@mehmetrauf
|
Öbür gün öğleden sonra Tarabya tepelerine çıktılar. Hava sabahleyin kalın ve geniş tabakat-ı sehaible mestur ve mahmulken bunların altından öğleye doğru güneş kurtulmuş, hafif bir lodosla birleşerek bulutları dağıtmış, etrafı yükseldikçe hissolunan ılık bir nefha-yı sayfla ihata etmişti. Tarabya’nın atkestaneleriyle, genç kavaklarla muhat olan İstanbul yolundan yürüyerek yüksele yüksele bütün Boğaz’ı, ta uzakta Karadeniz’i gördüler. Hacıosman Bayırı’ndan Büyükdere’ye indiler, orada havanın tekrar dönmüş, serin bir rüzgârla denizin bozulmuş olduğunu gördüler, avdet ettiler. Necip bu seyranı evvela hâr ve namütenahi bir meserretle beklerken bugünün de böyle bitmiş, geçip gidivermiş olduğunu, yine kendinin yalnız avdete mecbur olduğunu görünce hep kendi ıstırabıyla biten bu teşebbüslerden yorgun, yine mağlub-i kasvet olarak durdu. Suat, artık en gizli teessüratına bile kendini agâh eden bir nazar-ı ruhla onun gözlerini istifsar eder gibiydi ve ilk yalnız kaldıkları zaman “Galiba yoruldunuz!” dedi. Dudaklarında bir inci tebessüm, gözlerinde bir ifade-yi tecessüs vardı. Necip “Niçin?” diye sordu ve durgunluğu için sorduğunu anlayınca “Başka ne yapayım?” dedi. Sonra bütün esef ve elemini anlatmak istiyormuş gibi ateşle ilave etti: “Bugün de bitti, işte o kadar şevkle beklediğim bugün de geçti de onun için...” Suat o tebessümü nim solmuş, gözlerinde henüz son revnakları titreyerek seviniyor, bakıyordu. Necip tekrar sükûtu bozdu. Derin, hararetle içini çekerek “Ah bilseniz, dünden beri bugünü nasıl bekledimdi... Dün gece o kadar mesut ve bahtiyardım ki... Sabaha kadar uyumadım. Zannediyordum ki bugün büsbütün başka olacak. Daha... Bilmem fakat gördünüz ya, hiç... O da geçti, hep geçecek... Hep geçecek... İşte böyle.” Sesi nihayetsiz bir esef ve elemle söndü. Azîm bir yeis tavrıyla elini sallayarak sözünü bitirmedi. Tekrar sükût. Suat müteellim, muğber bakıyordu. Sanki sormak istiyordu: “Niçin, Lakin niçin?” demek istiyor, söyleyemiyordu. Kendini zorluyor, “Hayır, ben istemem, keder, ıstırap istemem” demek için ölüyordu. Fakat en küçük bir söz onu korkutuyor, dudaklarını kilitliyordu. Bu söz söylenirse her şey, kendisi, bütün bu hal mahvolup yerine hep fenalık, azap ve nedamet kaim olacak diye korkuyordu. Necip kendi kendine düşündüğünü ona da söylemek ister gibi dudaklarında acı bir tebessümle “Ah dün, dün” dedi, sözü kendi kendine söylüyormuş gibi bir tevdi-i hali vardı: “İşte otuz yaşındayım, hiç dünkü kadar mesut olduğumu bilmiyorum. Bir müddet, bakınız, sizin karşınızda bir müddet zannettim ki... Zannettim ki... Sade ikimiz varız.” Burada sesi kısıldı, kendini işitmekten korkuyormuş, bir cinayet yapmış gibi gözleri dondu, sonra bunun nasıl fena bir çılgınlık olduğunu anlatmak istiyor gibi “Ah ne rüya, ne acı bir rüya!” diye acı acı gülümsedi. Suat’a söyleyecek ne kadar sözleri varken, hatta hâlâ söylemek kabiliyetini hissediyorken, söylemek için böyle manasız münasebetsiz sözlerden başka bir şey bulamıyordu. Kesik, birbirini tutmayan cümlelerle boğazı kuruyor, asabı gevşemiş, titriyordu. Fakat o kadar. Süreyya’nın girdiğini görerek piyanonun üstündeki fesini almaya davrandı. Süreyya “O ne o, yolculuk mu?” diye sordu. “Evet, artık vakit, gidiyorum” dedi. Burada bir müddet daha kalmamak bir mecburiyetmiş gibi, bu mecburiyete itaati büyük bir azap olduğu halde yine gitmek istiyordu. Suat’a karşı derin bir infiali, bir sebep tayin edemediği bir dargınlığı vardı ve onu böyle mustarip etmekten azîm bir zevk-i sar hissediyor, onun gözlerindeki ifade-yi elemi görerek kalbi müşerrih oluyordu. Onun kendinin gitmesini istediğini bilerek itaat etmemekten, onu öyle ezmekten zevkyab oluyor, sonra “Evet, sade o kadar, sade burada yemeğe kalmaktan ibaret...” Hiç, hiç düşünmüyordu. “Bir kadın mesut etmek isterse her şeyi, severse her şeyi yapar” diye mevkiinin gayr-i kabil-i tahammül, gayr-i kabil-i idare oluşunun acısını ondan çıkarmak istiyor, bütün mesuliyetini ona tahmil ediyordu. Süreyya “Öyle ya, Summer Palas bu... Doğrusu orası dururken, o beyaz salonda yemek varken burada kapanıp kalmak büyük fedakârlık” diyordu. Sonra muzlim, keder-nak, sakit duran Suat’a sordu: “Değil mi?.” O başını bilmem yahut elbette gibi müphem bir işaretle oynattı. O bütün anlıyordu. Çünkü kendisinde de o fırtınalar vardı. Her gün asıl saadet gelecekmiş gibi bir iştiyak ve intizar-ı ferda varken bu namütenahi uzayıp giderek elim bir hüsrandan, bütün alamdan başka bir şey ele geçmediğini görmekten mütehassıl o zulmetler onu da yıkıp harap ediyordu. Fazla olarak o kadar uğraştığı halde Necip’in de serzenişleri, onun da şikâyetleri, onun da alam-ı ıstırabatı kendini daha mustarip ediyordu. Onun gözlerinde “Beni sen muazzep ediyorsun, istesen...” gibi bir şikâyet gördükçe ne yapacağını bilemeyerek sade onlardan bu ifade-yi teellümü def etmek, sade onu mesut etmek için çalışıyor fakat işte elim fedakârlıklarla beraber buna muvaffak olamıyordu. Ah, bu aşk nasıl birkaç saniyelik saadetleri uzun elemlerle, zalim nedametlerle hurdahaş ediyor ve bunun mecburi böyle devam edeceğini, hiçbir çare olmadığını görmek onu ne kadar eziyordu. “Hayır, seni böyle zebun, mükedder göndermek istemem, kalacaksın!” demek istiyordu, fakat Necip’in gözleri kendinden kaçıyor, tesadüf etse bile bunlar bir taş ruhsuzluğuyla kararıyordu. “Ah ne oluyorsun? Başka ne yapayım? Yemin ederim ki serbest olsam...” demek için ölüyordu. Bunu birçok zamandan beri ancak mahsus fakat şimdi gürleyeceği vehmolunan derin bir velvele-yi rad gibi kendinde hissediyordu. Bu sözle onun ne kadar mesut olacağını hissediyor, lakin bu arzuyu kendine bile, ruhuna bile itiraf edemeyerek iskata, imhaya uğraşıyordu. Fakat işte şimdi hemen ruhundan, onun bütün manialarından kurtulup birden dudaklarına gelmiş oldu. Evet, serbest olsaydı... Fakat mademki değildi... Ne olacaktı? Bunu sade böyle cerihasız, günahsız devam ettirmek, bu aşkı bir çocuk muhabbeti gibi masum bir perestişle beslemek mümkün değil miydi? Ah niçin, bir takım acı fedakârlıklar ihtiyar edip nedametlere, azaplara, bütün zulmet ve musibete düşmek, bir hatayla üç hayatı birden harap etmek niçin lazım geliyordu? Zira önünde bir zulmetten, musibetten başka bir şey görmüyordu. Ah bir parça o kanaatkâr olsaydı, bilseydi ki kendi de istiyor, mümkün olsa bunun için her şeyi yapacak ve bir saniye ayrılmak için, onu mesut ve şatır tutmak için o kadar çalışacaksa da mümkün olmuyor. Bunu görüp Necip de kanaat etse, onun muhabbetinden, kalbinden emin olsaydı. “Ah Necip, Necip, bilsen” diye inlemek istiyordu. Fakat o bilmiyordu, hem gözleri o kadar hain, o kadar taş gibi bakıyordu ki bir müddet onun kalbi hakkında “Acaba yanıldım mı?” diye soğuk bir raşeyle harap oldu. Fakat o daha demin şikâyet etmemiş miydi? O da kendi mustarip olduğu, öldüğü için böyle durmuyor muydu? O zaman Suat bu işte hiç kimsede kabahat olmadığını, bunun asıl sebebi aşk olduğunu görerek, onun ne hain, ne çaresiz, ne müfteris bir ceriha olduğunu teslime mecbur oluyor ve boynunu bükerek onun elinde ezileceğini, hurdahaş olacağını bilmek haşyetiyle harap oluyordu. Necip gitmek için kapıya dönünce Suat’ın mütereddit bir sesle kocasına “Kavak için...” dediğini işitti. Suat’ta son günlerde hep gezmek için bir temayül, sokak için fevkalade bir arzu hasıl olmuştu. Kışın gelip bastıracağından şikâyet ederek şimdi bu müsaadelerden istifade etmek, etrafı hiç olmazsa şimdi görmek istiyordu. Hakikatte bütün bunların kendisi için yapıldığını, kendisinin buraya sık sık gelmesine bir bahane olduğunu Necip anlayarak memnun ve mesut oluyor, hep kendi için, bütün kendi için yaşayan Suat’ı böyle zamanlarda ne kadar taziz ediyordu. Şimdi yine meyusane giderken bu söz onu ferahlandırdı. Zulmet-i yeisinde bir lema-yı sürur hasıl oldu. Fakat böyle yavaş yavaş, gittikçe daha sıkı, daha ateşli bağlanarak, bir gün bu tezahürat-ı irtibatın da iğna edemeyeceği bir meshufiyete müptela olacağını tekrar düşününce ne olursa olsun bu giriveden çıkmak için her şeyi yapmaya, ne olursa olsun yapıp kurtulmaya karar verdi. Bunun için karı koca kararlarını yarına verip kendisine baktıkları zaman aksilik olarak “Mümkün değil, yarın İstanbul’a gideceğim” diye başını salladı. Suat kendine bir nazar-ı sabitle bakarak “Öbür gün olmaz mı?” diye sordu. Necip başını çevirmek isteyerek “Bakalım” dedi. Ona karşı böyle gözleriyle kendini mahv ve helak ettiği, ihtiyarını zebun ve ram ettiği için birden çoğalan bir tehevvür hissetmişti. Gözleri dumanlanarak, bir hırs buğusu içinde “Siz gitsenize... Benim için neden kalıyorsunuz?” dedi, fakat o anda nadim oldu. Onun gözlerinde o kadar derin bir elem ve serzeniş gördü ki birden aksülamelle pişman oldu. Kendisini böyle mükedder ve melul göndermemek, öyle görmemek için ne nazik, ne büyük hislerini feda eden bu sevgili kadını kendisi de şimdi meyus bırakmak istemiyordu. Acı bir tebessümle ruhunun bütün kendini ezen mücadelat-ı elimesini anlatıp özrünü göstermek ister gibi bakarak “Eğer hava müsaade ederse, belki ben de gelirim” dedi. Fakat kendini sokakta bulduğu zaman tekrar meyus ve nalan, tekrar “Ne olacak, ne olacak?” diye düşünmeye başladı. Yalnız kendi için değil, onun için de düşünüyor, ikisi için de bu mevkiin gayr-i kabil-i idame olduğunu görüp bir çare bulmak mecburiyetleri beynini eziyordu. Onun yanında, onun hava-yı nefesi içinde, onun nefes-i vücudunda her şeyi unutuverecek, ihtiyarını ezen, metanetini harap eden, kalbini heyecanlı bir ateşle yakıp helecanlar vererek bayıltan, hemen onu koklayıvermek, hemen elinin üzerine düşüvermek, hemen orada yerlere kapanıp ağlayarak ölüvermek zaafları hissediyordu. Onun gözlerine bakarken bunda kendisini bayıltan bir cazibeyle onun yanındayken sade bir rayihasıyla her şeyi unutturacak bir sihirle medhuş oluyordu. Tekrar ve artık kati olarak görüyordu ki kaçmaktan başka çare yoktur fakat artık avdetsiz kaçmak, artık her şeyi mahvedip, tekrar dönmemek üzere kaçmak. O zaman da Suatsız yaşayamayacağını görünce bu hayatını yaşatacak bir hayat yapmak çaresine başvuruyordu. Bu muhaller içinde neticesiz, beyhude çırpınmaktan kudurmuş gibi yürürken birdenbire durdu. Çünkü çoktan beri seyl-i tahassüsatına kapılarak unuttuğu mevkiini, Süreyya’yı, ona karşı vazifesini görmüştü. İlk defa olarak ciddi, bir iş yapmaya azm-i katiyle karar verince netice-yi melhuze ve mukarreresini düşünen adamlar gibi, olacak şeyi düşünerek, her ihtimali tartarak düşündü. Ve bu evvela bir taşa şiddetle başını çarpıp sersemlenmek gibi bir şey oldu. Temayülatını bir müddet unutup mevkiin dehşet ve ciddiyetiyle donunca, yalnız ati için değil, hal için de ürktü. Zira o şimdi yine bir şey yapmış, tarik-i ihanette birkaç adım atmıştı. O zaman gerçekten bir korku hissetti, kendinden, etraftan, Süreyya’dan, bahusus Süreyya’dan. Fakat mademki onun bir şeyden haberi yoktu ve olmayacaktı; evet, biraz tereddütten sonra şimdiye kadar bilmediği gibi bundan sonra da bir şey bilmeyeceğini düşündü. Onun da o yaşa kadar hayatından, kitaplardan alınmış tecrübeler, derslerle bu mesele hakkında birtakım mütalaat ve muhakematı, bir zübde-yi istintacatı, bir felsefe-yi ahlakiyesi vardı ve bu kendisini birden müsterih etti. Sade akliyat ve tecarübüyle bunun hiç bu kadar ehemmiyet verecek, hatta bu kadar düşünmek bile bir kaideye riayetten başka bir şey olmadığını düşündü. Ve kuvvet bulmak için gibi “Hem bir kabahat varsa bile, sırf bana ait değil ya... Hiç bana ait değil!” diye düşündü, sonra acı bir tebessümle “Zavallı Suat, seni şimdiden itham ediyorum!” diye acıdı. “Fakat gerçek değil mi?” diye devam etti. Bu öyle bir şeydi ki, öyle bir günahtı ki sade Suat’ın kabul ve delaletiyle, sade Suat’ın rızasıyla husul bulacaktı. Bu arzu kendinde ne kadar şedit ve payidar olursa olsun, hiçbir netice-yi fiiliyeye müncer olamaz, daima akim, beyhude kalırdı. Fakat sade Suat’ın bilmesi ve bilerek sükût etmesi onu bir kabul ve kabulü de hıyanette iştirak haline getiriyor, iştirak değil, asıl mesuliyet ona yükleniyordu. Bu arzu yalnız onun kabulüyle kesb-i vehamet ediyordu. O halde? Ve erkek ihanetiyle kendini mazur görmek için o kadar muşikâf davranırken onu da kim bilir nasıl şeylerin bu neticeye sevk ve icbar ettiğini, bu ihtimali asla düşünmüyordu. “O nazarlar varken bir erkek nasıl tahammül eder?” diye düşünüyordu. O zaman tekrar o nazarları, onların sihr-i nigâhını, derin ve siyah davetlerini görür gibi oluyor ve bu incizabın önünde her şeyin sükût edeceğini düşünüyor, “Onun için ölmek bile bir saadet olduktan sonra?” diye her şeyi göze alıyordu. Gece hep bu kararsızlıkla, bu hummalarla meşgul olup uyudu. Sabahleyin uyanıp havayı parlak bulunca tahammülsüz bir acıyla “İstanbul’a gideceğim” dediği için bugün oraya gidemeyeceği acısıyla kalbi sızladı. Niçin böyle budalaca hareket etmişti? Suat’tan başka ne istiyordu? Onun gibi bir kadının bütün hayat ve ruhunu zapt ve teshir ettikten, onda o kadar irtibat ve vefa âsarı gördükten sonra, başka daha ne istiyordu? Eğer bir girive içinde bulunuyorsa, niçin bunun kabahatini ona tahmil etmeliydi? O da bilakis kendisiyle beraber bu mevkiin gayr-i kabil-i muhafaza oluşundan mustarip olmuyor muydu? Yeniden Suat’a mülahazasız, muhakemesiz müptela, yine onun aşkıyla sersem, ne yapacağını bilmeyerek, gitmek isteyip gidemediğinden mustarip düşünürken aklına dün onunla beraber gezilen yerlerden geçmek geldi. Ve bu onu sanki bir zehirle mest etti. Bütün dünkü saadetleri birer ceriha oluyordu. Orada köyün mezarlığına kadar gelmişti. Dün buranın ne kadar muntazam ve temiz olduğunu söyleşerek bir vakit meşgul olduklarını tahattur etti ve orada bir ağaca dayanarak bakarken dün düşünmediği şeyi bugün düşündü. Bir gün kendinin de ölmek ihtimalini. Dünyada ne üç saniyelik bir misafir olduğunu, bu müsaferetin böyle derin ve acı şeylerle berbat edilmesi ne kadar yazık ve zahmete değmez külfetler olduğunu düşünerek acı acı “Bu şimdi artık toprak, çamur olanlar ömürlerinde benim gibi böyle saadete namzet olup da onu bir takım müesses, gayr-i müesses vesveselerle reddettilerse, ne kazandılar?” diye söylendi. Evet, ne kazanmıştılar? İşte yapan da, yapmayan da aynı toprağı, aynı çamuru teşkil ettikten sonra, hep bir netice için muhakkak saadetleri tepmek cinneti neye yaramıştı? Şimdi değil, öldükleri anda, hatta yaşarlarken ne kazanmışlardı? Hayatın böyle büyük fedakârlıklara, feragatlara, ağır vazifelere tahammül ve liyakati mı vardı? Bu yalnız insanların, hususiyle insaniyetin selamet ve istirihati için mevzu, muhakkak fecayii sed ve bend için mürettep bir kanun değil miydi? İnsaniyetle beşeriyetin bu mücadelesinde yine kim mağlup olmuş, hâlâ kim mağlup Gitmek, oraya gitmek, Suat’ı, Suat’ını görmek, ona perestiş etmek arzusuyla mest ve cevval yürüyordu ve ilk rast geldiği arabaya atlayıp eliyle ilerisini gösterdi. İleriye, evet, sanki istikbaline gidiyordu. Suat’ı dadısıyla yalnız buldu ve onun gözlerinde kendinin böyle gayr-i memul olarak vüruduyla o kadar aleni bir neşe ve neşat gördü ki şiddetli bir tehacüm-i saadetle yüreği çarparak, ona nagehani, derin bir şükran ve perestiş hissetti. Hemen ellerini kapıp öpmek, “Senin için, lazımsa ölmek için geldim Suat. Senden ayrı yaşayamayacağımı katiyen anladığım için ne olursa olsun senin olmak için geldim nurum!” demek istedi. Fakat bunu söyleyemediği için hissi müzdad olarak, bu kendisini o kadar seven nefis mahlûk hakkında o kadar fena fikirlerinden, kararlarından şimdi müteaccip ve nadim olup utanarak, onun için ölse bile deyn-i şükranını ödeyemeyeceğini görüyordu. Suat serzenişkârane “İstanbul’dan mı?” dedi. O başını sallayarak “Gitmedim” diye cevap verdi. “Gidemedim” gibi baktı. “Ah bilsen” diye başlamak için mukavemetsuz bir hararet hissetti fakat yalnız ateşli gözleriyle baktı. Sonra Süreyya’yı sordu. O bugün son defa olarak sandalla çıkmıştı. Yarın artık sandal bütün bütün gidecekti. Dadı bunu anlatarak “İyi cesaret!” diye dışarıya bakıyordu. Teşrinievvelin orası burası tehditli bulutlarla yüklü seması altında deniz kurşuni, köpüklü, mütehevvirdi. O saat yedide çıkmıştı, şimdi geleceğini söylüyorlardı. O zaman oturdu, beklediler. Konuşurlarken Suat’ın kendine nasıl hararet ve merakla müteveccih olduğuna ilk defa görür gibi dikkat ederek müteaccip oluyordu. Bu hemen gözyaşı olacak kadar rikkat ve teşekküre müncer olan bir taaccüptü ki memnun ettiği kadar elem veriyordu. Onun gözleri hep bir sual gibi melul ve muntazır bakıyorlar, o daimi serzenişle pür nem gibi nazarı elim bir endişe ve merak bulutuyla örtülmüş geliyordu. “Nasılsın? Ne yaptın? Niçin dargındın? Niçin gelmedin? Nen var?” gibi binlerce sualin telahukuyla bakarken bu güzel kadını bu kadar cezb ve celb etmek saadetine bütün zaafıyla teslim oluyordu. Aynı zamanda ona karşı bir rikkat ve merhamet de hissettiği için ağlamak arzusuyla eziliyordu. Onun bu elemler, iştiyaklarla perişan nazarları önünde ruhunun sürür ve giryeyle ezildiğini hissediyor, içinden taziz arzularının feryat ettiğini görüyor, böyle baktıkça bu kadına şartsız, avdetsiz, beşeriyetin fevkinde bir rabıtayla esir olmaktan başka bir şey yapmak iktidarı olmadığını tekrar tasdik ediyordu. Dün beraber gezdikleri yerden bugün yalnız geçtiğini anlattı. Suat mahzunane, mütehassirane dinliyordu. Onunla beraber olup oralarda yalnızca gezmek saadetini hayat feda edilecek kadar kıymetli görüyor gibiydi. Fakat Necip bundan sonra artık mevsim bittiği için otelin son misafirlerinin de İstanbul’a taşındıklarını, artık kendinin de ineceğini haber verince bu neşe mahzun bir sehab-ı kederle soldu karardı. Gözlerinde nasıl bir rica-yı pejmürde titrediğini görüp onun nehafet ve zaafına, kadınlık aczine, hususiyle kendi kederlerini mahv için hayatını bezi edercesine şitabına son derece acı bir merhametle müteellim olurken şimdi böyle kendi sebebine de mustarip olmasa tahammül edemeyerek hemen gözleriyle teskin ve temin etti. Otel kapanıyorsa da köyde asıl yaz misafirlerinin henüz hepsi inmediğini, havalar iyi gittiği için asıl kırdan şimdi istifade kabil olduğunu anlatarak öbür otele nakledeceğini haber verdi ve onu memnun ve müsterih görerek rahat etti. Onu bahusus dünden beri kendine karşı daha çok ateşli buluyordu. Sanki bütün bütün kendinin olmuş gibi, sade bir tavrıyla bütün hayatını bir teslim edişi vardı ki Necip bunda tekmil sefalet ve acz-i ruhunu, onu bu hale sevk eden ahval ve âlamı görüyorum zannediyordu. Bunun için ona bu kadar kuvvet ve şiddetle malik olmak memnuniyetinde müskir bir acılık bulmaktan nefsini kurtaramıyordu. Çünkü Suat’a acıyordu. Onun evvelki besatet ve ciddiyetini şimdi böyle aciz ve pür endişe, perişan görmek onu müteellim ediyordu. Şimdi ‒ki bütün ruhuna hulul etmiş gibiydi‒ onu bütün necabet ve ulviyetiyle kendine merbut gördükçe bir an oluyordu ki nefsinden külliyen tecerrüt edip sanki bizzat Suat oluyor, ona kendi ruhu gibi merbut ve agâh oluyordu. Onun ne hemen kırılıverecek, ne hemen pejmürde bir çiçek olacak mail-i fena bir şey olduğunu görüyor ve ona bunun için acıyordu. Bahusus kendini sevdiği, bu kadar sevdiği için acıyordu. Bu kadının saadet-i hayatının kendi gibi aciz ve sefil birine muallak olmasına yanıyordu. Kendine bile zarardan başka şeyi dokunmayan hodkâm, kararsız, hasta bir adama onun bu kadar şiddetle merbut bulunmasına dilhun oluyor, onu mesut edebilecek bir adam olmasını temenni ediyordu. Ah onu mesut etmeyi ne kadar istiyordu! Halbuki bedbaht ve giryan etmekten, ona azap ve felaket vermekten başka ne yapabilecekti? Hatta şimdi bile onu mustarip etmiyor muydu? Daha dün zevkyab olarak onu tazip etmemiş miydi? Hiçbir medhali olmadığı şeylerin bile intikamını ondan almak, kendi asabiyetinin cezasını ona çektirmek için kalpsizce onu tazip ederek bundan mahzuz olmamış mıydı? Lakin ondan daha ne istiyordu? Onun gibi bir kadın bu kadar şiddet ve kuvvetle ruhunu verdikten sonra başka ne yapabilirdi? Kendi nazarında bile asıl büyüklüğünü teşkil eden meziyetleri feda etmeden başka ne yapabilirdi? Ve onları bile aşkına feda etse, belki en evvel kendi tahkir etmeyecek miydi? O zaman daha ilk busenin akibinde düşecekleri girdab-ı nedameti, düştükleri mezellet ve nuhuset içinde birbirine bakamayarak nasıl aşklarının bir naaş-ı müncemidiyle kalacaklarını, birbirini nasıl kayıp ve hatta tahkir edeceklerini hisseder gibi oluyor, bütün o azap ve nedametle şimdiden eziliyor, Suat’ı şimdiden gözünden düşmüş buluyordu. Evet, asıl o anlamak, o affetmek lazım gelirken asıl o itham edecekti, asıl o tahkir edecekti ve Suat şüphesiz bundan ölecekti. Hatta şimdiden itham etmiyor muydu? Dünden beri o kendisini kim bilir nasıl ateşîn elemler, kederler içinde düşüp ne fedakârlıklar içinde çırpınırken kendisi sekinet ve ihanetle ne kararlar vermemiş, nelere hazırlanmamış, neler tertip etmemişti? Onu mesut etmek bir taraf, hatta bedbahtlıktan da fena bir girdaba sürükleyecekti. Onun huzur ve istirahatini şimdi böyle aldıktan sonra, hayat ve namusunu da verse yine kani olmayacak, kendisi bütün büyüklüğünü muhafaza ettiğine kail olduğu halde kadını eski ulviyetinde görmeyecek, göremeyecekti. İşte asıl nokta, katiyen görüyordu ki hiçbir şey kendisine Suat’ı o zaman evvelki gibi telakki ettirmeyecekti. Ne kendisi için feda-yı namus edişi, ne aşkının şiddet ve nüfuzu hiçbir şey... Kayd-ı namus kendini böyle bir hareketten men edemediği zaman nefsini mazur görürken onun da yine aynı şeraitle namusu aşkına feda edişini affedemeyecek, kendi cinayetinin de cezasını ona tahmil edecekti. Niçin onun ne kabahati vardı? Bütün bu felaket kendini çok sevdiği, her şeyi aşkına feda ettiği için miydi? “Ah kadınlar kadınlar, siz sade aşkınıza, sade fedakârlık ulviyetinize müştak ve mağlup olup mahmum ve mesut yatarken erkeklerin kalbinde ne çirkin, ne hain, ne bigâne hisler olduğunu bilseniz...” diyordu. Ve Suat da sanki bunu anlamış, nasıl bir ati-yi hüsran ve zillete sürüklendiğini biliyormuş da istimdat ediyormuş gibi bir perişanlık, her şeyi bilmekle beraber feda-yı nefs mecburiyetinden mütevellit gibi ketum fakat amik bir nazar-ı şikâyet vardı ki onu harap ediyordu. Necip bu fikirlerine, hislerine o kadar gömülmüş, o kadar teslim-i nefs etmişti ki hiçbir şey, ne Süreyya’nın avdeti, ne konuşulan sözler onların silsile-yi cereyanını ihlal edemiyor, belki takviyeye hizmet ediyordu. Sanki Suat’ın bütün mevcudiyetini bir nikab-ı sirişk, bir sehab-ı yeis kaplamıştı. En küçük sözüyle, en manasız nazarıyla bile kendinin, sırf kendinin olduğunu nasıl anlattığı, adeta kendini vermekle mest olduğu halde nasıl yalnız kalmak ihtimalinde gözlerine siyah bir reng-i endişenin çöktüğünü fark ederek onda facianın asıl elim sahnesi devam ettiğini, aşkın artık katiyen karar vermek icap ettiği devre-yi hummasına geldiğini ve ne yapacağını bilmemekle Ve bu kadını o mahvedecekti. Kendine o kadar münhasıran, o kadar fedakârane teslim-i ruh ettiğine inandığı, ismet-i ruhuna meftun olduğu bu muhterem kadını o telvis ve bednam edecek mahv ve helak edecekti değil mi? Lakin niçin? Sonunda hüsran ve nedamete, istihkar ve mezellete düşmek için, bütün bu aşkını bir hüsn-i ulvi ve müstesna kılan şiiriyet ve mümtaziyeti bitirip sevdiğini tahkir etmek için feda edecekti, öyle mi? O zaman birden meftun olduğu bir fikir geldi. Birçoklarını vücutları için sevdikten ve bunun için bila-istisna hepsinden başka bir ceriha aldıktan sonra şimdi birini de, bişüphe en layık olanını da sade ruh ve şiiri için sevmek, bir zaman o kadar hayran olduğu ismete hürmet etmek arzusu hasıl oldu. Ve birden nefsini buna kadir görerek taaccüp etti. Onun ruhuna bu kadar rakipsiz ve münhasıran malik olduktan sonra ötesi miskin, bahusus hain ve çirkin geliyordu. Bu kendine sevdiği kadın kadar ulvi, ona layık bir aşk-ı mümtaz, bir hürmet-i müstesna, onun ruh ve hüsnüne layık bir mükâfat gibi görünüyordu. Bu birçok hissiyattan mürekkep bir arzuydu ki hepsinden birden itaat arzusuyla kesb-i kuvvet ediyordu. Sade aşk ve merhametten ibaret değildi. Teşekkür, perestiş, şiir, hürmet, havf-ı nedamet, izzetinefsi, her şey ve en son, namus... Evet, namus, ebeveyninden, büyüklerinden duyduğu, kitaplarında okuduğu namus, bütün kavanin-i beşeriyenin rükn ve gayesi olarak tanıttırılmış olan namus en sonra gelebiliyor, namus... “Herkesin söylediği fakat kimsenin rast gelmediği bir nevi kuş olmalı...” diye omuz silkiyordu. Bu fikrine ilk hamlede bu kadar meftun olunca, bunu tezyine başladı. Bunu bir nevi izdivaç gibi, ruhların izdivacı gibi görüyordu. Bunda Süreyya’dan ziyade ona hulul edebilecek, bu izdivaç daha masun-i fena, daha ulvi, daha şairane olacaktı. Bu dünyada hiçbir levsin gelip rahnedar edemeyeceği bir rabıta olacaktı. Utandırıp yüz yüze baktırmayan o korkularla, gizli, haince buselerle yaralanacağına aşkları herkesin içinde, saf ve melekane hükümran olacak, işitilmekten, anlaşılmaktan biperva, mesut ve mümtaz devam edecekti. Böyle birbirine daha yakınlaşacaklar, sanki birbirine nüfuz edecekler, birbirinin samim-i ruhunda yaşayacaklardı. Ve bunu düşününce mest olarak bu bir ihtiyaç halini alıyordu. Ona “Müsterih ol, gözlerindeki zulmet ve endişe zail olsun!” deyip bunun hasıl edeceği şükranı görmek istiyordu ve gerçekten nihayet ona bunu itiraf edip “Evet, benim kardeşim olunuz” dediği zaman gözlerinde o kadar müteşekkirane bir iştiyak ve tehalük gördüğü bu da kifayet etmiyormuş, ruhları yine kâfi derecede yakınlaşmamış gibi pür sirişk bir sesle, “Kardeşim yahut benim ninem olunuz” diye inledi. O dakika Suat’ın gözlerinin ateş ve şükranla kendisine insibabını gördü, sonra bu gözlerin parlaklığı süzülüp birer katre oldular. Onun en gizli, en mukaddes emeli buydu. Bunun böyle kendine teklif edilişi onu son derece memnun ve minnettar ediyordu. Kalbinin çırpınarak ona tehacüm ettiğini hissetti ve gözlerinden bu iki yegâne katre ağır ağır sukut ederken ikisine de aşklarının en mesut ve cansuz dakikasını yaşıyoruz gibi geldi. |
0% |