Yeni Üyelik
10.
Bölüm

10. Bölüm

@mehmetrauf

Suat’ın şakaklarında evvela soğuk bir ter, sonra şiddetli bir hararet, bütün başını harap eden bir nabazan hasıl oldu. Derin bir iğrenme içinde bu tasavvurun ne kadar hainane, ne kadar murdar bir şey olduğunu düşündü. Sonra dadısının sözlerini dinlemediği halde de “Meydan vermemeli” diye kulaklarını yırtan söze hak verdi. Fakat nasıl meydan vermemeliydi? Hem onlar ne yapıyorlardı? Necip’e karşı lazım gelen muameleden fazla mahremiyet ve ülfet mi gösteriyordu? Demek ki bu sözü söylemek için bu kadarı da kâfiydi? Sonra birden “Ya o da öyle düşünürse!” diye zevcini düşündü. Demek ki onun da böyle düşünmek ihtimali vardı. Fakat Süreyya’yı böyle fikirlere inecek kadar adi bilmediği için kesb-i sükûnet etti.

Şimdiye kadar Hacer’i herkese karşı o kadar müdafaa etmişken artık bu ispatla bir daha buna cesaret edemeyeceğini anlıyordu. Onda iğrenilecek bir hal, bir yılanlık buluyordu. Bu kadar fenalığı ondan değil, kimseden beklememişti. Bir lüzum olmayınca böyle hiçten bir zehir çıkarmak için insanın nasıl bir kalbi olacağını düşünüyordu.

Bu fena söz yalnız birkaç saatlik bir meşguliyet verip unutulacak zannederken şimdi görüyordu ki bu Necip’le bundan sonraki hayatını külliyen müşkül, adeta muhal bir hale koymuştu. Böyle bir söz çıkmak, başkaları tarafından da buna inanılmak ihtimali onu ürkütüyordu. Demek hiçbir vakit Necip’le evvelki kadar tabii, sade bir muamele edemeyecekti. Onu evvelki gibi telakki edemeyecekti. Bu kadar sade bir hayat içinde böyle sözler çıktıktan sonra... ve bunu çıkaran, çıkarabilen, böyle bir söz çıkınca bila-muhakeme kabul edebilecek halde olan insanlara karşı yeni tehevvür eden bir kin hissediyordu.

Bundan sonra onu düşünmeye, ona dair bir söz söylemeye, belki zevci de bir şey hisseder diye ondan bahsetmeye cesaret edemiyor, hatta kendinden, gelmesini kemal-i memnuniyetle bekleyişinden bile şüphe ederek korkuyor, sonra bu endişelerin gelip harap ettiği rahatını düşünerek “Yazık oldu!” diyordu. Demek bundan sonra Necip’le hayatı artık bütün bütün değişecekti. Belki onun gelmemesini mucip olacaktı. Buna esef ediyordu. Sonra bu kadar ehemmiyet verdiğine de şaşıyordu. Halbuki Necip öbür gün gelecekti ve Süreyya’yla karar vermişlerdi ki artık onu alıkoyacaklardı. O halde zevcini bu fikirden vazgeçirmek için bir çare bulmak lazım geliyordu. Zaten onun hayatı böyle zevcinden gizlenecek, ondan gizli yapılacak şeyler, hayatı tertip için hesaplar, mücadeleler başladığı günden beri harap olmuştu. O zamana kadar alıştığı tabii hayat artık böyle sahte, mürettep, zevahiri muhafaza edilen, bevatınla mücadele edilerek geçirilen bir fena hayat olmuştu. Ve bundan sonra buna daha elim esbap karışıyordu.

Halbuki kendinden gizlemiyordu ki Necip’le hayatlarının bozulmasını o lakaydane telakki etmiyordu. Necip hayatlarını şenlendiriyor, birleştiriyor, bahusus musiki müsamereleri onun için hazırladığı havaların hayretleri bütün o şimdiki tahammül edilmez hayatını bir parça emelnüvaz yapan haller mahvoluyordu. Halbuki mecburdu. Zira Süreyya’nın kulağına bu söz giderse, ya ikna edilirse ihtimallerini def için hepsine veda etmek mecburiyetinde olduğunu görüyordu.

“Zavallı Necip!” diyordu. O hiçbir şeyden şüphe etmezken haklarında böyle fena şeyler söylendiğini duysa, ne kadar esef ederdi. Bu darbeyle sade ikisi mecruh olduğu için bir kederde iştirak ona bir nevi merhamet ve rabıta hasıl ediyordu. Onu burada alıkoymamak için ne çare bulacağını düşündükçe bulamıyordu. Bu o çarenin olmamasından ziyade bir karar verecek metanet ve huzur-i fikri olmamasından neşet ediyordu. O kadar ki Necip’in geleceği gün yetiştiği halde henüz bir karar vermemişti. Gelmese bütün bu zahmetlerden kurtulacağını düşünerek “Şimdi gelecek, bu vapurla gelecek” diye heyecanla her vapuru beklediği halde, akşam olup da Necip gelmeyince memnun oldu. Hem o gün Süreyya da İstanbul’a indiğinden o burada yokken gelirse diye korkuyordu. Bunun için kendine kızıyor, saf ve masum olduğu için bu ihtiyatlara bir lüzum, böyle korkmak için bir şey olmadığını söylüyor, maahaza yine korkuyordu.

Süreyya da ancak son vapurla gelebildi ve o kadar zebun göründü ki Suat merakla ona baktı. Süreyya uzun uzun sükût ederek sonra “Ah Suat, felaket!” dedi.

Suat “Ne oldu Allah aşkına, ne var?” diye telaş etti.

Öteki tereddüt ederek “Necip” dedi. Suat yüreği ağzına gelmiş, gözleri korkudan sabit ve boş bir nazarla “Ne oldu?” diye soruyordu. “Bir kaza mı?” Hayır, bir kaza değildi fakat daha fena bir şey. Necip üç gündür bağda tifodan ölümle pençeleşiyordu. Ve Süreyya oturup terini silerek “Ah görsen Suat, görsen” diye büyük bir kederle anlatıyordu. Dört saat yanında oturmuştu da kendini tanımamıştı, ölü gibi yatıyordu, iki gündür hiç kendini bilmiyor, kimseyi tanımıyor, ateş içinde yanıyordu. O anlatırken bütün vücudunu ezip kırıp hurdahaş eden asabi bir titreme, soğuk terlerle karışık, vücudunu çözen bir titremeyle, büyük felaketlerde gelen zaaf-ı asapla Suat oraya dayanmış dinliyordu. Evvela biraz rahatsızmış, ehemmiyet verilmemiş. Nihayet evvelki gün yemekten kalkmışlar, merdivenden çıkarken Necip yüzükoyun yere düşmüş, kaldırmışlar, kendini bilmiyormuş. Hekim yok, bir hekim bulup getirinceye kadar bir gün geçmiş. Bakmışlar ki tifo.

Süreyya bunu anlatarak iki sözde bir “Bir görsen Suat, bir görsen... Üç günde ne hale gelmiş” diye şikâyet ediyordu. Nihayet “Hep bekleşiyorlar. Anbean ölümünü bekliyorlar. Ah, nereden gittim?” dedi. Suat ezilmiş bir harekete gayr-i kadir, sükût ediyordu. Zevcinin büyük eleminden yanında kalbi Necip için sızladıktan maada Süreyya için de parçalanarak ne yapacağını bilmiyor, sersem kalıyordu. Öbürü hastalık, hayat hakkında birçok şeyler mırıldanıyordu, iki günde hastanın ne hale geldiğini tekrar anlatarak “Keşke görmeseydim” diyordu. Hekimlerin tayin ettiği bir tehlike müddeti olduğunu söyleyerek “Artık ondan sonra kurtuldu diyeceklermiş” diyor, “fakat üç hafta hasta bu hale nasıl mukavemet edecek? Ah gitti, Necip gitti!” diye şikâyet ediyordu.

O söylerken Suat müphem, uzak bir şey düşünüyormuş gibi bu ölümler, bu afetler varken üç gündür kendini işgal eden şeylerin ne kadar miskin ve zelil şeyler olduğunu görüyordu.

Bütün gece zevç ve zevce için bir leyl-i elem ve matem oldu. Son zamanlarda zaten eski neşe ve şetaretini kaybetmiş olan muhadaraları bu gece bütün bütün melul geçti. Her an “Öldü!” haberini almaları muhtemel olduğunu düşündükçe son derece müteellim, endişnak, mustarip oluyorlardı. Süreyya tekrar gitmemek fikrinde olduğu halde Suat kadınlara mahsus bir mihribanlıkla bağa koşmak, belki bir işe yaramak ateşiyle yanıyor ve zevcinin o kararı önünde bu arzusunu söyleyemiyordu. Burada durduğu müddetçe merak ve ıstırabından yaşayamayacağını hissediyor, her an haber-i meşumun vürudu ihtimaline hedef olmaktan mütevellit endişeyle öleceğini görerek ne olursa olsun gidip hastanın yanında, başı ucunda bulunmak, bir felaket olsa bile orada bulunmak istiyordu. Onun kimsesiz olduğunu düşünüp orada Hacer’in hoppalığı, hanımefendinin her şeye bakmak mecburiyeti arasında ölüme terk edilmiş gibi gelen Necip’e yetişmek bir vazife olduğunu görüyor ve içini yakan ateşin şiddetini, arzusunun kuvvetini söyleyemediği, itiraf edemediği için kızıyordu. Ah, hâlâ o sefil iftirayı, o mülevves bühtanı mı düşünüyordu?

Bu bir elim ve müziç hafta oldu. Bir mücadele ve eza haftası, ateşli, hummalı bir tereddüt ve şüphe haftası oldu. Süreyya Suat’ın birçok emsalini gördüğü üzere pek çok merak ettiği şeyi bile ihmal eder görünen sükûtilikle “Bir şey olsaydı, haber gelirdi” diye gitmeye razı olmuyorken o haykırmak, “Lakin sen kendin söylüyordun, kendin ağlıyordun. Daha iki gün evvel dayanamayacağını söyleyen sen değil miydin? Şimdi nasıl böyle sabrediyorsun?” demek istiyor ve sahiden bunu söylemiş de Süreyya’yı fazla merak ve ateşe taaccüp ediyor görünen soğuk ve istifsarkâr gözleriyle, donuk bir şüphe nazarıyla görüyor gibi olarak, onun kendini bu kadar meşgul bilmesinden korkuyordu. İdaresini muhafaza edemediğini, bu kadar meşgul olduğunu görünce onun da akima korktuğu gibi bir şüphe gelir diye içtinap ediyordu. Bu kadar telaşa, bu kadar korkuya sebep bulmayarak sahiden bir şey mi var dediği ve bu kadarına bir aşk diyebilirler mi diye tereddüt ettiği oluyordu. Fakat o fazla bir muhabbetle bir hastayı düşünmekten ibaret olan bu merakı masum buluyordu. Bununla beraber, zevcine bu kadar hiddet ve şiddeti mucip olacak dereceye gelen merakını herkes, kendinden başka kim haber alsa haklı olarak her şeyi söyleyebileceklerini düşünmek onu zirüzeber ederek “Ne yapayım? Bu bir felaket. Ben masumum ya” demek için yoruluyor ve bu yorgunluk içinde, böyle içinden çıkılmaz bir giriveye düştüğü için meyus olarak “Yarabbim, Yarabbim, ne yapmalı?” diye inliyordu.

Ve bu ne muayyen, ne müphem, bazen azîm bir korkuyla bitab-ı irade, bir teslim-i nefsten, bazen mahuf bir cehd-i mukavemetle kuvvet-i kalpten mürekkep bir cidal oldu. Şiddetle denize atılıp tabakaları yarmak için mecra-yı sukutunu gayr-i muntazam yırtan bir taş düşüşü gibi gayriihtiyari taammuk eden bir kabulle giderken birden bir tuğyan, bir mukavemet, bir inkâr tehalükü hasıl oluyordu. Fakat o taş sukutundan geri kalmıyordu. Bütün kütle-yi maniayı zur ve cehtle yırtarak, adeta bir tehalükle iniyor, kalbine kadar iniyordu.

Bir hafta sonra bir haber geldi, hastanın halinde bir tebeddül yoktu. Hekimlerin söyledikleri gün bekleniyordu. Süreyya “Demek korktuğumuz gibi değilmiş. Allah verse de” diyordu, fakat hem merak eden hem merak ediyor görünürken sakin kalabilen Süreyya’ya kızan Suat için bu haber bir teselliyi mucip olmuyordu. Necip’i Süreyya’nın tarif ettiği halde günlerce bihaber tasavvur ettikçe rahat etmek kabil değildi. Bu endişenin hastalıkla başladığını görüp onunla biter diye düşündüğü zamanlardan sonra öyle saniyeler oluyordu ki Necip artık hayatına külliyen karışmış, ondan fekk-i rabıta etmek gayr-i kabil bir şeymiş gibi görüyordu. Bazen bu saniyeler dakika olurdu, o zaman korkular başlar, titrer, düşünmemek isterdi. Öbür haftanın sonuna doğru bir gece rüyasında Necip’i ölmüş ve kendini onun ölüsü üstünde saçlarını yoluyor gördü. Oh, bu mahuf bir rüya, namütenahi zulmetli bir geceydi. Necip ölmüş, orada yatıyordu ve o bütün vücuduyla ağlayarak “Necip! Necip!” diye haykırıyordu. Bu feci, matemalud bir ses, bir ağlamaydı. Uyandığı zaman yüksek bir yerden düşmüş gibi vücudunu hurdahaş buldu. Fakat ağlamak hâlâ mevcuttu, yalnız yaş çıkmıyordu, çeneleri kilitlenmiş, şakakları ateş içinde terlemişti. Birden bu terleri buz gibi hissetti. Bir saniye bilmeyerek, sebebini bulamayarak ağlamak arzusuna mukavemet edemedi. O feryat, o “Necip! Necip!” feryadı hâlâ sürükleniyordu.

Ve bu kendisini bütün bütün harap etti. İşi korktuğundan daha ciddi bulmaktan titriyor, Hacer’in bir fena sözünün unutulmamasından hastalığın verdiği sadmeden mütevellit bir zaaf-ı asap ve evham diyordu, fakat artık oraya gitmekten korkuyordu. Onu o halde görüp pek müteessir olmaktan endişe ediyordu. Halbuki bu sefer Süreyya gitmek istedi, bugün “Yarın bağa gidelim!” dedi. “Hayır, gitmeyeceğim” demek mümkün değildi. Sebep göstermek lazım gelecek, belki bir şey keşfettirecekti.

Hem bunu mukavemet-i kalbiyesine karşı bir sebep bulunca, bütün arzu-yi ruhunun esiri oldu ve tehalükle, telaş ve heyecanla hazırlandı. Daha şimdiden kalbi çırpmıyor, şimdiden korkuyordu.

Bu elim ve cansuz bir ziyaret oldu. Asabını kıran bir raşe-yi muannideyle ölerek, yorgun hasta, onun yanına böyle girdi ve Necip’i yatağında üç haftalık hain bir hastalığın eleminden kurtulmuş fakat bir kadid-i bireng olmuş, gözleri sarı ve zayıf yüzünde bir ifade-yi müebbede-yi
elem almış görünce ağlamak ihtiyacını men için lerzan dudaklarını sıkmaktan harap oldu. Herkes bir şey söylediği halde o ağlamaktan korkarak bir şey söylemiyor, başında uğultularla dinliyordu.

Süreyya “Vah zavallı Necip vah! Fakat neyse, kurtuldun ya, sen ona bak” diyordu. Necip zayıf, mütegayyir bir sesle “Evet, kurtuldum, fakat” dedi. Eliyle meyus bir hareket etti, bittiğini anlatmak istiyordu ve kalbinden “Ah bütün bütün bitsem” diye temenni ediyordu. Uzun müddet hastalığa mukavemet ettikten sonra şimdi Suat’ın huzurunda yeniden hücum eden bir zaaf-ı karar, bir rehavet, bir oracıkta eriyip ölüvermek arzusu yükseliyordu. Onu o kadar istemiş, o kadar aramış, o kadar beklemişti, onunla o kadar meşgul olmuştu ki şimdi gelirse mesut olacağım zannını hasıl etmişti. Fakat işte o geldiği halde nasıl tedavisi muhal bir tereddütle alil ve bedbaht olduğunu tekrar hissetmekten mütevellit fütura boğulmuştu. Ateşli saatlerinin münevver perisi, zulmet-i mahmumesinin nur-i tesellisi olan Suat orada, o bütün hastalığında silik gölge gibi gördüğü, sade saçları, gözleriyle gördüğü vücuduyla Suat işte oradaydı. Onu beklemiş, namütenahi beklemiş, o yanında yokken ölmekten korkarak beklemişti. Son defa, bir daha görüp “Ah güzelsin, ulvisin, bana hayatı sen sevdirdin, meleksin!” deyip ölmek için ne kadar istemişti. Bir iki gündür, hekimlerin söylediği tehlike müddeti geçeli işte birkaç gündür hâlâ bekleyip gelmediklerini görünce mustarip, meyus, tekrar soramayarak kalmış, şimdi “Süreyya geldi” dedikleri zaman onun da geldiğini ummayarak beklemiş, onu da görünce sevinci bir elem olacak kadar büyümüştü. O kadar ki galeyanla o sözleri hemen şimdi söylemek istiyordu.

Etraflarında herkes konuşuyordu; neler konuşuyorlardı? Necip’le Suat bunları söyleyemezlerdi. Hatta bazılarına cevap bile veriyorlardı. Giren çıkan oluyordu. Hacer ara sıra girip çıkıyor, Suat’a çift manalı sözler mi söylemiyordu? Hanımefendi hastayı anlatıyor, Necip nasıl olup da ilk alaim-i marazı anladığını tarif ediyordu. Hacer onun başucunda dayanmış dalgın dinliyordu. Necip nihayet “Bereket versin hanımlara” diye hanımefendinin nasıl valide, Hacer’in nasıl bir kardeş olduğunu söylüyordu.

Hanımefendi Suat’a “Hiç, hiç değil” diye başını sallıyordu. Sonra gülümseyerek “Bereket versin yastığının altındaki hanım eldivenine” dedi.

Suat tayin edemediği acı bir hisle ezildi. Necip’in evvela sapsarı kesilerek donduğunu gördü. Necip bir şey söyleyemedi, boğuluyor gibiydi. Sade eliyle inkâr eder gibi müphem bir hareket etti ve hanımefendi nasıl olup da eldivenin keşfolunduğunu anlatırken Hacer kolunu uzatıp şımarık çocuklara mahsus bir teklifsizlikle eldiveni çıkardı, elinde tutarak “İşte!” dedi.

Ve bu Suat için o kadar şedit, nagehani bir sadme oldu ki uğuldayan başında gözlerini karartan bir nebezan-ı ateş, ayakta olsaydı düşürecek kadar vücudunda bir zaaf hissetti. Otururken bile dayanmak ihtiyacını duydu. “Ya Süreyya da burada olsaydı Yarabbim!” diye titriyordu. Onlar söylüyorlar, Hacer gülüyor, galiba kendi de cevap veriyordu fakat hissediyordu ki hayatına sahip, sözlerine hâkim değildi. Bütün bunları bir baygınlık pası arkasından hissediyor, kendini öyle işitiyordu. Hurdahaş eden darbeler “Demek, demek...” gibi geliyordu. Oh Yarabbim, Yarabbim! Demek oydu, eldiveni alan oydu, demek. Arkasını getiremiyor, azîm bir teşevvüş-i efkâr ve muhakemat arasında korku ile saadet o kadar gayr-i muntazam bir mücadeleyle onu yoruyordu ki tahammül edememekten korkuyordu. Ve bundan hissettiği memnuniyet korkuyla birbirine dolaşıyorlar, o kadar kalboluyorlardı ki hangisi olduğunu tayin etmek kabil olmuyordu. Bunda öyle bir devam-ı musırraneyle sersem eden bir yoruculuk vardı ki yalnız kalıp rahatça düşünmek için oradan kaçmaktan başka çare olmadığını görerek buna bir sebep aramaya başladı.

Fakat düşündüğü, istediği gibi oradan ayrılmak mümkün olmadı ve ayrılırken başka bir darbe daha geldi. Necip’in nekahat meselesi çıktı. O bunun için “Size komşu geleceğim” diye gülümseyerek Tarabya’ya geleceğini haber verdi fakat Süreyya o kadar infialle o kadar telaş ve şiddetle mukabele etti, onu Yenimahalle’ye gelmezse o kadar bir daha yüzüne bakmamakla tehdit etti ki Suat karşıdan titreyerek “Aman Yarabbi, ne olacak?” diye beklerken Necip’in nihayet mağlup olarak “Peki” demesi onu bitirdi.

O zaman Süreyya’ya karşı azîm bir tehevvürle “Lakin ne yapıyorsun?” demek isteyen, o ısrar ettikçe “Lakin beni harap ediyorsun” diye şikâyet ederek, sonra ağlamaya tahavvül edebilecek bir yeis-i azîmle bakıyordu. Bununla beraber tebessüm etmek, Süreyya’ya refakat edip Necip’i davet etmek, hatta ısrar etmek icap etti ve o kabul edip karar verilince kendi kendine “Tamam, işte asıl felaket!” dedi.

Demek Necip yine gelecekti. Bütün bu olandan bitenden sonra Necip yine o hayata gelecekti, yine o ömür sürülecekti? Oh, bu Suat’ın artık elinde değildi; bunun için kendinde kâfi derecede kuvvet bulamıyordu. Ah niçin ondan hep elinden gelmeyen şeyler isteniyor, hiç onun arzusu istifsar olunmadan, ne kadar muztarip olduğu merak edilmeden, niçin ona böyle eza ediliyordu?

Bu evvela Suat için ıstıraplı bir rüyadan uyanma gibi bir şey oldu. O kadar ihtimalin haricinde buluyordu ki yanıldığına hükmetmek istiyordu fakat o kadar iyi görmüştü ki bunun imkânı yoktu. Sonra Necip’in kendine karşı olan hatt-ı hareketini düşünmeye, onu tetkike başladı ve o zaman şimdiye kadar merak edilmediğinden, memul edilmediğinden manasız bırakılmış hallerine mana vermeye başlayınca, yavaş yavaş alametler buluyorum zannı hasıl oldu. Onun bazen isteye isteye gibi mücanebetlerini, sonra birden kendini unutuverişini, kendi söz söylerken nasıl dinlediğini, nasıl baktığını, nasıl telakki ettiğini ve sonra.... Sonra, bir gün kendine izdivaç hakkında söylediği o sözleri, bunları birer birer, uzun uzun görüyordu. “Sizin gibi olsun” diyen o sesi işitir gibi olarak anlıyor, “Demek o zamandan beri, demek birçok zamandan beri...” diye ezilerek, sonra eliyle başını tutup bir sebep tayin etmeksizin, sade bir rehavet-i asapla ağlamak ister gibi “Aman Yarabbi, aman Yarabbi!” diye inliyordu.

Demek ki seviyordu, demek ki bir seneden beri, belki daha evvelden beri, belki senelerden beri seviyor ve bunu gizliyordu. Necip’in kendine karşı bu kadar ciddi davranıp hissiyat-ı kalbiyesini hiçbir veçhile ifşa etmemesi, onu amak-ı ruhunda hıfzetmesi kalbinden istemeye istemeye hissettiği memnuniyete şimdi müteşekkirane bir hürmet ilave ediyordu. Bu hareketi o kadar samimi, nezih, büyük görüyordu. Bir kere bu taayyün edince tereddütler, korkular, şüpheler, bunlar gelip geçen, geldikleri zaman bile bu emniyeti imha edemeyen birtakım küçük bulutlar oldu. Asıl olarak “O beni seviyor” emniyeti ve bunun memnuniyeti vardı. Zorla kendini korkmaya cebrediyordu ve istemediği halde öyle hislerden geçiyordu ki bunlar kendini daha ziyade korkutuyordu. Onda henüz bir alamet görmeden kendinde hasıl olan temayülün en çok mukavemete muhtaç olduğu bir zamanda bilakis o hissini teyit edecek derecede olan bu zaaf ve meserret, işte onu bu korkutuyordu. Hatta kendinden, kendi tevbihlerinden bile gizli bir saadet hissedip buna her endişeyi feda edecek derecede olan bu zaaf, kendini bu hissine bırakmak için mevcut olan temayül ona “İşte tehlike!” diyordu.

Onun senelerce süren aşkından korkmak lazım gelmeyeceğini, asıl kendinden, kendi zaafından, onunla yaşarken rabıtasının bir felaket olabilmesinden, asıl bunlardan endişe edilmek doğru olduğunu anlıyordu. Ve içinden bunu da ihmal etmek isteyen arzuya tahakküm edip beyan-ı esbap eder gibi o zaman zuhur edecek felaketleri düşünüyordu. O zaman, Yarabbim, o zaman ne olurdu, hayatı, kocası... Bütün âlem.. Ve bunu düşününce yüzünü yakıp kavuran bir hararet hisseder, tekrar havf ve tevbihe dalar, o kadar ki bunlardan pür ıstırap olurdu. Fakat bulutların hücum-i anifi arasında zayıf ve hasta, gayr-i mahsus olsa da titreyen bir lema-yı berk gibi, bütün bu zalam-ı havf ve endişe arasında ani olsun hükümran olmak isteyen bir meyl-i derun, her bir şeyini bırakıvermek emeli vardı.

Demek gelecekti; Necip gelecekti. Artık bu mukarrerdi. Fakat ne yapılacaktı? Ne olacaktı Yarabbim? Nasıl birbirlerine bakabileceklerdi? Necip artık kendinin bildiğini biliyor muydu? Eldiveni tanıdığını fark etmiş miydi? Etmişse, bu sefer belki müteşebbis çıkarsa, ne olacaktı? Bir kaza her şeyi ifşa ettikten sonra artık her hareket bir mana-yı mahsus almaz mıydı? O zaman artık onun yanında yaşayaşamayacağım, yaşamamak lazım olduğunu, korkusundan değil, heyecanından, hicap ve helecanından yaşayamayacağını hissediyor, önünde korkunç bir uçurum hissetmiş bir gece seyyahı haşyetiyle giderken şikârının gıda-yı vahşeti olmak ihtimaliyle titreyen bir sayyad heyecanıyla bayılıyordu.

Necip için de bu günler aynı ıstıraplar, heyecanlarla geçmişti fakat o eldivenin tanındığından şüphe ettiği için korkuları devam etmiyordu ve bu en şedit bir dereceye geldiği zamanda şüphe, korku onun yerine kaim oluverip her şeyi unutturuyor, sade ona takarrüp ihtimalinin verdiği sürurla bırakıyordu. Sonra onun kendi bedbaht, mahrum, hürmetkâr aşkını bilmesi bazen onu o kadar mest ediyordu ki “Biliyor” diye emin olduğu zamanlarda bile, korku münhasıran hükümran olamayıp sevinçle karışmış ve bunun için daha cansuz olmuş bulunurdu. “Ah, bilse de ölsem...” diyordu. Şimdi ona Suat’ın bu aşkın ne derin ve hürmetkâr bir perestiş olduğunu bilmesi kâfi geliyordu. Ona “Bak senin için ölüyorum, seni sevdiğim için ölüyorum fakat sen mademki bunu biliyorsun, işte artık mesudum... Ve başka bir şey istemedim, yemin ederim ki mukaddessin, başka bir şey istemedim” demek istiyordu.

Evet, biliyorsa ve hakaret görmeyecekse... Asabı o kadar harap olmuştu ki şimdi Suat’a karşı havassından ziyade kalbi galipti. Bunun için onun bilmesi ihtimaliyle böyle beraber yaşamak, hayalen onu mest ediyordu.

Loading...
0%