@meerza
|
Bu kitap, yere düşmekten dizleri parçalanan, zamanın acımasız davrandığı, nefesleri kursağında kalan insanlara adanmıştır.
GİRİŞ
İnsan yalnızca korumak istediğinde güçlüdür. Onun dışında ne kadar savunmasız olduğunun bir önemi yoktur. Gücün, koruduğunla bağlantılıdır. Birinin sana ihtiyacı yoksa zaten bir hiçsin demektir. Pişmanlıklarla dolu bedenim ruhumun çektiği zulümle birleşince omuzlarıma dağ kadar yük binerdi de ben gülümserdim. Hayat aldığı kadar vermiyordu, benden sadece aldı. Geriye yalnızca hiçbir şeyi kalmamış bir kadın bıraktı. Her zaman böyle düşündüm; Yaşamak yanlıştı ama yaşatmak zorunluydu. Gülmek haramdı ama güldürmek zorunluydu. Nefes almak... İşte bu pişmanlıktı ama nefes aldırmak zorunluydu. Bana ihtiyacı olan biri varken tüm yanlışlarım ve günahlarım pişmanlıklarımla birlikte yük olurdu da ben gülümserdim. Fakat tarih tekerrür eder ve ben hiç olurum. İşte o zaman önüme bambaşka bir dünyanın kapısı açılır ve ben ellerimde solan çiçeğime su olurum. Geride bıraktıklarımla yanarım. Hiç olabilirdim ama korkak değildim. Yaşama pek çok şey feda ettim. Avuçlarıma sığmayan çiçeklerimi çaldılar. Geriye sadece toprağı kaldı. Oysa Mimoza yaralı değildir. O yarada açan çiçektir, tüm yaraların merhemidir. Mimoza olan biri tam olmalıdır. Zaman acısını boğazıma dizer ve bana nefes al der. Almazsam intihar, alırsam güç olur. Ve büyük güç büyük sorumluluk getirir. Zaman ruhumda kabuk bağlar. Kaşırsam kanar, kaşımazsam izi kalır. Zaman akar geçerde arta kalanlar ruha kök salar, bedenim toprağın altına yattığında cehennemin kapısı ilk açılacak kapım olacak. Orada ellerime bağlı köklerim ile pişmanlıkla yanacağım önce ölecek ölecek ve öleceğim. Sonra cennetimde tüm pişmanlıklarıma rağmen çiçek açacağım.
1.BÖLÜM & Derinden Bir Keder & Arkan Büyükkale 21 Ağustos Bunaltıcı bir yaz akşamı. Saat 22.45 Elinde, soğuk bir ürpertiye ev sahipliği yapan bir genç. Hiçbir şeyden habersiz bir kadın ve adam. Bir şeyler yaşanacaktı. Ve bitecekti. Kimde bittiğinin bir önemi yoktu, herkes olabilirdi ama bitmeliydi. Ağacın arkasına iyice sindiği için bulunduğu konum rahat ve son derece gizliydi. Ağacın çevresini uzun ve geniş çalılar kaplıyordu ve havanın karanlık olması onun için avantajdı. Hiçbir şey düşünmeden geçirdiği on beş dakikanın sonunda kulağında ki ufak cihazdan ses geldi. " Hesap ödendi. Tetikte kal. " diye bilgilendirdi mekanik ses. Genç, sırtını dayadığı ağaçtan ayrılıp yere uzandı ve keskin nişancı tüfeğini konumlandırıp soğukkanlılığını koruyarak beklemeye başladı. Kapıdan ilk çıkan kişinin, hedefi olduğunu biliyordu. Ölecek olması önemli değildi aynı yaşamasının önemli olmadığı gibi. Resmi olarak aldığı ilk görevdi fakat ilk tetiğe basışı değildi. Görev verilen suikastçilere avı hakkında bilgi verilmezdi. Kulaklığın ardından onu yönlendiren kişi sayesinde hedef seçilir ve ateş edilirdi. Ki ne olur ne olmaz diyerekten avcı olurda avına karşı empati yaparsa bunun büyük sorunlara neden olabileceğini ön görmüşlerdi. Sadece mertebesi yüksek olan avcılara kişisel bilgi ve görünüşleri hakkında bilgi verilirdi. Dürbününden mekanın kapısını izlerken, avcı içinden ona kadar saydı. On saniye sonra bu iş bitecekti. 1,2,3,4, Nasıl oluyorsa kapının birazdan açılacağını ve avının dışarı çıkacağına adı kadar emindi. ,5,6,7,8 Ve sensörlü kapı parlak sarı ışığı ile iki yana açıldı. İçeride ki loş ışıktan bir siluet, sarı parlak ışığa yaklaştığında avcı önce avının ayaklarını gördü. 9, Avcı tetiği çekti. Ve 10. Avcı gözünü dahi kırpmadan silahını ateşledi. Iskalamayan kurşun, hedefin ölümcül noktasına isabet etti ve saniyeler içinde hedef öldü. En azından öyle düşündü. Kapının girişinde yığılan bedenin yanına, biri daha bağırarak çöktü. İki kişilerdi ve bu önemli bilgi ona verilmemişti. Kurallar gereği kadınlara zarar veremezdi bu yüzden kontrol etmek amaçlı izlemeye devam etti. Eşgali tam olarak çıkaramasa da vurduğu kişinin kadın olmadığından emin olduktan sonra fark etmeden tuttuğu nefesini dışarı verdi. Silahla birlikte ayaklanıp profesyonelce bir gizlilikle eşyalarını toplamaya başladı. Kulağında ki cihazdan kapatıldığına dair ' bip ' sesini duyduğunda, sanki tonlarca ağırlığı varmış gibi kulağından söküp cebine attı. Herhangi bir yere atamazdı, iz bırakmak demek büyük sorumsuzluk demekti. Eve döndüğünde her zamanki gibi kendi imha edecekti. Silahı yerleştirdiği çantayı aldıktan sonra etrafa göz atıp olay yerini terk etmeye başladı. Tam o sırada uzaktan duyulan farklı bir el ateş sesiyle adımları duraksadı. Geri dönüp sanki görebilecekmiş gibi mekana baksa da elbette ki bu mesafeden görmesi mümkün değildi. Kaşlarını çatarak onun görevine kimin karıştğını merak ederek gerildi. Bu her kimse ve her ne yaptıysa, üzerine kalmasa iyi olurdu. *** Beş Saat Önce " Asel bunu yapmak zorunda değildin. " diyerek mahçupça konuştu ablası. Genç kız gülümsedi. " Her yıl bizimle evlilik yıl dönümünüzü kutlamanınz saçmaydı zaten. Her şey yolunda olacak neden bu kadar paniksin? " diye sorduğunda, ablası omuz silkti ve stresini saklayarak gülümsedi. " Sizinle çok vakit geçiremiyoruz biliyorsun, bu yüzden tüm boşluğumu oğluma ve kardeşime ayırmak istiyorum. " Asel yanında oturan yeğenine baktı ve " Bir günde kocana vakit ayır işte. " dedi. Zaten konserin yapılacağı mekanın önündelerdi, yani bazı şeyler için birazcık geç kalmışlardı. " Neyse artık sizde eğlenmenize bakın ve çok dikkat edin. Haber vermeyi de sakın unutma. " dedi ablası ve gülümsedi. Asel ablasını onaylarken arabanın camı tıktıklandı. Cama baktığında gelenin menajeri olduğunu gördü. " Hadi Akça, anneyi öp de gidip mekanın tozunu attıralım. " yeğeni gülerek onayladı ve annesini öptükten sonra ikisi araçtan indi. Beyaz Mercedes hızla uzaklaştığında, " Naber Deniz? " Diyerek menajerini selamladı. " Teşekkür ederim Asel iyiyim, sen? " Derin bir nefes alıp Akça'yı kolunun altına aldı. " İyi bende, yeğenime teyzesinin kim olduğunu göstereceğim. " Üçü de güldü. " Yoksa teyzeni daha önce sadece televizyonda mı gördün ? " diye sordu Deniz. Bu esnada mekana doğru yürümeye başladılar. Asel solist olduğu için arka kapıdan gireceklerdi. Henüz sekiz yaşında olan Akça üzülerek kafasıyla onayladı. " Evde de bazen söylüyor ama aynı olmadığını biliyorum, bu yüzden bende heyecanlıyım. " Deniz gülerek, " O zaman hazır olsanız iyi edersiniz Akça Bey. Çünkü Mimoza size nefes almayı unutturacak. " *** " Akça uyudu mu? " diye sordu ablası. Eve geleli yalnızca bir saat oluyordu. Saat on'u henüz geçmişti. " Hayır, sanırım gününü sizinle paylaşmayı bekliyor. " diye yanıtlayıp güldü. Ablası da oğlu için gülerken hepsi mutluydu. Aslında çok güzel bir gün geçirmişlerdi. Asel her zaman mutlu hissettiği yerde, sahnedeydi. Ablası kocasıyla romantik bir akşam yemeği geçirmiş ve son derece huzurluydu. Akça ise teyzesinin mükemmel biri olduğunu düşünürken mutluydu. " Pekala, biz birazdan kalkarız. Sende Akça'yı sakinleştirip yatır lütfen, saat geç oluyor. " Asel ablasını onaylayıp telefonu kapattı. Akça'yı yatması için ikna etmesi uzun sürse de sonunda yatağa geçmişlerdi. " Bana uyumam için şarkı söyler misin? " reddedilemez tatlılığı ile ona umutla bakan Akça teyzesinin onaylamasıyla güldü. " Tamam ama sonra hemen uyuyacaksın. " Asel saatine baktı. Akçayı ikna etmek ve yatağa sokmak düşündüğünden daha uzun sürmüştü. Çoktan on bire çeyrek vardı. Ablası dediği gibi birazdan kalkmamışlardı herhalde çünkü neredeyse bir saati geçmişti ve gelmeleri gerekirdi. " Ninni söylememi ister misin? " diyerek takıldı çocuğa. Asel gülse bile Akça gülmemişti ve somurtmuştu. " Tamam tamam kızma. Hmm.. Bir bakalım sana ne söylesek ki? " Saat 22.45' i geçerken Asel aklına gelen ilk şarkıyı biraz daha yavaş söyleyerek mırıldanmaya başladı. " Duvarları, maviye boyadım. Maviyi çok seversin. Penceremde menekşeler dizili, Sularken şarkı söylersin. Gramofonda eski alaturka, Hoşuna gider bilirim. O yaz evinin içinde Denize nazır... Sabaha kadar bekledim seni. Birden, dalgalar dedi ki, gelmeyeceksin. Dalgalar dedi ki, gelmeyeceksin. " Dalgaların gelmeyeceğini söylemesi gerçek olduğunda o viraneden çıkıp haykırabilecek misin? " Birden çıktım viraneden. Koşa koşa indim kumsala. Acı acı sövdüm sonra Yüzümü kırbaçlayan rüzgara. " Kaç rüzgar kırbaçlayacak yüzünü? " Birden çıktım viraneden. Koşa koşa indim kumsala. Acı acı sövdüm sonra Yüzümü kırbaçlayan rüzgara. " Akça uyuduğunda Asel odadan sessizce çıktı. " Acı acı sövdüm sonra Yüzümü kırbaçlayan rüzgara. " Ölüm, yelkovan ve akrebi kovalarken en son gece yarısına tosladılar. Yukarıda bir melek uyudu, dışarıda uyuyan melek oldu. Karanlığın izbe yollarına kanın kokusu yıllar öncesi gibi yayıldı. Adı sanı bilinmez bir melun ayağa kalktığında yatanlar önce hesap sordu sonra o meluna dönüştüler. İntikam için geri gelecek olan kandır. Yere akıttığınız kanlar, sizi boğacak olanların kanıdır. İntikamı kan ödeyecek. Telefonun zil sesi salonu doldururken saat gece birdi. Koşarak yetişti ve ablasının aradığını gördüğünde içinde engel olmak istemediği bir rahatlama baş gösterdi. " Abla! Saat kaç oldu niye haber vermedin!? " diye kızdı. O yaz evinin içinde, Denize nazır... Sabaha kadar bekledim seni... " Merhaba, Göksel Lerzan'ın kardeşi ile mi görüşüyorum? " Birden dalgalar dedi ki, Gelmeyeceksin. " Ben .... hastanesinden arıyorum. Ablanızı eşiyle beraber hastaneye kaldırdık. Yakını olarak gelebilir misiniz? " Dalgalar dedi ki, Gelmeyeceksin. " N..ne? " ağzını açıp sormak istedi, Nasıl olur? Neden? Diye. Ama ağzını açsa bile konuşmak mümkün olmadı. İninden çıkmış habis kan, boğazını sıktı. Kan konuştu; Şuan ne olduğunu anlamıyorsun ama anlayacaksın. Ve anladığında er ya da geç isteyeceksin. İntikam. 10 Sene Sonra... Asel Koçer Mayıs ayının sonuna yaklaşmamızla sıcaklar artmıştı. Sabahları ve akşamları hava soğusada öğle saatleri için aynı şeyleri söyleyemezdim. Bu yazın daha sıcak olacağını şimdiden anlayabiliyordum. Gecenin soğuğu kemiklere işleyen cinstendi hala. Her zamanki gibi üzerimde ki battaniye ile televizyon karşısında pinekliyordum. Akça uyuyalı bir kaç saat oluyordu ve ev televizyonda ki filmden gelen gürültüler dışında sessizdi. Uzun bir süre sessizlikle savaştığınızda aslında sessizliğin bile sesini duyabiliyordunuz. Cızırtılar gibi. Kafa ütülüyordu ve dikkatli bakmasam bile açık olan televizyon akıl sağlığımı koruyordu. Evde ki sesi arıyordum. Eski sesleri. Yıllar geçse bile o sesleri aramayı bırakamamıştım. Akça evde yokken ya da odasındayken, gece uyuduğumuzda bile televizyon hep açıktı. Çünkü sessizlikten nefret ediyordum. Başını kaçırdığımdan hiçbir şey anlamadığım filmden gözümü çekip elime telefonumu alıp sosyal medyaya girdim. Eski hesabımı kullanıyordum hala. Bir çok mesaj ve beğeni birikmişti hatta hesabımı gizliye aldığım için takip istekleri de bilhassa iki üç katıydı. Takip ettiğim bazı magazin sayfalarının attığı postlara baktım. Yeni çıkan ünlüler ve mankenleri tanıtan bir sürü post vardı, bende yorumlarını yazan kişileri okuyordum. Bazıları komikti, bazıları ise iğrenç... Bir zamanlar her gün beni de paylaşırlardı. Sahnede ki halimi, sesimi, röportajlarımı... Bazen imreniyordum hatta kıskanıyordum da ama bunların benim için çok geride kaldığını biliyordum. Zaten ünlü olan ben değildim, Mimozaydı. Diğer posta geçtim. * Uzun zaman önce yıllarca gündemde kalan, genç yaşına rağmen güçlü sesi ile Dünyaca ünlü şarkıcı olan Mimoza'ya rakip mi doğuyor? * Detaylı bilgi için kaydırınız... Yana kaydırdım. * Yerli şarkıcımız sesi ile bir çok programa katılmış ve birinciliği elde ettikten sonra kendi şarkıları ile sahnede yerini almaya başlamıştır. Sesi ile tüm kalpleri büyüsü altına almaya başlaması ile akıllara tek bir kişi geliyor; Anonim şarkıcı Mimoza. Müzik dünyasına ismini altın harflerle kazıdıktan sonra bir anda ortadan kaybolan şarkıcıyı gölgede mi bırakacak? Yurt dışından göz kamaştırıcı teklifler alan sahnenin yeni yıldızı, tüm teklifleri reddettiğini kısa süre önce bizimle paylaştı. Röportaj için linke tıklayınız... * Linke tıklamadım. Mimoza zaten gölgede kaldı, kimin nasıl bıraktığı artık çokta önemli değil. Ayrıca düşünmem gereken şeyde bu değildi. Telefonu anlayamadığım bir sinirle koltuğa attım. Akça bu yıl üniversite sınavına girecekti, en azından üniversiteye gideceğini umuyordum ama anlayamadığımız bir rahatsızlığı vardı. Hastaydı ve aylardır geçmek bilmemişti. Bu şekilde sınava girebileceğinden şüpheliydim. Yarın ki doktor randevusunda neler olduğunu anlamayı umuyorduk. Koltukta, sıcak battaniyenin altında saatler geçti. Ne zaman uyudum, ne zaman uyandım farkında bile değildim ama kapalı perdenin arkasından parlayan güneşi seyrediyordum dakikalardır. Uyuşmuştum, sanırım az uyumamdan ve koltukta yatmanın etkisiydi. Kendimi zorla kaldırıp saate baktım. Sekiz - yirmi bir. Aslında uyanmam gereken saatte uyanmışım. Kahvaltı yapıp çıkarsak randevu saatine ancak yetişebilirdik. Ayağa kalkıp balkon kapısını açtım daha sonra mutfağa geçip kettle'a su koydum. Su kaynerken elimi yüzümü yıkamaya gittim. Suyu ılıtıp yüzümü yıkadım. Aynaya yansıyan aksimle birkaç saniye bakıştım. Yorulmuş biri vardı aynada ama kimdi tanıyamıyordum. Yüzümü havluyla kurularken bile gözleri üstümdeydi. Bende baktım ona. Göz kırpışı bile yavaştı, o benliğimden uzaklaşan kişiydi. Daha fazla bakmak içimi sızlattığından ışığı kapatıp mutfağa geçtim. Kaynayan suyun altını kapatıp çayı demledim. Kahvaltılıkları masaya dizdikten sonra ocağa iki tane yumurta koydum. Yumurtalar kaynarken üzerimi giyinmeye odama geçtim. Dolaptan hiç düşünmeden siyah bir pantalon ve siyah düz crop giyip, onun üzerine de ince ve kısa kot ceket giydim. Ceketi ilerleyen saatlerde çıkaracağımı biliyordum ama şimdilik giysem iyi olurdu. Makyaj masasına geçip göz altıma kapatıcı sürdüm, gözlerime de rimel sürdükten sonra zaten düz olan saçlarımı tarayıp odadan çıktım. Akça'yı uyandırmadan önce yumurtanın altını kapattım ve genç adamı uyandırmaya odasına girdim. Her zamanki gibi dağınıktı. Tek kişilik yatağında yüz üstü yatıyordu. Bir elini yastığının altına soksa da diğeri yastığın üstündeydi. Ayrıca sağ ayağı da özgürlüğünü ilan edercesine yorganın altından çıkmış ve yataktan sarkmıştı. Haline gülüp geniş penceresine uzandım. Perdeyi çekip camı açtığımda odaya dolan güneşten rahatsız olmuş gibi mırıldandı. " Kalk hadi mızmız herif! Hastaneye geç kalacağız. " " İstemiyoruuum! " diye bağırıp yastığı başının üstüne bastırdı. " Git, çık odamdan! " işte klasik ergen tripleri. " Kalkıp üstünü giyinip yatağını toplayıp ve elini yüzünü yıkayıp mutfağa gelmen için sadece yedi dakikan var beyfendi. Umarım anlaşılmıştır. " diye ufacık tehdit edip odadan çıktım. Ben yumurtaları hazırlayıp masaya koyduktan iki dakika sonra Akça içeri girdi. Ben ve benim tehditlerim... " Günaydın. " diyerek masaya oturduğunda çayları koyuyordum. " Sana da günaydın. " dedim bende. Uykusundan uyandığında her zaman huysuz oluyordu. Sabah sabah bazen beni yorsa da alışmıştım. Akçada benim gibi üstüne siyah pantalon ve siyah kısa kollu tişört giymişti. Kesinlikle üzerine kot ceketini giyecekti çünkü ben uyumlu olmayı seviyordum. Kahvaltıyı yaptıktan sonra hızlıca topladım ve evden çıkıp arabaya bindik. Trafikle beraber uzun süren yolculuğun sonunda hastanedeydik. *** Benim kaderim, gözyaşlarıyla yazılmış, uğursuz ve kapkara bir gelecekti. Herkes anlaşmalı ve senkronize bir şekilde kötü bir ninni fısıldıyordu kulağıma. Hayat'ın şarkısı bana 'lanetli' diyip duruyordu. Evet, benim uzun zaman önce elde ettiğim lanetim kötü hayat koşullarımdı. Şanssızlığımdı. Ben bundan kurtulamıyordum. İşin en kötüsü peşimde birini daha sürüklüyordum. Ciğerlerimi yakıp kavuran, göğüs kafesimi dağlayan, kemiklerimi inim inim inleten bir acıydı bu. Herkes acı çekerdi. Bu insan olmanın kurallarından biriydi ama böylesi... Böyle olmamalıydı. Ruhum bu kadar kanamamalıydı. " Sık sık öksürük, göğüs ağrısı, solunumda sıkıntı, çoğu gece aniden ateşlenme, iştahsızlık... Testte çıkan trambositlerin sayısı ve hemoglobin miktarı da oldukça orantısız. " elinde ki kâğıtlara bakarak büyük bir dikkatle her saniye ölüm fermanımızı yazan doktoru elimden geldiğince dikkatli dinlemeye çalışıyordum. " Akça Bey, vücudunuzun herhangi bir yerinde şişlik hissediyor musunuz? " Ben bu soruları biliyordum. Hayır..lütfen... Akça ne diyeceğini bilemiyormuş gibi vücudunda gezdirdiği gözleri telaşlıydı. En sonunda renkli gözleri yere sabit kaldığında donuklaştı. Mimiklerinden anladıklarımla zaten ecel terleri dökmeye başlamıştım. Zaman, acıyı daha derinden hissetmemizi ister gibi yavaş akıyordu sanki. " Hayır, " derin bir nefes aldı. " hissetmiyorum. " Doktor keskin gözlerini tekrar kâğıda çevirdiğinde zehir saçan ağzını eliyle ovaladı. " Henüz bir şey demek için erken sizi de korkutmak istemem ama her şeye hazırlıklı yaklaşmak ve olasılıkları değerlendirerek hareket etmek daha mantıklı olacaktır. " dedi ve kâğıdı bıraktıktan sonra gözlüğünü çıkararak gözlerini de ovuşturdu. " Asel Hanım, tekrar diyorum, bunu demek için henüz erken fakat ben Akut lösemiden şüpheleniyorum. Bunun için daha kapsamlı testler ve tetkikler yapacağız. İşlemlere ne kadar erken başlarsak o kadar iyi. Korkutucu geldiğinin farkındayım fakat daha öncesinde de aynı savaşı verip galip gelmişsiniz. Tekrardan sırt sırta verirseniz üstesinden gelebileceğinize inanıyorum." bla bla bla... Saçma sapan öğütler. Nereden anlayabilirdi ki? O sadece karşı taraftan yardımcı olan biriydi. Nasıl anlardı bu acıyı? Çaresizliğe defalarca sürüklenmeyi nasıl anlardı ki? Bunun nasıl bunaltıcı, nasıl ölümcül olduğunu asla anlayamazdı. Defalarca küfrettim içimden. Doktor konuşmaya devam ederken, bize süreçleri anlatırken... Yaşamak zorunda olduğum bu cehennemden nefret ettim. Boğazıma çöreklenen iblisin ellerinden nefret ettim. Rahat bir nefesi, rahat bir uykuyu çok gören zalim kaderimden nefret ettim. Tüm bunların sorumlusu olduğum için nefret ettim kendimden. Defalarca! Bana fragman gibi gelen günler hızlıca geçip giderken ben sanki kenarda bitkisel hayattaydım, unutulmuş gitmiş ruhumla yaşantımı izliyordum. Doktorumuz Aykut Bey'in dedikleri sadece birkaç günde tescillenmişti. İçimi dökmek istiyordum; artık evrensel boyutlara taşan kara okyanusu ne kadar anlatsam da bitmeyecek gibiydi ama yine de söküp almak istiyordum o acıları oradan. İşe yarar mıydı? Sonra yatış işlemleri gerçekleşti. Özel hastane olduğu için bizimle yakından ilgileniyorlardı ve hiçbir test es geçilmiyordu hatta sıklıkla kontrol altında tutuluyordu. İki ay gibi bir süre acı içinde yavaş yavaş geçti. Terapi yüzünden çoğu gece uykusuz geçiyordu. O çok sevdiğim saçları yavaş yavaş dökülmeye birkaç gün önce başlamıştı. Kemoterapinin bazı yan etkileri kendini gösteriyordu; kusma, ateşlenme, halsizlik falan filan. İyi hiçbir şey yoktu. Aykut Bey bize iyi ve kötü hiçbir şey dememişti henüz ama ben görüyordum. Benim canım son iki aydır her gün karşımda eriyordu. Sanki anadan üryan bir şekilde alevler içine atılmıştı ve ona kimse yaklaşamıyordu. Hijyene dikkat edildiği için odaya doktor dışında kimse alınmıyordu. Zaten kimsemiz olmadığı için bir sorun teşkil etmiyordu ama ben her gün iki kere duş alıyordum ve hatta genellikle ona dokunmamaya dikkat ediyordum. Dokunacaksam da ellerimi dezenfekte ediyor ve ağzımdan eksik etmediğim maskem ile yanına gidiyordum. Oda da tek banyo bulunduğu için iki kere eve gidip geliyordum ve Akça'yı bir süre yalnız bırakıyordum, gerçi o da bu sürede uyuduğunu söyleyip şikâyet etmiyordu. Aslında hiçbir şey demiyordu. Gündüzleri ağzını bıçak açmazdı, onunla dalga geçtiğimde bile sadece sırıtıyormuş gibi dudakları sahte bir oyun oynardı. Geceleri onu uyuttuğumu düşünüp uyuduğumda bazen ağlamasına uyanıyordum fakat ona çaktırmıyordum. Eğer geceleri, benden gizli gizli ağlıyorsa ve bunun için tüm gün bekliyorsa görmemeliydim diye düşünüyordum. O arkamda sessizce için için ağlarken sakin kalarak uyuyor numarası yapmak o kadar zordu ki... Sanki kafamın altında ki yastık diken olmuştu da beynime baskı yapıyordu. O iç çektikçe ben nefessiz kalıyordum da sakince uzanıyordum orada. Size çaresizliğin ne demek olduğunu anlatamam, gösteremem veya hissettiremem. Zaten sizde bilmek istemezsiniz. Anlatsam sağır kalırsınız, göstersem kör olursunuz, hissettirsem hissizleşirsiniz. Çaresizlik işte bu, tam olarak öyle bir şey... Kimsenin görmek, duymak veya hissetmek istemeyeceği şeyleri, kader diyerek yaşadığımız kederdir çaresizlik. Akça çok fazla bunaldığı için doktordan yalvar yakar sadece geceleri ve bahçe dışında bir yere çıkmamak koşuluyla bu odadan çıkma izni almıştım. Geceleri kimse olmuyordu ve hastane dışı olmadığı içinde yine birilerini görmüyorduk ve sadece on beş dakika, daha fazlası değil. Ama bir, bir buçuk hafta önce Akça'nın bir anda bayılmasıyla bu iznimizde iptal olmuştu. Çokta umurumda değildi gerçi benim için önemli olan tek şey Akçaydı. Sevdiğim her şey ama her şey elimden alınıyordu ve bu yavaşça, alıştıra alıştıra olmuyordu. Bir anda ansızın yok oluyordu her şey. Akça'nın bile ne zaman benden alınacağın bilmiyordum ve bu korku aynı kanser hücresi gibi ruhumda büyüyordu, ne yazık ki bunun tedavisi de yoktu. Yine öyle bir günün sabahındaydık, saat neredeyse öğle vakti olmuştu. İkimizde öylece ne oynadığını bile bilmediğimiz televizyona bakıyorduk ama izlemekten çok uzaktık. Neler olacağını düşünüyor ve düşündükçe batıyorduk. Çırpınıyorduk, çıkıyoruz sanıyorduk ama daha çok battığımızı boğulunca anlıyorduk. İnsan olmanın kurallarından biriydi bu değil mi? Kapının tıklatıldığını hayal meyal duyduğumda kendime geldim. Yayıldığım koltukta düzgün bir pozisyon aldığımda dışarıya seslendim. " Gelebilirsiniz. " Aykut Bey elinde tuttuğu birkaç dosya ile odaya girdi. " Tünaydın ikinizede. " dediğinde Akçayla beraber gülümseyip aynı şekilde karşılık verdik. " Kendini nasıl hissediyorsun Akça " Umursamazca cevapladı. " Aynı. Sadece biraz midem yanıyor. " Doktor gülümsedi. " Merak etme daha iyi olacaksın. " diyip bana döndü, " Asel hanım aslında sizinle konuşmak için geldim. " Merakla " Tabi, " dedim. Allahım, lütfen kötü bir şey demesin. " Dışarıda konuşsak daha iyi olur. " diyerek kapıya yöneldiğinde bende oturduğum yerden kalktım. Peşinden dışarı çıktıktan sonra kapıyı da örttüm. " Buyrun? " Aykut Bey düşünceli gözüküyordu. Gözlerinde ki soru işaretlerini görmemek için kör olmam gerekirdi. " Konuya direkt gireceğim. Akça'nın başlayan nöbetlerinden sonra bu durumu uzman bir meslektaşıma danıştım. Kendisi Dünya çapında ünlü bir Onkoloji profesörüdür. Normal şartlarda bir doktorun başka bir doktora hasta göndermesi çok nadir ve kritik anlarda gerçekleşir fakat telaşlanmanıza gerek yok. Yarın Özel Zerenler hastanesine sevk edileceksiniz. " " Telaşlanmayın diyorsunuz ama neden bir anda farklı bir hasteye sevk edildiğimizi anlamadım. " diye karşılık verdim. Kendisiyle çelişen cümleler kurup, emrivaki bir şekilde bunu dile getirmesini anlayamamıştım. Önce bana danışılması gerek miyor muydu? Şey teknik olarak hiçbir konuda bir kadına danışmaya gerek duyduklarını düşünmüyorum. " Akça'nın sağlığı için en doğru yol bu olacaktır. " dediğinde içten içe sinirlensem de dışarıdan bunu belli etmedim. Kendince, işini başından atan bir doktorumuz vardı. İki aydır hiçbir bok beceremediği ve hala durumun kötüye gittiğini düşündüğümde aslında fena fikir sayılmazdı. " Doğru, haklısınız. Sonuçta burada iki aydır tedavi görüp hiçbir gelişme kat edemediysek, dünyaca ünlü onkoloji profesöründen destek almamız daha mantıklı olacaktır. Sabah sekizde hazır oluruz. " dedim ve ona konuşma fırsatı vermeden odaya geri girdim. Hiç sorulmuyordu; durumunuz müsait mi, sizin için uygun mu? Çok zor sorular değildi ya da ince düşünülmesi gereken bir konu değildi... sadece insan olmakla ilgiliydi. İnsan olan bunları sormasını bilirdi. Önüne gelen doktor olmamalıydı. " Sanırım konuşma iyi geçmedi? " umutsuz gözlerle benden cevap bekleyen Akça'ya döndü bakışlarım. Tek kişilik hastane yatağında ayaklarını uzatarak oturuyordu. Rahat etsin diye sırtına dayadığım yumuşak iki yastığa rağmen rahat değildi. Gerçi o yastıkların çoğu gece nasıl can acıttığını çok iyi bilirdim. Onu rahatlatmak için gülümserken yatağın yanında ki koltuğa doğru yürüdüm. " Hayır, aslında bakarsan çok iyi geçti. Ünlü bir onkoloji profesörü var, doktorumuz sonuçlarını onunla paylaşmış ve bizi kendisinin tedavi etmesini istemiş. Aykut Bey bana sordu bende olur dedim. " " Yani yarın başka bir hastaneye mi gideceğiz? " " Evet. Daha geç olmadan eve gidip geleyim. Birkaç saate işim biter, istediğin bir şey var mı? " Bu devirde kadın olmak zordu. Günümüz şartlarında geç saatlerde tek başına sokakta olmak tehlikeliydi. En azından geç olmadan eve gidip temiz eşya ve birkaç kişisel ihtiyaçları almam iyi olurdu. Akşam geldiğimde de burada ki eşyaları toplardım. " Hayır, dikkat et. " dediğinde gülümsedim ve çantamı, eşyalarımızı koymamız için odada bulunan dolaptan aldım. " Sende. Çok sıkılırsan arayabilirsin. " Eve uğramam ve tekrar hastaneye dönmem yaklaşık beş saat sürmüştü. Kirli çamaşırları yıkamış ve asmıştım. Yenilerini yerleştirdikten sonra da haliylr bir duş almıştım. İşim düşündüğümden uzun sürmüştü. Şimdi hastanenin otoparkındaydım. Çantaları arabada bırakmayı seçerek odaya koşarak çıktım. Akça'yı uzun süre tek başına bırakmak istemiyordum. İçeri girdiğimde Akça bu sefer yatakta sağına dönmüş ve televizyon izliyordu. " Selaam " diyerek biraz enerjik olmaya çalıştım. Yataktan kalkıp gitmeden önceki pozisyonunu aldığında o da " Selam. " diye karşılık verdi. Hiç de enerjik değildi. Öyleymiş gibi bile yapmıyordu. Yanında ki koltuğa oturdum. Saat çoktan beşi geçtiği için "Dünkü tedavin için test yaptılar mı ? " diye sordum. " Yaptılar ama testleri yeni hastaneye göndereceklermiş bu yüzden yarın öğrenecekmişiz. " diye cevap verdiğinde sadece 'hmm'ladım. Bu son konuşmamız oldu. Sessiz geçen bir kaç saatte televizyona baktık. Genelde hep böyleydik. İki kelam laf ederdik başka bir şey konuşmazdık. Bir şey istemezdi. Bir şey belli etmezdi. " Asel? " diye seslendiğinde ona döndüm. " Efendim canımın içi? " Gözleri televizyondaydı ama izlemediği dalıp gitmesinden belliydi. " Bana şarkı söyler misin? " diye sorduğunda nefesimi tuttum. Bu da nereden çıktı şimdi? En son ne zaman Akça'ya şarkı söylemiştim? Hatırlayamıyorum bile. Sormak istedim ama soramadım. Sorduğumda vaz geçebilirdi, saçma bulabilirdi. Sadece arada sıkılınca mırıldanırdım ama artık bende söylemek istemiyordum yine de Akça'nın isteğini geri çeviremezdim. Sormalı mıyım? " Söylemek istemezsen sorun değil. Sadece bir an seni tekrar şarkı söylerken duymak istedim. " Hala bana dönmemişti. Yüzüme neden bakmıyordu? Sakin ol...sakin... Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. " Ne söylememi istersin? " söyleyecektim. Onu geri çeviremezdim. Dudağını bükerek " Bilmem " dedi. Henüz on sekiz yaşındaydı. Hayatın getirilerini karşılarken çok küçüktü. Benimle beraber yürümeye başladığı yolda henüz kederin ne olduğunu bilmiyordu. Aynı benim gibi... Bende bilmiyordum. Kendimce ilerlediğim karanlık bir yol vardı, çevresi uçurum mu, önüm açık mı, kestiremediğim kör bir yolum vardı. Yabancısı olduğum bir korkuydu bu ve ben o korkuyu, notaların arasına gömüp kendimi şarkılarla şekillendirmeye çalışmıştım. Ne büyük yanılgıydı... oysa kendimin farkında bile değildim. Ne kadar az yol aldığımı görmemiştim, elimde ki yalandan, geçici oyuncak zaferlerime sığınmıştım. Hepsi yalandı. Akça ile tek başıma kaldığımda bu gerçekle sınanmak, dizlerimi paramparça etmişti. " Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün hatalarım. Övünmem bu yüzden, bu yüzden kendimi özel, önemli zannetmem. " parçalar şimdi göz pınarlarıma batıyordu. Kaçarım yoktu artık, geri dönüşü yoktu. Ben, elinde yalandan zaferleri olan, verdiği her savaşı, kaybetmiş bir kızdım. " Küçüğüm daha çok küçüğüm bu yüzden bütün saçmalamam. Yenilmem bu yüzden Bu yüzden kendime hala güvenizliğim. " hatırladığım her an acılarım cam kırıkları gibi göğsüme saplanıyordu. Hissettiğim her yenilgi beni öldürecek cinstendi. " Ne kadar az yol almışım Ne kadar az yolun başındaymışım meğer. Elimde yalandan kocaman, rengarenk geçici oyuncak zaferler... " sahnede, elimde bir mikrofonla yapamayağım şey yokmuş gibi hissettiğim tüm anlar bana kılıç çekmişti. O zaman ki gülümsemelerimle, haykırışlarımla kazanıyorum sanmıştım, hayatı toz pembe sanıyordum. Şimdi çekilen kılıçların ruhumda sallandığını biliyordum. Daha hiçbir şey yapamadığımı ve bir hiç olduğumu farkındaydım. " Ne kadar az yol almışım Ne kadar az yolun başındaymışım meğer. Elimde yalandan kocaman, rengarenk geçici oyuncak zaferler.. Küçüğüm daha çok küçüğüm Bu yüzden bütün korkularım Gururum bu yüzden Bu yüzden çocuk gibi korunmasızlığım Küçüğüm daha çok küçüğüm Bu yüzden sonsuz endişem. Savunmam bu yüzden Bu yüzden bir küçük iz bırakmak için direnmem. " sözler dilimde kesikler açarak ilerlediğinde daha fazla devam edemedim. Ne zaman kapattığımı bilmediğim gözlerimi açtığımda, nemli gözlerimin ardından yanaklarıma süzülen ıslaklık, içimi dağlayan acılarımdı. Sanki şarkıyı söylememiştim, o acıyı yakarmıştım. Bakışlarımı Akça'ya çevirdiğimde yüzünde ki hüzünlü gülümseme ile bana baktığını gördüm. Onunla aynıydık. İkimizde kendimizi suçlayacak kadar masum, cezayı üstlenecek kadar gözü karaydık. Sorsan kendimize vefasızdık ama birbirimize merhametli... " Neden bir anda şarkı söylememi istedin? " diye sordum. Akça aynı ifade ile bakışını ellerine indirdi. " Durumumun farkındayım Asel, sadece nasıl sonuçlanacağını çözemiyorum ama kötüye gittiğimi de biliyorum. Sana bunca yıl yük olduğumu düşündüm. Seni en sevdiğin şeyden alıkoyduğuma inandım. " n-ne? " Mimoza'yı ilk kez sahnede gördüğümde seni de ilk kez tanıdım. Mutluydun Asel. " Bana döndü. Benimse dilim tutulmuştu ve hazırda bekleyen yaşlarım yerlerini almıştı. " Yıllarca bana baktın ama bir daha sahneye çıkmadın, bir daha bana bile şarkı söylemedin. Ben seni zorlamak istemedim ama bazen sana çok sormak istedim. Sana bunları yaşattığım için üzgünüm. " derin bir nefes aldı. Diyeceği şeye kendini hazırlıyordu sanırım ama ben hazır değildim. " Ben, sanırım kendi sonumu düşünüyorum. " gülümsedi. " ve sonra senide düşünüyorum.. " Ellerim titremeye başlamıştı. Üzüntümden mi yoksa böyle düşünmesine kızdığımdan mı çözemiyordum. Kendini bunca şeye nasıl inandırmıştı? Ben mi sebep oldum böyle düşünmesine? Benim yüzümden mi bu kadar şeyi içinde tuttu? Siktir, buna ben mi sebep oldum? " A-akça, " kekelemiştim ama ben konuşabilmeme şaşırıyordum. " ben sana ne zaman durumumdan şikayetçi oldum? Sana bunun hakkında bir kez bile bir şey dedim mi? " " Hayır ama haklı olduğumu biliyorum. Seni de tanıyorum, sen sevmesen bile karşı taraf seviyor diye istemediğin şeyi yapan birisin. Bunun lafını açmadın çünkü yine beni düşünüyordun. " kendi kafasında tamamen kurmuştu. Ne dersem onu yanıltırdım, bana inanırdı? " Evet seni düşündüğüm doğru. Hemde günün her saati. Sen benim ailemsin Akça. Sen ölüm döşeğinde olsan bile ben sana yıllarca bakarım. Bunun lafını asla yapmam ama böyle düşünmene o kadar kırıldım ki... sana mı kızayım yoksa senin böyle düşünmene sebep olduğum için kendime mi bilemiyorum. " " Asel- " lafını kestim. " Açıklama duymak istemiyorum Akça. Ben biraz bahçeye çıkacağım. Uyu sende. " diyip çantamı da aldığım gibi kapıya yöneldim. Çıkmadan hemen öncede " Ayrıca... bir daha benden ayrılmayı düşünürsen o zaman olacaklardan ben sorumlu olmam. " dedim ve odadan çıktım. Tut kendini. Yalnız kalana kadar tut. Aptal! Verdiğin kararların, yaptığın sorumsuzlukların nelere mal olduğunu gör! Nelere sebep olduğunu... Ah, o şarkı... ne kadarda bizdik.... Binanın arka kısmına yürüdüğümde tek kaldığım an göz yaşlarımı daha fazla tutamadım. Yaşlar patır patır dökülürken sarsılmamı durduramadım. Neden güneş artık bize doğmuyordu? İçim çıkana kadar ağladım. Artık takatim kalmadığında elim çantama gitti. Paketten bir dal sigara çıkardığımda yakıp derin bir nefes çektim. Sıkıldım artık. Bitmiyor, dinmiyor, geçmiyor. Hayat sanki ikna olmamış gibi hep zorluyordu. Sanırım Akça'nın dedikleri bende bir şeyleri uyandırmıştı çünkü yaşadıklarım, gördüklerim aklıma geliyor ve durmaksızın tüm gece ağlayasım geliyordu. Alışılmışın dışında art arda üçüncü sigaramı bitirdiğimde derin derin nefesler alıp kendimi telkinliyordum. Güçlü kişiler, güçlükte yaşayanlardır. Ağlayan insanlar güçsüz değil, yorgundur. Yorgun kişiler ise rahatlamak ister. İçimdeki okyanusta fırtınalar koparken, gelgitleri kıyılarıma vurup duvarlarımı aşındırırken ben gökyüzüne baktım. Rahatladım. Yorgunum ama güçlüyüm. Güçlü olmak zorundayım. *** Sabah yedi civarı, gün henüz ağırmışken kahvaltı öğününün dağıtımına uyanmıştım. Bir saat kadar sonra gideceğimiz için Akçaya hızlı hızlı yemesini tembihlemiştim. Ben iki lokma bir şey yiyip eşyalarımızı toparlamaya başladım. Dün olanlardan sonra odaya çıktığımda Akça uyumuştu. Bu benimde işime gelmişti çünkü o an onunla konuşabilecek psikolojiyi kendimde bulamamıştım. Ağlamanın getirdiği rahatlamayla tüm vücudum gevşemiş ve günün yorgunluğu ile de uykuya kısa sürede dalmıştım. Akça, bir şey demiyordu. Elini yüzünü yıkamaya kalktığında veya yemek yerkende benimle iletişime geçmedi. Aslında ona başka bir şey demek istemiyordum ve en iyi yanıtında bu olacağına inanıyorum. Yani umarım fazla geç olmadan beni anlardı. Oda da artık toplanacak bir şey kalmadığında ikimizde hazırdık. Saat tam sekizde odanın kapısı çaldı. " Gelebilirsiniz. " diye seslendim dışarıya. Gelen bizimle ilgilenen hemşirelerden biriydi. " Günaydın, " diyip odada göz gezdirdi. " Sanırım hazırsınız, sevk edileceğiniz ambulans hazır. İsterseniz çıkabiliriz. " dediğinde onaylamıştım. Akça kendi yürüyebildiği için hemşire bana çantaları taşımamda yardımcı olmuştu. Ben ambulansı arabayla takip edeceğim için önce Akça'nın bindiğinden emin oldum. Bu sırada Aykut Bey aracın önündeydi. " Günaydın Asel Hanım. Gerekli işlemler halledildi. Yeni hastanenizde odanız hazır bir şekilde sizi bekliyor. Aynı zamanda, bu güne dek yapılan tüm testler ve kemoterapi geçmişi ilgili kişiye transfer edildi. Umarım ki Akça çabucak sağlığına kavuşur. " Hiçte samimi gelmiyordu artık. Resmen maddi durumları kenara bırakıp başka hastaneye gittiğim için seviniyordum. " Teşekkür ederiz Aykut Bey. Gerçektende sayenizde Akça'nın daha iyi tedavi göreceğine inanıyorum. " dedim ve gülümsedim. Adam yaptığım iğnelemeyi hemen yakaladı. " Dünkü konuşmanızı yok saymaya çalışıyordum ama görüyorum ki siz aynı saldırganlıkla konuşmaya devam edeceksiniz. Ben hastam için en iyisini düşünerek hareket ediyorum hanımefendi. " dedi tüm ciddiyeti ile. Güldüm. Gerçekten mi ya ? Sabah sabah, zaten gidiyordum, tüm hıncımı alasım gelmişti. " Lütfen doktor, direkt size hitaben tek kelime etmedim. Alınıyorsanız siz bilirsiniz. " diye karşılık verdiğimde karşımda ki herifin gerildiğini anlamıştım. Kimmiş saldırganlaşan? " Asel Hanım, " sözünü kestim. " Diyecekleriniz bitti herhalde. Ambulansı daha fazla tutmayalım. Size iyi günler. " diyip arabama yöneldim. Pekala her neyse. Ambulansın hemen arkasında ilerlerken gözümü yoldan ayırmıyordum. İçerisinde hasta taşıdığını belli etmek amaçlı çalan siren sesinden hiçbir kırmızı ışıkta durmuyorduk. Bir süre sonra hastanenin girişine geldiğimizde tabelaya baktım. Özel Zerenler Hastanesi. Ambulans yeni hastanenin kapısında durduğunda peşinde bende durdum. Kapıda beyaz gömlekli bir doktor ve yanında iki tane mavi üniformalı hemşireler vardı. Araçtan indim. Akça da benimle aynı anda indiğinde hemen yanına vardım. Doktorumuz 1.80 boylarında, kır saçlı fakat saçında ki beyaz tutamlara rağmen dinç ve dinamik duran biriydi. Geniş bir vücudu ve sert duran bir çehresi olsada şuan karşımda gülümserken pekte sert durmuyordu. " Günaydınlar, " diyip elini önce bana uzattı. İlk önce bir kadınla selamlaşan doktor. " Ben Gediz Zerenler. Sizinle ilgilenecek olan doktor benim. " Ağzım açık kalmış bir şekilde adama saf saf bakıyordum. Mekanın sahibi mi bizimle ilgilenecekti? Vay canına, " Asel Koçer, teyzesiyim. " pekte fiyakalı olmamıştı. Adam elimi sıkıp bana sempatik bir şekilde gülümsedi. Kafasını sallayıp bu sefer Akça'ya döndü. " Sende meşhur hasta, Akça olmalısın. " diyip elini ona da uzattı. Akça elini sıkıp gülümsedi ve " Evet, Akça Lerzan. " |
0% |