Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13. Bölüm

@mehmetrauf

Yağmur ince, soğuk, şimdi oradan, şimdi buradan küçük helecanlarla koşuşan rüzgârların elinde çırpınarak, muannid, muazzep sukut ediyordu. Bir kış yağmuru denilecek inat, renksizlik, neşesizlik vardı. İnce potinlerini yumuşatıp ezen çamurlar içinde orada burada birikmiş sulara batarak, gömleğinin, fesinin ıslanmasından bihaber kalarak dünyadan gafil görünüyor, öyle yürüyordu.

Ondan başka bir şey görmüyor, ondan başka bir şey işitmiyordu. O sözü söylemek için Suat başını kaldırdığı zaman o nazarda o kadar perişan ve rahim bir katre-yi af, o kadar masum bir lerze-yi merhamet vardı, öyle bir incizab-ı ricayla pür nurdu ki nereye baksa o gözleri, bakmasa yine onları, kendi sefaletine onun rikkatini, ondaki o reng-i ihtirazı, o affı görüyorum zannediyordu. Ve bu nazarlarla o söz ona büyük, kelimelerin delaletinin fevkinde manalarla geliyordu. O kadar derin bir saadetle kalbi şişiyordu ki her şeyi unutarak, artık onu görmeyeceğini bile unutarak “Ah benden nefret etmesin, beni sevsin de...” diye bunu her şeye bedel bir saadet görüyordu. Bu bütün ihtiyacat-ı ruhiyesine elveriyordu.

“Ah o beni seviyor, seviyor!” diye tekrarlayarak her mülahazası bu sözlerle kesilerek yürüyordu. Vapur başına gelmişti. “Vakit var” dediler, orada duramadı, hareket lazımdı. Sarıyer’e kadar yürümeyi tercih etti. Tekrar yağmura girdi. Karşıdan görenler ıslanmış, fesinin püskülü bozulmuş, çamura bulanmış bu gence hayretle bakıyorlardı. İskeleye geldiği zaman vapur henüz geliyordu. Biletçiye bir mecidiye attı, o soruyordu. “İstanbul mu?” “Evet” dedi. Fakat nereye gidiyordu, bilmiyordu. O bir şey biliyor, bir şey görüyordu. Suat ondan nefret etmiyor, Suat onu seviyordu. Evet seviyordu. Buna artık inanmıştı. Ve işte hâlâ gözünün önünde o nazarı görüyordu.

Yağmur altında güvertede dolaşırken vapur Büyük­dere’yi geçip Tarabya’ya geldi. İskeleyi görünce tahattur etti, döndü. Buradan Pazarbaşı, yağmur bulutu altında pek yakın görünüyordu ve kendini o kadar mesut eden kadının şimdi orada olduğunu, orada nefes aldığını düşünmek onu azîm bir nefha-yı inşirahla mesut etti. Ah dünya ne güzel Yarabbim, dünya ve hayat ne kadar güzeldi ve iyiydi! Yağmur? Lakin yağmurun ne ehemmiyeti vardı? İnsan mesut olduktan, sevdikten, sevildikten sonra her şey boştu. Sade aşk, ah sade bir Suat vardı.

Ve daima oraya, ona karşı oturup oraya bakmak, sanki daima onu görmek, daima onu düşünmek o kadar namütenahi bir inbisat veriyordu ki birden aklına gelen şeye meshur olarak Tarabya’ya çıktı. Oradaki arabalardan birine binmek aklına gelmediği halde arabanın binecekmiş gibi önüne geçmesi üzerine atladı, “Otele” dedi. Orada bulundukça daima Suat’ın yanında, onun semasında yaşayacaktı. Belki oraya bakarken Suat da otele bakmış bulunurdu. O zaman nazarlar telaki ederdi.

Otel, bu eylül yağmurunun hapsettiği müşterilerle kalabalıktı. Tayin olunan odaya geçip elbisesinin ne halde olduğunu garsonun ihtarıyla anlayınca, elbise ihtiyacını gördü, biraz elbisesi Yenimahalle’de, diğerleri evdeydi. Onları aldırmak mecburiyetinde bulundu ve bunun için teşebbüs ederken bunları kendine ait şeyler değilmiş gibi yapıyordu. Aşağı salona indiği zaman kadın erkek bir on beş kadar misafirin bazıları gazetelere dalmış, diğerleri masa başında oyunla, muhavereyle meşgul olduğunu gördü. Otelin defterinde bir otuz kadar isim vardı. Halbuki koridorlarda dairelerin boş olmadığı oralardaki hayuhuy-i muhaverattan anlaşılıyordu.

Fakat o bir köşede, münzevi, bütün kendi fikirlerine dalmış kaldı ve akşam otelin bütün halkı yemek vakti camlı salona geçtiği zaman o yine hepsinden ayrı, bir kenardaki küçük bir masada yalnızdı. Başka zaman gibi bilhassa vapurlar ve otellerde çıkan bin fırsatlarla mukarenete çalışacağına tenha ve Suat’la kalmayı tercih etti. Zira ondan ayrılmıyordu. Daima onunla beraberdi. Bu kalabalık içinde bazıları gerçekten müstesna birkaç kadına ve bunların etrafında pervane gibi dolaşan genç, hatta bazıları zarif erkeklere, karşıdan, yüksek bir nazarla bakarak “Hayat bu mu?” diyordu. Hayır, kimse onun kadar sevmemiş ve sevilmemişti. Bu aşk bu oyunların yanında o kadar mehip o kadar büyük, o kadar faci bir şeydi ki tamam işte aşktı ve bunlar, böyle ihtiyacat ve sevaikle değil, bir taklitle sanki görenekle aşk oyunu oynuyorlardı. Bu şimdi şuna, biraz sonra buna aynı tebessümle söz
söyleyen, hangisine daha samimi ve mütemayil olduğunu ne o, ne o, hatta ne de kendisi bilemeyen Amerikalı şu muhteşem kadın... Ah Suat’la onu mukayese ettikçe öyle namütenahi saadetler hissediyordu, bu kadın tarafından öyle bir cinayetle beraber sevilmek fikrine, bu kadar muhalin iskat ve imha edemeyeceği kadar kavi ve mehip bir aşkla sevilmek emniyetine karşı o kadar mest oluyordu ki onu görmemiş, sevmemiş olsaydı hayatın, saadetin ne olduğunu bilmemiş olacağını görüyordu. Halbuki büyük gördüğü bazı kadınlar tarafından da sevilmişti ve halbuki hiçbirisinden bu kadar mağrur ve mesut olmamıştı. O saadetler şimdi hissettiği bu kâinatı ihata edecek kadar ruh genişlikleri yanında ne naçiz ve hakir şeylerdi! “Bu olmasaydı, demek ben de herkes gibi olacaktım, bilmeyecektim, aşk ve saadet nedir, bundan gafil kalacaktım” diyordu. Etrafına bakıp “Lakin nasıl yaşıyorlar Yarabbim, sevmeden, sevilmeden nasıl yaşanıyor?” diye taaccüp ediyordu.

Evet, nasıl yaşamıştı? O zamana kadar kendisi nasıl yaşamıştı? Fakat hayat nasıl bir çöldü?

Ve bir şişe St. Jülien’den sonra şimdi billuri Southern’la dolu bardağını katre katre emerek etrafına bakındıkça hepsinin hayatını bir çöl, buhar-ı küul arasında pek kesif bir ufukla daralmış bir çöl gibi görüyordu. Fakat onun hayatı parlak seması altında namütenahi dalgalarını müebbet bir kaside-yi perestişle sürükleyen deniz hayatı gibi pür inşirah, tarab-engiz ve lacivertti.

Gece uykusu hiç bilmediği bir bihuşluk oldu. Yemekten sonra içtiği viskiyle soda onu daha mahmur etmiş, odasına hâlâ Suat’ın o perişan ve müsterhim nazarının nur-i affıyla münevver girmişti. Yavaşça pencereyi açtı, serin hava, denizin telatum-i enini, karşı kıyıdaki ziyaların titreşmeleri arasında Yenimahalle’yi aradı. Bir kenarı siyah ve tehditkâr olan semanın orasında burasında birer nazar-ı aşinayi gibi ibtisam-ı nücum vardı. Dubanın ziyasıyla ciheti tayin ederek Pazarbaşı’nı buldu ve başını pencereye dayayarak ateş ve hasretle, şimdi mahzun, oraya bakmaya başladı.

İçi bütün aşkını, bütün ateşini kabil değil gösteremeyeceği yeisiyle yandı. “Ah ne kadar sevdiğimi bilse...” diye müteellim oldu. Bunu o kadar namütenahi buluyordu ki Suat müteşekkir, memnun olur zannediyordu. Sonra çekilip yatağına uzandı. Tekrar onu düşünmeye başladı. Böylece mesut düşüncelerle uyuduğu zaman, uykusunda ve heyecanla uyanışında “Lakin seviliyorum!” diye her şeyi yeni fark etmiş gibi kalbinde bir çırpınma, bir hoplama, gayet büyük bir korku ile meserrete mülaki olmak hoplaması vardı. Bazen saadet içinde uyandığı oluyordu. Bunun memnuniyetiyle dalgınken sebebini birden görüvermek onu yeniden bayıltıyordu.

Sabahleyin erkenden uyandı ve artık uyuyamayacağını anladı; başını kaldırıp baktı, henüz gecenin bekaya-yı zalamı çekilmemişti. Her ne kadar yağmur yoksa da hava renksiz, orası burası bulutluydu. Pencereyi açıp yavaş yavaş sokulan gündüz içinde saatlerce Yenimahalle’ye baktı. O kadar dalıp kalıyordu ki bazen hiçbir şey düşünmeyerek durduğu oluyordu. Sonra ilk telatum-i envar-ı şemsle manzara dalgalandığı zaman giyindi, aşağı indi, erken bir kır seferi yaptı. Böyle hafif yürümek, rıhtımların üzerinde, durgun denizin yanı başında gezmek onu tefrih etti.

Daima onu düşündüğü halde gözünün önünde değildi. Gelirse bile sade gözleri geliyordu. O zaman bazen durup feryada benzeyen bir saadetle “Lakin işte seviyorum!” diye haykırmak istiyor, “Sade onu, sade onu... Başka kimseyi sevmeyeceğim” diye yemin etmek ihtiyacını duyuyordu. Sevmeyecekti ve evet, hatta sevmemişti. İşte şimdi görüyordu ki şimdiye kadar kimseyi sevmemişti. Ta ilk şebabından beri, ilk hararet ve galeyanla bütün kadınları kendine kâfi bulmayan, hepsine birden malik olmadan öleceği için yanan Necip kadın namına ne kadar bâlâpervaz emeller, aşka ait ne kadar fevkalarz saadetler hülya etmişse, Suat onu bu kadarcıkla hepsinin fevkinde mesut ediyordu. Hayatında bundan çok değil, hatta bu kadar saadet istememişti. Ruhunda bu kadarını istemeye kuvvet bulmamıştı. Acz-i ruhuna bakıp şimdi mazhariyetine karşı derin bir şükran hissediyor, “Ah Suat, bir sen varsın, bir sen!” diyordu.

O gün akşama kadar bu halet-i ruhiye devam etti. Bazen yalnız sakin, mesudane sakin, sonra tekrar müteheyyiç, ikbalini düşünerek müteheyyiç kalıyor, o hoplama, her saniye onu sevdiğini bilirken tekrar her saniye bunu unutup yeniden hatırlamak hoplaması yüreğini
ihya ediyordu. Sonra onu sade güzelliği için değil, büyüklüğü, emsalsizliği için de sevdiğini, asıl bunun için sevdiğini düşünerek “İşte asıl aşk...” diyordu. Bu dereceye gelince ona ait olmayan en büyük bir şey bile hakir görünüyor ve ona ait olduğu için en naçiz şey bir kıymet kesbediyordu. Böyle, bir şeyin muazzez olmak için uzak yakın ona müteallik olması kâfi olunca birçok şeylere ehemmiyet vermemeye alışmış olan Necip bütün o şeyleri sevmiş, taziz etmiş gibi oluyor, birçok zaman tanıdığı şeyleri ona ait olmadığı için şimdi ihmal ve istihfaf ediyordu.

Sonra gece musiki ona bir gıda-yı ruh oldu. Yemekten sonra Ballo in Maschera’nın medhali mütelaşi revişiyle birden başlayınca bir müddet etrafında masaları işgal eden tuvaletli madamları, mösyöleri unutup kendini o kadar mesut olduğu küçük odada zannetti. Operanın küçük havalarının teakubu onu mest ve bihuş ediyordu. Musiki ona yanında Suat varmış, onun hava ve nefesini teneffüs ediyormuş gibi bir ruyet-i hatıra, bir nüfuz-i his veriyordu. O kadar sevdiği “Lakin sakından koparılmış” parçasını bayılarak dinledi. Bu havalar ona hep Suat için yapılmış gibi geliyordu. Ruhunun bütün iştiyakını o kadar ilan ediyordu. Bu gece bu musikinin tesiriyle muhayyel, müstesna bir gece oldu. O kadar ki odasına çekildiği zaman teakup eden şişelerin buharlandığı dimağıyla yatmaktan başka bir şey yapamadı fakat bütün ruhu saadetle
aksen­daz-ı iştiyak bir rübap gibi lerzan-ı ahenk ve şiirdi. Uyumuyor gibi bidarlıkla beraber uykunun mestliği onu hayatını bütün hatırat-ı musikiyesiyle müterennim safahatla istediği gibi tertibe imkân bırakıyordu.

Ertesi gün geç uyandı. Güneş temiz bir semayı bütün emvac-ı şaşaasıyla parlatıyordu. Pencereyi açıp evvela bonjur demek için o tarafa baktı. Semanın daman-ı atlası altında, denizin temevvücat-ı haririsi üstünde Pazarbaşı yıkanmış, şevkaşevk tebessüm ediyordu. Birden o kadar iştiyak hissetti ki üç gündür nasıl onu görmeyerek, görmediği halde de görmeye ihtiyaç hissetmeyerek kaldığını anlayamadı fakat gitmek fikrinin önünde mebhut ve gayr-i kadir kaldı. Nasıl gidecekti? Bahusus sonra ne olacaktı? Bunlarla meşgul olarak gezindi. Yemek için otele avdet ettiği zaman bu o hale geldi ki ondan ayrı yaşamak gayr-i kabil gibi göründü. Ne olursa olsun, oraya gitmek için mukavemetsuz bir arzu duydu ve yemeği güç yiyerek bir arabaya atladı.

Araba iskeleyi geçip sefarethaneler rıhtımında Boğaz’ın temiz rüzgârıyla yıkanarak kemal-i süratle giderken onun gözlerini düşünüyor, onlardan nasıl bir kabul göreceğini teemmül ediyordu. Birden onları camit ve bi-mana bulmak fikri onu o kadar korkuttu ki tereddüt etti. Ve bir kere bu aksi tesir başlayınca böyle söylediğine dair o kadar aleni bir emare görmediğini itirafa kadar indi. O zaman bir mücadele başladı. Gitmek, tekrar o gözlerin mana-yı şiiriyle bayılarak kalmak ihtiyacının barid ve sakin bulmak havfiyle mücadelesi... Buna Büyükdere’ye kadar tahammül etti fakat yaklaştıkça o kadar şedit bir helecan hasıl oldu ki bastonuyla arabacıya dokunup durdurdu, orada indi.

Şimdi nereye gidecekti? Sersem, düşünemeyerek geri döndü. Bilmeyerek yürümeye başladı. Köyün içinde yürürken sebebini bilmez gibi içinde bir ezginlik hissediyor, üç günlük saadetten sonra bunun altında ölüyordu. Birden çayıra geldiğini gördü. Bendler yoluna saptı ve buradan onunla beraber kaç kere geçtiğini tahattur kalbini sızlattı. Az daha ilerleyince orada sol koldaki bahçe nazarını celp etti. Burada arabalarını durdurmuşlar, su içmişlerdi. Ah artık bunlar muhaldi değil mi?

Oraya, ağaçların altına oturdu. Tenha, sakit durmaktan zevkyab olarak daldı. Uzun uzun düşünerek, Suat’ın o nigâhını tekrar görmeye çalışarak, ümit, kuvvet bulmaya uğraşarak biraz kesb-i metanet ediyordu. O son nazarın reng-i hazini onun için binlerce manalarla dolu geliyordu. Suat’ın evvela hiç ses çıkarmayıp, başını bile kaldırmayıp meşgul oluşu kalbiyle ettiği mücadeleyi gösteriyordu. Fakat sonra kalbi galebe ediyor, gözler bütün bu mücadelelerin hüzn-i mealiyle nemnak, dudaklar
mütereddit, ses titrek “Yine gelirler elbet” diyordu. Heyecan ona böyle “Yine gelirler” diye teklifli bir söz söyletiyordu. Hayır, bu lakaytlık, nefret olamazdı.

Alıştığı sükûn içinde duyduğu bir gürültüyle başını çevirdi. Yoldan geçen arabaya baktı fakat birden gözlerinde bir karartı gördü. Arabada Süreyya ile Suat’ı görüyorum zannetmişti. Ve bu birden onda bir hıyanet yarasına benzer, bir zevç kalbinde açılan ceriha gibi bir taharrüş hasıl etti. Bunda bir zevce ihaneti, verilen yeminde halef gibi bir şey, bir fecaat görüyordu. Ona Suat kendisi beraber olmasa gezemez, eğlenemez mi geliyordu? Başını eğip derin bir meraret, matemi bir hüzünle “Ah bedbaht, bilsen ki onun hayatında sen ne kadar naçiz bir şeysin, bunu bilsen!” diyordu.

Evet, bunu bilseydi de böyle geniş, nihayetsiz hülyalara dalmasaydı. Bir nazarda böyle müebbet aşklar bulmasaydı. Bütün bunları kendisi, hem yalnız kendisi yapmamış mıydı? Birkaç gündür onu o kadar mesut eden emniyet tarümar olarak yerine azîm bir şüphe, onu müteakip büyük bir yeis geldi. Ezen bir şüphe, boğan bir yes. Kendisi Suat’ın hayatında hiçbir şey, bir eğlenceyken, Süreyya... Lakin Süreyya onun sahibi, amiri, ruhuydu. Onların hayatları birbirinindi. O onu bakir ve masum almış, senelerce onunla yaşamıştı. Hatta Suat kendisini sevseydi bile onun gibi olmasına her şey maniydi. Bu izdivaçtan, Süreyya’dan başka, bütün maddiyattan başka, bütün maneviyat maniydi. Her şey, bizzat Suat, hah, mazisiyle bir maniydi. Mazisi onundu, onunla yaşamıştı, onunla yaşıyordu ve onunla yaşayacaktı. Şimdi kendileri birbirinin olsalar bile, hiçbir zaman öyle olamayacaklardı. O onun karısıydı. Birçok zaman karısı olmuştu. Saadet ve zevkle olmuştu, hiçbir vakitte bu hatırat-ı zevk ve saadeti kendisi
mahvedemeyecekti. Bu kadar sevdiği bir kadını sanki iştirakla kirletmiş olacaktı. Bunda tuğyana sevk eden bir fenalık görüyordu.

O halde sevilse bile bu yalnız bir cerihadan başka bir şey kadar sevmezdi. Hatta bir parça bile seviyor muydu? Kendine temin edebilir miydi ki Suat tarafından seviliyordu? Bu mülahazaların altında zebun, mustarip, hâlâ o ihanet yarasıyla mecruh, tekrar onları görmemek için oradan kalktı, ağır ağır Tarabya Tepesi’ne çıkan yokuşa tırmandı.

Gecesi sükûti, muzlim ve mustarip geçti. Küulle musiki elinde fakat bu gece öldüren bir yeisle saatlerce, bir söz söylemeyerek surat etti. Sabah Boğaziçi’nin bahara benzeyen sisli bir sonbahar sabahı, bir anda ona Yenimahalle’deki sabahları ihtar eden rakit denizli, berrak semalar, taze, bütün incileriyle, gümüşleriyle, ipekleriyle titreyen bir sabah; şimdi onların orada belki henüz uyanmış olduklarını, mahrem ve samimi hayatlarını düşünerek, otel hayatından bulantı veren bir melalle kalktı. Giyinirken aşağı inip gazetelerin başına gittiği ve orada gazetelere gömülmek için uğraştığı zaman zihninde bir fikir onu meyusiyete sevk edip boğan bir fikir vardı. Ne olacaktı? Hayatı böyle keşmekeşle ne olacaktı? Bu hastalıktan rehayab oluncaya kadar ne yapacaktı? Ah sefil, daha dün burada ne kadar mesut olduğunu düşündükçe “Benim cezamdır!” diyordu. Gazeteleri elinden atıp dışarı fırladı. Yeniköy’e doğru bir iş varmış gibi telaş ve tehalükle yürümeye başladı. Lakin karar, artık bir karar lazımdı. Fakat neye karar verilecekti?

Mamafih karar verilmeden tekrar yemeğe dönmek, yine o tezebzüb içinde yemeğini yemek, tekrar o salonda, o adamların arasında oturmak icap etti. Fakat artık yorgun, her şeyden, sade yürümekten değil, düşünmekten, mustarip olmaktan yorgun, oracıkta yorulmadan ölüvermek için bekleyerek otururken, terasın kapısından birinin girdiğini ve arkasından gelen garsonun ona kendisini gösterdiğini gördü. Sıçrayarak “Süreyya!” dedi.

Öbürü elini uzatarak “Evet, ben geldim” dedi ve serzeniş ederek işte nihayet kendisini gelip bulduklarını söyledi.

“Zira yalnız değilim, Suat aşağıda arabada bekliyor” dedi.

Sonra istihzayla “Eğer sizi bir saadetten alıkoymazsak, alıp gezmeye götürmek için geldik” diye izah etti. Aşağı inerlerken boğuk bir sesle cevap vermek isteyen Necip’e anlatıyordu. Onun burada olduğunu, Suat çantasını almak için gelen otel hademesinden anlamıştı. Bugün yarın uğrar diye beklerken nihayet gelmediğini görünce...

“Zaten ben senin orada sıkıldığını anlıyordum. Sen bir kere gürültüye alışmışsın, bizim köşemizde elbette sıkılacaktın. Fakat nihayet kavuştun ya, kim bilir neler vardır? Yine bir entriket?”

Necip orada rıhtımdaki arabada çarşafından fark ettiği Suat’a yaklaştıkça perişan, titreyerek cevap veremiyor, şimdi onun yüzüne nasıl bakacağını düşünüyordu. Hayır, o yaptığı işten sonra ona artık bakamayacaktı. Halbuki Süreyya bir taraftan söylüyor, havanın güzelliğini anlatarak bugün Beykoz’a gideceklerini haber veriyordu. Ve Necip oraya gidip Suat’ı selamladığı vakit hâlâ Süreyya’yı dinliyormuş gibi yaparak onun yüzüne bakamıyordu. Suat kocasma bakıp “Gidiyor muyuz?” dedi. Onun baş işaretiyle aşağı indi. Süreyya arabacının parasını verirken Suat, mesut ettiğini ve sevildiğini bilen kadınlara mahsus bir tebessümle “Rahatsız etmedik ya?” diye sordu.

Necip haykırmak, bu gözlerin, bu tebessümün karşısında ölmek ihtiyacıyla zebun, gözleriyle, tavrıyla cevap vermeye uğraştı.

Fakat sandala girdikleri zaman baktı; oh, öle öle başka bir hayat-ı inşirah ve mestiye giriyormuş gibi baktı. Bunlar yorgun, çürük, donuk, bir bulut kaplamış gibiydi. Şimdi bu gözler kendinden kaçıyor, biraz evvel parlayan nazarlarda şimdi bir sönüklük, bir firarilik var zannediyordu.

Suat, o, evvela buraya gelinceye kadar, vereceği saadetin şevkinden heyecan ve raşeyle ümit ve emelle perişanken şimdi hücum ve istila eden bir hüzün kasvetiyle, daha hatve-yi sukutu atmadan gelen bir tehaşi ve istikrahla zebundu. Süreyya bugün şen, pürgu, her şeyden bir söz çıkararak konuşurken Suat “Ah haberin olsa...” diyor, o Necip’e nasıl olup da Suat’ın bugünkü Beykoz gezmesini aklına getirdiğini anlatırken bile onu Necip’in ayaklarına götürüp kabahatlerine, ihanetine gülünç bir alet yapmak, Necip’in nazarında bile böyle bir adilik etmek kendisine ağır, iğrenç geliyordu. Ruhunda buna karşı bir isyan, işte kendini bu hüzün ve kasvete, bu adem-i memnuniyete, ömründe bu şiddetle ilk defa gelen bu adem-i hürmete sevk eden bir isyan hasıl oluyordu.

Son günlerin heyecanat-ı rakikası onu bi-ihtiyar bırakmıştı. Fakat o zaman sade cereyan-ı vakayie ram olmaktan başka bir şey yapmıyordu. O zaman bir senedir kendini tebah eden efkâr ve mülahazat-ı elimeden kurtuluyorum zannetmiş, henüz hayatında bir lahza-yı sürur, acı fedakârlıklarla elde edilen bir nasib-i bahtiyari var zannederek buna sevk-i nefs etmişti. Necip’i sevdikçe, sevdiğini mecbur olup kabul ettikçe, bahusus onun tarafından da sevildiğini gördükçe o zamana kadar sakin bir saadet içinde, daha doğrusu düz bir kanaatle geçmiş hayatında bu kadar şedit heyecanlar hissetmemiş olduğunu görmekten, görüp bi-ihtiyar kalmaktan başka bir şey yapamamış, bunu kendine bile itiraf edemeyeceği bir hisle idameden zevk bularak yaşamaya dalmıştı. Fakat şimdi yapılan şey büsbütün başkaydı. Şimdiye kadar kendinin hazırlamadığı, idare etmediği vakayie baziçe olurken bugün kendisi de buna bir hareket ilave ediyor, sanki bir cihet veriyordu. Dün sade ona bugün gelip bir nevi kabul ve itiraf demek olacak bu hareketle mesut etmekten, onu görüp mesut olmaktan başka bir şey düşünmezken, o hali idamede bulduğu zevke kendini böylece kamilen terk ediverip bu tehlike üstünde çırpınmaktan mukavemetsuz bir heyecan bulurken, şimdi, daha ilk hatvede hareketinin bütün çirkinliğiyle ezilmekten kendini men edemiyordu. Görüyordu ki kendini bu saadete terk etmek bile onun için muhaldi. Bu zavallı, neticesiz, masum saadete bile... Şimdi bir kere hareketinin çirkinliğini görmeye başlayınca bunu nasıl bir neşeyle, nasıl bir neşe-yi günahla bahusus namuslu kadınların hissettikleri kendileri için o kadar memnu olan bu şeyin bir parçasını, tehlikesiz bir kısmını nihayet yapmak incizabıyla, isteyerek, memnun olarak yaptığını, sade onu mesut ettiği için değil, ne kadar naçiz olursa olsun, böyle bir hisle de yaptığını itiraf etmek onu kendinden nefret ve istikraha, adeta kızartan bir hacalete sevk ediyor ve zevcini kolundan tutup çekerek hâlâ devam eden bu levsten uzaklaştırmak, bir zaman o kadar hürmet ettiği ve hürmet ederek mesut olduğu bu adamları kendi eliyle soktuğu bir çirkin mevkiden kurtarmak için ölüyordu. Her şeyin fevkinde, muhakeme eden, his ve teessür, mülahaza ve muhakeme eden melekatın da fevkinde, lakayt kalamadığı, duymaktan ruhunu men edemediği bir seda, bu şeyleri çirkin, iğrenç bulan bir sevk-i tabii vardı ki ona bu mevkii giran, menfur gösteriyordu.

Fakat ne olacaktı? O kadar zaman alıştığı bu heyecanlardan mahrum olunca hayatını tahammül edilmez bir çöl olacak gibi görüyordu. Ah sade öyle devam etseydi; insanı boğan bu elim zebunluklar olmadan sade o heyecan-ı masumla mümkün olmayacağını görüyor, hem işte artık o zamanı geçmiş buluyordu. O artık tekrar bulunamayacak bir emel mazi olmuş, vukuat onu bir tarafa iterek ileri sıçramıştı. Şimdi ne yapmalıydı Yarabbim?

Hiçbir zaman hayatı böyle ele geçmez, yola gelmez hain bir şey olmak üzere bilmemişti. O hayatını geldiği gibi yaşamamıştı. Sonra onu kendine uydurmak mecburiyeti çıkınca öğrenmeye, tanımaya başlamış, tanıdım dediği yerde yine meçhul bularak nihayet onun anlaşılmaz bir muamma, bütün çaresizlikten mürekkep bir muamma-yı elim olduğunu görünce dehşeti müzdad olmuştu. Şimdi, şimdi artık bu hayata karşı bir kin ve gazap hissediyor, bir şey yapamamak imkânıyla büyüyen bu kin onu acı, zalim yapıyordu. Ne kadar aldanmış olduğunu, hayatını güzel ve mesut bir hayat diye görmekten ziyade öyle devam edecek, öyle devam etmemek için hiçbir sebep mevcut değil diye inandığı için ne kadar budalalık etmiş olduğunu, bir gün, sade kalbin yorulduğu, ruhun usandığı için her şeyin değişip insanın yabancı bir muhit, yabancı bir hayat içinde, hatta o zamana kadar bile aldanarak yaşadığını kabule mecbur kaldığını görüyor, her şeyi şimdiden anlıyordu. O hiç düşünmemiş, buna ihtimal vermemişti. Ruhu daima bir halde kalacak, kalbi ölünceye kadar öyle vuracak zannetmişken işte ona da o sin, o her şeyi en hakiki rengiyle görüp anlamak sinni geldiğini görüyordu. Bir mana, bir sebep veremediği sıkıntıların hep alıştığı hayatın artık ruhuna kifayet edemediği için tezahür ettiğini ve nihayet şimdi ruhunun gıda-yı kıymettarını bulduğu zaman, o hiçbir şeyi bilmeden tertip ve kabul edilmiş hayatın rabıtalarıyla bağlatarak bu yeni saadeti ve teb’ide mecbur olduğunu görmek kendisine acı geliyordu. Ah tekrar hayatına başlamak kabil olsaydı!

“Ne kadar dalgınsın Suat!” denildi, “Etrafına baksana...”

Uyanır gibi oldu. Süreyya şikâyet ediyordu: “O kadar arzu, o kadar rica, şimdi sükûn ve kasvet!” diyordu.

Hava yine o hararet ve renk üzerine şimdi gayr-i mahsus bir tül çekilmiş gibi ketum bir gölgeye, hararet hafif bir revnaka ancak hissolunan bir ılık nefhaya münkalip olmuş, ziya sade bir inikas halinde intişar ediyor, denizin lacivert gözleri sanki bulanarak sinesinden nebean eden o keskin bahar rayihasıyla Beykoz Koyu’na doğru sokuldukça kararıyordu.

Çayırı bütün bütün tenha buldular. Ağaçların gölgeleri, nim bulutlu sema altındaki çayır soluk, meluldü. Yalnız son yağmurların ve dünkü güneşin verdiği bir taravetle mahzun bir yeşillik vardı. Onlar çayırın bu rengindeki güzellikten bahsederlerken Suat çınarlardan sarı, kuru düşen yaprakların kapladığı yollarda yağmurla ıslanarak hasıl ettikleri çamura, bu çürümüş yapraklara bakarak “İşte!” diyordu.

Necip etrafına bakınarak “Havanın rengi iyice soluyor” dedi ve bastonuyla karşıdan ağır ağır yükselen bulut sürülerini gösterdi. Süreyya:

“Ee, ne olacak?” dedi. “Geçenki havaları düşünsene... Neydi o yağmur, o rüzgâr?”

“Ama dün, evvelki gün ne kadar parlaktı, bir yaz günü gibi.”

“Ee, sonbahar bu. Artık bu kadar letafet ve hararet verdikten sonra! Eylülden daha ne beklenir? Eylül malum ya, hüzün ve matem ayıdır.”

O zaman Suat’a hayatının şu devresi kendi ömrünün, kendi kadınlık hayatının eylülü gibi geldi. Eylül... Birkaç gün hava ne kadar güzel olsa, bu kadarcık fani bir güzelliğe bile minnettar olmak lazım gelen bir ay; içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sade bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı. Onun hayatı da öyle değil miydi? Son günlerin letafetiyle beraber, şimdi yine imkânsızlığa, yine hüzün ve kasvete düşmemiş miydi? Tıpkı şimdi düşündüğü gibi, nasıl yaz elindeki saadetten bihaber geçip ilk kış hücumuyla teessüf ederse, o da demin anlamamış, tahassür etmemiş miydi? Tekrar hayatına başlamak arzusu, bugün tekrar yaz olmak emeli gibi değil miydi? Bir senedir onu harap eden endişelerin, melallerin ne olduğunu artık iyice görüyor, “İşte benim eylülüm!” diyordu.

Eylül... Henüz renk ve rayiha bitmemiş fakat baharın mebzuliyet-i elvanı o kadar gayr-i mahsus bir surette çekilmiş, o kadar tekrar avdet etmemek hirmanıyla avdet eder gibi görünse bile hemen yine solup kararan hırçın, boş arzularla o kadar acı acı çekilmiş ki bir gün işte ruh-i tabiat birden uyanıp görüyor, yapraklarının nasıl sararmış, birçoklarının düşüp çamurlar içinde çürümüş olduğunu görüyor ve şimdi hava ne kadar güzel olsa, o bir iki günün verdiği acılıkla bu güzel havaların ne kadar fani, bu renk ve rayihanın ne vefasız, ne artık ele geçmez, eldeyken kıymeti bilinmemiş, öylece istihlak edilmiş bir hazine olduğunu acı acı görüyor, işte artık ne bir çiçek, ne bir rayiha kalmış... Artık onlara tahammül bile kalmamış, hepsi çürümüş. Evvelden yağmur yağsa bile lakayt kalırlardı, belki daha taravet, daha hayat gelirdi. Şimdi... Şimdi işte yağmur, işte kış hepsini çürütüyor, her şey çürüyor, her şey...

Evet, her şey çürüyor, her şey... İnsanlar da çürümeyecekler mi? Eylülde sanki bahara tahassür eden bir taravet-i melule, sanki üzerine çöken kışın, kendini mahvetmek isteyen hazanın rağmına payidar kalmak, tekrar bahar olmak mücadelesi vardır fakat bunun için muhtaç olduğu şeylerden mahrum olduktan başka kendisinde de mukavemet kalmamış ve tabiat bunu anlamış gibi acı bir melal ve tefekkürle, üzerine çöken tenhalığın, matemin hatem-i meraretiyle düşünüyor, sanki ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar mukavemet ederse etsin, kışın galebe edeceğini, artık her şeyin, her ümidin bittiğini, buna tahammül lazım geldiğini anlamaktan mütevellit bir füturla giryandır. Ne renk, ne rayiha... İşte yapraklar ölüyor... Rüzgâr insafsız ve yağmur muannit. Her şey çürüyor, oh, her şey çürüyor!

O zaman eylül kendine tabiatta ilk fütur ayı, faniliği ilk his ayı, ilk mücadele-yi elime ve gayr-i müsmire arzusu gibi hayatın ne olduğunu anlayıp bihaber geçen güzel mazinin tahassürüyle ilk boyun bükülen ay gibi göründü. Ayaklarının altında çamurlanmış çürük yapraklara bakarak “Evet, her şey çürüyor; demek biz de çürüyeceğiz!” diye düşündü. Demek ki çürüyecekti, o da çürüyecekti! Böyle, hiçbir saadet gelmeden, daha henüz beklerken, bahusus hayatının nasıl gafil geçmiş olduğunu anladıktan sonra, artık bir şey de yapmak kabil olmadığını görerek, böyle çürümek, bitmek ona pek insafsızca, pek acı geliyordu.

Halbuki işte onda yaşamak için daha şedit bir arzu, saadetten mahrum olmamak, hayatı kaçırmamak için derin bir ihtiyaç, icap ederse mücadele kabiliyeti vardı fakat her şey boş değil mi? Ne olsa, ne yapılsa kış gelmeyecek mi? Ya gelinceye kadar... Hiç mi, hiç mi bir şey yapılamaz? Böyle görerek, anlayarak, bile bile hayat ve saadetten feragate tahammülden başka bir şey mümkün değil mi?

Derin bir hüzün içinde, bu mülahazalardan gafil konuşan Süreyya ile Necip’e baktı. Süreyya Necip’e bir şey anlatıyordu. Eliyle ileriyi göstererek söylerken Necip de Suat’a bakıyordu. O zaman gözler arasında, bugün ilk defa ve ciddi, ateşîn bir tesadüm oldu. Necip bu nazarda ne kadar derin, acı bir şikâyet ve istimdat gördüyse, Suat da onun gözlerinde o kadar derin, o kadar samimi bir muhabbet, her mücadeleye hazır, her tecrübeye maruz, ölümlere kadar sürecek bir rabıta görüyorum zannetti ve ona bu çaresizlik, kimsesizlik hiss-i giranı içinde azîm bir tesliyeti mucip oldu. O kadar ki ona baktıkça devam edebilen bu hissi idame için baktı, gözlerine hükmü geçemeyerek onların bakmasına müsaade etti. Böyle birbirlerine bir müddet baktılar. Sanki gözler uzun müddet birbirinden kaçan ruhların artık mukavemetsizliğiyle zayıf ve hasta, bir mücadele-yi elimeyle müsahhar, bitaptılar.

Fakat bunda kuvvet veren bir hal vardı. Müphem, uzak, uzak bir selamet ümidi gibi bir şey, sanki bu öksüz ve biçare ruhlar için birbirinin amak-ı enzarında bitmiş hayatlarının tedavisi var gibi bir şey.

İşte bunun için gözler bir an olup birbirinden ayrıldıkları zaman, tekrar o semaya koşup yine kesb-i ümit ve kuvvet etmek ihtiyacı baki kalmıştı. Bunu bilmeyerek gibi, düşünmeyerek, artık itaat etmeyen bir sevk-i tabiiyle yapıyorlardı. O kadar ki bütün o sersemlik içinde akşama kadar üç dört defa daha bu nazarlar tekerrür etti. Fakat bu birçok arzulardan, arzuların birçoğunun cesaret ve mukavemet neticesinde fiile müncer olmasından sonra mümkün oluyordu.

Nihayet akşam olup son vapurla Rumeli’ye geçerlerken Süreyya Necip’i götürmek isteyip de o reddettiği zaman nazarlar tekrar birbirini aradılar ve bu sefer öyle bu telakiyle mest kaldılar ki bu sanki uzun bir hasbıhal oldu. Necip bütün mahrumiyetlerinin tesellisiyle mahmur ve medhuş, Suat bir bilememezlik, bir mukavemet edememezlikle bitap, sanki beraber olamamalarının acısını ne kadar birbirleri için yaşadıklarını anlatarak çıkarmak için nazarlar derin derin bakıştılar.

Loading...
0%