Yeni Üyelik
6.
Bölüm

3. Bölüm:koğuş 58

@mayis_yazar

 

Yeni bölüme hoş geldiniz iyi okumalar.💜

 


Hayat her zaman istediğimiz gibi gitmez, mesela "Bugün çok güzel geçecek." deriz ama o gün hayatının en kötü günü olabilir. Ben, hayatı bozuk bir yola benzetiyorum, adımını her attığında tökezleyip düşecek bir çukur çıkar karşına fakat her düştüğünde yolu gitmekten vazgeçemezsin. Her çukurda, ayağını yere daha sağlam basarak kalkmalısın.

 


Benim hayatımda çukurlu bir yol , o yolun sonunda ölüm var ve ben yolun sonuna gelene kadar düşecek olsam da pes etmeyeceğim. Buranın neresi olduğunu çözüp bir yolunu bulup kaçmam gerekiyor. Bu da bir çukur ama önce ki çukurlar daha büyüktü.

 


Sarayın ön kapısının önüne getirdiler beni. Daha önce saraya girdiğim yerin arka kapı olduğunu öğrenmiştim bu sayede. Bu kapı, arka kapıdan daha gösterişli ve daha kalabalıktı, yani daha fazla asker vardı. Ellerimi kelepçeleyip beni, atlara bağlı bir kafesin içine koydular. Kafesin ön tarafına iki asker oturup atları yönlendirmeye başladılar. Sarayın önünden uzanan başka bir yoldan geçtik, yolun yan taraflarında lüks evler vardı. Bahçeli, bizim villalar gibi olmasa da, iki katlı , altın varaklı evlerdi. Bir çok ev geçtikten sonra surlarla kaplı bir kapının önünde durduk. Askerler, beni zindanlara götürdüklerini ve kapıyı açmalarını söylediklerinde kapıyı açtılar. Kapıdan geçip düz ilerlemeye devam ettik. Geçtiğimiz yollarda birçok ev vardı, ama insanlar yoktu. Evler eski, yıkık dökük ve harabeydi. Zenginlerin bu kadar iyi evleri varken halkın evleri harabeydi, büyük haksızlık. Birkaç köyden geçerken, dışarıda hiç insan olmamasına karşın hiç hayvanda görememiştim. Ne bir köpek havlaması ne de bir cır-cır böceği sesi duymuştum. Hava günlük güneşlikken, insanların tarlalarında çalışmaları, çocukların etrafta koşup oynaması gerekirken etrafta hiç insan yoktu.

 


Onlarca evin yanından geçtikten sonra tekrar surlarla çevrili bir kapının önüne geldik. Burada çok ciddi bir sınıf ayrılığı var, tabi ki -tarih derslerinden hatırladığım kadarıyla- eski zamanlarda sınıf ayrılığı mevcuttu fakat böyle olduğunu sanmıyorum. Her sınıfı surlarla ayırmışlar, asker sınıfı, zengin sınıf, köylü sınıfı...
Askerler kapıyı açtığında açtıklarında, kapıdan geçip sola dönen yolu takip ettik, gökyüzüne doğru uzanan, iki surun arasında dümdüz ilerleyen, ucu bucağı görünmeyen uzun bir yoldu. Sağımda kalan surun önünde büyük tabela ile "YASAK" yazılmıştı büyük harflerle. İlerledikçe bu tabeladan üç tane daha gördüm. Etrafta ne bir insan ne de bir hayvan vardı. Yolun sonuna geldiğimizde kocaman bir kapıyla karşılaştık, üstünde "LUNA ZİNDANLARI" yazıyordu.

 


Atları kontrol eden askerlerden biri arabadan aşağı inip büyük kapıya üç kere vurdu, bunu ilk kapıda da yapmıştı sanırım aralarında bir iletişim yoluydu. Kapıda küçük bir kapak açıldı, bir adam başını uzatıp askere baktı.

 


"Yine mi mahkum getirdin?"

 

"Evet, aç şu kapıyı."

 

Kapının ardındaki adam, kapağı kapattı ve birkaç dakika kapıyı açmasını bekledik. Sıkıntıdan etrafımı incelerken yolun sağ tarafındaki sura yaslanmış oturan bir yaşlı bir adam gördüm, üstünde kimi yeri yırtılmış siyah bir hırka, paçaları çamurlanmış ve yırtılmış pantolon ve çamurlu eski çizmeleri vardı. Onu incelediğimi fark edince yere bakan kafasını kaldırıp gözlerini bana dikti. Kahverengi gözleri benimkileri bulunca gözleri doldu ve gözyaşları bir bir düşmeye başladı. Ayağı zar zor tutunarak kalktı ve bana doğru adımlamaya başladı, kelepçeli ellerimle zor olsa da kafesin parmaklıklarını tuttum. Yanıma gelene kadar göz temasını benimle hiç kesmemişti, tabi ki bende. Yanıma geldiğinde, parmaklıkları tutan ellerimin üzerine ellerini koydu ve kısık sesle konuştu.

 

"O sen misin?"

 

Yüzüm anlamamış gibi ifade alırken fısıltıyla konuştum "Kimim ki?"

 

"Sen osun, kardeşin nerede?"

 

"Kimden bahsettiğinizi bilmiyorum."

 

"Sen Ayris olmalısın." derken sesini yükletmişti, askerler onu duymuşlardı. "Amaris ile birlikte bizi kurtarmaya geldiniz." dediğinde askerler arabadan indiler ve adamı kolundan tutarak benden uzaklaştırdılar.
"Bırakın beni."

 


Bağırarak askerlere direniyor ve onu bırakmalarını söylüyordu. Ama sürekli tekrarladığı şeyler vardı: Siz bizi kurtarmaya geldiniz, Ayris ve Amaris geri geldi. Bu isimler benim ve Vanessa' nın rüyalarımızda bize seslenilen isimler ama o adam bunu nereden biliyordu. Askerler onu benim göremeyeceğim kadar uzaklığa götürdüler ve arabadaki yerlerini aldılar. Kapı açıldığında atları kırbaçladılar ve araba ilerlemeye başladı. Kapıdan geçerken yaşlı adamı ne hale getirdiklerini ve söylediklerini düşündüm, bana rüyamda seslenilen isimle seslenmesi tuhaftı. " Ya da sadece deliydi." diye söylendim kendi kendime.

 

İlerlerken askerlerin bana baktıklarını gördüm, daha önce gördükleri bir pisliğe bakıyor gibiydiler. Araba durunca, az önce arabadan inen asker gelip kafesin kapağını açtı, kolumdan tutup beni aşağı indirdi. Sarayın arkasındaki hapishaneye benzeyen uzun penceresiz duvarlar çok kasvetli görünüyordu. 4-5 katlı çok büyük, siyah tuğlalardan oluşuyordu, büyük bir kapısı, kapısının önünde iki askeri vardı.

 

Ben binayı incelerken asker kolumdan sertçe çekerek yürümemi söyledi. Ondan fazla askerin bulunduğu bahçeden geçip zindanların kapısına yürüttü beni, kapının önündeki askere yaklaşınca beni ona doğru itti.

 

"Size yeni bir pislik getirdim."

 

"Temizleriz." pişkin pişkin bakarak cevap veren askere iğrendiğimi belli eden bir bakış attım. Bu kez o kolumu tutup beni sürüklemeye başladı.

 

Neyim ben lan sizin kuklanız mı? Oradan oraya sürüklüyorsunuz ama görürsünüz şuraya yazıyorum ben bunların yanına bırakmayacağım. Bu durumdan bıkmak için çok erken olduğunun farkındayım fakat buna alışmamı beklemeyin benden. Kitaplarımda yazdığım sahneleri yaşıyordum ve gerçek olmayan karakterlerime üzüldüm- ki yaşadıkları acıları bir bakıma ben yaşattım onlara- içten içe. Kendime not : Bir karaktere sürüklenme sahnesi yazma.Kolumdan tutarak beni sürükleyen askere dönersek, beni ,yerin altından yukarı doğru gelen, acı çığlıkların yankılandığı bir koridordan geçiriyordu. Bak ben buna sinirleniyordum işte, abiciğim benim ayaklarım var, sağlıklıyım- şu an çok enim olamasam da- yürüyebiliyorum neden beni sürüklüyorsunuz!! Bir kaç kat yukarı çıkıp en son kapının önünde durduk. KOĞUŞ 58
Asker kolumu bıraktı, cebinden anahtarı çıkarırken bana şüpheli bir şekilde baktı , bende ona "Ne?" der gibi baktım.

 

"Kaçma diye bakıyoruz."

 

"Kaçmam merak etme."

 

"Güzel, kaçıp benim başıma kalma." dedi kapıya dönerken.

 

"Kalmam."

 

Demir kapıyı açtı, tekrar kolumdan tutarak beni içeri soktu ve kelepçelerimi çıkarmaya başladı. O kelepçeleri çıkarırken bende koğuşu incelemeye başladım. Ona yakın, demirden yapılmış ranza, her iki ranzanın arasına konulmuş demirden yapılmış dolaplar, tüm ranzaların ortasında kalan boş yerde tahtadan yapılmış bir masanın olduğu küçük bir yerdi burası. Tüm dikkatlerini benim üzerime vermiş yirmiye yakın kadın, bazıları masanın etrafında toplanmış, bazıları ise ranzalarında oturuyordu. Asker kolumu sertçe bırakınca gözlerimi ona çevirdim.

 


"Geç bakalım." dedi bana bakarak, sonra diğer kadınlara döndü. "Kardeş kardeş oynayın tamam mı?"

 

Asker koğuştan çıktıktan sonra bileklerimi ovarak beni izleyen kadınlara baktım. Kapının önünde dikilirken ne onlar konuşuyordu ne de ben. Masanın kenarında oturan sarı saçlı bir kadın ayağı kalkıp bana yaklaştı, istemsizce sırtımı dikleştirme ihtiyacı duydum. Belinin biraz üstünde kalan sarı saçları - muhtemelen boya çünkü diplerinden siyahlık gelmiş- olan, mavi gözlü, benim yaş ve boylarımda bir kadındı. Dolgun dudaklara, biçimli kaşlara ve belirgin elmacık kemiklerine sahipti.

 

Bana elini uzatıp; "Hoş geldin, ben Zoe." dedi sinsi gülümsemesiyle.

 

Bende gülümseyip elini sıktım. "Hoş buldum, ben de Marie ."

 

"Biliyorum." derken masayı gösterdi. "Gel otur şöyle."
Az önce oturduğu sandalyeye oturdu ve yanında turan kıza kalkmasını söyledi. Kızı kaldırması sinirlerimi biraz zıplatsa da sesimi çıkarmadan oturdum.

 

"Kim olduğumu nereden biliyorsun?"

 

"Buraya biri gelmeden kim olduğunun haberi gelir. Birkaç gün önce kraliçenin kolyesinin çalındığını ve çalan kişinin saray kapısının önünde bayın bulunduğu söylenmişti."

 

Dedikodu, bu zamanda da bu zindanda da oldukça yaygın anlaşılan.

 

"Adını da söylemişlerdi ve biraz tuhaf olduğunu." Haklılar

 

"Anladım."

 

"Yatağın şurası." dedi kapıya yakın ranzanın altını gösterirken. Kafamı çevirmemle orada oturan kahverengi saçlı ve aynı renge sahip gözleri olan, benden birkaç yaş küçük bir kızı görmem bir oldu. Ona doğru işaret edildiğini görünce irkildi, ürkek bir tavırla oturduğu yerden kalktı ve yan ranzanın alındak yatağa bir kızın oturdu.

 

"Sanırım oranın bir sahibi var zaten." dediğimde Zoe gözlerini bana çevirdi.

 

"Vardı" dedi ve kıza baktı. "Ama artık yok." kız yine irkildi.
Bu yellozdan korktukları çok belliydi ama neden?

 

"Peki," deyip ayağı kalktım ve kızın yanına gidip oturdum. İki kız bana şaşkın gözlerle bakıyordu.

 

"Sen nerede uyuyorsun?" diye sorduğumda korktu ve arkadaşına daha çok sindi.

 

"Sana zarar vermek gibi bir niyetim yok." derken elini tuttum ve bakışlarını Zoe 'ye çevirdim. " Sadece, bazıları gibi, kimsenin yerini alıkoyuyormuş gibi görünmek istemiyorum."

 

Zoe kızıp bize bakan herkese önüne dönmesini söyledi. Burnundan soluyordu. Gülümseyerek tekrar onlara döndüğümde bana karşı olan korkularının biraz daha azaldığını hissettim. Kızın yanındaki arkadaşı bana, az önce kalktığı yerde uyuduğunu söyledi.

 

"Üst ranzan boşsa ben orayı alabilirim, tabi eğer sen izin verirsen."

 

"Tabi ki kalabilirsin." dedi tatlı çıkan sesiyle.

 

Ellerimi birbirine vurup karşımdaki kızlara baktım. "Güzel." dedim sevinçle, neden sevinçli olduğunu sormayın çünkü bende bilmiyorum. Elimi ona doğru uzatıp;
"Ben Marie, memnun oldum." dedim en sevecen gülümsemememi onlara sunarak. Oda elini uzattı.

 

"Ben Wendy." derken önce kendini sonra yanındaki arkadaşını gösterdi. "Bu da Karen."

 

Karen bana elini uzattığında "Memnun oldum." diyerek elini sıktım.

 

"Size bir şey -aslında birçok şey- sormak istiyorum."

 

"Tabi ki." dedi Karen.

 

"Burası neresi tam olarak, yani hangi ülkedeyiz?"

 

"Burası Luna Krallığı, sen buradan değilsin di mi?"

 

"Hayır."

 

"Hangi krallıktansın?"

 

"Ben bir krallığın vatandaşı değilim."

 

"Nasıl?" diye sordu ikisi bir ağızdan.

 

"Bakın," dedim kelimeleri kafamda toparlamaya çalışırken. "Bunu nasıl anlatırım bilemiyorum. Deli olduğumu falan düşünebilirsiniz."

 

Bana boş gözlerle bakıyorlardı. Biraz düşündükten sonra onlara biraz daha yaklaşıp eğildim.

 

"Ben, sanırım gelecekten geliyorum." dedim fısıltıyla.

 

"Ne?!" diye bağırdı ikisinde. Etraftakiler bir an bize baktılar sonra işlerine döndüler.

 

"Sesiz olun." diyerek onları uyardım. "Tam emin değilim fakat benim zamanımda olan hiçbir şey burada yok."

 

"Nasıl yani?" diye sordu Wendy.

 

"Mesela, sen daha önce telefon diye bir şey duydun mu?"

 

"O ne ki?"

 

"İşte."

 

"Nasıl geldin peki buraya?"

 

"Bilmiyorum, bende bunu anlamıyorum. Doğum günü akşamımdı, kapıma bir kutu geldi, içinden eski kara kaplı deri bir defter çıktı. Üzerinde bana ve Vanessa'ya olduğu yazıyordu, umursamayıp uyuduk fakat defter ikimizin de rüyasına girdi."

 

Bir nefes alıp devam ettim.
"Çok değişik bir rüyaydı ve Vanessa da aynı rüyayı görmüş. Uyandığımda bunu ona anlattım saçma bir rüya olduğunu söyledi ve tekrar uyuduk, uyandım ve bir hapishanenin içindeyim."

 

Lanet olası ben, hiçbir gece uyuyamayan ben, lanet olası o gece uyumuştum. O gece uyumasaydık acaba şu an evimde mi olacaktım? Bunu düşünmeden edemedim.

 

"Vanessa kim?"

 

"En yakın arkadaşım." Kardeşim.

 

"Nasıl bir rüya gördün?"

 

"Beyaz sakallı bir adam gördüm o bana yaklaşıyor, bende ona yaklaşıyordum, sonra ayağım bir şeye takıldı ve yere düştüm. Neye takıldığıma baktığımda o defter olduğunu gördüm. Onu alıp ayağı kalktığımda sakallı adamın yerinde siyah giyimli, orta yaşlı bir adam vardı. Bana 'Öleceksin Ayris' diyordu."

 

Durdum.
Nefesim kesildi, kalbim sıkıştı. Anlatmak bile beni boğuyordu.

 

Nefesimi düzene sokmaya çalışarak devam ettim.
"Kılıcı vardı elinde, onu bana doğrulmuştu. Kaçtım, nefesim kesilene kadar koştum. Koşdukca bedenim zayıfladı, yenik düşüp dizlerimin üstüne düştüm. Düştüğüm gibi kılıcı boğazıma dayadı, o beni öldüreceğini söylerken bir ses bana; 'Bu ülkenin gerçek sahibi sen ve kardeşin, defteri oku Ayris.' diyordu. Siyah giyimli adam kılıcı boğazıma sağladığında uyandım."

 

"Tuhafmış"

 

"Aynı rüyayı gördük fakat ona Amaris diye seslenmiş." dediğimde bana şaşkın şaşkın bakıyorlardı.

 

"Ben hala şaşkınım, sen gerçekten gelecekten mi geldin?"

 

"Sanırım öyle."

 

Onlar şaşkın bir şekilde olanları sindirmeye çalışırken çok uykum olduğunu fark ettim ama beynimde gezinen sorular yüzünden uyuyamazdım. Aynı zamanda kıyafetlerin kır pas içindeydi, sweatshirtüm ve taytım yırtılmış, dizlerimdeki ve dirseğimdeki yaralar zonkluyordu, bunlardan ötesi düşüncelerim beynimi kurcalıyordu.

 

Hayata bir sıfır geriden biri olarak, bu yaşadığım en garip şey olabilir. Nerede olduğumu ve ne yaptığımı bilmeden, tanımadığım insanların beni oradan oraya sürüklemesine izin veriyorum. Neden ve nasıl burada olduğumu bilmiyor olmama rağmen bu dünya bana çok tanıdık geliyor. İçimde bir bir parça bu dünyayı tanıyor ve seviyor gibi. Burada sevdiğim ve -tabiri cahizse- bağımlı olduğum hiçbir şey yok fakat ben burayı seviyormuş gibi hissediyorum.

 

"Marie" bana seslenen Wendy' nın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.
"Efendim."

 

"Seni üç- dört kez çağırdım ama duymadım, iyi misin?"

 

"Dalmışım sadece." kollarımı birleştirip kendime sarılır gibi yaptım ve kollarımı okşadım. Vanessa bana sarıldığında hep kollarımı okşardı, bunu özlediğimi fark ettim. " Bazı şeyler çok yabancıyken bazı şeyler çok tanıdık geliyor. Bu nasıl oluyor anlamıyorum. Mesela, ben bilmediğim bir yerde iki dakikadan fazla durduğumda için sıkılmaya başlar, rahatsız olurum ve oradan kaçmanın yolunu bulurum ama buradan kaçmak istemiyorum."
İkisi birden bana sarıldığında dona kalmıştım.

 

Vanessa'ya en son uyurken sarıldığımı hatırladım. O benim ailemdi, o benim dostumdu, o benim kardeşimdi.

 

"Merak etme biz yanındayız."

 

Gözlerimin dolmaya başladığını hissettiğimde onlardan sıyrılıp ayağı kalktım.
"Beni tanımanızın önünden bir saat bile geçmemişken yanında olacağınızı söylüyorsunuz, hem ne konuda yanımda olacaksınız?"

 

"Arkadaşını bulmanda yardımcı olabiliriz." dedi Wendy.
Ellerimi dağılmış kızıl saçlarımdan geçirdim, derin bir nefes alıp verdim ve konuştum.

 

"Teşekkür ederim fakat burada kapalı haldeyken bana yardım etmeniz imkansız."

 

"Haklısın." dedi Karen, ayağı kalkıp yanıma geldi. "Sana giyecek bir şeyler vermemi ister misin?"

 

"Aslında iyi olur."

 

Yanımdan ayrıldı ve ranzasının yanındaki dolabı açtı, ve birkaç parça kıyafet alıp dolabın kapağını kapattı. Tekrar yanıma gelip kıyafetleri bana uzattı.

 

"Şurada kıyafetlerini değiştirebilirsin. dedi, küçük mutfağın yanındaki kapıyı gösterirken.

 

Ona teşekkür edip odaya girdim. Çok büyük bir yer sayılmazdı. Bir eski tip tuvale, beyaz fayanslarla donatılmış bir küvet ve küvetin yanında su dolu birkaç kova vardı. Üstümdeki kıyafetleri çıkarıp Karen 'ın bana verdiği siyah pantolonu ve kırmızı kareli gömleği giydim. Şu dolu kovalardan birini alıp yüzünü yıkadım ve havluyla kuruladım. O an karşımda bir ayna olduğunu fark ettim.

 

Ve aynada berbat görünen yüzümü...

 

Çok fazla dağılmış saçlarımı, altları morarmış gözlerimi, solmuş tenimi... O kadar berbat görünüyordum ki bu bana eskiyi hatırlatıyordu. Sadece adı ev olan yeri... O yerde yaşadıklarımı... Kardeşlerimi korumak için yaptıklarımı...

 

Tabi ki daha önce kendimi bun kadar kötü halde gördüğüm zamanlar oldu ama uzun zaman önceydi. Onları atlatmak ise daha uzun zaman önce. Şu an gerçekten evimde olmayı, yatağımda yan gelip yatmayı, Vanessa' nın hazırladığı güzel kahvaltıyı yemeyi, bilgisayarımın başına oturup okurlarımdan gelen mesajları okumayı ve en huzur bulduğum işi yapmayı, yani kitaplarımı çok isterdim.

 

Fakat buradayım ve burayı bir şekilde çözmem gerekiyor. Çıkardığım kıyafetleri çöpe atıp banyodan çıktım ve kızların yanına gittim.

 

" Bana burası hakkında bildiğiniz her şeyi anlatmanızı istiyorum."

 

"Tamam." dedi Wendy. "Luna Hapishanesi bu dünyanın en kötü işkencelerinin uygulandığı bir yer."

 

Etrafımı göstererek "Bana hiç öyle gelmedi." dedim.

 

Karen güldü ve "Görünüşe aldanma." dedi.

 

"Nasıl yani?"

 

"Görünüşte insanların -çok güzel olmasa da- iyi yaşadığı bir yer gibi görünebilir fakat her mahkumun işlediği suça göre çok ağır cezalar aldığı bir yer burası. "

 

"Çok farklı suçlar, onları işleyen kişilere verilen çok farklı ve acımasız cezalar var."

 

"Ne gibi?" aklıma birçok şey gelse de sormadan duramadım.

 

"Hepsi birbirinden kötü. En hafifi aç ve susuz bırakmak oluyor, elini veya kolunu kesmek, günlerce çeşitli eziyetler etme gibi ama en kötüsü vaktanların uyguladığı cezalardır."

 

"Vaktanlar ?" diye sordum şaşkınlıkla. Bunca yıldır fantastik romanlar yazarım, okurum ama daha önce böyle bir şey duymamıştım.

 

"Burada insanlar ikiye ayrılır; Vakalar ve Vaktanlar. Vakalar normal insanlardır, vaktanlar ise olağan üstü güçleri olan insanlardır. Vaktanlar beşe ayrılır; Yılanlar, kurtlar, vampirler, element taşıyıcıları ve nadir görülen periler. "

 

Bunca yıldır okuduğum ve yazdığım şeyler burada gerçekti, inanamıyorum. "Bir dakika " dedim anlamaya çalışarak şakaklarımı ovarken. "Siz şimdi, yılanların, vampirlerin ve diğer canlıların burada beraber yaşadığını mı söylüyorsunuz?"

 

"Tam öyle değil ama evet."

 

Ayağı kalkıp elimi saçımdan geçirdim. Anlamıyorum, gerçekten anlamıyorum. Bir zamanlar bu evrenin içinde yaşamak istemiştim -ki benim gibi olan he okur istemiştir- yazarken de o evrenin içine giriyor ve orada yaşıyormuş gibi hissediyordum bu bana huzur veriyordu çünkü bazen bulunduğunuz hayattan kaçmak istiyorsunuz. Fakat gerçekten böyle bir evrenin içine düşeceğimi hiç düşünmezdim. Ben duyduklarımı düşünürken arkamdan,

 

"Hey kızıl saç," diyen Zoe' nin sesini duydum.

 

"Evet?" derken arkamı döndüm.

 

"İlk cezanı çekmeye hazır mısın?" dedi yayan konuşmasıyla. Şöyle insanlar sinirlerimi zıplatıyor. "Korksan iyi edersin bu sıfat ve vücutla iki saat bile dayanmazsın."

 

"Hiçbir ceza senin yüzünü görmekten daha ağır olamaz, yellozcuğum."

 

"Bana bak kızıl." dedi oturduğu yerden kalkıp yanıma gelirken. İşaret parmağını tehditkar bir şekilde sallıyordu.

 

"Baktım yellozcuğum." derken ona doğru bir adım atıp gülümsedim.

 

"Sen bana -" sözünü kesen yapıya vurulması oldu. Kapıya üç kere vurulmuştu. "Beklediğim an geldi." dedi bana doğru gülerek ve gidip az önce oturduğu sandalyeye oturdu.

 

Ben onun ne demeye çalıştığını düşünürken kapı açıldı ve dört asker içeri girdi.

 

"Lisa Johnson ve Marie Adams bizimle geliyorsunuz."

 

Askerler gelip kolumu tutarken Zoe 'ye bakıyordum, yüzünde minnet dolu bir gülümseme vardı. Beni ve Lisa adındaki kızı koğuştan dışarı çıkardılar, ben beni bırakmalarını söylerken, kız hiç ısrar etmiyordu. Sanırım, ilk cezası değildi ve alışıktı. Bir süre sonra pes edip debelenmeyi bırakıp bana ne tür bir ceza vereceklerini düşünmeye başladım. İşlediğim suçun- ki yapmadığım bir suçun- hangi cezaya eşdeğer olduğunu bilmiyordum fakat tahmin ediyorum.

 

Kırbaçlayabilirler, boyunduruğa vurabilirler, asabilirler, boğabilirler... Bunlar gibi birçok ihtimal var kafamda.
Binanın dört kat altına indip 3. bodrum kata ulaştık, Lisa denen kızla ikinci bodrum katta ayrılmıştık. Birkaç mumla aydınlatılan dar koridorda ilerlerken nefes almak bile güçtü. Koridorun sonundaki kapıdan içeri girdik, beni bir sandalyeye oturtup ellerimi ve ayaklarımı bağladılar. Ağızıma kötü kokan kirli bir bez bağladılar sonra da odadan çıktılar. Ne yani bu muydu?

 

Siyah odanın içinde sadece köşede duran bir mum ve ben vardık. Mumun dalgalanan atesi duvara yansıyordu, tek yapabildiğim onu izlemekti. Dakikalar birbirini kovalarken, sonunda metal kapı açıldı. Siyah siluetin kim olduğunu seçmeye çalışırken içeri doğru bir adım attı. Giren kişiyi tanıdığımı -tam olarak olmasa da- görünce şaşırmadan edemedim.

 

Askerlerden biri sandalye getirip benim tam karşıma koydu, onun önünde eğildi ve dışarı çıktı. Sandalyeye ters çevirip oturdu, ellerini sandalyenin sırt kısmına koydu ve konuştu.

 

"Kimsin sen?"

 

Ağzımın bağlı olduğunu bile bile bana soru soruyordu , sinir bozucu.

 

"Ağzın bağlıyken konuşamıyorsun değil mi?"

 

Gözlerimi devirdim ona. Bunun üzerine ayağı kalkıp yanıma yaklaştı, ellerini kafamın arkasına götürürken saçma derecede yakındı bana. Kokusunu alıyordum, bu biraz tuhaftı biraz da rahatlatıcı. Hem doğadaki çiçekler gibi hem de siyah taşlar ve toprak gibi kokuyordu. Çiçeklerin ferahlığı ve taşların burun yakan zift kokusunun birleşiminden oluşan tuhaf derecede güzel ve rahatlatıcı koku... Bez parçasını ağızımdan aldıktan sonra yerine aynı pozisyonda oturdu.

 

"Şimdi söyle sen kimsin?" dedi sert ve otoriter sesiyle.

 

"Ben Marie Adams."

 

"Adını biliyorum, bana kim olduğun lazım."

 

"Nasıl yani?"

 

"Nereden geldin? Neden geldin? Nesin necisin?"

 

"Bak ben Amerika' da yaşayan bir yazarım." soran zümrüt yeşili gözlerle bakıp ağızına açacağı sırada " Orası neresi bilmiyorsun, biliyorum ama ben gerçekten oradan geldim. Nasıl geldim, neden geldim inan ki ben de bilmiyorum. Anlamıyorum."

 

Düşünürcesine çenesini ovdu, zümrüt yeşili gözlerini zemine eğdi. Birkaç dakika düşündü. "Ceza alacaksın."

 

"Ben hiçbir şey çalmadım."

 

"O öyle düşünmüyor." dedi ayağa kalkarken.

 

"Peki sen?"

 

"Ben de." derken sırtı bana dönüktü.

 

Kapıyı açıp içeri birini davet etti ve kendisi çıktı. Siyah saçlı kahverengi gözlü orta yaşlı adam yanında bir askerle içeri girdi, sandalyeyi düzelterek karşıma oturdu.

 

"Bana nasıl bir ceza vereceksiniz?" diye sordum asker ellerimi çözerken.

 

Ellerini bana doğru uzatıp " Ellerini ver." dedi.
"Neden?" diye sordum şaşkınlıkla. Ne çeviriyor bunlar?

 

"Ver şu elini." diyerek bana çalıştığında asker dışarı çıkmıştı.

 

Ellerimi temkinli bir şekilde uzattım, sert bir şekilde bileklerimi tuttu ve gözlerini kapattı. Onu şaşkın bakışlarla izlerken ellerinin ısındığını hissettim, o sıcaklık benim ellerime geçtiğinde hoş bir mayhoşluk hissettim fakat bu his uzun sürmedi. Ellerim ısındıkça ısında, ellerimden vücuduma yayılan sıcaklık beni bu bunaltmaya başlamıştı. Ellerime baktığımda gömleğimin kollarının alev almış olduğunu görünce çığlık attım. Gömleğimin kollarından alevler çıkarken tenimin hiç acımadığı fark ettim, ben yanmıyordum.

 

Ayaklarıma baktım, pantolonumun paçaları yanıyordu, ama bacaklarım yanmıyordu. Alevler artıp etrafımızı sardığında ateşe bakıp gülümsedim, ben yanmıyordum.
Adam ve ben alevlerin içinde oturuyorken benim kıyafetlerimin külleri yere düşüyordu. Alevlerin saçlarımın arasından akip gittiğini, gülümsememin kahkahaya dönüştüğünü hissediyordum. Ne saçlarım ne de tenim yanıyordu.

 

Alevler yavaş yavaş sönerken ben hayranlıkla alevlere bakıyordum. Tamamen söndüklerinde adama döndüm, şaşkınca bana bakıyordu.

 

"Biraz daha devam edebilirdin, eğlenceliydi." dedim gülümseyerek.

 

"Sen-sen" derken kekeliyordu. "Sen yanmadın."

 

"Evet."

 

"Ateş taşıyıcısı mısın?"

 

"Sanmıyorum."

 

"Nasıl yanmadın o hâlde?"

 

"Bilmiyorum."

 

Tam bana bir şey söyleyeceği sırada kapı açıldı ve bay sert içeri girdi. Adamın aksine o şaşkın değildi. Gömleğim omuzlarıma kadar, pantolonum ise dizlerime kadar yanmıştı fakat tenim hâlâ aynıydı. Beni baştan aşağı süzdü sonra adama döndü, elini onun omzuna koydu.

 

"İşini neden doğru düzgün yapmıyorsun?" diye bağırdı. Sesi çok sert ve korkutucuydu, ben bile korktum.

 

"Be-benim" derken yine kekeliyordu. Basta sert erkek havaları taslayordu şimdi süt dökmüş kediye dönmüştü. "Benim suçum yok, o bir vaka değil." dedi beni göstererek.

 

Alex bana doğru baktı, ifadesi sert ve sinirliydi. "Sen vaktan mısın?"

 

"Sanmıyorum."

 

"Söylediğinden emin ol!" diye bağırdı. Neden sürekli sınırlı ve bağırıyor ki?

 

"Neden bu kadar sinirlisin? Ben sana ne yapmış olabilirim?"

 

Adamın omzuna vurdu ve gitmesini söyledi, adam çıktığında ellerini omuzlarımın iki yanına yerleştirdi.
"Sen kiminle nasıl konustuğunun farkında mısın?" dedi

 

gözleminin içine bakarken.
"Farkındayım." dedim kararlı bir şekilde.

 

"Neden yanmadığını anlamıyorum."

 

"İnan ben hiçbir şeyi anlamıyorum.

 

"Sen kimsin çözeceğim." dedi benden uzaklaşırken. Bana sırtını dönüp kapıya yaklaştığında konuştum;
"Bol şans çünkü beni ben bile hâlâ çözemedi."

 

Bana cevap vermeden dışarı çık, onun ardından askerler içeri girip ayaklarımı çözdüler ve beni bu küçük odadan çıkardılar. Koğuşa geldiğimde, benimle birlikte götürdükleri kızın yani Lisa' nın orada olmadığını gördüm, onun için biraz üzülmüştüm.

 

Wendy ve Karen yanıma gelerek iyi olup olmadığını sordular, iyi olduğumu söyleyince cezadan nasıl hiç yara almadan çıktığımı sordular, biraz dinlendikten sonra her şeyi anlatacağımı söyleyip yatağıma uzandım. Yastığına sarılıp kendimi onun içine gömdüm. Vanessa'yı çok özledim,ona sarılmayı, onunla konuşmayı, yaptığı yemekleri, ama en çok onunlayken yalnız hissetmemeyi özledim.

 

Şuan nerede ve nasıl bunu bilememek bana acı veriyordu. Ya acı çekiyorsa, ya zor durumdaysa ya da benim gibi bir zindandaysa. İyi düşün Marie, o iyi, sağlıklı ve benim için endişe ediyor, tıpkı benim yaptığım gibi.
Peki o adam ben ve Vanessa hakkında nasıl bu kadar şey biliyordu. 'Ayris ve Amaris geri geldi.' demişti. Buradaki her şey çok kafa yoruyordu. 'Sadece deli' diye geçirdim içimden.

 

Ateşin içinde nasıl yanmadığımı düşündüm. Geldiğim dünya da- bunu söylemek hoşuma gidiyor.- elimi yakmak en korktuğum şeylerden biriydi, zaten bu yüzden yekmekleri yapan kişi Vanessa'ydı. Fakat az önce alevlerin içinde kahkaha atacak duruma gelmiştim.
Kapının açıldığını duyunca kafamı kaldırıp o tarafa baktım, askerler taşıdıkları Lisa ile içeri girdiler. Vücudumu tamamen kaldırıp baygın kıza baktım. Odanın ortasına koyup çıktılar, ranzamdan kızın başındaki yararak birkaç adım gerisinde durdum. Kolları ve bacakları kanlar içinde, yarı baygın bir şekilde uzanıyordu. Boğazıma bir taş oturdu, yutkunmaya çalıştım. Olmadı. O zar zor nefes alırken, göğsü yavaşça kalkıp inerken, ben nefes alamadım. Vücudundan akan kanlar yere yayılıyor, başında duran kız onun yaralarını temizleyip bezler bağlıyordu. İki kişi onu kaldırıp yatağına yatırırken biri de yeri temizliyordu. Ben ise dona kalmış olan biteni izliyordum. Omzuma dokunan bir el ile irkildim. Arkamı döndüğümde karşımda Karen vardı.

 

"Marie, iyi misin?" diye sorunca afallamış bir şekilde başımı salladım.

 

"Ne oldu kızıl gonca?" diye soran alaycı sese döndüğümde yelloz bana, kollarını kavuşturmuş ve yüzünde bir sırıtışla bakıyordu. "Korktun mu yoksa?"

 

"Evet ama saçım seninki gibi olur diye çok korktum." Ona doğru bir adım attım, saçlarının bir tutamını tuttum. "Rengi çok solmuş, boyuyorsun sanırım. Çok yıpranmış, şeklide kötü. Böyle nasıl yaşıyorsun, yani kir pas içinde."

 

Kendini seven ve egolu biri değilimdir. İnsanların dış görünüşüyle dalga geçilmesine en karşı olan kişi de benimdir fakat bu yelloz sinirlerimle oynamaya başladı. Buradaki herkesi korkutmuş olabilir ama ben korkmuyorum.

 

Elime vurup saçını kurtardı, o bu kez benim saçımı tuttu, parmaklarını saçlarının içinde gezdirmesine izin verdim.
"Kızıl saçlılar burada az görülür, ben bir iki tane görmüştüm, hepsi de senin gibi iğrenç ve dili uzundu, ben de dillerini kestim. Siz ne insanlıktan anlarsınız ne de bir iş becerebilirsiniz."

 

Gerilen sinirlerimin dışa vurmaması ve patlamaması için kendimi tuttum. Saçlarımda dolaşan parmaklarını çekti, bana yaklaşıp kulağıma fısıldadı; "Bir yılanla uğraşıyorsun, uğraşma. Otur köşene ve ölümden kurtul." sesi sinsi ve avını öldürmeyi iple çeken bir yılan gibiydi ama bu av ölmekten de yılandan da korkmuyordu.

 

"Bence sen benimle uğraşma, uğraşırsan seni çıktığın o yılan deliğine geri sokarım." dedim gülümseyerek.

 

"Göreceğiz." diyip benden uzaklaştı ve yerine oturdu.

 

Ben de gidip Karen ve Wendy' nin yanına oturdum. Gözlerimi yaralı olan Lisa' ya diktim. "Üzüldüm kıza."

 

"Burası böyledir." diyen Karen' a döndüm.

 

"Siz neden buradasınız?"

 

"Ben yasak bölgeye girmeye çalıştım." dedi Karen.

 

"Ben isyana katılmıştım."

 

"Anladım." derken bakışlarım beni izleyen bir çift göze takıldı. "Ondan neden korkuyorsunuz?"

 

"O bir yılan insan, korkma en doğrusu."

 

"Hayır, en doğrusu ona karşı koymak olur."

 

"Onu boşver," diyen Karen'a döndüm. " Sana seni kıyafetler verelim üstünü değiştir."

 

"İyi olur." dedim o ayağı kalkıp metal dolaba yaklaşırken. " Bana yardım ettiğiniz için teşekkür ederim."
"Önemli değil sen de bizden birisin." dedi Wendy, Karen

 

bana kıyafetleri uzatırken.

 

Ona teşekkür edip ayağı kalktım. Aklama gelen şeyle küçük mutfağa yöneldim, elime ilk gelen bıçağı alıp küçük banyoya girdim. Üstümdeki gömleği çıkardım, dizlerime kadar yanan pantolonu bıçakla biraz daha kısalttım ve bıçağı bir köşeye attım. Karen'ın bana verdiği kazağı üzerime geçirdim. Kazak kestiği pantolonun biraz yukarısında kalıyordu. Çıkardığım gömleği kenara koyup çıkmak için kapıya yöneldim. Fakat kapı açılmıyordu. Siz ciddi misiniz? Kapıyı kitlemek nedir? Kapıyı açmak için ne kadar uğraşsam da açamadım. Bir kovayı ters çevirip oturdum ve başımı duvara yasladım.

 

O banyoda ne kadar kaldım bilmiyorum. Başım dönmeye ve vücudum uyuşmaya başlamıştı. Vücudumu hareket ettiremiyordum fakat ayaklarımdan yukarı doğru çıkan bir şey hissettim. Ne olduğunu görmek istesem de kafamı kaldıracak halim yoktu. Bileklerimden yukarı sürünerek geldiğini hissettim, göğsümün üstüne doğru ilerliyordu, görüş hizama girdiğimde tahmin ettiğim şey olduğunu anladim.

 

Bir yılan.

 

Gözlerim yavaş yavaş kapanırken yılan bana doğru tisladı.

 

Ve sonsuz karanlık.

 

Bazen hayatım bir boşluktan ibaretmiş gibi hissediyorum. Neden yaşıyorum, dediğim anlar oldu çok, ya da intihar etmeye çalıştığım, zamanlar. O zamanlar Vanessa vardı, o da bazen canına kıymaya çalıştı ve ben yanındaydım.

 

Bir gün birbirimize bir söz vermiştik; Ne olursa olsun beraber hayata karşı koyacağız. Ama o şuan yanımda yok ve ben ne yapacağımı bilmiyorum.

 

 

Bölüm sonuna geldik düşünceleriniz merak ediyorum.

 

Okuduğunuz için teşekkür eder morlu günler dilerim.💜💜💜

 

 

Loading...
0%