@mehmetrauf
|
O zaman hatta son haftaların saadetini bile istihfaf ettirecek kadar füsunkâr bir devre-yi hayat başladı. Necip’i büyük aşkta daimi, mütezayit bir hayat ve inbisata sevk eden bir hayat-ı mümeyyize vardı. En son derece-yi heyecana vasıl oldum zannettikten sonra şimdi öyleleri oluyordu ki hep evvelkilere galebe ediyor, hiçbir zaman bu kadar müddet ve bu kadar şiddetle mesut olmadığını itirafa mecbur oluyordu. Şimdiye kadar hiçbir rabıtası olmamıştı ki bu kadar devam edip de kinle lakaydiyle yahut istikrahla yaralanmamış olsun. Suat’ın aşkı onu her zaman yeni bir hayata, hayran olduğu, meçhul kalacakmış heyecanını veren bir hayat-ı perestişe, temiz ve saf olduğu için, şüphe edemediği için başkalarına benzemeyen bir irtibata sevk ediyordu. Böylece teşrinievvel kendisi için hayatında bilmediği, tanımadığı bir devre-yi saadet oldu. Bu ay sabahları sisler, sisleri yırtan canavar iniltileriyle vapurlar, baharı andırır gibiyken birden bütün mevsimlerin elvanıyla ihtizar edip nihayet siyah bir kış akşamıyla bunalan günlerle kendisi için müebbeden hatırasında menkuş kalacak bir sonbahar ayı oldu. Evvelden şiirini tezyit etmekle beraber şüphe ve yeise sevk eden son günlerin müphem hiçleri bugün artık emniyet ve tahakkukla onun için bir visal vaat ve neşatı veriyordu. “Benim, benim için!” derken gelip sürurlarını ezen “Ne belli?” şüphesi, en mesrur zamanında onu öldüren “Ne olacak?” endişesi artık silinmiş, hepsinin yerine birbirini son dereceye kadar seven, bunu izhar ve ispat eden iki kalbin birbirine hürmet ve irtibatıyla bunun âsarı olan takayyütler, nazarlar, tebessümler kaim olmuştu. Artık birbirinden gizli, birbirinden ayrı hiçbir şeyleri olmuyordu. O kadar ki Süreyya ile Suat’ın böyle olmadığını gören Necip için bu bir çılgınlık saadeti veriyordu. Hatta öyle şeyler vardı ki onun haberi olmadığı halde ikisi agâh olduklarından bu sanki rabıtalarının kuvvet ve şiddetini gösteriyor, artırıyor, onları mest ediyordu. O kadar şeylerden saadetler yaparak yaşarken bu hayatın bir gün biteceği hüznü bazen onu hırpaladı fakat Suat’ın gözlerinde o kadar namütenahi bir kebudi-yi sema vardı ki ona baktıkça “Lakin sen biliyor musun, sana fedayım, sana fedayım” diye haykırmak arzularıyla boğuluyordu. Tesadüflerde, vedalarda öyel nazarları oluyordu ki şükran ve perestişle titriyorlardı. Ancak kendileri birbirini Başkalarının yanında birbirini daha ziyade seviyorlar ve bunu daha çok ilan ediyorlar denilebilirdi. Zira yalnız kaldıkça hâlâ o heyecan-ı ismet onları perişan eder bırakırdı. Halbuki alıştılar, birbirine ilk anlarını itiraf ve naklettikleri oldu. Necip ona nasıl rabt-ı kalp ettiğini, niçin sevdiğini anlatırken, yavaş, ancak işitilecek kadar tek tük sözlerle hikâye ederken o dikişinin üstünde dinlemiyor gibi meşgul, dalar kalırdı. Bu bir dereceye geldi ki hayatlarının bu iki safhasını birbirine karıştırmaktan korkmaya başladılar. Onların yanında kendilerini unutup bir ihtiyatsızlık etmekten titriyorlardı. Mesela evvelden sofrada “Niçin almadınız Necip Bey?” derken şimdi buna sade rica ve ısrar eder bir nazar-ı gayriihtiyari müradif oluyordu ki bir gece Süreyya’nın da nazarı araya girdiği için ikisi de birden sararıp donmuşlardı. Öyle zamanlarda Necip Hissiyatına esir olup giderken arada bu darbe-yi ihtar oluyordu. Kendi hissediyordu ki bu yapılan şey ne denirse densin, nasıl söylenirse söylensin iyi bir şey değildir. İşte nefsini men etmekle bunun çirkinliğinden ruhunu kurtaramıyordu. Süreyya’nın bu nazarları altında metanetini, muhabbetini muhafaza edemiyor, onların ne lekeli, ne mecruh olduğunu saklayamıyordu. Evet, bu kadar hüsn-i niyetle, o kadar uluvv-i emelle beraber bu yine ara sıra iyi bir şey görünemiyor, kalbine bir ezginlik, bir fütur getiriyordu. Ve bu müellim tesirle oradan çıkıp yalnız kalınca bunları daha meraretle düşünmeye teslim-i nefs ederek zulmet ve izdiham içinde hissiyatı muhakematına karışıyor, garip ve vahşi felsefeler yaptığı oluyordu. Tabiatta her şeyin insanları aşk ve visale sevk ve davet ettiği, mevaninin sade mürettep ve biesas ihtiyatlardan, hatta bifaide takayyütlerden ibaret olduğu fikrinde elan sabit olduğu için kendinin yine mustarip ve zebun oluşunu anlamıyor, zaaf ve meskenetine tehevvür ediyordu. Nefsini melhuz ve mevud bir saadet için her kayıttan azade tutmaya, aşktan başka her şeyin boş olduğuna karar verip başka hiçbir şeye ehemmiyet vermemeye azmetmiş olduğu halde men’i elinden gelmeyen bazı hissiyatına tebean bu kadarını da feda ediyor, maneviyata her şeyi feda ederek kanaat ediyor ve yine bundan bile mustarip ve müteezzi oluyordu, Süreyya’nın huzurunda içinden “Hayır, bana bakma Süreyya, bana böyle muhabbet ve hilmle bakma... Ah bilsen...” demek istiyor, bahusus Suat’a böyle bütün bütün temellük ettikten sonra onun elinden ne kıymetli bir malını gasp ettiğini görerek onun huzurundan büsbütün bizar oluyordu. Muhakeme ederek biesas bulduğu şeylere böyle bilaihtiyar ram ve münkad oldukça, “Acaba muhakememde mi yanılıyorum?” dediği olurdu. Fakat hayır, bu akıl ve mantığın, fen ve hikmetin son istintacat ve istidlalatına mübteni bir muhakemeydi. O zaman bir mana, bir sebep bulup veremeyerek bir şeyin doğru olmakla güzel ve iyi olamayacağını düşünür gibi oluyordu. His akıldan daha isabet-i tesir ve teessür gösteriyordu. Akıldan ziyade hisse tabi olduğumuz için “kuyud ve tertibat-ı içtimaiye” dediği şeylerin asıl sebeb-i lüzum ve vücuduna temas etmiş olduğunu anlayarak, “Evet, işte namus, namus mutlak bu... Ben yalnız kelimeyi kabul etmiyorum fakat ‘şey’ yapıyorum, işte mecburen yapıyorum, onun altında eziliyorum. Bak, bu kadar itaat ederken bile halen mustaribim. Ne kadar inkâr edilirse edilsin, bu şeyler fena, çirkin, esasen çirkin ve ruhum, kalbim bu çirkinliğe, bu fenalığa tahammül etmiyor, demek namus bu, demek namus var” diye boynunu büküyordu. Birçokları esas ve elvanını bilmeden, sade bu namus kelimesine delalet ettiği şeyin sebeb-i vücudunu hissedip ona esir oluyor ve bunun için onlardan daha çok zebun ve sernigun kalıyordu. Vakıa bu fikirlerden sonra Suat’a mülaki olunca onun o endişnak nigâh-ı rikkat ve zulmetiyle her şeyi simsiyah gördüğüne güler, hakikatin bereket versin ki hayalhanesindeki kadar acı olmadığını görüp saadetini henüz müncezib olacak kadar saf ve ulvi bulur, düşüncelerini unuttuğu olurdu. Fakat yavaş yavaş bu bir halet-i ruhiye oluyordu. Bahusus mevkilerinin gayr-i kabil-i izah ve tesmiye oluşu onu işgal ediyordu. Bunu pek müphem, pek muhalesetsiz, pek yalan buluyordu. Önceleri hiç olmazsa hüsn-i niyetimiz var diye kendilerini müdafaa edebilirken bunun miskin, riyakârane olduğunu artık ret ve inkâr edemiyordu. Böyle kimi aldatıyorlardı? Nasıl süslenirse süslensin bu yapılan şeyin yine hainane gizlenmek istenildiğini, yine hainane titremeklere, sonra birbirinden utanıp ezilmeklere, kararmaklara, sararmaklara, helecanlara sebep olduğunu görerek bunda cinayetten başka bir de meskenet, hem de pek lüzumsuz, pek çirkin bir meskenet buluyordu. Bu mudhikeyle kendilerinden başka kimseyi kandırmıyorlardı. Çünkü başkalarının evvelden de haberi olmayacaktı. Halbuki kendileri birbirinin dudaklarında ölmek için can veriyorlardı. Bunu o hemen yerlere düşüp serilen nazarlar bile ketm ve ihfa edemiyordu. Bir gün Suat başını kaldırıp kulağının yanına kadar bilmeyerek sokulmuş Necip’in titreyen dudaklarına, bulanık gözlerine karşı sapsarı olmuştu. O halde, hatta “Evet, seviyoruz ve çarünaçar aşkımıza esir oluyoruz” diyebilmek muhalesetine artık kendileri için kalan bu yegâne çare-yi ilticaya sarılmak bile yoktu. Sonra acaba Suat da mustarip oluyor mu, diye merak ederek onda bir alamet görmeyince kendini mustarip etmemek için ketm-i teessür ettiğine zahip olmakla beraber, ara sıra onu ithama kadar varıyordu fakat bir gün bunda yanıldığını anladı. Sevk-i kelamla aşkından bahsederek mahzunane hasretlerini, mahrumiyetlerini anlatıyordu. Bunun arasında yalnız bir Süreyya isminin geçmesi ikisini de titretti. Şimdi o şiirin yerine bir nedamet istila etmişti. Suat’ın gözlerini kaldırıp bakamayarak ağır bir sükûttan sonra acı acı “Ah biz fena yapıyoruz, fena, fena” dediğini işitti. Demek o da mustarip oluyordu. Demek fena yaptıklarını ikisi de anlıyorlardı. Evet, fena yapıyorlardı ve bunu ikisi de anlıyorlar ve ikisi de birbirini bir parça tahkir ediyorlardı. Oh, pek gayr-i mahsus bir surette, hatta sonra müncezibane birbirine avdet etmek üzere fakat ikisi de gayr-i mahsusatla yaşayan tabayi-i rakikadan oldukları için aralarında böyle dehşetli uçurumların açıldığını hissettikleri, kendilerinden ve birbirlerinden iğrenir gibi oldukları bu saniyelerde son derece mustarip oluyorlardı. Suat onu Süreyya ile yine evvelki gibi safvet ve muhalesetle görüşüyor, gördükçe içi sıkılarak, onu fena Fakat Necip anlamıyor ve geliyordu ve o geldikçe Suat sahihen ve ilk defa seven bütün kadınlar gibi her gün ona daha ziyade rabt-ı kalp ettiğini görüyor, onu sevdiği için ikbaline teşekkür ihtiyaçları hissediyordu. Öteki, Suat’ın bu perestiş anlarındaki derin ve melul nazarları önünde bütün endişeleri silinip mahvolurken, onun da mahzun ve pür kasvet kaldığı demlerde, onun nazarında bir hatt-ı istihkar görmek havfıyla titreyerek “Kim bilir, o da benden iğreniyor, beni ne kadar sefil buluyor!” diye harap oluyordu. Lakin hakkı var mıydı? Sahihen bu şey fenaysa, yalnız kendi mi mesuldür? O kadar müddet Süreyya’yı o kadar seviyor zannettiği bu kadının kendini böyle çabuk ve bu kadar sevişini gördükçe “Demek sevmiyormuş, sevse beni sevmezdi, sevemezdi...” diyerek nasıl gizlediğine, onu nasıl o kadar sever gibi göründüğüne şaşıyor, “En iyisi de en fenası kadar hıyanete müstait... Müebbet Delila!” diye söyleniyordu. O halde nasıl inanmalıydı? Ona bile inanmayınca neye tutunacaktı? “Hıyanetle yaşıyorlar” diye başını eğip müzebzeb kalıyordu. Necip’i asıl kahreden ve evvela adi bir endişeyken gittikçe bir azab-ı sabit olan bir şey vardı ki o da bu fikirlerin yavaş yavaş bütün aşkını, hayatını zehirleyebilmesi korkusuydu. Ah, aşk bile, bu kadar saf ve beyaz aşk bile kendi kendisini ifna ederse, hayatta ne yapmalı, yaşamak için başka neye tutmamalıydı? İnsana o heyecanları, o ateş-i tealiyi, o şiiriyetleri verebilen aşk bile böyle kendi fenasını kendi getirirse, niçin yaşamalıdır? O zaman “Kabil değil de onun için!” diye düşündü. Aşk ile namusun bir yerde kabil olmadığını, asıl kabahat bu kuyud-i içtimaiyeye esir olup muşikaf davranarak hayatını zehirlemekte olduğunu tekrar etmek istedi fakat işte bunu yapamıyordu. Buna dudaklarının temas ettiği gün nazarında hiçbir şeyin ehemmiyet ve kıymeti kalmayacak kadar düşeceğini gördüğü için elinden gelmiyordu. Böyle taammüden kararlarla ona temellük etmek değil, o kadar müddet yanında sükûnetle, ciddiyetle oturduğu bu kadına temas etmek bile ona yapamayacağı bir hıyanet geliyordu. “Asıl fenalık, ruh hem istiyor hem tahammül etmiyor, bunda” diye karar verdi. İnsanlarda hayat ve saadet için labud olan şeyden bıkan yahut iğrenen bir hal vardı ki işte asıl hayatın çaresizliği bunu buluyordu. “Hem ancak onunla yaşayacak hem yaşayamıyor; işte ceza burada! Sanki gıdasıyla zehirleniyor!” diye meyus oluyordu. Fakat sonra Suat’ın derin bir nazar-ı iştiyakla maddiyatlardan tenezzüh edince ondan başka her şeyi unutuyor, o zaman mahmum geçen saatlerin intikamını almak istiyor gibi Suat’ı seviyor, sevmek istiyor, bütün bulutların sıyrılıp gittiğini görerek rahat ediyordu. Bir gün Süreyya İstanbul’a inmişti. Avdette onları yalnız bulunca Necip, belki kendi meraretlerinin tesiriyle zannetti ki Süreyya münfail oldu. Zaten onun gelip kendisini Suat’la beraber bulduğu zaman şüpheleneceğini farz ederek pek çok müteezzi olduğundan şimdi onda böyle bir alamet de görünce şedit bir züll-i nefs hissetti. Ondan korkmak, onun nazarında muhik bir istikrah görmek kendine o kadar güç, o kadar nakabil-i tahammül geldi ki münasebetsiz olmayacağını bilse hemen kalkıp kaçacaktı fakat mecburen kaldı ve gecesi elim ve ateşnak bir gece oldu. Yemekte Süreyya, bağdakilerin konağa indiklerini anlatıyordu. Necip bundan bilistifade hemen şimdi aklına geldiği halde evvelden mukarrermiş gibi kendinin de artık yarın İstanbul’a ineceğini haber verdi ve Süreyya’nın “Öyle ya, artık iyice kış geldi. Bakalım, belki haftaya biz de ineriz artık” demesi onu tefrih etti. Zira İstanbul’a gidince süreceği hayat-ı müzebzebden şimdiden ürküyor, şimdiki ıstıraplarında bu endişe-yi atinin de bir dahli oluyordu. Buraya gelip gitmenin nasıl yorucu, tahammül edilmez bir işkence hayatı olacağını daima bir raşe-yi elemle tasavvur ederdi. Fakat Suat’ın İstanbul’a inmeyi hiç istemediğini onun birkaç defa söylediği sözlerden bildiği için bu söz üzerine ona baktı. Suat oraya giderlerse Hacer’in yanında her şeyin mahvolacağını düşünerek Süreyya’nın kışı köyde geçirmek arzusuna seviniyor ve şayet inmek isterse kendisini ikna edip burada kalmaya karar veriyordu. Onun için evvela Necip İstanbul’a ineceğini söyleyince evvelden kendine haber vermediğine muğber bir nazarla ona bakarken Süreyya’nın da o sözlerini işitince iki darbe altında sersem gibi kalarak ancak bir müddet sonra sorabildi: “O niçin? Hani kışın kalıyorduk?” Süreyya çatalındaki et parçasına bıçağının ucuyla hardal sürmekle meşgul, omuzlarını bir tebessümle sallayarak “Kalıyorduk, kalıyorduk ama... Şimdi kalmayacağız” dedi ve sonra sebep göstermek için artık burada sıkıldığından, havaların fenalığından uzun uzun şikâyet etti. O beyan-ı itizar ederken karşısında, ne yapsa Süreyya’yı ikna edemeyeceğini ilk defa olarak hissederek birden gelen bir tehevvürle gözleri kararan Suat “Lakin siz kendiniz asıl onun için istemiyor muydunuz?” dedi. Süreyya nihayet kuvvetli bir sebep gösteremeyince kaleminden bahsetti. Artık bu kadar vakit terk etmek fena olduğundan, bu kadar temaruzun fena tesiri olacağını söylüyor fakat kendisi de anlayacak kadar masal söylediği görünüyordu. Suat bu yalanlardan, bu kararsızlıklardan, bu nazlılıktan birden son derece tehevvür ederek, Süreyya istese bunların hiçbiri kendisini bir kararından vazgeçiremeyeceğini bildiği için meyus olarak men edemeyeceği bir çehre-yi şikâyetle “Hiç değil, gitmek istiyorsunuz, ondan... Bunlar hep kuru bahaneler!” diye mukabele etti. O zaman Süreyya ihfasına pek muvaffak olamadığı bir seda-yı hiddetle Suat a dönüp “Evet, gitmek istiyorum. İşte bunun için gideceğiz” dedi ve “Daha bir diyeceğiniz var mı?” gibi baktı. Bu “Susunuz!” demekti. Suat’ın şu hakaret altında nasıl sararıp ezildiğini, nasıl gözlerinin dolduğunu gören Necip için bu hem son derece bir merhamet hem son derece hiddetle karışık elim bir his oldu. Evvela mevkiini nihayet derecede na-kabil-i muhafaza buluyor, Süreyya’nın kendisini kıskandığını zannettiğinden bu halin sebebi kendini addediyordu. Sonra Suat’ı o kadar büyük görmeye alışmıştı ki ne istese yapılabilir zanneder, ondan bir şeyin reddedildiğini tasavvur edemezdi. Bunun için şimdi böyle aciz, muhakkar görünce tahammül edemiyordu ve kocasına daha ziyade hak verdiği için Suat’ın böyle hıyanet üzerinde tutulup kendisine bile müttehem görünmesine memnun olmuyor, böyle aciz görünce hain görür gibi olarak safvetine emin, niyetine mağrur olsaydı, bu kadar sükûn ve acze düşmeyeceğini düşünerek, onu o kadar büyük gördükten sonra böyle küçük bulmak ona pek elim geliyordu. Fakat onun kendi saadeti için, kendisi için uğraştığını ve şimdi gözlerine toplanıp serpilemeyen zavallı yaşların kendisi için döküldüğünü, bu tahkire kendi sebebine tahammül edildiğini görerek “Biçare Suat, bak seni ne girivelere soktum!” diye yanıyordu. Sonra bir aralık Süreyya’ya kızdı. Bütün bunların onun sebebine çekildiğini, o olmasa azaplarıyla sebep olan şeylerin bile kendilerini mesut edeceğini görerek, “Mademki o beni istiyor, ben de onu... Niçin?” demek istedi. Halbuki asıl bu işte felakete sebep olan biri varsa, kendisi değil miydi? Onlar mesut yahut rahat otururlarken kendi gelip asudegi-yi ailelerini mahvetmemiş miydi? Yemekten sonra bu elim mülahazalarla yorgun zihinle onların sükût ve kasvetini ancak işgal edebilerek nihayet saatten bilistifade kendini bekleyen arabaya atlayınca kurtuldum zannetti. Fakat asıl azabın bundan sonra O böyle her şeyden meftur ve nalan giderken Suat bilakis uğraşmaya müheyya, son derece bir ateşle saadetini müdafaaya hazırdı. Bunun için Süreyya’ya tekrar ricaya başladı. Onu mukavim görünce biraz şiddetli davrandı, “Ben gitmem” demek ve buna bahaneler bulmak için yoruldu. Bütün hayatlarının bu ilk ciddi nizaıydı. Süreyya bu inada, bu şiddete evvela taaccüp, sonra tehevvür etti; barid, kati bulundu. Muvaffakiyet ümidi mahvolan Suat gittikçe acı, akim bir yeisle kalacağını anlayarak bir tehevvür-i hunin içinde boğuluyordu. İlk defa olarak müdafaa-yı nefs için her şeye müheyya, birbirlerini kırmaya muktedir, yabancı, düşman gibi bakıştılar ve bundan yalnız Suat mecruh çıktı. Onu en çok harap ve mecruh eden şey Süreyya’nın sade bir istese kalabileceği meselesiydi ve sade istemediği için kendini bu kadar kırdığını görünce kalbinde bir intikam ihtiyacı hasıl olacak kadar hırslanıyordu. Aklına Süreyya’nın babasından şikâyet ve nefretinin sebebi de bu tahakküm olduğu gelerek “Bunun için şikâyet ediyordu, işte şimdi kendisi aynı şeyi bana yapıyor!” diye ona “Lakin demek sen de fenasın; kendin ona fena demiyor muydun? Öyleyse kendin niçin yapıyorsun?” diyeceği geliyordu. Demek herkesin başkasında şikâyet ettiği şey kendinde bulunabiliyor ve bunu fark etmeyerek başkalarında itham ettiği şeyi kendinde mazur görüyordu. Lakin niçin bunu onun yüzüne haykırmıyorlardı? İşte kendisi bunu haykıramayacak mıydı? Ve onun haksızlığı altında kalıp haykıramadıkça tehevvürünün çoğaldığını, ona boğulduğunu hissediyordu. Ömründe ilk defa mana-yı izdivaç önünde aciz ve dembeste kalıp nihayet anlamaya mecbur oluyordu. Koca denilen birinin haklı haksız keyfine esir olmaktan başka bir şey olmayan, mesut denilenleriyse onun her türlü hevesatına bilaşart münkad ve ram olmaktan ibaret olan bu izdivaç ona menfur geliyordu. Artık Süreyya ona bir düşman görünüyor, şimdiye kadar da böyle miydi diye hayret ediyordu. O zamana kadar hiç böyle bir fırsatla bunu anlamamıştı. Çünkü hep itaat etmişti, hep arzularını daha zuhur etmeden keşif ve icraya çalışmıştı. Demek kocasının kendisine muhip ve munis gelmesi bundandı. Esasen işte bu gece göründüği gibi hodkâm ve bariddi. Demek o kadar müddet onu tanımayarak, hem boş yere emin ve mesut olarak yaşamış, zahiri şeylere saadet namı verip memnun ve mesut olarak yaşamıştı. İşte onda hiç beklemediği huylar, fenalıklar vardı ve bunlar fırsat düşmediği için görünmemişti. O zaman başını ellerinin içine alıp “Ben onu bilmiyormuşum, bütün bütün başka bir adammış!” diye sızladı. Korkuyordu, onunla geçen hayatı, kendindeki emniyeti için korkuyordu. “Nasıl yaşamışım Yarabbim?” diye titriyordu. “Acaba hayatımı idareye kâfi miydi?” diye düşünerek başka birisi olsa daha mı mesut olacağını teemmül ediyordu. Sevmiş miydi, kendini sevmiş miydi? İşte bugüne kadar buna eminken, şimdi şüphe ediyor, “hayır” diyordu, bir kadının ömründe mümtaz ve sevimli bulduğu bir adam tarafından sevilmek isteyeceği kadar, her şeyi feda edecek kadar sevmemişti. Bunu görüyordu. Her şeyi feda etmek değil, bir arzusuna bile kıyamıyordu. Bu ya çokça devam eden bir heves yahut bir itiyattı ve kendisi bunu ciddi bir karı koca muhabbeti zannetmişti. Demek o sade bir oyuncak, hem de onun bile gülünç bulduğu bir oyuncak olmuştu. Yalnız kendisi için, kadınlığı, güzelliği, kalbindeki muhabbeti için... Hayır, bin kere hayır, onu bir dakika seven adam bu geceki hakareti yapmazdı. Sevseydi, Necip’in nazarları gibi nazarları, onun tehacümat-ı ruhiyesi gibi müştak ve şeyda nazarları olacaktı. Böylece ömrünün en güzel ve en saadet ve muhabbete layık zamanının aldanarak geçip ziyan olduğunu görmek, hiç olmazsa “Biraz mesut oldum” diyememek hüsranı onu yıkıyordu. Kendisi halim, munis, muti olmasaydı, bu kadar bile rahat edilemeyeceğini, ne olmuşsa kendi budalalağından, itaatinden olduğunu görmek onu acı bir intikam hırsıyla, derin bir ihtiyac-ı bükayla sarsıyordu. Maahaza bu ihtiyaçla beraber, şimdi mecburen İstanbul’a gidince, her şeyin de biteceğine dair acı bir şüphe vardı ki ne yapsa bu payidar kalıyordu. O kadar ki üç gün sonra taşınmak icap edip teessüründen gözyaşlarını tutamayarak evden çıkarken hayatının bütün saadeti burada geçmiş, burada bitmiş gibi bir taharrüşle kalbi yırtıldı. |
0% |