Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm

@mehmetrauf

Öğleden sonra Suat piyanoda Necip’in sabahleyin İstanbul’dan “Size yeni iki eser!” diye getirdiği Mascagni’nin Iris’i ile Puccini’nin Tosca’sını deşifre etmekle meşguldü. O iki saattir bunların müşkülatı içinden çıkmak için uğraşırken Süreyya birkaç gecedir Necip’le beraber çıktıkları lüferciliğin verdiği merakla zokaları temizliyordu. Necip, Edouard Rod’un yeni çıkan Yolun Ortasında romanının sayfaları arasına gömülmüş, on beş dakikadır aynı sayfada kaldığını unutmuş, dalmıştı.

Süreyya ara sıra yaptığı gibi yine birden sükûtu bozarak “Dadın nerede Suat?” diye sordu.

Suat iyice görmek için eğilip notaya sokularak cevap verdi: “Bilmem, aşağıda olmalı. Ben piyanodayken o burada durmaz ki...”

Süreyya mırıldanarak “Sanki benim de niyetim var ya, bu gidişle...” diye eğlendi.

Bu Tosca’nın üçüncü perdesinde Tosca ile Cavaro‑ dossi’nin düettosuydu. Orada ilk hamlelerde notlar bazen revişlerinde aksayarak, bazen ölçülerinde bozularak çıkıp bir şeye benzemezken tekrar ede ede ahenk mişvarı buluyor, artık hemen lazım geldiği gibi çalınmaya başlıyordu. Küçük musiki cümleleri tekerrür ede ede Necip’in zihninde yer etmiş olduğundan Suat bu sefer hepsini birden cidden çalmak için baştan başladığı zaman Necip uyanarak gayriihtiyari bir “Oh!” etti.

Suat başını çevirip yandan bakarak “Ne güzel değil mi?” dedi.

Süreyya zokaların üzerinde meşgul, başını kaldırıp: “Hayret! Bu nasıl oluyor, şaşıyorum” dedi. “Bunun nesini o kadar güzel buluyorsunuz Allah aşkınıza?” Sonra onların sükûtu üzerine hâlâ meşgul, gülerek dedi ki: “Bana ne gibi geliyor biliyor musunuz?”

Necip de gülerek sözünü kesti:

“Senden evvel ben söyleyim. Hep musiki sevmeyenlere gelen şey... Diyorsun ki biz de anlamıyoruz fakat mahsus yapıyoruz. Bir meftuniyet göstermek mi, anlıyor görünmek mi, bilmem, bunun gibi bir şey değil mi? Herhalde samimi değiliz.”

“Ooo, sen birdenbire pek mübalağa ettin. Ben sadece zannediyorum ki bunu o kadar güzel olduğu için değil, sevmek icap ettiği için, meşhur olduğu için seviyorsun.”

Necip yine güldü:

“Yine benim söylediğim gibi. Fakat ah bir kere hissetsen Süreyya...”

Suat Süreyya’nın musiki hakkında lakaytlığını bilmekten mütehassıl bir melufiyetle dinlemeyerek devam ediyor, parçanın artık bütün revnak ve ruhunu vermeye çalışıyordu. Necip meftun, dinliyordu. Sonra kalkıp eğildi, parçaya baktı. Bu “O dolci mani” diye başlıyordu.

“Ah tatlı Eller... Ne güzel Yarabbim, ne güzel...” diye söylendi.

Süreyya başını sallayarak gülüyordu:

“Artık bu kadar da ben söyledim diye olmalı” dedi.

Bu Necip’i o zaman biraz asabi bir izahata sevk ve mecbur etti. Bunun için misal getiriyor, biraz hızlı, hiddetli lisanla “Bu tıpkı senin bayıldığın mesela suzinak bestesini hiç, hiç dinlememiş. Musikideki zevk ve ıttılaı uşşaktan Yandım ateşlere ey mah ile Her ne mümkünse sana ettim feda’yı geçirmemiş bir adamın ağır şarkıları beğenmemesi gibi bir şey” diyordu. Birçok misaller getirip izah ve ifhama çalışarak netice veriyordu: “İnsan dinlemeyince kulağı, ruhu bu nağmelere alışmayınca...”

Süreyya da öfkelenerek “Lakin bunları işte ben de dinliyorum” diye kesti.

Necip bir müddet mütereddit, mütebessim durdu. Hak ve zaferin pek kolaylıkla kendinde takarrürüne emin olanlara mahsus bir istihfaf tebessümüyle bakıyordu. “Ruhun duymuyor!” demek ağır geliyordu. Fakat sonra bir mukayese buldu, dedi ki:

“Bunda elbette zevk ve mizacın da dahl-i küllisi var. Senin tıpkı balıkçılık merakın gibi... Herkesin ruhen bir şeye meyli, kabiliyeti olur.”

Onlar konuşuyorlar, Suat öbür tarafta müthiş bir surette mustarip oluyordu. Süreyya’nın bu hususta iddiasını pek beyhude, pek aciz bularak pek suhulet ve töhmetle mağlup olması muhtemel olan böyle bir mübaheseye girdiği için sıkılıyor, fikren Necip’le beraber olmakla kalben Süreyya’yı bırakamıyor, onu böyle musikinin ulviyatına bihis kalıp balıkçılık gibi şeylere meylini hepsinin önünde müstahkar görmek ağır geliyordu.

Necip birden piyanoya gelip notaları karıştırarak: “Hah, işte bak, bir hava bulacağım ki beğeneceksin. Bir değil, beş, on... Bir hava bulacağım ki onu dinlemişsin ve çünkü onun için daha o kadar ülfet lazım değildir. Bir zaman Concordiya’ya giderken bilmem hatırlar mısın, ince, hastalıklı bir sarışın kız söylenir dururdu.”

Ve elindeki notayı piyanonun önüne koyarak “Santa Lucia... Barcarolle,” dedi.

Suat mustarip, müteezzi, piyanonun önüne dönüp artık elverir ricasıyla bakan gözleriyle “Ey, artık gezelim. Bugün gezmeye gitmiyor muyuz?” dedi.

Sonra kışın geldiğinden bahsetti. Bir kere o artık bütün bütün gelince evde kapanıp kalacaklarından şikâyet ediyordu. “Bu sene galiba kış erken gelecek, baksanıza havaya” dedi.

Süreyya’nın meşgul olup ses çıkarmadığını görünce Necip’e baktı. O başıyla Süreyya’yı göstererek ona havale etti. O zaman Suat tekrar sordu, Süreyya işini bitiriyor gibi davranarak “Beş dakika daha, hazırım” dedi.

Hava açık mı, kapalı mı, bir hüküm verilemeyecek bir haldeydi. Sabahleyin Rumeli’yle başlamıştı, sonra lodosa döndü. Bazen yağmur yağacak zannını veren bir loşluk çöküyor, sonra beyaz bulutların arasında büyük mavi parçalar çoğalıyor, bulutlar yırtılıp dağılıvererek güneşin arada parladığı oluyordu. Karşıda kırda bulutların gölgeleri kafilelerle seyrediyorlar, bir müddet aşağı uçuştuktan sonra, her an değişen cereyanlara tebean şimdi tekrar yukarı çıkıyorlardı. Öyle anlar oluyordu ki uzun yağmurlu kış günleri akla geliyordu. Fakat onlar çıkmak istedikleri zaman bulutların bir unf-i muzlimle Büyükdere üstüne büyük kümeleriyle yığılmış, güneşin, şimdi sıcak bir huzme-yi şuayla etrafı ısıtmış olduğunu gördüler. Etraf rüzgârsız, hareketsiz, sessiz kalmıştı. Deniz bir kısmı bulutlarla solmuş, ilerisi güneşle yanmış, rakit, dinleniyor, Anadolu cihetine doğru hissolunmaz tederrüçlerle mavileşerek nihayet bütün sahil en ufak hutut ve eşkaline kadar bir katiyet-i irtisamla aksediyordu. Hiçbir nefha yoktu. Sade bir ılık deniz havası bitab-ı temevvüç, ağır sürükleniyordu.

Sandala binmek istiyorlar, yağmurdan korkuyorlardı. Süreyya, Büyükdere üstündeki bulutları göstererek bunların nasıl merhametsiz bir tufan olabileceğini söylüyordu; fakat şimdi bulutların yavaş yavaş arkasına kayıp onların zılaliyle gölgelenen güneş sönerek tabiata öyle bir sükût-i melulane, bulutların müşemmes dalgalarının denize akseden kurşuni inikaslarına öyle sanki müştak-ı incila bir kasavet-i mağmumane geliyordu ki “Bu havadan fenalık gelmez” dediler. Hem karşı tarafın seması bir mayıs seması kadar pak ve nilgun imtidat ediyordu.

O zaman sandala bindiler. Bir gölde geziyoruz vehmiyle mahzuz, denizde bir muhabbet ve mahremiyet hissi veren bu rükud-i mahzunane içinde sandalın sessizce kayıp akışıyla memnun, suların sükûn ve rükudundaki letafete karşı, gökte, denizde, karada sükûndan başka bir şey nebezan etmediği bu zamanda müstağrak-ı şiir, gezdiler. Büyükdere açıklarına çıktıkça vadiyi iyice görmeye başladılar, ta ileride Bendler’in kemerleriyle, daha sonra sürüklene sürüklene dalgalanan küçük tepeler silsilesiyle, bütün vadiyi ihata ederek nihayet alçalıp dağılan dağların, yeşilin bütün elvanını gösteren ağaçlarıyla, bu vadide nazarı saatlerce işgal edecek bir manzara vardı. Deniz beri tarafta Beykoz koyunun son haddine, bu tarafta Karadeniz’in ufuklarında dumanlanıncaya kadar hep öyle pür-sükûn ve gamgindi.

Fakat üstlerinde bir tarraka-yı tevelvülle birden dökülecek korkusunu veren bu yığılmış dağlar gibi bulutların yeni duman temevvüçleri renkleriyle asılı duran halinde öyle bir tehdid-i gazubane vardı ki bütün vadi, hatta fevkinde mavi semayla tetevvüç eden deniz bile ürkmüş, haif ve pür halecan sükût ediyor, sanki bekliyordu. Hissolunmaz, şüphe edilir radlar geziniyordu. Karartı gittikçe çoğalıyor, yayılıyor, manzara gittikçe mahuf bir zulmete, yavaş yavaş Anadolu’ya geçtikçe endişesiz mavilikleri karartan bir havfa münkalip oluyordu. İnsana bir salonun halvet ve zılalinde bulunuyormuş hissini veren bu sessizlik, bu mahrumiyet içinde gayr-i muayyen bir korku, bir tehaşi istila ediyordu. Bu mehabet içinde, bir tehlike olsa bile bir şey olmaz hissiyle, maahaza yine bir lerziş-i endişeyle muntazır, insana bir tufan korkusu verirken sade bir yağmur beklemekten gelen zevkle mahzuz, bekliyorlardı.

Sandal bihareket, küreklerin resmi denizde sakit, duruyordu.

Ve insana emin kalplere sığınmak ihtiyacı veren bu hava içinde Necip karşısındaki gözleri bir katre-yi hüzün ve şiirle pür nem, dalmış görünen Suat’a bakarak, onu bugün hiç görülmemiş bir güzellikle görerek, meftuniyeti birden son derece-yi ateşe çıkaran bir incizap hissediyor, ona nasıl kırılmaz rabıtalarla, nasıl dehşetli bir surette bağlı olduğunu kalbine hücum eden halecandan, sade ona bakmak halecanından anlıyordu ve bunu tezyit için gibi en küçük hutut-i simasına kadar dikkat edip incizabını artırmak isteyerek, içinden onun ateşlerini çoğaltıp ölerek yaşamak istiyordu. Ona hayatın en cansuz, en medhuş-i saadeti bu hal gibi geliyor, ancak şimdi hayatının hep ezvak ve huzuzatına müptela olarak geçen senelerinde ancak şu saatlerde hayatımı yaşıyorum hissi geliyordu.

Ah onu ne kadar seviyordu Yarabbi, ne kadar ateş ve iştiyakla seviyordu! Onun en manasız şeylerine bile hususi perestişleri vardı. Onun bir düğmesi için kalbinde zaaflar, rabıtalar buluyor, şömizetinin kıvrımları, dikişlerin nezaketi, kolundaki küçük düğmeler, nihayet bütün bu naçiz şeyler için onda başka bir incizap yükseliyor, hepsine ayrı ayrı meftun oluyordu.

Onu asıl öldüren, Suat’ın gözleriydi. Bunlar onu öldürüyordu ve en çok kendini medhuş-i zevk eden şeylerle ölüyormuş hissini hasıl etmek için ölümün nasıl tatlı bir şey olduğunda tahayyür ediyordu. Bu gözler, ah bu gözler! Bunlara bir renk vermek kabil miydi? O kadar müddet bakamıyordu ki rengini tayin edebilsin. Bakmak mümkün değildi, bahusus nazarları telaki ederse. Ve ne zaman Suat’a baksa, onun gözlerinin de kendine insibabını görürdü. Bir anda tesadüm edip çarpışan nazarlar... O zaman bu göz bir siyah elmas gibi, bir siyah ateş gibi yakarak bakıyor, manasında öyle iradesuz bir incizap, öyle bir hem serzeniş, hem perestiş, hem melal, hem neşe manaları memzuç oluyordu, bunlar öyle bir tevali-yi gayr-i muayyenle titremek, parlamak, yanmak vehmi veriyordu ki onlara mansub nazar, müptela, müncezib, hayatta ondan başka bir zevk olamayacağına emniyetle fakat bu derece zevkten sersem, bitap düşüyordu. Ah, ruhunda ne fırtınalar bu nazarın siyah yahut koyu kestane huzme-yi maanisi içinde ne hemen bayılıveren tehacümler oluyordu. Eğer nefsini zapt etmese haykırmak lazım gelecekti. Buna bir dakika bu iptilayla bakmak insanı yakar, eritir hissiyle, istese, cebretse bile bakamayarak fakat bakmak daima yetişilmez bir saadet kalarak yaşıyordu. Aynı mana kaşlarda da, sade inhinaları, sade üzerlerinde uçuşan lerzişleriyle o neşe ve melal manaları tevali ediyor ve beyaz yahut hafif sarı diye kati bir hüküm verilemeyecek ten üstünde, bu kumral silik hatlar rikkatleriyle, ifadeleriyle, nazarla hemmana oluşlarıyla onu mest ediyordu. Saçları kumral turralarla alnını küşade bırakıp kaşlarının ucuna kadar dökülüyordu. Bunların o noktada kalmalarının mültezim olduğu Suat’ın ara sıra elinin maharet ve rastisine inanarak şöyle bir düzeltmesinden istidlal olunurdu. Sonra saçların asıl kümesi, bu kulakların arkasında birden çoğalarak tepesinde toplanan siyaha mail kestane yığını... Necip bunlara saatlerce bakarak işte amal-i hayatının, bütün saadetinin orada gizlenmiş, ne zaman onun buy-i müskiriyle mest olursa mevt-i mesut o zaman gelecekmiş fikriyle yanardı.

Ve Necip’in gözleri hepsini görüp dudaklara geliyor, bunlardaki karanfil kırmızılığı, donuk ateşî karanfil rengi, yine bütün o çehrede titreşen mana-yı serzenişle pür nem, o şuh sitemkâr ifadeyle lerzişdar, onun nazarını teshir ediyordu. Dişler, bunların müsaadeleriyle tebessüm ettikçe bütün bu manalar yüzlerce çoğalarak gözlere kadar sirayet eden bu tebessümle onun ruhu bu çehrede o kadar şuh ve pür neşe görünüyordu ki o zaman, işte o zaman Suat’ın niçin bu kadar muazzez ve şayan-ı perestiş olduğu tezahür ediyordu.

Necip’in nazarını cezbeden bir şey de onun elleriydi. Bu eller nerm ve rakik nescleriyle beyaz ve inceydi. Altındaki mavimtırak damarların hutut-i müşevveşesi insana bu nefis mahlukun ne elden bin türlü avarızla zayi olacak fenayab zavallı bir vücut olduğu hiss-i elimini veriyordu. Ve Necip büyük bir incizapla tekrar onun her hatt-ı vücudunda tevakkufla tetkik ederken tekrar ellerine gelip bu hisle zebun olunca derin bir merhametle bakarak “Ah zavallı insanlar!” diyordu. Böyle ulvi bir kadın bulup da sevmek ve sonra sevilmek için gayet mesut olmak lazım gelen hayat arasında, bu kadar mesut olsak bile, yalnız tadadı bir hafta sürecek emraz ve afatın kurban-ı muhtemeli olmak, böyle esir-i tesiri bulunmak ona pek acı geliyordu. Buraya gelince “Ben bilakis o kadar bile mesut olmadım, sade sevdim” diyordu. O sade sevmişti, aşk kelimesinden müphem müphem hissolunan en büyük manasına kadar sevmiş, ölümlere kadar sevmişti fakat onu istemek bile bir cinayet olduğunu görerek hayatta sevdikleri taraftan sevilenlerde olduğunu düşününce ah ediyordu ve sonra öyle sevip sevilenler için bütün o afetler muntazardı değil mi? Ah onların ne kadar fenayab, elimizden kaçmak, soluvermek, bir gün son bir nefes-i hazinle sönüvermek için, nasıl sade bunlar için mahluk olduklarını ne kadar acı görüyordu. Mesut olsak bile hayat, sade tahrip eden hayat, sade yiyen, yıkan, öldürüp ezen hayat hükümran oluyordu.

“Ah fakat ölüm olmasaydı, ne müthiş bir cehennem olurdu!” diye kalbi sıkıldı.

Birden küçük, mütelaşi, perişan rüzgârlar koşuştu, denizde cereyanlar uçuştu, Süreyya “Oo, Oo!” dedi.

Suat “Kaçalım, tufan geldi!” dedi.

O küçük, kısa handelerle gülüyor, çarşafının altında sinesi sarsılıyordu. Bir saniyelik bir nazarla Necip ona baktı. Bunda o kadar ateş-i arzu vardı ki Suat’ın handesi dudaklarında donuk bir tebessüm halinde kaldı, gözleri eğildi.

Sandal süratle yükselmeye başlamıştı fakat birden ta vadinin üzerinde yığılmış bıraktıkları bulutları semt-i re’slerinde buldular! Oradan buradan koşuşup çarpışan, denizde küçük kasırgalar yapan rüzgârların tehevvürü artıyordu. Sonra bu yalnız bir cihetten kuvvet ve bürudetle esti, önünden denizde siyahlanan bir irtiaş-ı gölge gibi koşuyordu. Sükûta alışmış kulaklar, rüzgârların tepelerde ağaçları hırpalayarak estiklerini işitiyordu. Bulutlar birden gazup, mahuf olmuşlar, havalanıyorlardı.

“Ay yağmur!” dediler.

Ilık birkaç katre gelmişti. Sonra artık teakup etti. Evvela denizde her katrenin sukutu görülüyordu. Suat “Aman çabuk, çabuk; fena ıslanacağız!” diye telaş ediyordu. Sonra yağmur artık hırs ve seylane nüzule başladı fakat ancak üç dakika sonra yalıya yetiştiler.

Süreyya “Vah vah bizim lüfer seferi yandı!” diyordu. Sonra bulutlara bakarak başını salladı.

“Bu gece ay dörtten sonra çıkacaktı, o zamana kadar...”

Onlar odalarına soyunmaya gittikleri zaman Necip soyunmaya, elbise değiştirmeye lüzum görmeyecek kadar muattal, garip bir kasavetle balkona çıktı. Orada bu kışa benzeyen telatum ve tehevvür içinde tabiatı seyretmekten azîm bir hazz-ı telhnak buldu. Arkadan Suat’la Süreyya geldiler. Suat “Ah ne güzel yağmur değil mi?” diye dumanları gösteriyor, Süreyya “Tamam biz lüfere çıkacağız, gökyüzünün kapıları açıldı!” diye şikâyet ediyordu. Uzun uzun yağmurun sukut-i tufanhizini seyrettiler. Yollarda seller akacak zannediyorlardı. Her taraf su içinde kalmış denilecek bu sukut altında deniz dalgasız, sakin uzanıp gidiyordu.

Necip bu sükût arasında bu duman, bulut, su hücumunda birden kış içindeyim vehmi, kışa bir iptila hissiyle titredi. Bu, uzun güneşli günleriyle, sıcak geceleri, göz kamaştıran semaları, nefes boğan tozlarıyla insanı artık bıktıran yazdan sonra, sükûn ve atalete meyyal tabiat-ı beşeriyeye pek muvafık gelen, insana köşelere bucaklara, soba yanlarına sokulmak hissini veren soğuk, tembel kış fikri, uzun yağmurları, siyah semaları, çamurlu sokaklarıyla akşamlara kadar evden çıkmaktan korkutan kış fikri onu meftun etti. Bu yağmur uzun rehavetlerden sonra sanki asabını tefrih ediyor ve bu his onun kış arzusuyla imtizaç ederek onu sevdiriyordu. Bahusus kışın asıl an-ı vusulü, hep renk ve ziyadan, bütün hararet ve nurdan yorulmuş asap ve havas için, kış vehminin geldiği bu ilk gün pek hoşuna gidiyordu. Başka günler herkesin ağır, kalabalık yürüdükleri yerlerde, su altlarında telaş ve aceleyle koşup aguş-i aileye kapanıklığı, orada dışarının rüzgârından, sularından, çamurundan kurtulmuş, hastalıktan, soğuktan mahfuz, bütün aileyi, ev içini sevdiren bir tehaşiyle kapıların, pencerelerin sıkı sıkı kapanıp çocuk ve zevceyle yemek masasına koşulduğu ilk kış günü... Beyaz keten örtünün üzerinde tabaklarda çorba dumanlarının dalgalandığı, saatlerce, günlerce bu hararet ve saadet içinde bulunulacağına emin olmaktan mütevellit huzur ve sükun geldiği, “Adam gelirse gelsin!” diye bir tehlikeyi cesaretle beklemekten mütehassıl heyecan ve inbisat geldiği kış günü.

Fakat onun ne böyle bir gün seve seve koşup kapanacağı bir kuşe-yi ailesi, ne bir ümidi vardı. O kış geldiği için artık buradan da defolacak, bir gün konakta, öbür gün hemşiresinde, yârsiz, enissiz, kadından, asıl, asıl Yarabbim, işte Suat’tan mahrum, ondan uzak, onun sesinden, hava-yı enzarından dûr yaşayacak, sürünecek.

Son derece bir tehevvürle haykıracak kadar meyus eden bir ıstırapla etrafına baktı; orada, akşamın yavaşça inen ismirarı içinde, sade Suat’ın hayalini fark etti. Bu hayal bütün kamet-i narin ve mevzunuyla kollarından ayrılıp beline doğru bir tedevvür-i nermle incelen vücuduyla, bunların fevkinde bulutlanan saçlarıyla, yağmura bakıyordu. Onun yanında, hava-yı vücudundaymış hissiyle bir inlemek ihtiyacı duydu. Onu o kadar güzel fakat o kadar kendinin değil, hiç değil, o kadar değil gördü ki...

Suat boğuk bir inilti işiterek başını çevirdi ve Necip’i oraya koltuğa dayanmış, mendilini ısırıyor gördü. Gayriihtiyari “Ne oluyorsunuz?” diye iki adım atmış bulundu fakat tevakkuf etti. Evvela bunu yine birden tifonun ilk geldiği gün gibi ağzı burnu kan içinde yere kapanacak zannetmişti fakat tavrından an-ı mühlikin vürudunu hissedince sapsarı, pür halecan kaldı. Bütün geçen günlerde bu anın, bu itiraf anının bir saniye gelip çatacağını düşünüp korkmaktan gelen bir telaşıyla bayılıyordu.

Necip uzun, ağır bir sükûttan sonra “Hiç, hiçbir şey” diye mendilini indirdi.

Sonra birden başını çevirip her şeyi göze almış bir zulmet-i nazarla “Ölüyorum, işte o!” dedi ve sonra bütün ateşini bu sözlerle anlatamamış gibi “Ah ne kadar ölüyorum, ne kadar mustaribim bilseniz!” diye inledi.

Suat boğuluyor gibi ellerini kaldırdı, Allah aşkına makamında bakarak eliyle susmasını rica etti. Necip, tehevvür ve tuğyanının esiri, artık elinde değilmiş gibi devam etti. Şimdi sesinde derin bir esef titriyordu.

“Hayır, hayır, artık zaten her şey bitti. Zaten neye yarar, niçin susayım, her şey bitti, her şey... Her şey.”

Suat kulaklarında uğultularla, boş gözler, mütekallis dudaklarla duruyordu. Geri çekilmek istedi fakat Necip’in eli bir ricayla kalkmıştı. “Ah beni tahkir etmeyiniz“ diye yalvardı, “Sizi öyle değil, bilmeyerek sevdim. Nasıl olduğunu bilmeyerek, bir kardeş gibi, bir nine gibi sevdim.”

Ve buraya gelince tekrar acı bir sesle “Yok, ediniz, beni tahkir ediniz, ben ona müstahakkım!”

Ve Suat onun bu sözleri söylerken birden başını ellerinin içine alıp oraya dayanarak hıçkırdığını gördü. Mebhut, bir şey söylemeyerek, kalbi derin bir merhametle sızlayarak susuyordu. Ne yapacağına karar veremeyerek donmuş gibi dururken bin tereddütler, kararlar arasında çalkanıyordu.

Karanlık gitgide istila ediyor, Suat elim bir nazarla ona bakarken yavaşça çekilmekten başka bir çare-yi selamet görmeyerek uzaklaştı. Ve Necip o kadar perestiş olunan bu kadının bu uzaklaşışı karşısında elinden saadet ve hayatının yavaş yavaş kaçtığını acı acı hissetti. Yağmur dışarda gâh bir sağanakla seri ve mütehevvir, gâh bir sükûnla rakit ve yorgun yağıyordu. Necip burada ne kadar durmuştu, bunu tayin edemiyordu. Başını kaldırıp etrafına baktığı zaman soğuk rüzgârlı bir gece içinde üşümüş olduğunu gördü.

Ne yapmıştı Yarabbi? Şimdi biraz evvelini bir rüyadan uyanıp tahattur etmek isteyerek hatıralarını zulmetlere müstağrak bulanlar gibi görüyordu fakat kâbus asıl şimdi hükümran olmaya başlıyordu. Birden kendini onun nazarında o kadar sefil ve adi gördü ki hemen yarın kaçmaktan başka bir çare olmadığını anladı. Onun karşısına nasıl çıkacaktı, ona artık nasıl bakacaktı? O zaman şimdi yemeğe ineceğini düşününce ne yapacağını şaşırdı. Kendini takbih ediyor, “Niçin, niçin bunu yaptım?” diye dövünüyordu. Ve yemeğe inmek icap etti. O zaman ikisinin de yüzüne bakamayarak, hiçbir şey istemeyerek kaçmaktan, kaçıp odasına kapanmaktan başka bir şey istemeyerek, eza içinde kaldı. Süreyya bu gece artık balığa gidemeyeceğinden dargın, kışın böyle gece gündüz yağmur yağınca evde hapsolmak ihtimaliyle münfaildi. O uzun uzun söz söylerken Necip cevap bulmakta duçar-ı müşkülat oluyordu.

Suat bütün yemekte sükût etti. Onun yüzünde nasıl bir infial ve bürudet olduğunu merak eden Necip gözlerimiz rast gelir diye başını kaldırıp bakamıyordu. Bir saniye oldu ki gözler birbirini çektiler, o zaman Necip Suat’ın gözlerini bulanık, bozuk gördü. O kadar sevdiği bir kadını böyle müteezzi etmekten başka bir şey yapamamak onu harap etti. Yarın kaçıp şu kadıncağızı müsterih ve asude bırakacağını düşünerek bu kararından bir ferah hissetti, kendisini onun elemi huzurunda unutuyor, “Rahat etsin de...” diyordu.

Gece sükûti, elim, yekrenk oldu. Odasına çekildiği zaman bin tenakuz-i efkâr arasında yorgun dimağının, muhtac-ı istirahat asabının bütün izdiham-ı tefekkürat ve tahassüsatı arasında, iyi fena hep kıyaslardan geçerek, hiçbirisinde tevakkuf edemeyip bir tevali-yi seriyle hepsinden atlayarak sabahı azaplar içinde bekledi. Ah söylemeseydi, şimdi yine evvelki gibi olsaydı, ona kani olacağını görüyordu. O zaman tekrar “Niçin?”ler başlıyor, bırakıp gideceği aklına geldikçe acı bir korkuyla yüreği yaralanıyordu. Sabaha karşı bitap, hasta, dalmıştı. Uyandığı zaman soluk bir günle nim aydınlanmış odasında idama mahkûm olanların uyanışı gibi birden kaderini görmekten mütevellit hiras ve raşeyle içi yandı. Tekrar “Niçin yaptım Yarabbim?” diye inledi fakat artık buradan defolup gitmekten başka çaresi kalmamıştı. O zaman burada hatta dünkü hayatına mütehassir, sefil ve zebun, hazırlandı. Aşağı indiği zaman onları odada, beraber, sakit buldu. Süreyya “Oo, nereye Necip?” diyordu.

Sonra serzenişe başladı.

“Öyle ya, çünkü hava yağmurlu... Lakin hıyanet bu, sadece hıyanet. Bilir misin? Sana ne söylesek haklıyız. Kış geldi diye azat buzat cennet kapısında bizi gözet ha? Öyle şey olmaz.”

Bunları latife diye dinledi ve gitmesi gayr-i kabil-i tehirmiş gibi orada latifeyle mukabeleye çalıştı. Sonra latifesi onu itizara sevk etti. Bu kadar uzun müddet rahatsız ettiği için af diliyordu. Ruhu titreyerek, bu sözleri ona hitap etmekten mütevellit bir raşeyle sesini idare edememekten korkarak, mütevazı, mütemenni, hakir oldu. Ah ondan bir nazar, bir kelime-yi tesliyet, bir nazar-ı af olmaksızın gitmek... Buna tahammül edemeyeceğini görüyor, başını eğmiş, sakit, işle meşgul olan Suat’a bakmaktan korkarak gözlerini çevirmediği halde sade onu görüyordu.

Ve nihayet artık gitmek icap ettiğini yeisle görüp hasretle veda ederken, Süreyya’nın hâlâ devam eden şikâyetleri arasında onun başını kaldırıp bozuk bir sesle “Bütün bütün değil ya... Yine gelirler elbet...” dediğini işitti ve onun gözlerinin bir saniye, sözlerini sorar gibi kendine initafını hissetti. Ah bu gözlerdeki mana-yı melul-i sual, bu yorgun ve zavallı ağlamış gözlerdeki nur-i af... Necip dünyaları baziçe-yi heves edecek bir galeyan-ı sürurla dışarı hücum etti. Kapıdan çıktığı zaman sendeliyordu. “Ah beni seviyor, seviyor, seviyor!” diye delice tekrar ederek çamurlara daldı.

Loading...
0%