@mehmetrauf
|
Süreyya, canı sıkılanlara mahsus bir tahammülsüzlükle “Çılgın kız!” diye söylendi. Balkona açılan büyük kapıdan parmaklığa dayanmış dışarıya baktığı görülen zevcesi dönüp “Lakin bu gece hava ne güzel!” dedi. Bu nisan gününün saat on birde başlayan yağmuru yarım saat sonra dinmiş, nemnak bir hudaretin fevkinde şimdi zerrin incileriyle lacivert bir sema titriyordu. Topraktan, ağaçlardan intişar eden ratıp nefehatta müessir bir nüfuz vardı. Genç kadın pencerenin kenarına dayanarak bir-iki uzun nefes aldı; her nefes aldıkça hayatı artıyormuş gibi oh çekiyordu. Sonra hâlâ sigarasının dumanlarına bulanmış, zebun-i şita bir tepe gibi muzlim ve mağmum duran Süreyya’ya doğru gelerek elinden tuttu, kaldırmak istedi. “Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak gezip eğlenenlere haksız yere kızmaktan daha mı iyidir? Haydi, biz de çıkalım...” Süreyya’nın bu gece canı pek sıkılıyordu. “Adam bırak!” dedi. Pederine dargınlığını bütün köye teşmil ediyordu. Sayfiyeye çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş fakat bu sefer de sahil bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyükbabalarının vaktiyle gelip nasıl budala bir hesapla “şu taş ocağında” yaptırdığı bu köşk onları her sene başka yere gitmekten menediyordu. Bütün kış o Boğaziçi’ni kurarken yine koşup geldikleri “şu çöplük”, çocukluğundan beri yaşaya yaşaya usandığı bu hâlî çöl, onu artık çıkıp gezmekten menedecek kadar bıktırmıştı. Pederine karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki hayatın aleyhinde bulunmak için her şey kendisine bir vesile oluyordu. Bunun için her günkü hayatında ekseriya şen olan Süreyya, buraya naklettikleri on günden beri hemen daima sisli, pür tuğyan, hatta o kadar sevdiği zevcesi Suat’a karşı bile hemen hiçbir sebep olmayarak haksız davranıyordu. Suat’ın kendi kolunu tutan elinden çekip yanı başına oturarak ve kendisine dargın olmadığı için tebessüm etmek lazım geldiğini tahattur ederek firari, nursuz bir tebessümle “Şimdi hep çamur oluruz; toprak toprak değil ki... İki dakika yağmur yağdımı haddin varsa yürü! Bastığın yerden ayağın bir okka çamurla beraber kalkar…” dedi. Genç kadın beş senelik derin bir mukarenetin verdiği nazar-ı nüfuzuyla pekiyi fark ettiği bu neşesizliğin “Pek sıkılıyorsun galiba?” “Evet, sorma... Patlıyorum. Burası zaten yaşanacak bir yer mi? Allah’ın kırı... Hele bu yemekten sonraki saatler... Sabahleyin yemeğe kadar, akşamüstü... Hasılı her zaman insan boğuluyor. Herkes böyle birer köşede eziliyor. Kendimi bostan kuyusunda zannediyorum.” Suat, kaşlarında bir endişe inhinasıyla gözleri daha ziyade karararak kaç senedir bu aynı yerde, aynı hayatta, şikâyet için hiçbir hal görülmeden geçirilmiş mesut günleri düşünerek sükût ediyordu. Bir aralık “Evvelden hiç böyle söylemiyordun!” demek istedi. Fakat neye yarayacaktı? Ufak bir mazeret, adi bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi? “Bari sen git, oralarda kal, biraz eğlenirsin!” diyecek oluyordu, fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki zevcine karşı kalbindeki derin irtibatın sevkiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun bunu fark ederek, münkesir olduğunu görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sade zevahir namına uğraşılmış olacağını düşünüyordu. Çünkü asıl kabahatin köşkte olmadığını hissediyordu. Kabahat şu sebebini düşününce kalbini sızlatan can sıkıntısında, ne kadar aşk ve irtibatla geçerse geçsin beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde, bu kalplerin, kalb-i beşerin eskimeye olan kabiliyetindeydi ve o, kadın, bu acı tefekkürle başını eğip sükût ederken Süreyya söyleniyor, şikâyet ediyordu. Belki ellinci defa olarak: “Ah büyükbabalarımız” diyordu. “Anlaşılmaz hesaplarla bu cehennem köşelerinde bağ yapıp gelip kapanacaklarına, ne olurdu şu İstanbul’u İstanbul eden güzel yerlere gitselerdi... Sonra bir babanın budalalığı bütün bir aileye bir maraz-ı irsi oluyor, bütün ahfat gelip onlar gibi bu köşelerde çile doldurmaya mecbur oluyorlar. Bağ, üzüm... İşte floksera da hepsini berbat etti ya... Bir yer değil ki... Bak babam elindekini avucundakini sarfetsin, bu tauna karşı koyabilir mi?” Sonra birdenbire köpürerek: “Ah bu çöl” dedi, “şimdi farzet ki Boğaziçi’nde yahut mesela Adalar’dayız. Deniz yok mu deniz? En sıcak havalarda bile insana can verir. Serin, mavi, latif. Halbuki burada poyraz çıkacak diye ta saat sekizi, dokuzu beklemeli. Duman, duman... Külhan gibi. Sonra manzaranın mahdudiyeti, yekrenkliliği... Düşün Suat, bir sandalımız olurdu. Sabahları erken yahut akşamları geç vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım. Mehtap olsun, olmasın, oranın geceleri ne güzeldir.” Süreyya söylerken hülyaya terk-i nefs ediyor, sahihen orada, denizdeymiş gibi mahzuz olarak tarif ediyordu. Zevcinin yerine muhakeme eden Suat “Lakin mademki bu mümkün değil!” demek istedi. Fakat yine kendini menetti, zevcinin şu küşayiş zamanında bu söz kanatlarını tutmak gibi olacak, fazla olarak bu adem-i imkân mülahazası onu yeniden iğzap edecekti. Bunu Süreyya kendi söyledi: “Fakat işte mümkün olmuyor, babam razı değil. Çünkü... Çünkü istemiyor, sevmiyor, hepsi işte ondan. Eğer o istese biz mesut olacağız. Bak, saadetimize ne kadar ehemmiyetsiz bir mâni var...” Sonra elini kaldırıp gayr-i meri bir düşmanı tehdit eder gibi “Ah para!” diye söylendi. Hiç olmazsa elli lira lazımdı. “Elli lira” diyor, sonra meyus olarak “ve bunu bulmanın imkânı yok...” diye köpürüyordu, imkânı yok, elli lira bulmak kabil değil. Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere kapıp götürürdüm! Suat “Oh ne iyi olurdu!” diye sevindi. Süreyya başını çevirip zevcesinin sürurla parlayan siyah gözlerine bakarak devam etti: “Ne mesut olurduk Suat, ne mesut olurduk... Hem asıl senin için, vallahi bütün senin için istiyorum. Sen söylemiyorsun fakat ben fark ediyorum ki gelip burada kapanmak seni fena ediyor; bir kere havasızlık, sıkıntı. Biz papaz değiliz ki bu manastırda yaşayalım. Hayat kalabalık, güzel hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan, kalpleri birbirine bağlayan bu rabıtaları o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimibaşka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatta senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da kendi kendime hiçbirisini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey var ki hiçbirinde rast gelmiyorum. Öyle bir şey ki işte bütün endişelerim senin yanında mahvoluyor. Ruhuma bir şifa, bir sükûn geliyor. Dudaklarını gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip toplandığını, orada sana mülaki olmaktan mesut olarak kaldığını hissediyorum. Bahusus şimdi bana öyle geliyor ki ben dünyada senden başka hangi kadını alsaydım hiçbirisiyle senin gibi olamayacaktım. Senin gibi böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma kadar samimi...” Böyle söylerken hemen dudaklarının yanında Suat’ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp dudaklarından ayırmıyordu. Suat zevcinin sözlerini dinleyerek sükût ediyordu. Süreyya bu elin ipek nescini uzun uzun koklayarak bir inilti halinde “Ah Suat” dedi, “sen de olmasaydın...” Genç kadının mesut ve sakit bir istifsarla bakan gözlerine girerek kalbinden kopan bir samimiyet sesiyle “Sen de olmasaydın, ölürdüm Suat” dedi, sende bir hüzün lerzesi var. Suat sakit ve müteheyyiç duruyordu. Zevcinin bu galeyan zamanlarında o daima sakit kalır, söylemek istediklerini böyle söyleyemediğinden nagehani taşan deraguş arzularıyla boğularak, bütün irtibat-ı ateşlerini ancak sükûtla hapsederek ezilirdi ve hâlâ böyle yeni bir gelin gibi kızarıp hissiyatını ne bir sözle, ne bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu. Heyecanla ruhundan çıkan sayhaları hazmederdi. Bu hal, kalbini daha ziyade hararetle zevcine raptederek ruhu ona karşı böyle zamanlarda, kayaları parçalayıcı bir çağlayan huruşuyla tehacüm gösterirdi. Şimdi yine kendi kendine itiraf ediyordu ki bu anda Süreyya için hayatını isteseler mesut olarak verirdi. Beş senedir kendini ne taziz ettiğini, bir erkek namına ne büyük fedakârlıklarla hiç başka kocalara benzemeyerek nasıl münhasıran kendini sevdiğini, bütün muamelelerine, bütün tavırlarına kendisi için nasıl bir şefkat, nasıl bir hilm vererek yaşadığını pek güzel fark edi‑ yordu. Hayat-ı sabaveti ebeveyninin imtizaçsızlıkları içinde makhur geçtiği için her türlü tasavvurunun fevkinde bulduğu bu karı koca hayatı onu ebedi minnettar etmişti. Sözle o kadar münasebeti olmayanlara mahsus derunilik sayesinde yürüttüğü ince, derin mülahazalarıyla bu münasebetin ne gibi şeylere taalluk ettiğini fark etmiyor değildi, bahusus gittikçe eski ateşin azaldığını, eski hararetin her gün biraz daha itidale döndüğünü görüyor, müdekkik, rakik nazarıyla hepsini hissediyordu fakat aralarında bir şey hiç azalmıyor, daima artıyordu ki o da samimiyetti. Zevcinin samimiyetinden hiçbir zaman şüphe etmek ihtimali yoktu. Her gün, bir gün evvel yine şüphe etmediği samimiyeti daha çoğalmış görüyordu. O derecede ki izdivaçlarından bir sene sonrayı şimdi düşündükçe, o zaman teyit-i irtibat için pek kâfi, pek kavi gördüğü derece-yi samimiyet bugünküne nispeten hiçti. Bugün “O zaman nasıl emin olmuşum?” diyeceği geliyordu. Ve o zamanın hararet ve iştiyakı bugün duçar-ı inhilal olmuşsa da kendisi müdebbir ve mütefekkir bir kadın temyiziyle bu samimiyeti evvelkilere müreccah görerek o inhilalden hasıl olan hüznü defe çalışıyordu. Süreyya tekrar parasızlıktan şikâyet ederek “Bak” dedi, “bak Suat, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor? Sonra biz de adamız değil mi, zevcesini mesut etmek için elli lira bulamayan erkek...” Zevcini böyle âciz görmek istemeyen Suat o öyle düşünmesin, zebun görünmesin diye “Fakat ben seni böyle daha çok seviyorum” dedi. “Herkes zengin olabilir fakat senin gibi olamaz.” Sonra Süreyya’nın kederlerini dağıtmak için ilave etti: “Mademki sen beni kapıp bir yalıya götüremiyorsun, bari ben seni alayım da balkona olsun çıkarayım. Gece o kadar güzel ki istifade etmemek cinayet sayılır.” Bu esnada bahçeden gecenin bir köşesinden tiz, parlak bir kahkaha daha geldi. Suat pencereye doğru yürüyerek “Bak hemşirene, o hiç senin gibi düşünmüyor” dedi. Süreyya da balkona çıkmıştı. Orada bir hasır koltuğa düşer gibi oturarak “Yanında Necip var mı?” diye sordu. Suat öbür sandalyeden pelerinini almış örtünüyordu. Gülerek cevap verdi: “Galiba.” “Kocası babamın yanında değil mi? Tuhaf izdivaç, tuhaf koca, tuhaf karı... Hususiyle tuhaf karı.” Suat gülerek “Hususiyle tuhaf koca” dedi. O zaman birbirlerine karşı fikirlerini müdafaa ettiler. Süreyya’nın iddiasınca her işte olduğu gibi bunda da babasının bir su-i tedbiri neticesi olarak fena bir izdivaç yapmış olan hemşiresi Hacer, izdivacının bu daha ilk senesi olduğu halde zevcinden soğuyarak aralarında aleni bir kayıtsızlık hükümfermaydı. Fatin, her türlü tasavvurun fevkinde, bayağı bir efendi çıkınca bir kuş gibi şen, biraz ince ve hoppaca olan Hacer için bu derin bir nefreti mucip olmuştu. Süreyya tek tük ağaçlarla uzayıpta karşıki dağların eteğine kadar giden bağa doğru bakarak tekrar ediyordu: “Çılgın kız! Zavallı Necip, geldi geleli elinden çekmediği kalmadı. Geldiğine bin kere pişman olmuştur.” Necip, Süreyya’nın halazadesiydi ki ara sıra köşke misafir gelirdi ve Süreyya genç, güzel, zarif Necip’i düşünerek eniştesi Fatin Bey’i görüyor, yağlıymış gibi parlayan ensesi, yüzü, daima bir istifade ümidiyle yan bakan küçük hilekâr gözleri, biraz yüksek omuzlarının üstünde yemek yerken bir hayvan şekli veren öne eğilmiş büyük başıyla nasıl iğrenç bir sima olduğunu kabul ederek Hacer’e hak vermek istiyordu. Fatin Bey ötede gayur bir mülazemetle “Yok, bana öyle geliyor ki Fatin’in yerinde kim olsaydı Hacer yine böyle olacaktı. Onda hâlâ çocukluktan kalma bir afacanlık var ki artık mazeret filan kabul etmez. Kendisini gören mektepten kaçmış, komşu evinde oyun oynayan bir mahalle kızı zanneder.” Suat müdafaa etti: “Oo, rica ederim bey, haksızlık etme. Hacer’i daima kabahatli görmeye o kadar alışmışsın ki artık her ne yapsa fena görüyorsun. Bahusus düşün, zavallı kız! O güldükçe bir şey beni tırmalıyor gibi geliyor.” O zaman Hacer’in düğünden evvelki halini tarif etmeye başladı. Genç kızın nakil ve itiraf ettiği ümitlerini, emellerini, bütün o genç kızların kadın oldukları zamana dair hülyalarını anlatarak sonra karşısında birden böyle kaleminde otura otura, ihtiyar memurlar arasında büyüyerek ihtiyarlaşmış, tembelleşmiş bir zevç bulunca ne hale geldiğini gösteriyordu. “Şimdi düşün” diyordu, “faraza... İşte mesela Necip Bey, ona pekâlâ bir koca olabilirdi. Öyle biriyle birleşip otursaydı, zanneder misin ki Hacer böyle olurdu? Daha doğrusu böyle olsa, belki tabii gelirdi. Vakıa şimdi Hacer evvelkinden titiz, evvelkinden hırçındır ama yemin ederim ki fena kalpli değildir. Sen kardeşisin ama benim kadar bilemezsin, kadın kadını daha iyi tanır.” Süreyya kendi kendine söylenir gibi “Necip, evet, Necip pek iyi olurdu. Hatta validem de böyle izdivaç iyi olmaz!” dedi gitti. Ondan başka ben de düşündüm ki Necip hemşireme pek muvafıksa da fakat hemşirem Necip’e hiç layık değildir. Layık olmak şöyle dursun, hatta muvafık bile değildir. Necip’e daha iyi terbiye görmüş, daha ağırbaşlı, daha ince bir kadın lazımdır. Hem Necip evlenmekten ölümden kaçar gibi kaçar.” Suat gülüyordu: “Ama Necip Bey tuhaftır, ‘Bence evlenmek ölmektir!’ der durur!” “Necip için gelip böyle bir bucağa kapanarak kalmak, baharı, bütün yazı böyle geçirmek. Oh, bunun imkânı yoktur. O serbest alışmış, gezmeye, eğlenmeye alışmış... Ona bekârlık hayatının cazibelerini unutturup kendine bağlamak için ben kadın isterim... Hacer mi? Hacer, Necip’e kendini bir ay sevdiremezdi. Bizim terbiye ettiğimiz kızlar ne olacak?” Suat yeniden güldü: “Aman beyefendi duymasın, yine neler söyler...” Süreyya omuzlarını kaldırarak sükût etti. Hava gittikçe serinliyor, rakit hava sanki hep su oluyordu. Gece, berrak, altın pullar mavi tülleriyle titreyerek incimad ediyordu. Suat pelerininin içinde büzülerek: “Soğuk” dedi, “istersen içeri girelim.” O anda aşağıdan bir ses yükseldi, “Pek soğuk pek!” diyordu. Bu Necip’in sesiydi. Suat eğilerek “Biz içeri kaçıyoruz” dedi. Hacer soğuktan bozulmuş sesiyle “Ama bütün bütün kaçmayınız, biz de salona geliyoruz” dedi. Salona geçtikleri zaman Suat camları kapadı; Hacer, Necip dışarıdan gürültüyle geliyorlardı. Kapı şiddetle açılarak Hacer içeri atıldı, pelerininin yüksek yakasındakaybolmuş küçük çehresi mosmor kesilmişti. Koştu, elini Suat’ın boynuna sokarak “Üşümüş müyüm bak?” dedi. Necip pardösüsünü çıkarmış, oraya bırakıyordu. Süreyya ona doğru yürüyerek “Eğer Hacer hasta olursa, seni tutacağım Necip” dedi, sonra elini alarak: “Bak senin elin de donmuş!” Necip gülüyordu. “O halde beni yine Hacer Hanım kurtarır. Zira bu kabahatte ne kadar az suçum olduğunu herkesten iyi o bilir. Bir türlü ikna edip buraya getiremedim. Evvelden öyle değildi, şimdi şair olmuş. Elinden gelse biçilmiş tartılmış şiir söyleyecek.” Hacer lambanın yanında, ayakta ellerini ağzına götürmüş nefesiyle ısıtmaya çalışarak kardeşine bakıyordu. Sonra omuz silkerek Necip’e döndü: “Sen korkma nafile” dedi. “Onlar hep sözdür. Biz o sözleri hep dinledik. Şimdi asıl senin yapacağın şey sobayı yaktırmaktır.” Necip sobayı yaktırmak için meşgul oluyordu. Suat dedi ki: “Durun Necip Bey, hizmetçiler onu bir saatte yakamazlar, bırakın bana... Siz yalnız söyleyiniz de ateş getirsinler.” Süreyya Hacer’in yanına gelmiş, ellerini eline almış tutuyordu. Hacer, Süreyya’dan korkmamakla beraber ondan daima bir ihtiraz hissederdi. Kabahatli çocuklara mahsus bahis değiştirmek fikriyle aynanın önündeki saate bakarak: “Ooo, saat daha üç buçuk... Yatmamıza daha vakit var. Bezik oynayalım mı çocuklar?” Süreyya cevap vermeyerek: “Sen küçük olmalıydın da Hacer” diyordu, “seni mini mini şamarlarla epeyce bir dövmeliydim. O zaman belki Necip Bey’in de intikamını alırdım.” Necip sobayı yakmak için Suat’a yardım ederek: “Benim intikamımı mı?” dedi. “Dünyada intikam kadar tanımadığım bir his yoktur. Bugün beni döven birini yarın biri döverken görsem, ağlayacağım gelir.” Şimdi soba alevi almış, odunlar telaşlı bir çatırtıyla yanmaya başlamıştı. Hacer Süreyya’nın elinden kurtularak bezik masasını düzeltmeye başladı. “Haydi beziğe, beziğe!” diyordu. Suat “Ben oynamam, bakarım” diye masaya oturdu. Necip, Hacer, Süreyya oynamaya karar verdiler. Onlar oynarken o seyrediyordu. Birden o kadar dalmış, gözlerinin önündeki şeylere dikilen nazarı onları görmeyerek başka âlemlere o kadar uzayıp gitmişti ki kendinin orada olduğunu oyun bittiği zaman fark etti. Necip Bey kâğıtları devşirerek “Dur bakalım daha” diyordu. Hacer önünden kâğıtları eliyle iterek “Benim canım sıkıldı” dedi. Süreyya “İşte gördünüz ya, bizim Hacer’le oyun olmaz” diye kâğıtları toplamakta Necip’e yardım ediyordu. Hacer “Efendim, Allah rahatlık versin!” dedi ve o gittiği zaman Necip kâğıtları bırakarak: “Tuhaf gelir ama hakkı da var ya” dedi. “Burada oturup da insan yine neşesini muhafaza edebilmek için sizin gibi olmalı. On gün kalmak kararıyla gelmiştim, galiba yarın ilk trenle kaçacağım. Burada nasıl hayat geçiriyorsunuz bilmem ki... Zorla insan cehenneme girer mi?” O zaman Suat, yarın istediği zaman buradan kaçabilmenin kocası tarafından da bir saadet diye telakki edileceğini düşündü. Süreyya’ya baktı, o demin zevcesine ettiği şikâyetleri şimdi Necip’e dinletmeye başlamıştı. Necip hep hak veriyor, kendinin bir lahza duramayacağını söyleyerek gittikçe kuvvet bulan kararıyla “Aman, hemen yarın kaçayım!” diyordu. Suat “Buradan nereye gidersiniz?” diye sordu. “Ada’ya. Şimdi ada gittikçe güzelleşir, İstanbul’un en güzel yeri bu ayda Adalar’dır. Dayıma gider kalırım. Hele pazar günleri o kadar kalabalık oluyor ki...” Süreyya daldığı sükûndan uyanarak: “Ben olsam, Büyükada’ya gitmem. Daha tenha bir yere. Öyle bir yer olsun ki ben kalabalık içinde olayım da yine orada yaşamayayım. Ben gitsem, mesela Heybeli’ye yahut Burgaz’a...” Necip gülerek “Aa, orada bir gün yaşayamam” diyordu. Sonra ikisine de bakarak ciddi bir tavırla “Siz ikiniz için oraları âlâdır. Fakat benim gibi yalnız yaşayan bir adam için... Eğer ben de sizin gibi olsam, hatta buradan ayrılmam” dedi. Süreyya gülerek reddediyor, burada insanın boğulduğundan, yaşamanın imkânı olmadığından bahsediyordu. O zaman Necip kabul etti: “Evet, evet, öyle bir yer olmalı ki insan kalabalıkta yaşamalı, fakat içine girmeden.” Onlar konuşurken Suat düşünüyordu ki zevci gibi kalabalığı sevmez bir adam değil, kalabalık içinde büyümüş Necip Bey bile kendine bir eş bulursa, burada zevcinin cehennem dediği bu köşede yaşamaya razıydı ve Süreyya’yı böyle, daima böyle pür küşayiş ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden muarra tutamamak ona büyük bir felaket gibi geliyordu. Ta amâk-ı mülahazatında bir ateş, bir küçük korku, bu felaketin sahihan büyümesi fikrinden mütevellit bir acı gittikçe kendini hissettirmeye başlıyordu. “Ne yapmalı Yarabbim?” diyordu ve Necip söz söylerken hep kendilerinden mesut ve muvafık bir eş gibi bahsettikçe, ona memnun ve minnettar bir Birden Necip’in “Hep kabahat daima aynı hayat sürülmekte...” sözü kulaklarını yırttı. Evet, değişmek lazım değil miydi? Eğer bugün yalnız vücuduyla zevcini her emelden muarra tutamıyorsa ve bunun sebebi hayatlarının daima yekrenk olmasıysa, bundan sonra o korktuğu âtiye tahakküm edebilmek için hayatını değiştirmeli değil miydi? Şimdiye kadar hayatlarını hiçbir hesapla tertip etmemiş, hep cereyan-ı vakayiye tabi bırakmıştı. Fakat bundan sonra idare etmek, tertip etmek lazım geleceğini anlıyordu. Hatta saadetlerinin bir halde devamı onları imlal değilse bile, melale sevkeden bir his içinde tutmaktaydı. Bu kendisine kâfi bir ders oluyordu. Evet, artık biraz suni olmalıydı ve bunu derin bir acıyla hissediyordu. O her türlü endişeden muarra tabii mazi-yi hayatı, hiçbir takayyüt olmadan bile fevkalemel bin neşeyle, daima gayr-i muntazır tebessümlerle gelen, hep güzelliklerle, hep sürurlarla gelen o sade hayat ona şimdi ele geçmesi muhal bir lütuf acılığıyla bir hüsran-ı matemiyle görünüyordu. Ah çocukları sağ olsaydı!... Ve bunu düşünür düşünmez her vakitki gibi ta ciğerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldururdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun bir ailede nasıl bir rabıta olduğunu, gayr-i kabil-i telafi zannolunan eşvaka muadil bir başkalık, bir yenilikle kalpleri nasıl mahfuz ve mesut ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun zıyaına şimdi bunun için de ayrı bir matem tutuyordu. Ah sağ olsaydı, onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı. Bu zıya kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki tekrar doğurmak için azîm bir korku, mukavemet edilmez bir içtinap hissediyordu. Ey, o halde? Bırakacak mıydı? Saadetlerinin böyle hiç görülmeyen, hissedilmeyenfakat tesir eden, tahrip eden ve bir gün bir büyük ceriha halinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı? Zevcini gittikçe bu melale mağlup, gittikçe bu melalin pençesinde o daha güzel geçen zamanlara mütehassir görüyor, bu tahassür büyüdükçe kendine ait tahassüsatın azala azala belki bir gün mâni kendisi addedilerek bütün bütün ihmal edileceğini farzediyordu ve kendi nüfuzunun zıyaından ziyade zevcinin başka bir nüfuza, daha kuvvetli bir nüfuza mağlup olması ihtimali, bu imkân onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı: “Ey, o halde?” Evet, uğraşmak lazım geliyordu. Fakat nasıl? Evvela onun istediğini yapmalıydı. Birden zevcine karşı kalbinde yer tutmuş muhabbet o kadar galeyan etti ki “Peki, sen de git, Necip Bey’le beraber sen de eğlen” diyeceği geldi. Fakat sonra kadınlığı ona bir takım manzaralar arz etti. Daima her zevkte müşterek oldukları halde şimdi onu kendisinin bigâne , mahrum kaldığı zevkler içinde gördü. Adi bir kıskanç, pek münhasıran yaşayan bir zevce olmadığı halde de buna tahammül edemedi; onu hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez fakat hep eğlencelerine iştirak etmekten de arzusunu menedemezdi. Birden fikrinde bir nur titredi; bu kendine o kadar gayr-ı muntazar bir şevk verdi ki oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı. Süreyya ile Necip hâlâ sözlerinde devam ediyorlardı. Şimdi Necip ona bir vaka anlatıyor, Süreyya dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın zevcini bahtiyar ve mesrur görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mesut etmek, onu hiçbir kadının mesut edemeyeceği kadar mesut etmek için o kadar namütenahi bir kuvvet-i kalp duyuyordu ki artık her türlü mevaniye karşı gelmek kendisi için bir sıkıntı değil, bir haz olacağını düşünüyordu. Yavaşça çıktı, zevci görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu o şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten Sabahleyin uyanır uyanmaz Suat’ın ilk işi hizmetçiye “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnunane kalkıp camları açtırdı. Mebzul bir güneş gecenin rutubetini silik, bitap buharlar halinde oraya buraya dolamış, rüzgârsız havada bunlar asılmış kalmıştı. Ta uzakta üzerinde tek tük köşklerle ağaçlar kaynaşan bir ovanın ortasında ufka kadar deniz görünüyordü. Süreyya’ya “Acaba Necip Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya bir koltuğa uzanmış düşünüyordu. Bunun üzerine kalktı, “Sahi ama daha gitmemiştir; gidecek olsaydı, gece veda ederdi. Dur bir kere bakayım” dedi ve camlı kapıyı açarak köşkün üç tarafına muhit olan balkonda yürüyüp öbür cephede bir pencerenin önünde durdu. Necip pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu. “Ben seni uyuyor zannettimdi.” “Ooo, saat bir; bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı. Bahusus ben buranın asıl sabahını severim. Şehrin harıltısı içinde yaşadıkça insana biraz sükûn, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.” “Evet, burada muvakkat oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir.” Necip ilerde kütüklerin arasında entarisiyle dolaşarak yanındaki bağcıyla bir şeyler konuşan beyefendiyi göstererek: “O sizin gibi düşünmüyor” dedi. Süreyya hiddetle omuzlarını kaldırdı: “O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse...” Güneş tatlı bir nevazişle ihsas-ı hararet etmeye başlamış, pencerelerden giren ziya içerinin nim gölgesinde handahand iltimalarla teressüm ediyordu. Sükûnet içinde hızlı sesle bahçede konuşan beyefendinin lakırdılarını işitiyorlardı. Süreyya “Annem geliyor” dedi. Balkonun öbür tarafından validesi geliyordu. Gülerek bahçede babasını gösterdi. Süreyya başını sallayarak “Gördük!” dedi. Hanımefendi Necip’e rahat edip etmediğini soruyor, Süreyya ona vakit bırakmayarak “Garip sual!” diyordu. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi... Şimdi sıcak gittikçe ateşlenerek her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız, bir külhan gibi şiddetle yanmaya başlar. Hiç o zaman gelip sormazsınız; ‘Nasılsınız, terliyor musunuz, boğuluyor musunuz?’ demezsiniz. Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli.” Arkadan Suat’ın sesini işittiler. Gülerek hanımefendiye “Vallahi benim kabahatim yok valideciğim” diyordu, “o kabil değil bu sene burada oturmayacak.” Hanımefendi gülerek “Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür” dedi. Süreyya müstehziyane “Evet, sayenizde!” diye söylendi. Necip dedi ki: “Ne iyi olur vallahi. Bir küçük yalı. Karı koca istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.” Suat, birden kalbi atarak sordu: “Otuz liraya mı?” Süreyya annesinin elini tutmuş, ona şikâyet ediyor, yalvarıyordu. Validesi gülerek başını sallıyor, “Kabil değil, imkânı yok” diye tekrar ediyordu. Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince “Ben nereden bulurum?” diyordu. Süreyya “Ah sizde ne çıkınlar vardır!” diyor, validesi gülerek “Otuz lira... Mümkün değil. Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyor musun?” diye eğleniyordu. O zaman Süreyya hiddetle: “Evet, hakkın var” dedi, “fakat ben maaşımla ancak boğazımızı temin edebilirim. Evvelden peşin otuz lira... Bunun için borç mu etmeli?” Onlar konuşurlarken Suat zevcine işittirmemeye çalışarak Necip’e dedi ki: “Bugün gidiyor musunuz?” Ve öteki tereddüt ederken burada kalmak onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek bir rica sedasıyla ilave etti: “Bugün kalınız.” Sonra bunu da kâfi görmeyerek “Kalınız, size ihtiyacım var” dedi. Bu seda, bu tavır o kadar esrarengiz, o kadar tatlıydı ki Necip hatta müteaccip bile görünmeden baş eğdi. |
0% |