@mehmetrauf
|
O kadar halecan ve havfla beklenen bu mülakat bilakis pek sade ve sakin oldu. Necip için Suat korktuğunun hilafına gayet sakin ve manasız, Suat için Necip gayet hürmetkâr ve mütevazı davrandılar. Necip “Anlamamış” dedi, Suat “Fark etmemiş” diye düşündü. Bunun için hayatları endişesiz, müsterih ve asude başladı. Suat Necip’i biraz mütelaşi, biraz feryatlı, biraz davakâr bulacağım zannediyordu. Evvela titreye titreye mukavemet eden bir zaafla her türlü ihtirasata cevelangâh olup hepsine birden mukavemet lazım olduğu için yoran bir zaafla beklerken şimdi kesb-i kuvvet etmişti. Necip dudaklarda bir hatt-ı istihkar, gözlerde bir zıll-ı nefret göreceğim endişesiyle korkarken her zamanki gibi, belki biraz sakin fakat herhalde nefretten muarra bir kabul görünce müsterih oldu. Bunun için ilk hafta zarfında Suat, Necip’in bu kadar hürmet ve sükûnetle tezahür eden perestişini korkulacak bir şey değil, bilakis neseviyetinin samim-i ruhunda bir kadın için en minnet ve şükranla kabul edilecek bir şey diye telakki etmekten zevkyab oldu. Necip o kadar ketum, o kadar sakit bir tavırla hareket ediyordu ki amakını bildiği için yalnız Suat altındaki ateşi fark ediyordu ve Necip’in bir an onu kaybetmekten titremiş olması muamelatında evvelkine nazaran daha takayyüdkâr davranmasını temin ediyordu. Bu kadar samimi ve ciddi bir aşk her kadının kalbinde habide olan, derin, mümtaz bir aşkla perestiş olunmak arzusunu o kadar safvet ve kuvvetle tatmin ediyordu ki Suat arzusunun hilafına istediği içtinap ve tebaüt yerine bunları evvela biraz tereddüt, ihtirazla fakat sonra emniyet ve saadetle, emniyette bile mevcut olan tehlikelere teslim-i nefs etmek zevkiyle telakki etmeye alıştı. Necip tam tahayyül ettiği bir saadete nail olmuştu. Evvela Suat’ın sükûn ve mekâneti onu temin etmişti. Şüphe etmemiş fikirleriyle müsterih oldu fakat kabil değil, şüpheyi mahvedemiyordu. Bu onu çok mesut eden bir faraziye olduğu için “Biliyor fakat öyle görünüyor” demekten, bu müphemiyet, bu şüphe içinde yaşamaktan mest oluyordu. Ve bu nazarla baka baka bazen emin olacağı geliyordu. Maziyle mukayese edince Suat’ta şimdi bir reng-i ihtiraz, bir tayin edilmez fazla-yı ciddiyet, bir telaşa benzeyen endişe görüyor, gözlerinin pek çabuk titreyip yerlere düştüğünü, söz söylerken kendine bakılınca sesinin titreyip emniyetini, muvazenesini, metanetini kaybettiğini hisseder gibi oluyor ve bu onu mesut ediyordu. Bu bir nevi muaşaka gibi oluyordu. Hiçbir zaman ne kamilen emniyet, ne kamilen şüphe olamayan ve asıl cazibesini bu adem-i tayin teşkil eden bir muaşaka, zılal ve elvanın nim hükümran olmasıyla tezahür eden bir muaşaka, emsalsiz, canfeza, masum bir muaşaka oldu. Bu ümidin, tasavvurun fevkinde bir saadet veriyordu. Necip Suat’ın melek safiyetine benzettiği sükûn ve ismetine meftun oluyor, Suat Necip’in hürmet ve kitmanına müteşekkir kalıyordu. Necip onun sükûn ve sükûnetinde öyle bir mana-yı esrar, öyle bir zulmet-i mana görüyordu ki bu kendindeki sır ve zulmet ihtiyacını, mechuliyetler içinde feda-yı can edilecek fırtınalı hanımlar ihtiyacını memnun ediyor, onu ölümlere kadar minnettar ve mesut ediyordu. Bazen tereddüt gelirdi. “Ebedi gaflet ve hezeyan! Onun bir şeyden haberi yok, eldivenler hep birbirine benzer” dediği ve bunu söyleyerek mustarip olduğu olurdu fakat sonra sükûnlarda mana, nazarlarda esrar bularak ve bu mana ve esrarı bir telmihle mahv ve nabud etmekten titreyerek öylece, müphem olsun fakat o kadar saadetle, saadetini muğber etmekten korkarak, ölünceye kadar bir safvet ve mahrumiyete razı, muhtaç yaşıyordu. Hayatları, evvelden içtinapla başlamışken emin ola ola, nihayet şimdi emin bir mahremiyete geçmişlerdi. Titreye titreye sizin gözlerinize bakan perişan bir nazar gibi ki ilk mana-yı nazarınız üzerine ser-be hak-i nedamet olacaktır. Mahremiyetleri böyle bin havf ve telaşla bu dereceye geldiği halde hâlâ ikisinde de onu ne kadar kıymettar, ne mail-i firar olduğunu bilmekten mütevellit bir korku, onu idame edip alıştırmak, onu ibka ve teyit etmek arzusu vardır. Artık evvelki gibi konuşacak kadar emniyet hasıl etmişlerdi. Bir saniyede bir nazarcıkla, bir söz manasız kalacakken dudağın bir hattıyla her şeyin bir tehlike olacağı, bir dalga gibi mevvac ve mütelevvin bir emniyet, bir emniyet ki güç istihsal edilmiş olduğundan ziyade onları mest ettiği için taziz ediyorlardı. Ve gözlerin, dudakların söylemekten, anlatmaktan o kadar titredikleri kalpten taşıp gelen şeyleri takrir için musiki kendilerine yardım ediyor, sanki ruhları için bir vesile-yi telaki oluyordu. O zaman eski zamanların rivayat-ı âşıkânesi, Faust, Werter, Manon Lescaut, Sapho, Romeo ve Jülyet, Otello, Aida gibi müebbed sergüzeşt-i âşıkanesi anlatılırdı. Bunların ahval-ı ruhiyesi hülasa edilmek için kendi kalbinin muavenetleriyle, söylenilemeyen ihtiyacat-ı ruhiyeyi onlara izafe ederek verilen tafsilatla saatler geçirilirdi. Suat bunların arasında Süreyya’yı müthiş azaplarla görüyordu. O zaman kendini ne kadar müdafaa etmek isterse istesin, nasıl bir uçurumda olduğunu, Süreyya’ya karşı bu mevkiin nasıl itiraf edilemez, keşfinden korkulur, fena, çirkin bir mevki olduğunu red ve inkâr edemeyerek müzebzep, perişan kalırdı. Fakat şimdi o hayatını zirüzeber endişelerden, uzun melallerden o kadar uzak, hissiyatının cazibesine o kadar esir, o kadar bilaihtiyar münkaddı ki bu teessürat devam edemiyordu. İlk haftadan sonra gezmeler tekrar başlamıştı. Artık sonbaharın hazin tehacümü arasında ilk ayların feyz-i cuşacuşuyla şimdiki akameti mukayese ederek geziyorlardı. Süreyya bu sene kışın da burada kalmak arzusunu gösteriyor, hep bunu tasvip ediyorlardı. Hele Suat artık oraya, onların yanına gitmekten titriyordu. Süreyya anlatıyordu. O zaman bütün bu kırların, çayırların, bayırların sahibi yalnız kendileri olacaklardı. Günlerce gezdikleri halde yabancı kimseye rast gelmeyeceklerdi. Bu debdebelerden, arabalardan, sahte gürültülerden azade, kendi kendilerine kalmak zevkinden müstefit olacaklardı. Havaların uzun yağmurlarla ıslandığı zaman mecburen kapanırlarsa da güneşin ilk tebessümleri onlara bahar gibi olacaktı. Islak otların, yeni biten çimenlerin arasında ayakları sırsıklam dolaşacaklardı. Süreyya bunları anlatırken birden “Ya kar!” diyordu. Kar yağarken gezmek kadar keyifli bir şey olur muydu? Ve karı anlatıyordu, kar dumanlarla savrularak, puslarla sulanarak Boğaziçi’nin hırpalarken onların küçük bacasından ince bir duman fırtınaya meydan okur gibi yükselecekti. Onlar soğuklarda gezerek elleri, yüzleri donmuş, avdet ettikleri zaman odaları ılık, kendilerini kabule müheyya misafirnüvazlıkla semih davranacaktı. Necip bunları kendisini sersemleten bir darbe gibi dinliyordu. O zaman kendi, o nerede bulunacaktı? Bir gün gelip bu hayatı bırakmak, her şeyi bırakmak mecburiyeti birden nazarında taayyün edince Suatsız kalırsa ne olacağını o kadar acı bir öksüzlük içinde hissetti ki muzmahil oldu. Başını çevirip renkli fanila esvapları içinde temiz ve güzel gördüğü Süreyya’ya bakarak zehirli bir hasetle “Ve bu adam onun sahibi, ölünceye kadar beraber kalacak, onunla kalacak” diyecek oldu. Ah ne olurdu, Suat’a iptida o rast gelmiş olsaydı! Zira artık evvelki gibi o zaman kendi de Süreyya gibi olacağını düşünmüyordu. Onu sevmek üzere doğmuş olduğuna, artık bu büyük bir heves değil, bir sırr-ı hilkat, bir muamma-yı mevcudiyet neticesi olduğuna inanıyordu. Artık bu büyük aşk önünde dimağiyet-i sefaletleri, bedbinlik telehhüfleri meskenetle sükût etmişti. Ve bu itirafsız, emniyetsiz aşkla sade bu kadarıyla kimsenin mesut olmadığı kadar mesut olduğuna inanıyordu. Sonra bütün bunları bugün yarın, nihayet işte bir ay sonra bırakıp gitmek, Suat’tan ayrılıp onsuz kalmak, onsuz yaşamak lazım geliyordu. Hem nasıl bir hayat için Yarabbim? Şimdi kendisine o bıktığı, iğrendiği hayat değil, en gıpta-aver hayatlar bile artık bir işkence gibi geliyordu. Suat’sız kalmak onu o kadar korkutuyor, o kadar onsuz hayat tasavvur edemiyordu. Maahaza bu zaruriydi. Bütün kavaid-i içtimaiye ve ahlakiye bunu amirdi. Bunun hilafına gitmek birtakım tertibat-ı beşeriyeyi rahnedar etmeden kabil olamazdı. Hatta geç bile kalmıştı. İnsanlar şimdi kendisine “hain” demeye salahiyettardılar. Fakat ah onun saadetinin yanında bütün bunlar ne miskin şeylerdi! Hem kendisinden daha ne istiyorlardı? O kalbin ibramatına tahammül edip tabiat ve hilkatin, herhalde o kavaidin bin kere fevkinde olan kuvvetlerin raptettiği ruhunu bu kadar zapt ve idare ederken hayatını ezmek, bu büyük aşkı tahrip etmek için ne hakları vardı? O ruhunun amak-ı leyalinde mütehevvir tehacümlerle kuduran bir fırtına gibi ihtirasat ve hevesatını böyle ketmettikten sonra daha ne istiyorlardı? Maahaza bütün bu isyanlar Suat’ın hissiyatına iştirakinden şüphe zamanı gelince, birden sönerek tezellül ediyordu. O vakit mevkiini o derece hararet ve katiyetle görüyordu ki bu kadar zamanda nasıl mesut olduğuna şaşıyordu. Bir dostunun karısını seviyordu, kendine sine-yi ailesini bir kardeşe açar gibi muhalesetle açmış, altın kalpli bir dostun karısını... Ve kadın bunu anlamıştı, zira hiçbir kadın böyle bir perestiş ne kadar ketmedilirse edilsin, hissetmemek mümkün olamazdı. Gözlerin amakındaki, dudaklardaki ateş-i arzuya hiçbir kadın ruhu bi-his kalamazdı. Demek biliyordu fakat kabul ediyor muydu? Bunu tayin etmek kabil değildi. Herhalde barid değilse de sade nezaketli denilecek bir muameleyle idaresi elinde olmayan hayatına tahammül ediyordu. Ve sefil, kendisi bunu bir saadet, hatta bazen bir aşk görüyordu, öyle mi? Sonra yarın, evet yarın bunu bile bırakmak lazım gelecekti. Bunu bile bırakacak, bu gözlerin ufk-i safından dûr, bu hayatın hava-yı latifinden uzak, yalnız, bedbaht, evet yalnız ve bedbaht yaşayacaktı. Ah, sonra da buna saadet diyordu, öyle mi? Birden hayatını uzun bir çöl gördü, yaşamaktan azîm bir yorgunluk hissetti ve “Acaba vakit geldi mi?” diye düşündü. Zira o kendini mutlaka intihara mahkûm görürdü. Kendinde bu kadar ateş varken, bu kadar esir-i mehasin, bu kadar müştak ve müncezib, bu kadar ihtirasla beraber herkes gibi salim bir hayat içinde bir gün ölüvermek ona pek müstebad gelirdi. “Ah, tifodan niçin ölmedim?” diye düşünüyordu. Fakat Suat’ın bir sesi ona bu yirmi günlük saadeti ihtar etti, hiçbir beşerin nail olmadığını zannettiği bu saadeti ve o günlerin hatırasına bu kadar küfranı haksızlık addetti. “Mademki ölmek var, ne vakit olsa kolay” dedi. Onun için ölmek ruhu azîm bir nefha-yı saadetle imla ediyordu. Onun temizliği, namusu, ulviyeti için bunlara hürmet ve perestiş ederek ölmekte bir büyüklük, başkalarına nasip olmayan bir ikbal görüyordu. Süreyya birden “Al yine yağmur!” dedi. Ufukları saf ve berrak olan semanın fevkinde bir seyyar bulut meçhul bir semte doğru koşuyordu. Bunda bir duman rengi vardı. Bir ağaçtan meyve düşer gibi patırdayarak katreler sukut ettikçe yolların biriken toprakları delik deşik olarak hafif bir toz kalkıyordu. Birden çıkmış olan rüzgâr yağmur taravetiyle mahmul toprakların kokusunu getiriyordu. “Kaçalım, kaçalım!” dediler ve yağmurun hücumu içinde, ratip yollardaki nefha-yı türabla meşhun taravetler arasında, Suat’la birlikte kaçmak ona bir hamle-yi inşirah verdi. |
0% |