalarıyla donatılmıştı, askerler dolanıyordu etrafta. Yanından geçtiklerimiz dönüp bana bakıyordu. Yaklaşınca sarayı daha iyi inceleme fırsatım oldu, büyük kapısında askerlerin üniformalarındaki simge yani birbirine arkalarını dönmüş altından iki hilâl vardı. Sanırım krallığın simgesiydi. Fakat hilâller yakuttan yapılmış yıldızların oluşturduğu çemberin içinde duruyorlardı.

İçerisine kırmızı ve sarı renkleri hakimdi, her şey ya altından ya da yakuttan yapılmıştı. Altından büyük, hilâl işlemeli merdivenden çıktık, aynı renklere sahip uzun bir koridordan geçip büyük bir kapının önünde durduk. Sağımdaki asker kolumu bırakarak kapıya vurdu. Kapının ardından bir erkek sesi duyuldu.

"Kimsin?"

"Luna Hapishanesi muhafız asker, üç gün önce sarayın kapısının önünde baygın bulunan hırsızı getirdim." dedi ve tekrar koluma yapıştı.

Hırsız muhabbeti neydi, anlamış değilim, ben aklım başımda olmasa bile hiçbir şey çalmam.
Kapı açıldı, az önce kapının ardından sesini duyduğum adam olduğunu düşündüğüm -ki muhtemelen oydu.- asker kapıyı açtı ve bizi içeri geçirdi. Askerler beni sürükleyerek içeri götürdüler, biraz yavaş olsalar bende yürürdüm.

Burası da, sarayın içi gibi kırmızı ve sarı renkleri ile bezenmişti. Büyük odanın karşısında dört taht ve bu tahtlarda oturan dört kişi vardı. Dışarı bakan pencerelerin önünde yirmiye yakın asker sıralanmıştı, askerlerin en başında duran, uzun siyah saçlı yeşil gözlü olan dikkatimi geçti. Zümrüt yeşili gözlerinin ucuyla bana baktı ve gözlerimiz buluştu, o bana bakarken ben onu baştan aşağı süzdüm. Kasları, vücudunu saran siyah üniformanın dışından belli oluyordu, ayağında siyah askeri botlar vardı. Hilal simgesinin üstünde yazan yazıyı okuyacağım sırada askerler kollarımdan çekiştirdi ve karşıma odaklandım.
Altından ve yakuttan yapılmış büyük bir tahtta oturan, şaşalı, gösterişli, güzel taşlarla bezenmiş siyah bir kıyafet ve siyah bir pelerin giyen, başından, yine aynı hilâl simgesini taşıyan bir taç takan kırklı yaşlarda, siyah saçlı, kahverengi gözlü bir adamın karşısına çıktık, sanırım kraldı. Bugün görmekten bıktığım renkler; sarı, kırmızı ve siyah. Neden her şey bu üç renkte?!
Kralın sağında, taşlarla bezenmiş, siyah, uzun bir elbise giyen ve kralınki gibi bir taç takan kraliçe, solunda ise siyah altın hilâl simgeli üniforma giyen yirmili yaşlarda iki erkek yani prensler oturuyordu. Burada herkes siyah giyiniyordu, saçlar siyah kıyafetler siyah, neden?
Kralın karşısına çıktığımızda yanındaki askerler eğildiler, ben ise onlara bakıyordum. Solumdaki asker, kelepçelere bağlı zincirlerden çekip eğilmemi söyledi fakat kılımı bile kıpırdatmadık. Az önce göz göze geldiğim asker bana doğru bir adım attığında kral elini kaldırarak onu durdurdu.

"Ben sarayıma gizlice giren, iğrenç bir bataklığa düşmüş, rezil birinin önümde eğilmesine ihtiyaç duymuyorum." dedi, bana iğrenerek bakarak.
Yanan boğazımı temizledim ve "Dikkat et de o rezil biri seni çok korktuğun bataklığa çekmesin." dedim gülümseyerek.

O an yanımda bir beden hissettim, kafamı çevirdiğimde tahmin ettiğim kişi tam karşımda duruyordu. Zümrüt yeşili gözler ve arkasında saklanan yalan. Boyu benden uzundu, ona bakmak için başımı kaldırmam gerekiyordu. O sinirli gözleriyle bana bakarken, ben altın sarısı hilallerin üstündeki adına bakıyordum. ALEX BRAWN.

"Krala saygılı ol!" dedi otoriter ,sert ama karizmatik sesiyle. Ne diyorum ben?

" Olmazsam ne olur." demek istedim fakat dersem ne olacağını biliyorum. Ya benim kellemi alırlar ya da ölmekten beter ederler ve ölmemem gerekiyor. Sahi neden ölmemem gerek? Evimde değilim, ailem yok, okurlarım yok, kitaplarım yok, bana aile olan insan yok yanımda, neden ölmemem gerek? Ölüm korkusu, bedenimi terk ettiğinde çok küçüktüm.
"Seninle uğraşmak istemiyorum." diyen kralın sesiyle, düşüncelerimden sıyrıldım. "Alex, onu Luna Hapishanesine götürün."

"Peki efendim." diyerek eğildi Alex.

Yanımdaki askerlere bakarak emir verdi, askerler beni kollarımdan tutarak dışarı çıkarttılar. Gaz lambalarıyla ve mumlarla aydınlatılan yoldan geçtik, hapishaneye girdik, bileklerimdeki kelepçeleri çıkarıp beni hücreye geri soktular. Acıyan bileklerimi ovarak yere oturdum ve sırtımı soğuk duvara dayadım.

Zümrüt yeşili gözlerin arkasındaki yalanı düşündüm. Dış kabuğunuzu sert yapabilir, kimseye içinizde ne yaşandığını göstermek istemez ve içinizdeki çocuğu korumak istersiniz fakat gözler... Onlar, bakmayı bilirseniz çok şey anlatırlar, yaşanmışlığı, kırıklıkları, içimizde sakladığımız çocuğu...

Onun gözlerinde yalan vardı, gözlerinde yalan olan çok insan gördüm fakat o farklıydı. Zümrüt yeşili gözleri parlak ama öfkeyle doluydu.
"Seni hala öldürmediler mi?" dedi sürekli beni aşağılayan ses. Bıkkınlıkla ona bakarken, hücrenin dışında yere oturup duvara yaslandı.

"Adın ne?"

"Sana ne bundan?"

"Soruma soruyla cevap verme!"

"İstediğim gibi cevap veririm, hem beni burada hiçbir neden olmadan tutuyorsunuz, hem de pişkin pişkin adımı soruyorsun." dedim beklemediğim bir sakinlikle.
"Haksızsın, seni burada suçlu olduğun için tutuyoruz. Şimdi adını söyle." derken kalkıp masanın üstünden siyah mürekkeple dolu hokkayı aldı, cebinden bir kağıt ve tüy çıkardı, yere tekrar oturdu.

"Marie Adams." dedim, yazdı.

"Vanessa kim peki?"

"En yakın arkadaşım."

"O da mı senin gibi hırsız." derken gülüyordu. Sabrımı sınıyordu ama benim sabrım sınırı geçeli çok olmuştu.
Yerimden kalkıp karşısına dikildim. "Bak, bana hırsız demeni kaldırırım ama arkadaşıma diyemezsin. Ben ne saraya girdim ne de bir şey çaldım."

"Deli misin sen?" dedi ayağı kalkarken. Evet öyleyim.

"Ne alakası var?"

"Sadece deliler yaptığı bir şeyi yapmadığını söyler."
"Deliler en dürüst insanlardır, aklı başında olan insan yalan söyler. Deliler akıllılardan daha akıllıdır, sadece siz göremiyorsunuz." diyerek yere oturdum tekrar.

Sessiz kaldık ikimizde, dizlerimi kendime çekip kollarımı bacaklarıma doladım ve başımı dizlerime koydum. Zümrüt yeşili gözler geldi yine aklıma, gözlerinin arkasındaki yalanı ve küçük çocuğu merak ediyordum.

İçimdeki çocuğu korumak ve saklamaktan vazgeçip onu yaşatmaya karar verdikten sonra, kaba ve kendini dış dünyadan soyutlayan, içlerindeki çocuğu korumaya çalışarak saklayan insanların öz benliklerini merak etmeye başlamıştım. Onlara iyi gelmek istemiştim, tıpkı birinin bana iyi geldiği gibi. Hayatlarına dokunarak, onlara yaşama sevincini tatmayı öğretmeye çalışmıştım ve bunu kitaplarımla yapmıştım. Şimdi ise onun çocukluğunu merak etmiştim. Nasıl bir çocukluk geçirmişti acaba?

" Neden bana hırsız diyorsunuz? Ben hiçbir şey çalmadım ki." dedim başımı dizlerimden kaldırarak.

"Seni bulduklarında boynunda, kraliçeye ait, nesilden nesile aktarılan hilâl kolyesi vardı." dedi.
"Ne?" derken ayağı kalkıp ona yaklaştım. "Ben, Marie Adams, ölecek kadar aç olsam da, soğuktan donacak hâle gelsem de kimsenin malına göz dikmem!" dedim bağırarak. Yanımdaki hücredeki adamın bana baktığını hissettim.
"Herkes öyle söyler." derken sakindi. O da ayağı kalktı ve karşımda durdu.
"Bak ben yalan söylemiyorum." dedim dişlerimi sıkarak.
"Nerden bileceğim senin yalan söylemediğini?"
Ellerimi saçlarımdan geçirip hücrenin içinde yürüyerek gidip gelmeye başladım. Doğru söylüyordu ama bende doğru söylüyordum. Buradan çıkmam ve Vanessa' yı bulup burası hangi cehennemse buradan çıkmamız gerekiyordu. Ama buradan nasıl çıkacağım ve Vanessa' yı nasıl bulacağım? Bir şey bulmam gerekiyordu.
Ben sinirini bir şeyleri kırıp parçalayarak geçiren bir insanım ve burada parçalayacak hiçbir şey yok. Sinirimi geçiremeyeceğimi fark edince kalktığım yere oturdum. Karşımda pis pis sırıtan surata, sıktığım yumruğumu geçirmemek için kendimi tuttum, sinirlenmem hoşuna gitmişti. Tamam Marie, sakin ol sakin. Derin derin nefes alıp vererek sakinleşmeye çalıştım. Burada oturarak beklemek hiç mantıklı gelmiyordu bana.
"Nereden geldin buraya?" dedi, elindeki kağıda bakarken.
"Amerika' dan."
"Orası neresi?
"Bilmiyor musun? " dedim şaşkınlıkla." Gerçi, bilmemen çok normal."
"Deli olduğun düşüncesi, artık daha cazip gelmeye başladı." dedi alaylı bir şekilde.
Gülümsedim ve "Öyle olmadığımı kim söyledi?" dedim.
"Kabul ediyorsun demek mi bu?"
"Hiçbir insan normal değildir."
"Yani?"
"Yani, " dedim bıkkınlıkla." evet biraz deli olduğumu kabul ediyorum, bu konuda yalan söylemem."
"Sen zaten hiçbir zaman yalan söylemezsin." dedi imalı bir şekilde. Bu adam imaların adamı olmak istiyor sanırım ama daha benimle tanışamamış.
"Bak, şu kısacık zamanda benim hakkımda bir fikir edinmeyi başarmışsın aferin ama yanlış düşünmüşsün."
"Yalan söylersin yani."
"Her insanın bir yalanı vardır."
"Neden senin hakkında bir soru sorduğumda tüm insanları ele alarak cevap veriyorsun?"
"Bunu öğrenecek kadar beynin olduğunu düşünmüyorum, kapasiten yetmez." derken onu kızdırmak istemiştim ama hiç tepki vermedi.
Ayağı kalkıp masaya doğru yürüdü, elindeki kağıdı, hokkayı ve tüyü masanın üstüne koydu ve tekrar karşıma oturdu. Gözlerini kapatarak konuştu;
"Sessiz olmanı tavsiye ederim."
Onu takmadan başımı geriye bırakarak duvara yasladım ve düşünmeye koyuldum. Sinirime yenik düşerek buradan çıkamazdım çünkü, sinirimle sadece kendine zarar veren bir insanım ve başka bir insana zarar vermem, zaten karşımda bir asker var, beni tek hamlede yere serer. Bazı dövüş hareketleri bilsem de hepsi kendimi korumak için, birine zarar vermek için değil. Aklımı kullanarak buradan çıkmanın yolunu bulmalıydım fakat, her şeye çalışan kafam şimdi durmuştu ya da başım çok ağrıyor, muhtemelen ikinci seçenek. Düşün Marie, düşün bir şey bul. Onunla sohbet edip ikna etsem belki beni çıkarır, kabul ediyorum saçma bir fikir ve o kadar ikna edici konuşan biri değilimdir ama denemekten zarar gelmez. Başımı kaldırıp ona baktım.
"Senin adın ne?"
"Sana ne?" dedi sesimi tekrar ederek. Gıcık herif.
"Ben söyledim sen de söyle."
"Sesini kesmezsen birazdan yapacaklarım için pişman olmayacağım."
Planım suya düşmüştü gerçi tam bir plan olduğu söylenemez ya. Ben düşünürken zaman akıp geçmişti. Etraf iyice sessizleşmiş ,asker iyice uykuya dalmıştı, mahkumlar da uyumuştu ama ben uyumamıştım, karanlık odada sadece nefes sesleri ve stresten ellerimi çıtlatırken çıkan sesler vardı. Başımı duvara dayamış tavanı izlerken buraya geldiğimden beri neler yaşadığımı, Vanessa' yı nasıl bulacağımı ve aslında buradan nasıl çıkacağımı düşünüyordum. Beynimin durması en nefret ettiğim şeylerden biridir, şuan düşünüp bir şey bulamamak beni çıldırtıyordu.
Evimde uyurken, uyanınca kendimi burada buldum ve çok tuhaf. Aslına bakarsanız nerede olduğumu az-çok çözmeye başladım. Gördüklerime dayanarak, zamanda yolculuk yapmışım gibi geliyor ama bu imkansız. Fakat başka açıklaması yok, elektrik yok, internet yok, araba yok, krallıklar var- gerçi günümüzde de var- benim zamanımda yada dünyam da diyeyim, olan çoğu şey burada yok. Buradan çıkmanın bir yolunu bulsam da Vanessa' yı nasıl bulacağımı bilmiyorum, belki diğer dünyada kalmıştır ve iyidir. Umarım ordadır çünkü buradaysa eğer acı çekiyordur ve acı çekmesini istemiyorum.
Kafamı kaldırıp etrafıma baktım, kimseden çıt çıkmıyordu, ayağı kalkıp yavaş adımlarla demir çubuklara yaklaştım. Uzanabilirsem, belki anahtarı almayı başarabilirdim. Bu da saçma bir fikir oldu, yani ben lastik kız mıyım? Uzanarak anahtarı alacağım ama dedim ya denemekten zarar gelmez. Demir çubuklara yaklaşınca dizlerimin üstüne çöküp, anahtara uzanmaya çalıştım fakat tahmin ettiğim gibi başaramadım, kolumun uzunluğu yetmiyordu. Pes edip ellerimi kucağıma koydum, başımı soğuk demirlere yasladım ve derin bir nefes bıraktım. Her şeye çalışan kafam artık çalışmıyordu. Solumdan gelen sesi duyunca yerimden kıpırdamadan onu dinledim.
"Çıkmak için bu kadar çaba göstermenin sebebi ne?" dedi yaşlı ses.
"Seni ilgilendirmez."
"Vanessa için mi yoksa kapalı yerler çocukluğunu hatırlattığı için mi?" dediğinde anında başımı ona çevirdim. Meşalenin ışığında çok az görebildiğim yaşlı adam ,bana tanıdık geliyordu. Kafasını kapattığı büyük beyaz şapkanın ardından sadece uzun beyaz sakalları gözüküyordu.
"Sen," derken sesim titredi ama boğazımı temizleyerek güçlü durmaya çalıştım. "sen ne saçmalıyorsun ?"
"Yanlış mıyım sence?"
"Sadece saçmalıyorsun."
"Doğru söylediğimi biliyorsun." derken demir çubukların arasından bana bir anahtar uzattı.
"Sen kimsin?" dedim şaşkın bir şekilde.
"Öğreneceksin." dedi ve anahtarı bacağımın dibine kadar uzatırken. Ben anahtara bakarken "Al ve onları kurtarmaya git" dedi.
Başımı kaldırıp "Kimle-" diyeceğim sırada kaybolduğunu gördüm.
Anahtara, bir süre şaşkınca bakıp o adamı nereden tanıdığımı düşündüm. Kendine gel Marie, nereden tanıyacaksın ki. Anahtarı alıp hemen ayağı kalktım, çok sessiz olmaya çalışarak kilide uzandım, kilidi açmak için baya uğraştıktan sonra en sonunda açıldı. İçimde patlamak için bekleyen sevincimi dizginleyip anahtarın daha sonra lazım olacağını düşünerek cebime attım, yavaş ve sessiz adımlarla askerin yanından geçerek kapıya ilerledim. Ağır demir kapıdan çıkıp kapıyı arkamdan yavaşça kapattım.
Güneş yavaş yavaş doğmaya, hava kırmızı ve turuncu rengini almaya başlamıştı. Günün en sevdiğim evrelerindendir şafak vakti, insanların olmadığı, sesiz,
sakin, boş... Gece de öyledir mesela ama insanlar ondan korkarlar, nedenini bilemiyorum ya çok ödleğiz ya da bazı şeyleri kabullenmek zor geliyor. Geceyi sevin çünkü onun aydan başka arkadaşı yok bazen o bile yok. Çok ve boş saçmaladım di mi? Neyse.
Büyük kapının önünde iki tane muhafız olduğunu görünce adımlarımı yavaşlattım, buradan çıkmanın başka bir yolunu bulmalıydım ama nasıl? Askerlere görünmeden, hapishaneyi çevreleyen surlara sırtımı yasladım. Hapishanenin arka kısmında başka bir çıkış olabileceğini umarak oraya doğru ilerdim. Genelde böyle hapishanelerde güvenlik amacıyla birsen fazla çıkış olur, umarım bunda da vardır. Duvara yapışık bir halde ilerlerken iki askerin konuşarak benim olduğum tarafa geldiklerini geldiklerini gördüm, refleks olarak önümdeki çalının arkasına saklandım.
Biri çok yorulduğunu söylerken, diğeri uyuması gerektiği hakkında şikayet ediyordu, başımı çalının kenarından uzatınca uzaklaştıklarını fark ettim ve çalının arkasından sesiz ve hızlı adımlarla çıktım. Yerdeki taşlar çıplak ayaklarımı acıtsalar da ilerlemeye devam ettim. Hiçbir penceresi olmayan siyah üç katlı hapishanenin arka tarafında asker olmaması beni şaşırtmıştı, birkaç adım attıktan sonra tahtadan bir
kapı gördüğümde Tanrı' ya şükür ederek çığlık atmamak için kendimi tuttum. Etrafı kolaçan ederek kapıya yaklaştım ve açmaya çalıştım fakat tahmin ettiğim gibi kilitliydi. Ne yapacağımı düşünürken cebimdeki anahtarı hatırladım ve onu cebimden çıkardım.
Anahtarın kapıya uyacağını umarak deliğe soktum, uyduğunu görünce, hayatımın tamamında topladığım şansımı burada kullandığımı ve birazdan kötü şeyler olacağını düşünmeden edemedim. Kapıyı açtığımda ormanın derinliklerine doğru uzanan, sonu belli olmayan taşlı yol ile karşılaştım. Kapıyı arakamdan kapatarak temkinli bir şekilde ilerlemeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum fakat içimden bir ses hapishaneden uzaklaşmamı söylüyordu. Büyük ağaçların oluşturduğu orman kocamandı, meyve, çam ve birkaç tane çınar ağacı görmüştüm. Yavaş adımlarla ilerlerken yolun yan taraflarına sıralanmış, tek sıra halinde ilerleyen ağaçları fark ettim. Ağaçların üzerlerine, kırmızı ve sarı renkleriyle bezenmiş hilal deseni kazınmıştı, daha iyi incelemek için durup yaklaştım.
Elimi ağacın üzerinde koydum, parmaklarımı kazınmış hilalin üzerinde gezdirdim ve içimden "Ağaca yazık." dedim. Çok güzel bir işçilik olsa da ağaçlara zarar verilmesi hiçbir zaman hoşuma gitmezdi. Dokunurken içimde anlamlandıramadığım bir his oluşmuştu, sanki daha önce buradaymışım ve burayı özlemişim gibi hissettirdi.
Ormanın içinden gelen sesleri duyduğumda dikkatimi o yöne verdim, sesler yaklaşmaya başladığında ağacın arasına geçtim. Geçtiğim anda arkamda garip bir rüzgar hissettim, rüzgar dağılan kızıl saçlarımı savurdu. Rüzgar hafiflediğinde bu kez arkamda bir beden hissettim, arkamı yavaş ve temkinli bir şekilde döndüm. Karşımda, uzun siyah saçlarını tepede toplamış, benim yaşlarımda, badem gözlü, zayıf ama otoriter duruşlu, aynı üniformayı giyen bir kadın duruyordu, diğer askerler gibi o da siyah askeri botlar giymişti. Kadın benden uzundu, beyaz teni siyah saçlarıyla uyum sağlıyordu.
"Sen kaçan mahkum musun?" diye sordu, bir kadında duyduğum en otoriter ve sert sesle. Ağızımı açıp cevap vermemi beklemeden konuştu. "Sensin."
Aramızda bir metreden fazla olan mesafeyi bir adımda kapattı.
"Benimle geleceksin ya da öleceksin, hangisini seçersin?" bu kez sesi biraz alayla çıkmıştı.
"İki-ikisi de olmaz." derken kekeliyordum.
"Birini seçmelisin yoksa ben senin yerine seçerim." diyerek kolumu tuttu "Ya da boş ver, yürü!"
Beni kolumdan çekerek geldiğim yoldan geri götürdü, hapishanenin etrafından dolaştık, gaz lambalarıyla aydınlatılan yoldan geçtik, sarayın önüne geldiğimizde kapıdaki iki asker bir bana bir kadına soran gözlerle baktılar.
"Kapıyı açın, kaçan mahkumu getirdim."
"Ne zaman kaçmış?"
"Geri zekalı Jack uyuduğu zaman kaçmış fakat hücrenin kapısını nasıl açtığını çözemedim." diyerek bana baktı öfke dolu gözlerle.
Burada ki her insanın bana karşı olan nefretini bir türlü anlayamıyordum, hiçbir şey yapmadığım ve çalmadığım halde - ki çaldığımı düşünüyorlar- ya benden nefret ediyor ya alay ediyor ya da bir yerlerden bir yerlere beni sürüklüyorlar. Bu şeyleri birkaç saat önce yaşamaya başlamış olsam da bıktım artık.
"Kral şu anda uyuyor, onu uyandıramayız." dedi askerlerden biri.
"Bu önemli bir durum, kraliçenin kolyesini çalmış birinin idam edilmesi gerekir."
"Katlıyorum fakat kral uyandırılırsa hepimizin idam kararı çıkar." dedi korkarak diğer asker.
"Bu kadar korkak olan bir insan asker olmamalı." dedi askere yanıt vererek, sonra bana döndü ve "Kraliyetten bir şey çalan birinin idamını kendi gözlerimle gördükten sonra idam edilmeye razıyım." dedi.
Bu kadın cidden benden nefret ediyor. Bu konuşulanları bana uymayacak bir sakinlikle dinlemek kendime şaşırmama sebep olmuştu.
"Peki, bizi görmedin say o vakit."
"Aç şu kapıyı delirtme beni. Uğursuz saatler başlayacak birazdan çabuk olun."
Uğursuz saatler?
"Haklısın." dedi askerler ve kapıyı açtılar.
Kolumu daha sıkı tutabilecekmiş gibi daha sıkı tuttu, çekiştirerek içeri soktu beni. Bizi karşılayan iki hizmetçiye- hizmetçi kelimesi kullanmaktan da nefret ederim.- kralı uyandırmalarını söyledi fakat hizmetçiler bunu yapamayacaklarını söylediler. Kadın önemli bir konu olduğunu söyleyerek bağırdığında hizmetçiler korkuyla merdivenlerden yukarı çıktılar. Tekrar kaçacakmışım gibi -ki kaçacaktım- kolumu hiç bırakmıyordu.
Yarım saatten uzun bir süre ayakta dikilerek bekledik, az önceki hizmetçilerden biri kralın hazır o olduğunu haber verene kadar. Daha önce de kralın ve ailesinin karısına çıktığım, zümrüt yeşili gözleri gördüğüm salona götürüldüm, kapının önündeki askerler bizi görünce kapıyı açtılar ve üç basamakla ulaşılan görkemli- saçma derecede gösterişli- tahtında oturan kralı gördüm. Birkaç asker dışında kimse yoktu. Kralın birkaç metre ilerisinde durduk, kadın eğilerek krala selam verdi ve beni de eğilmeye zorladı fakat eğilmedim.
"Beni uykumun en güzel yerinde, hem de uğursuz saatlerde uyandıracak kadar önemli olan konu nedir Amy?"
Adının Amy olduğunu öğrendiğim kadın , belini dikleştirdi ve konuştu;
"Sizi uykunuzda ettiğim için beni bağışlayın Efendim."
"Önce önemli olan konuyu söyle, belki sonra seni bağışlarım."
"Efendim, bu mahkumu tanıyorsunuz di mi?" dedi beni göstererek.
"Evet, tanıyorum." dedi bana iğrenerek bakarken. Emin ol sen daha iğrençsin kral bozuntusu.
"Bu mahkum, sizin eşinizin yani kraliçemizin kolyesini çaldı sizin de bildiğiniz gibi."
"Evet," dedi kral bıkkınlıkla. "Beni, bildiklerimi anlatmak için mi uyandırdım."
"Efendim, siz bu mahkumu affedip Luna Hapishanesi' ne gönderdikten sonra oradan kaçtı, ben peşine düştüm ve onu Kutsal Yol' da yakaladım. Bu mahkum Kutsal Ağaçlar' a dokundu Efendim."
Kral tahtından kalkarak üç basamaktan oluşan merdiveni indi, bana doğru yürüdü ve karşımda durdu.
"Sen benim Kutsal Yol ' uma ayak bastın ve Kutsal Ağaçlar' ıma mı dokundun?" dedi öfkeyle.
"Bakın, beni burada haksız yere tutuyorsunuz, ben hiçbir şey çalmadım. Kutsal Yol neresi ve sizin için ne ifade ediyor bilmiyorum."
"Sen nasıl Kutsal Yol' u bilmezsin!" diyerek bağırdı ve Amy ' ye döndü " Onu zindanlara götürün. Orada çeksin cezasını."


Ben Marie Adams, fantastik kurgu yazarı, tek ailesi en yakın arkadaşı ve okurları olan bir insan, her zaman kitapların içinde yaşamak isteyen bir insan, eksikliğini onun ne olduğunu bilmeden bulmak isteyen bir insan...
Bu insan nereye düştü böyle.


Uygulamaya daha yeni alışıyorum hatam varsa affedin. Okuduğunuz için teşekkür eder morlu günler dilerim💜

Loading...
0%