Yeni Üyelik
14.
Bölüm

14. Bölüm

@mehmetrauf

Bu bir müddet sade nazarla konuşulan bir hayat oldu. Sanki kalp bütün söylemek istediklerini, Suat’ın arzularını, emirlerini, Necip’in şükran ve perestişini ifham için gözleri memur etmiş gibi gözler bu sade kendilerinin anlayacakları manalarla namütenahi revnaklar hasıl etti. Necip hiçbir şey söylemeye gayr-i kadir, saadetiyle boğularak sade itaat ediyor, sihirkâr bir rüyadaymış gibi sade incizabına teslim olarak gidiyordu. Suat’ın öyle zamanlarda öyle nazarları oluyordu ki bu ona bir hayat verilmiş gibi saadet veriyordu. Konuşurken, gezerken, azimette, avdette, bu hayata kuvvet ve hırsla sarılmak arzusunu veren nazarlarla mest oluyordu. Veda edip oradan ayrıldığı zaman o bir güne kadar gömüldüğü zulmette bu nazar bir rehber, bir nur-i tesliyet ve kuvvet oluyordu. Bunda bir meçhuliyet bulunuyordu. Her an insanı saadetine inandırmayan, her an bunun bir rüya, bir sihir olduğunu zannettiren bir fanilik vardı ki bu bazen ümit ve emelle ateşîn bir heyecan, hemen şüpheye teslim olacak bir heyecan oluyor fakat akabinde vuslatlara bedel bir saadet ve inşirah veren bir tebessüm, bir küçük, belki manasız, belki hiçbir tebessüm hepsini mahvedip sade kendi hükümran oluyordu.

Ah bu nazarların bazen nasıl manaları, nasıl incelikleri, nasıl renkleri vardı! Ne gayr-i kabil-i ihsas ve ifade, ne gayr-i kabil-i tefhim şiirleri, şiiriyetleri, insanı nasıl birden sema-yı saadete isal eden renkleri vardı! Bazen derin, siyah, vakur, sükût ettiği olurdu. Sonra bir nur-i ricayla titreyerek müsterhim, perişan bir nigâhla bakardı. Bazen mütehakkim, emreder, sonra munis, razı olur, lutufkâr, vaat eder, “Evet, peki!” derdi. Bazen sadece “Seviyorum ve mesudum!” diye, sonra şuh ve kadın olup şüpheli bir emniyetle bakarak, mahmur ve mest, teşekkür ederek, ah bu nazarlar ona ne saadetler veriyordu! Henüz inkişaf edip de mesut olacağına, o kadar yaşayacağına inanamayan bir gonca-yı saadet ve emeli gibi nahif ve rakik bir saadet...

Ve Suat’ı evvelkinden ziyade kadınlığına, ziynetine itinalı görüyor, onun daha güzel, daha zarif olmaya takayyüt ettiğini, kendisi için merak ettiğini anladıkça çıldırmak isteyerek “Hep benim için yapıyor. Ah seviyor Yarabbim! Ne kadar seviyor, ne kadar!” diye haykıracağı geliyordu. Kadınlığın bütün aletlerine, bütün silahlarına münkad, meshur, benliğini kaybetmişti.

Sık sık Yenimahalle’ye gidiyor, bazen yemeğe kalıyor, bazen gezmeye çıkıyorlar, sonra yalnız avdet ediyordu. Bir gün otelde öğle yemeğini yedikten sonra bir vapura atlayıp oraya gittiği zaman Suat’ı yalnız buldu. Süreyya on bir vapuruyla İstanbul’a inmişti. O zaman orada yalnız oturmaktan çekinerek ve dönmek de istemeyerek tereddüt etti fakat Suat birden tehacüm eden heyecandan sonraki durgunlukla “Fakat hemen gelecek, sekiz buçuk vapuruna yetişecekti” dedi. Kendinin gitmemesini istediğini görerek Necip memnun duruyordu. İkisi de titriyorlar, yabancı adamlarmış, ilk defa görüşüyorlarmış gibi kalıyorlardı. Birbirinden ve sonra başkalarından korkuyorlardı. Suat Behice Dadı’yı ehemmiyetle yanına çağırıyor, o gitmek isterse telaş ediyor, yalnız kalmaktan korkarak, titreyerek sükût olunuyor, söz bulunmuyor, hatta birbirine bakamıyorlardı.

Fakat gittikçe alıştılar. Son on günün bütün nazarlarından, manalarından muarra, sade, düz bir surette konuştukları oldu. Sanki aralarında hiçbir şey cereyan etmemiş gibi görünüp birbirini aldatır gibi duruyorlardı. Hava cesaret edilip de çıkılamayacak bir teşrinievvel havasıydı. Keskin bir rüzgâr esiyor, güneş oraya buraya yığılmış bulut kümelerinden kurtulup devamlıca neşr-i hararet edemiyordu. Ve burada, denizin karşısında, o kadar zaman Suat’ı o kadar istediği bu odada böyle yalnız, böyle kalbinde sevilmek emniyeti, sevmek ateşi varken, sükût ve telaşta bir zevk-i azîm bularak, o emniyet varken o mudhike heyecanıyla bayılarak, kendilerinden bile gizlemek istiyorlarmış gibi söz söylemekten, bakmaktan korkarak fakat herkesten gizli muazzez saadetlerini böyle kavi ve mevcut hissederek kaldıkça, bir müddet Suat bütün bütün kendininmiş hülyasına daldı.

Çay vakti gelip Suat’ın bir itina-yı hususiyle hazırladığı çay masası getirildiği zaman bu his bütün bütün takarrür etti, Suat’ta sade hareketleriyle öyle bir ruhunu vermek, en küçük tavırlarındaki samimiyetle öyle kendini bahşetmek rüyası vardı ki bunlar nazarların manalarından ziyade onu mest ediyordu. Böyle ufak, masum sözler, masum olsun diye söylenildiği halde de pür mana gelen küçük muhavereler sesin titrediğini hissettirmemek için titreyerek, bir ihtiyatsızlıkla bütün bu şiiri tarümar etmekten korkarak geçen bu birkaç saat şimdiye kadar geçen en mesut günlerine galebe etti.

Fakat Süreyya’nın vürudu bu güzel rüyadan onları pek acı bir surette çekip çıkardı. O zaman hücumuna karşı mukavemet edemediği bir hüzn-i kasvet, bu saadetin bütün merareti onu harap etti. Ne kadar yalan ve gayr-i kabil-i tahakkuk bir saadetin oyuncağı olduğunu anlayıp böyle ezilmiş dururken Suat’ın bunu fark etmiş gibi ümit ve teselli nazarlarıyla baktığını görüyordu, fakat Necip’in kalbindeki meraret ve hüzün o kadar derindi ki istediği saadete onun da artık hahişger olması kifayet edemediğinden o kadar zebundu ki bu nazarların cazibesiyle her vakitki gibi müstağrak-ı inşirah olmadı. Ve şimdi yine oradan ayrılıp yine onları yalnız ve mesut bırakarak gidip sefalet ve tenhaisinde inleyeceğini düşünerek, onu yine sahibine bırakacağını, her vakit, her zaman böyle olacağını, ona böyle birkaç saat hayalen bile malik olamayacağını görerek bu gecenin ne tahammül-şiken, ne uykusuz, pür azap bir gece olacağından korkuyordu.

Gitmek için kalktığı zaman Süreyya’nın “Canım kal da yemek yiyelim” teklifini redle meyusane fakat bir azm-i katiyle ısrar ederken Suat’ın bir nazarı oldu. Sanki onun bütün ruhunun elemini hissetmiş ve onun böyle melul gittiğine hiçbir vakit razı değilmiş gibi yeisle merhametle, tahammülle, rica ve aşkla karışık bir nazar. Fakat Necip bu kadar derin bir kadına sade yalandan malik olduğunu görerek daha meyus, hatta Suat’a bile münfail, belki yalnız ona münfail, “Hayır, gideceğim. Siz kalınız ve mesut olunuz. Ah beni bırakınız, zira ölüyorum. İşte aranızda beni öldürüyorsunuz” diye haykırmak, haykırmadığı için tehevvürle gitmek istiyordu. O zaman bu nazarda şimdiye kadar manalar sade kendinden, sade belki yanılmak ihtimali olarak da çıkarken, bu sefer aşikâr bir mana görüldü. O artık mütehakkim “Hayır, behemehal kalacaksın. Ben öyle istiyorum” diyordu. Artık Suat münasebetlerinin kabul edildiğini, devamına rızadade olduğunu bu nazarla inkâr edilemeyecek bir surette izhar etmiş oluyordu. Ve Necip’in bu eser-i irtibata karşı gözlerinin merareti silinirken Suat’ın nazarı “Evet, kal. Bende öyle derin ve gayr-i kabil-i intiha teselli ve ümit membaları var ki...” diyordu.

Suat bu gece emsalsiz bir surette bir teselli ve şifa perisi, bir incizap ve saadet perisi oldu. Onun hüznünü
geçirmek, onu mesut ve mütebessim görmek için öyle halleri oluyordu, öyle sözleri, öyle nazarları oluyordu ki Necip içinde deminki zulmetin yerine şimdi bütün bir saadetin dolup taştığını hissediyordu. Onun sözleri, tavırları belki yine her zamanki gibiydi fakat şimdi onlarda hususi bir renk görür gibi oluyor, artık en manasız şeyleri pür mana geliyordu. Asıl Necip’i mest eden şey, onun hayat ve efaline kendinin dahl ve tesiri olmasıydı. Onun hayatına giriyorum, onu zapt ediyorum saadetiyle boğuluyordu. “Benim için, benim için!” diye onun hiçbir erkeğe, kendinden başka hiç kimseye belki olup da böyle kadınlığını, bütün hazinelerini, bütün ruhunu vermeyeceğini, yalnız kendinin bu kadar mesut olduğunu düşünmekle boğuluyordu. O zaman bir teşekkür etmek ihtiyacını hissetti. Kati, mütehakkim bir ihtiyaç, hemen ağlayarak teşekkür etmek ihtiyacı... Ve bunu anlatabilmek için ne yaptıysa, muvaffak olamadım zannetti. Yanıyordu, ölüyordu. Halbuki Suat anlıyordu, onu zebun görmemek için bütün neseviyetinin delaletiyle uğraşmış ve şimdi düşünmeden sade hissiyatına tebean, sade keşf-i icatla heyecanlardan saadetler yaparak ve onun gözlerinde nasıl mesut olduğunu, nasıl teşekkürlerle baktığını görerek yeni hayat buluyormuş gibi oluyordu. Onu böyle hep zulmetlerinden kurtulmuş, mesut gördükten sonra gitmek teşebbüsünü men etmedi ve ayrılırlarken birdenbire dedi ki:

“Geçen gün Süreyya söylüyordu ya... Fakat artık ben de inanıyorum ki onun hakkı varmış Necip Bey…”

Necip mütehayyir bakıyordu. Süreyya gülümseyerek: “Ha” dedi, “O hususta haklıyız.”

Necip soruyordu:

“Niçin efendim?”

Süreyya yeniden güldü:

“Suat’ı bir gün otele yemeğe davet etmediğin için olmalı.”

Suat başını sallayarak:

“Hayır, hayır” dedi. “Mümkün olmayan şeyi istemek bile bile reddolunmaktır. Ben o kadar güç şeyleri istemem fakat insan hiç olmazsa sade köyüne davet eder. Tarabya’nın ne güzel tepeleri vardır.”

Necip mesut, birden kalbi çarpıp müteşekkirane bakarak:

“Yemin ederim ki aklımda... Fakat... Bilmem... Havalar...”

Suat gülerek Süreyya’ya döndü:

“Zavallı hava” dedi, “Bereket versin ki o var, olmasa nice şeyler bahanesiz kalacaklardı. Yarın çok sıcak, kışın çok soğuk olmasa neler geri kalmayacaktı değil mi? Şimdi sonbaharın, havanın ne kabahati var? Fakat kendi kabahatlerimizi, haksızlıklarımızı ondan başka neye yükletmek?”

Ve yarın için Tarabya’da onları bekleyeceği kararlaştırılıp araba bulmak için köye kadar giderken Necip mest ve mütehayyir kendi kendine “Ah nasıl şeyler, nelere kadir değiller Yarabbim! En masum görüneni bile... Ah bu kadınlar!” diyor, sonra başını sallayarak “Neydi o, mümkün olmayan şeyi istemek bile bile duçar-ı red olmaktır, öyle mi? Fena tembih değil!” Bundan sonra hayatlarının başka bir devreye girdiğini, münasebetlerinde mühim bir hatve daha atıldığını görüyordu. Bu geceki nazarda o kadar açık bir ifade-yi kabul ve teşvik vardı ki artık bu aşkı ikisi için katiyen kabul edilmiş bir şey olmak üzere gösteriyordu. Artık müphemiyet, her şeyin bir rüya olmak ihtimali kalkmıştı. Temas edilebilecek bir ispat vardı. Bir sigara yakarak “Pekâlâ, ne olacak, bunun sonu ne olacak?” diye soruyordu. Ve saadeti kendini o kadar hodkâm etmişti ki hatve hatve böyle Suat’a takarrüp edip bir gün her şeyin mümkün olacağını şimdiden görüyor, bununla mest oluyordu.

Loading...
0%