Yeni Üyelik
7.
Bölüm

4. Bölüm: Kardeşi̇m Mi̇?

@mayis_yazar

 

 

 

 

SELAMMM.
Yeni bölüm geldi kaçırmayın.
İyi okumalar.

 

 

 

 

Son zamanlarda hayatım nasıl geçiyor bilmiyorum, kolumdan tutuluyorum, sürükleniyorum, bilmediğim yerlere götürülüyorum. Bazen hayata dair nefret ettiğiniz şeyler olur, ben şu an o anlardan birini yaşıyorum.

Başım aşırı derecede ağrıyor, zonkluyor ve durmuyordu. Vücudumun her zerresi ağrıdan zonkluyor. Gözlerimi zar zor açabildiğimde beyaz, yer yer rutubetlenmiş bir tavanla karşılaştım, başımı çevirip etrafıma bakmak istedim fakat boynuma giren ağrı ile durdum. Elimi boynuma götürdüğümde bir bez hissettim. Elimle yattığım yerden destek alarak kalkmaya çalıştım, ağrılarıma rağmen dikleşip oturmayı başardım ve sırtımı duvara yasladım. Küçük bir odadaydım, bir masa, masanın üstünde ilaç ve bezler, kitapla dolu bir dolap vardı. Kitap okumayı ne kadar özlediğimi fark ettim.

Yan olarak duvara yaslı olan yatağın karşısında ayna, benim karşımda kapı vardı. Nerede olduğumu sorgularken etrafa boş boş bakıyordum. Bu küçük odaya ne zaman nasıl geldiğim hakkında en küçük bir fikrim dahi yoktu. Ayağı kalktım, ayaklarım sanki günlerce yürümemişler gibi uyuşmuştu, odanın içinde yürüdükten sonra bir pencere fark ettim ve dışarı baktım. Güneş doğmuş, etrafı aydınlatıyordu, bir ormanın içindeydim, etrafta uzun- baya uzun- ağaçlar, rengarenk çiçekler, kelebekler vardı ama hiç insan yoktu. Temiz havayı içime çekip gözlerimi kapattım. Birkaç dakika sonra kapı açıldı.

"Uyanmışsın." dedi karşımdaki kahverengi saçlı mavi gözlü kız. "Hey uyandı." diyerek bağırdı içeri doğru.

Bana yaklaşınca sırtımı pencereye daha çok yasladım. Ondan korkmuş değildim- aksine iyi birine benziyordu- fakat kimseye güvenemezdim.

"Kimsin sen? Beni neden ve ne zaman buraya getirdiniz?" derken sesim kızgın çıkıyordu.

"Hey, sakin ol. Sana zarar verecek değilim."

"Benim burada ne işim var?"
Sanki son zamanlarda - buraya geldiğimden beri- kafamdaki tüm soruları çabucak cevaplanmasını istiyordum.

"Yaran vardı." dediğinde elim boğazımdaki bez parçasına gitti. "Çok kan kaybetmiştin, seni bana getirdiler." sesi yakın ve samimi hissettiriyordu.

"Sen kimsin?"

"Ben Olivia, şifacıyım."

"Kim getirdi beni buraya?"

Olivia ağzını açıp cevap vereceği sırada arkasından tanıdık bir ses duydum.
"Ben getirdim."

"Sen" derken ona doğru adımladım." Sen neden beni buraya getirdin?"

"Seni ölüme terk etmemi mi isterdin?" dedi hatırladığım gibi aynı kalan ses tonuyla.

Omzumda bir el hissedince benden biraz kısa olan kıza baktım. "Alex seni tuvalette bulmuş. Boynunda çok ciddi bir yara vardı seni buraya getirdiğinde." "Bir yılan tarafından ısırılmışsın."

"Yılan..." derken hafızamı zorladım. En son üstümü değiştirdiğimi ve bayılmak üzereyken bir yılan gördüğümü hatırlıyorum. "O yılan Zoe'ydi değil mi?"

İkisi de kafasını olumlu anlamda salladı. Yatağıma tekrar oturup "Ben neredeyim?" diye sordum.

"Bilinmeyen topraklardasın." diyen Olivia' ya döndüm şaşkın bakışlarla.

"Nerede?"

"Bilinmeyen topraklar dedi ya." diyen Alex kapının pervazına yaslanmış zümrüt yeşili gözlerini üzerimde gezdiriyordu.

"Ben burası neresi bilmiyorum."

"Biraz dinlen sonra her şeyi anlatırız teker teker."

Kafamı olumlu anlamda sağladığımda başka bir şey demeden çıktılar odadan. Başımı yatağın karşısındaki aynaya çevirdim, üzerimde şorta çevirdiğim pantolon ve uzun beyaz bir gömlek vardı. Kahverengi gözlerimin altı kızarmış, tenim beyazlaşmıştı. Tıpkı hatırladığım gibi. Elim boynumdaki bez parçasına gitti.

Benim dünyamda temiz ve hijyenik tıbbi malzemeler, profesör olmuş doktora yapmış doktorlar bile boyuna sokulan sert cisimlerden oluşan kanamaları iyileştiremez ve insan ölür. Hayat damarları boyundan geçtiğinden ölüm kolay olur. Hemşirelik okuyunca bunların birazını bilmeniz gerekiyor fakat hemşirelik veya doktorluğu hiçbir zaman kendime göre görmedim. Sadece ailem için..

Az önce dışarı baktığım pencereye adımladım. Dışarı baktım, kollarını pencerenin önüne koydum ve nerede olduğumu sorgulamaya başladım. Neden buradayım? Burada - hapishanede- uyandığımdan beri nerede ve neden olduğumu sorguluyorum. Vanessa'yı ve güzel yemeklerini, kitap okumayı ve yazmayı, evimi, yatağımı... Her şeyi özledim.
Uçan kelebekleri görünce gülümsedim, ailem geldi aklıma o an. Köyümüzde kardeşlerimle yaşadığım anıları, oynadığımız oyunları, beraber kovaladığımız kelebekleri... Kelebek elime konunca tekrar gülümsedim. Güzel mavi kanatlarındaki kahverengi benekleri izledim.

"Merhaba, nasılsın?" diye sorduğumda iki kere kanat çırptı.

"Ben mi? Bilmiyorum." Tekrar kanat çırptı.

"Keşke benim de senin gibi bir haftalık ömrüm olsaydı, bu kadar acı çekmez, bu kadar yara almazdım." Konduğu parmağımı yukarı kaldırdım.

"Git hadi, mutlu olmaya bak." dedim. Bana iki kez kanat çırptı ve uçup gitti.

Pencerenin önünde kaç dakika dikildiğimi bilmiyorum, canım sıkılınca e kafamın içinde dolanan karıncalar artınca odadan dışarı çıktım. Odadan çıktığımda karşımda bir oturma alanı vardı, eski iki büyük koltuk, küçük iki tekli koltuk ve yemek masası. Tam karşımda evin giriş kapısı bulunuyordu. Ne çok büyük ne de çok küçük olan oturma odası bir hole açılıyordu, kafamı o tarafa çevirdiğimde beş kapı gördüm. Birinin banyo, birinin mutfak olduğunu iki kapıya doğru yöneldim, birine kafamı uzattığımda tahmin ettiğim gibi küçük bir mutfakla karşılaştım. Diğer kapıya doğru bir adım attığımda arkamdan duyduğum sese döndüm.

"Evi keşfe çıkmışız bakıyorum." İsminin Olivia olduğunu öğrendiğim kızı duvara yaslanmış bir biçimde gördüm.

"Sıkıldım, ne yapabilirim?"

"Haklısın, daha iyi misin?" Başımı yukarı aşağı salladım. "Boynundaki yara iyiye gidiyor." dedi yanıma yaklaşırken. "Dizlerinde ve dirseklerinde oluşan yaralar iyileşti bile fakat eski izlerine ve bileklerindeki izlere yapabileceğim bir şey yoktu."

"Bileklerim..." derken bileklerime baktım, etraflarında oluşan siyah, halka gibi izler vardı.

"Bu ne zaman oldu?"

"Haberin yok muydu? diye sorunca başımı iki yana salladım. "Alex, ateş kullanıcısının sana verdiği ceza sonrası olduklarını söyledi."

Alex' in bunu fark etmesi ve benim fark etmemiş olmama şaşırdım. İzlerin olmasına şaşırsam da çok umurumda değildi, vücudumda izler görmeye alışığım.
Gülümseyerek "Tam bir ceza sayılmazdı, eğlenceli gelmişti bana." dedim.

"Gelmiştir." dedi gülerek. "Kendini daha iyi hissediyorsan seni diğerleri ile tanıştırmak istiyorum."

"Diğerleri mi?"

"Evet." dedi koluma girip holde ilerlemeye başlarken. "Birçok arkadaşımız var burada seni görmeyi bekleyen."

Evin kapısına yönlendirdi beni, kapıdan çıktığımızda sıcak esen rüzgar tenimi okşadı. Karşımızda büyük, toprak bir avlu, avlunun etrafını çevreleyen ağaçlar vardı. Sıcak güneş tenimi yakarken bunun beni gülümsettiğini hissettim. Gözlerimi kapatıp temiz havayı içime çektim, daha çok yağmurlu havaları seven biri olarak bu bana o kadar iyi gelmişti ki saatlerce orada durmak istiyordum. Bir öksürük sesi duyduğumda gözlerimi açtım, dışarı adımı attığımdan beri fark etmediğim yan yana dizilmiş insanları gördüm. İlk dikkatimi çeken zümrüt yeşili gözler oldu, onlara doğru ilerlediğimde birkaçını tanıdığımı fark ettim.

"Siz" dedim şaşırarak. "Sizsiniz ama neden?"

Bugün her şeye o kadar şaşırıyorum ki artık var olmama bile şaşıracak hale gelmekten korkuyorum. Karşımda hapishanede beni küçümseyen asker Jack, beni yakalayıp krala götüren Amy, zümrüt yeşili gözlü Alex ve tanımadığım Olivia gibi kahverengi saçlı, mavi gözlü, Jack gibi kalıplı, siyah üniforma giyen bir adam vardı.

"Merhaba deli kız." diyen Jack'e çevirdim bakışlarımı, bana el sallıyordu. "Zindanda iyi vakit geçirdin mi?"

"Sizin burada ne işiniz var?"

"Ona anlatmadınız mı?" dedi Amy Alex'e bakarak.

"Kendine gelmesini bekledik." diye cevap verdi arkamda duran Olivia, sonra bana döndü ve elini omzuma koydu. "İstersen içeri geçelim, sana orada her şeyi anlatırız."

Evin içine geçip büyük koltuğa oturdum, sağıma Amy soluma ise Olivia oturdu. Adını bilmediğim adam ve Jack tekli koltuklara oturdular. Alex ayakta kalıp oturduğum koltuğun karşısındaki haritanın önünde durdu ve konuşamaya başladı.

"Sana anlatacaklarım aklına yatmayabilir, inanmayabilirsin ama ama hepsi doğru bunu bil." Sesi duygudan yoksun, sade ama hırçındı. "Öncelikle size gönderilen defteri okudunuz mu?"

Başımı salladım " Ama bir yerden sonrası yırtılmıştı." Bunlar defteri nereden biliyorlardı? Yoksa defteri bize gönderen onlar mıydı?

"Zaman aşımında zarar görmüş olmalı." dedi tanımadığım adam.

"Evet," dedi Alex ve gözlerini bana çevirdi.

"Nereye kadar okuyabildiniz?"

"En son imparatorun karısı öldürdüğünden bahsediyordu."

"Çok fazla detay kaçırmışsınız." diyen Amy' e döndüm. "O defter her şeyi anlatıyordu."

"Sana kaldığın yerden anlatmak gerek."

"Ben anlamıyorum." beynim zonkluyordu, sanki bir şeyleri kabul etmezmişçesine.

"Bak, imparator karısını öldürdükten sonra küçük krallıklardan bir kral, imparatora kızıyla evlenmesini önerdi."

"Tabi ki imparator kabul etti, durur mu?" dedi Jack alaylı bir şekilde. Şuan ne gülecek ne de onunla uğraşacak halim yoktu.

"Evlendiler fakat kız düğün gecesi imparatoru öldürmeyi başardı ve tahtı abisine devretti."

"O tahta geçen kral bu kral mı?"

"Evet." diye cevapladı sorumu adını bilmediğim adam.

"Yeni kral yani Kral Andrew tahta geçtikten sonra vaktanların güçlerini sadece kral ve onun istekleri için kullanmalarını istedi, vaktanlar adalarında sihri yasakladı." diyerek devam etti Alex. "Vaktanlar bu duruma isyan etti, savaşlar çıktı, kral adalara yarım bağımsızlık vermiş olsa bile askerler köylüyü yamalamaktan vazgeçmiyor. Halktan ağır vergiler toplanıyor, ve merkezde gündüz dışarı çıkmak yasaklanıyor. Ve bu hâlâ sürüyor."

"Neden gündüz dışarı çıkmak yasak?"

"İmparatorlar her ay sonunda günün tam orasında doğayı tazelemekle görevlidir." dedi Amy. " Bitkiler tazelensin, bereket artsın diye fakat şuan ki kralın böyle bir gücü yok."

"Yani korkuyor, halk bunu öğrenirse onu öldürürler, çünkü halk gerçek kralın bunu yapmasını bekliyor."

"Yapmadığına göre yalan söylüyor."

"Evet, şimdi ise halkın büyük bir kısmı açlıkla mücadele ediyor. Aç kalmak istemiyorsan ya asker olacaksın ya da kralın yalakası, bunu da sadece vakalar yapabiliyor."

"Vaktanlar?"

"Bazıları açlıktan ölüyor maalesef."

"Acımasızca." dediğimde aklıma iki küçük bebek geldi." Bebeklere ne oldu?"

"İlk bebeğin adı Ayris, ikinci ise Amaris' ti. Onları büyücü Noah kurtardı, güvende olmaları için onları geleceğe gönderdi ve arkalarından bir efsane yarattı. Herkese anlattı, tüm halk Ayris ve Amaris'in onları kurtarmaya geleceğine inanmaya başladı."

"Ben Ayris miyim?" derken taşları yerine oturtmaya çalışıyordum.

"Evet."

O yaşlı adam bu yüzden öyle bağırmıştı, rüyamdaki adamda aynı şekilde. Vanessa...
"Vanessa Amaris mi?" dedim şaşkınlıkla. Hepsi aynı anda kafasını salladı. "Ben ne yapacağım?"

"Sen bu imparatorluğu kurtaracaksın ama tek başına yapmayacaksın. Önce Amaris' i bulmamız gerekiyor."

"Vanessa' da burada demek." Ben onun evimizde güvende olmasını umarken o buradaydı. Belki acı çekiyordu.

"Evet ama tam olarak yerini bilmiyoruz."

"Ben anlamıyorum, neden o ve ben?" Aramızda kan bağı olmasa da kardeşim olarak gördüğüm kız gerçekten kardeşimdi. Ben ve o bir ülkeyi kurtaracaktık. Olivia' nın elimi tuttuğunu hissettiğimde ona baktım.

"Bunu sorulamamalısın eğer sorgularsan işin içinden çıkamazsın. Kader denen şey bize ne istiyorsun diye sormaz, beni yıkıp geçersen kazanırsın der."

Haklıydı, kaderimi değiştiremem, Vanessa'nın da. Ama her şey o kadar ağır geliyor ki beynimdeki karıncaların artmasına sebep olmuştu. Parmaklarımla şakaklarımı ovdum. Kader... Hiçbir zaman benden yine olmayan kader... Beni devirmeye çalıştıkça onun üzerine basıp geçtiğim kader... Beni yeniden ezmeye geldiğini anlamıştım, çünkü bir süredir beni rahat bırakmıştı. Bu rahatlığa alışmıştım ama tamamen değil.

Başımla onu onayladım ve "Siz neden bana yardım ediyorsunuz?" diye sordum.

"Çünkü o adam burada gördüğün herkesin sevdiğini, hayallerini ve umutlarını öldürdü, bizde onu öldüreceğiz. " dedi tanımadığım adam.

"Bence biraz onu rahat bırakalım." dedi Olivia omzumu okşarken. "Öğrendiklerini biraz düşünsün."

 

~~~~♡♡~~~~♡♡~~~~♡♡~~~~♡♡~~~~♡♡~~~~

Büyük koltukta tek başıma, bacaklarımı kendime çekmiş, kollarımı onlara dolamış, çenemi dizlerime dayamış şekilde karşımdaki boşluğa bakarak oturuyordum. Kaç saat olmuştu bilmiyorum, güneşin batmaya başladığını gördüğümde birkaç saat olduğunu anladım.

Karşıma çıkan bu kişilerin aslında bana oyun oynadıklarını ve bunların aslında benim tüm gerçekleri öğrenmem için olduğunu yeni yeni fark ediyordum. Hepsi kurdukları bir planın parçasıydı.

Bir varis olarak doğmuş olmak, bu güne kadar kardeş dediğim kızın gerçekten kardeşim olduğunu öğrenmek, bir krallığın kurtarıcısı olmak, tek umudu olmak... Bunlar benim kaderimdi. Bunlar Vanessa' nın da kaderiydi. Keşke o yanımda olsaydı, bana sarılıp bunu da beraber halledeceğimizi söyleseydi. Burada insanlar -ve diğerleri- zulme uğruyor, sefalet içinde yaşıyordu, bunu az da olsa görebilmiştim.

O adamın bağrışları benden bir yardım çağrısıydı aslında. Bana ve Vanessa'ya güveniyorlardı. Onlar, o adamın zulmünden kurtulmak için bize güveniyorlardı.

"Hey!" diye bağıran sese döndüğümde Jack' in dibinde durduğunu gördüm.
"Sabaha kadar burada durup açlıktan ölmeyi mi tercih edersin yoksa bir şeyler yemeyi mi?"

"Aç değilim."

"Hapishane de hiçbir şey vermediler sana, zindanda da yemediğini biliyorum nesin sen ya? İnsan yemeden durabilir mı?"

"Sen yemediğimi nereden biliyorsun?"

"Orada tanıştığın Wendy ve Karen bizden, onlar söyledi. Gel hadi yemek ye."

"Neyse, ben aç değilim." yemek yemediğimin farkındaydım ama aç hissetmiyordum.

Omzuma vurup;
"Hadi kız, yemek ye yemek." dedi sesini değiştirerek. Sesi şımarık kız gibi çıkmıştı.

"Yemiyorum, git." diye bağırdım.

"Peki sen bilirsin." dedi ve mutfağa doğru gitti."Burada herkes bir tuhaf."

"Sen değilsin sanki." dedi içimden bir ses, öyleyim. Kafamı çevirdiğimde orada bir pencere olduğunu gördüm, kalkıp ona doğru adımladım. Güneş kırmızı-sarı rengini almış, batıyordu, buraya ilk geldiğimden ilk gördüğüm güneşte bu renkti.
Buraya geldiğimden beri çok şey öğrendim, bazıları -mesleğimde yaptığım şeyler gibi- güzel gelmişti kulağıma çünkü fantastik şeyler hep hoşuma gitmiştir fakat bazı şeyler var ki aklım almıyor. Üzerime yüklenen ağır bir yük konulmuş sanki.

"İnanılmaz geliyor değil mi?"

Kafamı yavaşça çevirdiğimde, pencerenin yanındaki duvara yaslanmış bana bakan Alex'i gördüm.

Başımı onaylarcasına salladım. "Bazı şeyleri hala kabul edemiyorum."

"Zor ama yapman lazım." dedi yine emir verir gibi çıkan sert sesiyle, bu huyu hiç hoşuma gitmiyordu.

Ona döndüm ve "Neden hep böylesin?" diye sordum.

"Nasıl?" dedi kaşlarını çatarken.

"Böyle, sert, otoriter, her şeyi zor kullanarak yapan."

Bana doğru bir adım attı, boyu benden uzun olduğu için başımı kaldırdım ve zümrüt yeşili gözlerine baktım.

"Bunu sana soracak değilim."

"Öyle olabilir ama az da olsa kibar olmayı çalışabilirsin ya da duygularını kullanmaya."

"Duygular insanı yıkar." derken sesi yine sertti.

"Duygular insanı insan yapan en önemli şeylerdir."

"Bana bak, bayan ukala."

"Asıl sen bana bak, bay sert."

Gözlerimin içine kızgınlıkla bakarken ben sakin kalmaya çalışıyordum. Ağızı açacağı sırada "Yiyecekseniz gelin." diyen Amy'in sesiyle cümlesini yuttu. Yanımdan ayrılıp mutfağa yönelirken sakin kalmaya çalışır gibi bir hâli vardı. Canımın sıkıldığını ve biraz olsa da düşüncelerimi durdurmam gerektiğini fark edince evi dolaşmak istedim, fakat bu biraz kabalık olurdu özellikle daha önce dolaşmamdan sonra. Bu yüzden dışarıya çıkmaya karar verdim.

Kapıdan çıkıp toprak avluya ilerledim, etrafı ağaçlarla çevrili olan bu avlu, çok büyük sayılmazdı, topraktan olma bir çember tarzındaydı. Ağaçlara yaklaşıp gövdelerine dokundum, bunlarda o hilâl deseni yoktu, bu beni mutlu hissettirmişti.

Ormanın içine doğru bir yol gittiğini görünce oraya doğru ilerledim, tek tek ağaçlara dokunuyor, onları hissetmeye çalışıyordum. Yolda ilerlerken nereye varacağını da merak ettim. İlerledim, ilerledim ve önüme küçük bir kulübe çıktı. Turuncu tuğlalardan yapılmış, bacasından duman çıkan, yanında küçük bir tarlası olan şirin bir kulübeydi. Kapısını hafif açık görünce yaklaşıp içeri bakmamı söyleyen sesi susturamadım ve merakıma yenik düşüp kapıdan içeri bir adım attım.

"Kimse var mı?" diye seslendim içeri doğru.
Büyük bir koltuk olan oturma odası, küçük bir mutfak, kapısı açık bir banyo ve bir oda vardı. Oturma odasının ortasına doğru yaklaştım, dışarıyı gören üç küçük pencere, koltuğun önündeki sehpanın üzerine konan mumlar ve duvara asılmış bir harita dikkatimi çekti. Haritaya yaklaşıp incelemek istedim. Ortada olan kara parçasının üstüne büyük harflerle "LUNA İMPARATORLUĞU" yazıyordu. Eskiden imparatorluktu ama şimdi sadece bir krallık. Çevresinde dört büyük ada vardı, daha yakından incelemek isteyip dibine kadar girdiğimde arkamdan bir ses duydum.

"Merhaba Ayris."

Bakışlarımı ona çevirdiğimde, uzun beyaz sakallı olan yaşlı bir adam karşımda duruyordu. Eski uzun beyaz bir elbise giyiyordu. Buruşuk elleriyle hazır bir sepet tutuyor ve bana gülümseyerek bakıyordu. Yanıma yaklaşırken sepeti sehpanın üstüne bıraktı, bana çok tanıdık gelen bu yaşlı adam yanıma gelip elimi tuttu.

"Geleceğini biliyordum."

"Siz kimsiniz?" dedim sanki onu tanıyormuşçasına.

"Beni tanıyorsun." dedi gözlerimin içine bakarken, bal rengi gözleri parlıyordu. İçimden bir ses, bir duyu, bir his onu çok yakından tanıdığım söylüyordu.

"Sen Noah mısın? Rüyalarımıza giren, bana anahtarı veren."

"Evet." dedi ellerimi şefkatle sıkarken "Evet benim, sen de Ayris'sin."

"Bundan pek emin değilim. Bir kurtarıcı olmak zor bir iş ve ben bunu yapabileceğimi düşünmüyorum."

"Gel önce oturalım." dedi koltuğu göstererek. Elimi tutarken onu koltuğa götürdüm, oturduk. Çok yaşlı görünüyordu, öyleydi de, çok yavaş yürüyor ve bacağı aksıyordu.

"Böyle düşünüyor olman doğal, yavrum." diyerek başladı konuşmasına, bana şefkatle bakarken, sesinde, konuşmasında hep şefkat vardı. Keşke benim babamda böyle olsaydı.

"Fakat kaderinden kaçamazsın. Sen bu dünyayı yıkabilecek güce sahipsin, yıkabilirsen iyileştirebilirsin de."

"Nasıl?" diye sordum bu yaşlı adama içimde bulunan inanılmaz inançla.

"Sen bu evrende yaşayan her canlının tüm güçlerine ve daha fazlasına sahipsin, sen bu evrenin imparatoriçesisin, sen bu evrenin kurtarıcısısın."

"Güçler derken düşündüğüm şeylerden mi bahsediyorsun?" Eğer düşündüğüm şey ise ne olacak bilmiyorum.

"Tam da düşündüğün şey, kızım."

"Ben neden böyle olduğunu anlamıyorum."

"Nedenini düşünmeyi biraz, çünkü bir neden bulamazsın. Tanrı seni ve Amaris'i bu halkı kurtarmanızı istediği için yarattı."

"Bana her şeyi en başından anlatır mısın?"

"Peki-" demeye kalmadan öksürmeye başladı. Aceleyle kalkıp mutfaktan bir bardak su doldurup geri döndüm, suyu ona uzattım.

"Teşekkür ederim, kızım." derken suyu yavaş yavaş içmeye başladı. "Artık çok yaşlandım kusuruma bakma."

"Hiç sorun değil." derken bardağı alıp sehpanın üstüne koydum ve tekrar elini tuttum.

"Luna İmparatorluğu vârisleri doğarken ilki yönetici ikincisi savaşçı ruhla doğarlar." diye anlatmaya başladı pürüzlü sesiyle. "O güne kadar yani siz doğana kadar her ilk iki bebek erkek oldu, siz bu döngüyü bozarak doğdunuz. Babanız, bu yüzden annenizi suçladı, onun tuhaf olduğunu söyledi. Sen doğduğunda seni istemedi, erkek bir evlat istedi, fakat bir sene sonra doğan çocukta kız oldu. İmparator, eşini kendi elleriyle öldürdü." Duraksadı, öksürdü ve biraz su içtikten sonra devam etti.

"Anneniz, öldürüleceğini anladığında sizi, yılardır ülkesine hizmet etmiş Amy' e emanet etti. Amy ne yapacağını sizi bana getirdi, size iki sene baktım. Sen üç yaşında olmana rağmen söylemesi zor kelimeleri söylüyor, benim okuyamadığım kitapları okuyordun çok zeki bir çocuktun, Ayris." dedi ve dudaklarında bir tebessüm oluştu.

"Amaris işe iki yaşındaydı o zamanlar, çok enerjikti, yaramazdı, nerede bir silah, bir ok, kılıç görse ona doğru koşuyordu." derken beraber güldük. "Sen bazı şeylere çok kızıp sinirlenirken o oturup seni dinler, sonra sana sarılırdı. Amaris çok az sinirlenirdi, sinirlense de hep içinde."

"Şimdi de öyle." dedim hafif bir tebessümle.

"Sonra ne oldu peki?"

"Senin de bildiğim gibi baban kralın kızıyla evlendi ve öldürüldü. Yeni kral sizi aradı, öldürmek istedi, başka çarem kalmayınca sizi başka bir evrene, başka bir zamana göndermek zorunda kaldım." derken elimi tekrar sıktı şefkatle." Başka çarem yoktu kızım, sizi gönderirken nasıl hayatlar yaşayacağınızı bilsem asla yapmazdım." Gözünden bir damla yaş düşerken, içimde oluşan ve büyüyen burukluğa durmasını söyledim.

"Amaris'i ve seni hiç bırakmak istedim, kızım." derken bir eliyle yüzümü okşadı.

"Biliyorum."

"Bundan sonra sizi bırakmayacağım."

"Vanessa'nın nerede olduğunu biliyor musun?"

Hüzünle kafasını iki yana salladı. "Hayır, yavrum."

"Onu nasıl bulurum?"

"Ben de bilmiyorum ama uğraşıyorum."

Bana çok babacan gelen bu yaşlı adama karşı, daha önce babama bile hissettiğimi hatırlamadığım duygular vardı içimde.

Ben ve Vanessa'nın bu topraklarda doğmuş ve biraz da olsa büyümüş olmanız burayı neden tanıyormuş gibi hissettiğimi açıklıyordu. Vanessa, Noah'ın da dediği gibi tehlikeli şeylere -silah, kılıç vb.- ilgisi olduğu doğruydu ve dövüşmeyi gayet iyi biliyordu. Yani kendini koruyabilirdi ama onun için endişelenmeden edemiyordum. Bu ülkenin vatandaşları bize güveniyordu, önce onu bulup onlara yardım etmek zorundaydık.

"Onun için endişelendiğinin farkındayım ama endişe etme. Amaris kendini korumayı başarır bu onun doğasında var."

"İlk çocuk yönetici ikinci çocuk savaşçı doğar dedin, ne anlama geliyor bu?"

"Luna İmparatorluğu, bin yılı geçmiş bir saltanata sahiptir ve bunca yılda doğan ilk çocuk zekası, düşünceleri ve stratejisi ile ülkeyi yöneten oldu. İkinci çocuk ise enerjisi, kanından gelen savaşma duygusuyla ülkenin en iyi savaşçısı ve ordunun başı oldu. Siz doğana kadar her şey normalken sonra her şey değişti. Tahtın saltanatı değisti."

"Bizim ne yapmamız gerekiyor?"

"O, kral denen herifi alt edip tahtı saltanatına geri vermelisiniz." İçimi tuhaf bir his kapladı, bir huzursuzluk...

Ağızımı açıp bir şey diyeceğim sırada aralık olan kapıdan biri başını uzattı. Küçük yedi- sekiz yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Boyu, benim bacağım kadar, kahverengi saçları ve açık kahverengi parıldayan gözleri, kapıyı tutan küçük elleri ile çok tatlı bir çocuktu.

"Gelebilir miyim?" dedi yüksek olmayan sesiyle.

"Gel." dedi yaşlı büyücü. Çocuk minik adımlarla yanımıza geldi, bana bakarak Noah' a sarıldı. Ayrıldığında gözleri hâlâ benim üzerimdeydi.

"İşlerini bitirdin mi?" diye soran Noah' a çocuk hafifçe kafasını sallayarak cevap verdi. "Ben onları kontrol edeyim, sen de Ayris ile tanış olur mu?"

Çocuk yine başını sallayarak yanıtladığında Noah dışarı çıktı, çocuk onun kalktığı yere otururken bana bakıyordu hâlâ.

"Sen Ayris misin?"

"Buradakilere göre evet."

"Başka bir adım da mı var?"

"Evet, adım Marie, senin adın ne?"

"Wilson."

Gülümseyip "Ne güzel bir isim." dedim.

"Annem Willy derdi ama artık o isim hoşuma gitmiyor."

"Neden?"

"Annem en son ölürken söylemişti."

Yedi yaşındaki bir çocuğun ölümü bilmesi... Çok acı. Ben bir şey söylemeyince "Seni ve kardeşini sadece bir efsane sanırdım, gerçek olduğunuzu duyunca şaşırdım." dedi.

"Bir de bana sor. Birden kendimi burada buldum hiç bilmediğim bir yerde ve bana ülkeyi kurtaracaksın diyorlar." Bir çocuğa derdini anlatıyorum ya.

"Tuhaf bir durum gün gibi geliyor. Sana Ayris desem sorun olur mu?"

Burada bana 'Ayris' diye seslenen herkese adını yanlış söylediklerini haykırmak istedim fakat bu çocuk farklıydı, sesi, söyledikleri bana birini hatırlatıyordu.

"Tabi ki olmaz." dedim gülümseyerek.

Ayağı kalkıp elimden tuttu "Gel sana bahçemizi göstereyim."

"Olur."

Kulübeden çıkıp evin yanındaki küçük tarlaya yöneldik. Tarlada çeşit çeşit meyveler ve sebzeler vardı. Tek sıra halinde dikilen çilekler, marullar, havuçlar, domatesler... Kulübenin yan tarafında elma ağaçları da gördüm.

"Burayı Noah ve Olivia yaptı ben de onlara yardım ediyorum."

"Sen çok iyi bir çocuksun." dedim saçlarını karıştırırken. Kolumdan çekiştirerek "Hadi gel, tadına bak." dedi.

Tarlaya doğru Noah'ı gördü gözüm, kulübenin arkasındaki tarladaydı, ellerini bitkilerin üzerinde gezdiriyordu. Ne yaptığını anlamaya çalışırken cansız olan bitkinin geliştiğini, canlılaştığını görünce gözlerim fal taşı gibi açıldı. Büyücü olduğunu bildiğim bu adamın bunları yapmasına şaşırmam normal miydi bilmiyorum.

"Büyü yapıyor." diyen Wilson' a döndüm, hiç şaşırmamıştı, şaşırmaması normaldi. Bir çilek koparıp bana uzattı. "Yemelisin çok güzeldir."

Çileği ağızıma attığımda, hayatım boyunca her çilekten kat kat güzel olan tat ağızıma yayıldı. Uzun zaman sonra bir şey yediğim için mi yoksa çileği çok sevdiğim için mi bilmiyorum ama tadı gerçekten çok güzeldi.

"Çok güzel." diye bir mırıltı çıktı ağızımdan. Wilson neşeyle başını sallarken ayak sesleri işittim. Başımı çevirdiğimde adını bilmediğim adamı gördüm, Wilson ona doğru koşup sarıldı. Adam eğilip Wilson' ın saçlarını karıştırdı.

"İşlerini bitirdin mi?"

"Evet"

"O zaman içeri, uğursuz saatlere girmek üzereyiz."

"Hayır," diye mızmızlandı, küçük çocuk. "Ben Ayris ile kalmak istiyorum."

Adam bana bir bakış atıp tekrar çocuğa döndü. " Uğursuzluk istemezsin değil mi? Hem Ayris' te bizimle gelecek."

Benim adım Marie, MARIE.

"Gelecek misin?" dedi bana parlayan gözleri ile bakarken.

"Geleceğim." dediğimde bana doğru koşup elimi tuttu, eve doğru ilerlemeye başladık.

"Oliver çok güzel oyunlar biliyor. Bazen gündüz bazen gece oynuyoruz ama genelde gece oluyor." Wilson neşeli neşeli konuşuyor, burada neler yaptıklarını anlatıyordu. İsminin Oliver olduğunu öğrendiğim adam, ona katılıyor ve bir şeyler ekliyordu bense onları sessizce dinliyor bazen gülüyordum. Eve vardığımızda Wilson ile birlikte koltuğa oturduk.

"Sonra büyük bir *volata gördüm."

Oliver ile ilk kez avlanmaya gittiği günü anlatıyordu bana. Volatanın ne olduğunu biliyorum, siz bilmiyorsanız geyik boynuzlu bir tavşandır volata. Fantastik kitap yazarlarının -benim- yemi eklediği bir türdür, eskiden de geyik boynuzlu tavşanlar vardı fakat volata ondan biraz daha farklıdır. Vahşi olanları ve olmayanları vardır. Vahşi olanlar genelde sivri dişleri ve uzun boynuzları ile kendi türlerini bile avlarlar. Vahşi olmayanları ise insanlar tarafından avlanır.

Wilson kollarını iki yana açmış "Bak bu kadar büyüktü." diyordu. "Avlamaya korktum çünkü çok tatlıydı."

"Sonra ne oldu?"

"Oliver'ı ikna edip onu avlamaktan vazgeçirdim, ona yiyecek bir şeyler verdik."

"Sen çok iyi bir çocuksun."

"Değilim" derken yüzü düştü.

"Neden olduğunu sormayacağım fakat kötü bir şey olduğunu anlayabiliyorum. Ben seni daha yeni tanımama rağmen çok iyi bir çocuk olduğunu düşünüyorum, yaşanmış şeyleri bir kenera itip ileriye bakmak gerekir bazen."

Wilson' ı kendime çok benzetmeye başladım.

"Sen burası hakkında hiçbir şey bilmiyorsun değil mi?" diye sözlerime yanıt vermeden. Başımı yukarı aşağı salladım.

"Burası biraz tuhaftır, yani sana göre."

Yedi yaşındaki bir çocuğa göre çok akıllıydı ve konuşmaları çok olgundaydı. "Uğursuz saatlerin ne olduğuna da bilmiyorsun?" Tekrar başımı salladım.

"Bence insanların uydurduğu bir şey ama gerçek olduğu söyleniyor. Güneşin doğum ve batım saatleri bizim için uğursuz saatlerdir. Bu zamanlarda dışarıda olursan ölene kadar uğursuzluk seni bırakmaz."

"Saçma geldi bana."

"Saçma zaten."

Wilson ile ne kadar konuştuğumu bilmiyorum fakat onunla konuşmak eğlenceliydi. O uyuya kalınca ne yapacağımı düşünmeye başladım. Burası bana sıkıcı gelmeye başlamıştı. Batan güneşin yerine gökyüzünde beliren dolunayı izlemeye başladım, karşımdaki küçük pencereden.

İnsanlar güneşin doğduğu ve battığı saatlere nasıl uğursuz diyebiliyor aklım almıyor. Güneşin o kadar güzel göründüğü vakitlere... Vanessa'yla sabahladığımız günler aklıma gelince gülümsemeden edemedim. Yılbaşı akşamları, sabaha kadar uyumaz, gece on ikide dilek tutardık. Vanessa müslüman olduğu için o dua ederdi, onun, ailesinden edindiği müslüman ve Türk gelenek, görenekleri bana öğretmesini özlemiştim. Bir dine mensup olmasam da onun dini beni içine çekiyor gibiydi.

Başımı koltuğa yaslamış camdan dışarı bakarken ayak sesleri duydum ve kime ait olduğunu anladım. Sert, otoriter asker adımları.

"Ne oldu? Yine mi sert çıkışlarından birini yapmaya geldin?"

Önümden geçerek pencerenin yanındaki duvara yaşlandı. Zümrüt yeşili karanlıkta parlıyordu.

"Kaç yaşındasın sen?" diye sorarken yüzünde minik oynamıyordu. Bu soruyu beklemiyordum.

"Yeni yirmi yedi oldum neden sordun?"

"Yaşını biliyorum fakat emin olmak istedim çünkü Wilson ile konuşurken çocuk gibiydin." Bu adam beni mi izliyor, neden?

"Sen azıcık dahi olsa duygularını belli etmeye çalişsan sen de bir çocukla çocuk olabilirdin bay sert."

Bana yaklaştı yüzüme eğildi ve "Sana duyguların insanı yıkacağını söyledim." dedi. Sıcak nefesini yüzümde hissettim.

"Ben de sana duyguların insanı insan yaptığını söyledim."

"Sen efsanede anlatılan Ayris'e hem çok benziyorsun hem de hiç benzemiyorsun."

"Ben kimseye benzemem."

"Seni çözeceğim Ayris."

"Sana bol şans çünkü ben bile daha kendimi çözemedim."

 

~~~~♡♡~~~~♡♡~~~~♡♡~~~~♡♡~~~~♡♡~~~~
Bölümü nasıl buldunuz?


Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yazım yanlışı veya noktalama hatası varsa kusura bakmayın.


Kendinize iyi bakın, görüşürüz👋👋🤗🤗💜


*volata= Benim uydurduğum, geyik boynuzlu bir tavşandır.

 

Loading...
0%