@mehmetrauf
|
Vapur birçok defa o kadar ümit ve emelle işittiği düdüğünü bu sefer acılığıyla yüreğini oynatarak keskin keskin öttürüp iskeleden kalktığı zaman “Her şey bitti!” yeisi gittikçe kesb-i tehevvür eden bir hırs ve hiddete, bir şey yapmak mümkün olmadığı için adeta cinnet olmak derecelerine gelen bir tehevvüre mübeddel oluyordu. Herkes kendi hakir ve mahrum saadetini bile çok görüp elinden nesi varsa almaya ittifak etmişler gibi mustarip olarak, vapur uzaklaştıkça ve uzaklaşarak o kadar sevilmiş ve mesut olunmuş yerleri hem gösterip hem acı acı elinden alır gibi uzaklaştırdıkça tehevvürünün meraretle bir kin haline çıktığını fark ediyordu. Ah artık her şey bitmişti, her şey, her şey. Artık en son günlerdeki o zehrinde bile bir hayat olan endişeler, heyecanlar, hepsi bitmişti. Zira oraya gidince her şeyin muhal olduğunu, hatta Necip’le konuşmak bile mümkün olmayacağını şimdiden, sade düşünerek görüyordu. Hacer’in gözü önünde onlar hatta nazarlarıyla bile görüşemeyecekler, en küçük şeylerden, hatta yoktan manalar çıkarılacak, bir şey bilmeden, yalnız uzaktan istişmamla o iftirayı icat eden insanlar arasında artık kendi sözlerinden bile korkmak lazım gelecekti. O zaman mütehevvir, gazup, “Peki olsun, ne olursa olsun” demek isteyen bir tuğyanla başını kaldırıyordu. “Mecbur ederlerse, ne olursa olsun” derken her şeyi göze alabilecek bir haldeydi. “Ne söylerlerse söylesinler, hiç ehemmiyet vermeyeceğim. Bir suçum, bir günahım olmayınca” demek istiyordu. Fakat bunun ne kadar zayıf ve aciz bir müdafaa olduğunu kendi vicdanınca gayr-i münker surette görünce bu kadar izdihama tahammül etmeyen başının ağırlığı içinde her şeyden bir füturla ölüyordu. Ah niçin serbest değildi? O zaman gidip Necip’e “İşte seninim!” diyebilecekti. O zaman gösterecekti ki idaresi kendi elinde olan hayatını kendi arzu ve ihtiyarıyla onun eline tevdi ve emanet ediyor. Sonra düşündü ki asıl şimdi bunu söylerse, bir şey feda etmiş olacak, rabıtasının şiddetini ancak bu fedakârlıkla göstermiş olacaktı fakat şimdi, şimdi bu mümkün değildi. Yalnız Süreyya değil, Süreyya olmasa bile bunu söyleyemeyeceğini hissediyordu. O kadar tantanayla feda edilecek hayatın bir değeri olmalıydı. Halbuki kendisi, “Ah genç olsam da, ona layık olsam da ‘Seninim!’ desem...” diye tahassür ediyordu. O zaman onu ne kadar mesut edeceğini görerek bunu yapamamak yeisiyle boynu bükülüyor, “Her şey bitti!” kasveti yeniden istila ederek hiçbir çare bulamamak ümitsizliği tekrar hücum ediyor, son günlerde biraz unuttuğu tefekkürat-ı muzlimeye tekrar gömülerek “Eylül, ah işte eylül! Ne yapılsa nafile... Bak, her şey bitti” diyordu. Her şeye, herkese, konağa yaklaştıkça her şeye kızarak, arabalara, sokaklara, geçenlere, haykıranlara kızarak gidiyordu ve kendini o yüksek tavanlı, karanlık sofaların içinde, yüksek pencereleri örten ağır perdelerin nim gecesiyle dolu odalarda bulunca tuğyanının nasıl aciz olduğunu görüp hiçbir şeye cesaret edemeyeceğini anlayarak tekrar “Her şey bitti!” fikriyle düşüp hırs ve aczinden ağlayacak bir hale geldi. Hacer’in “Maşallah, maşallah efendim... Bu ne tenezzül?” diye tekellüfle karışık bir istihzayla istikbal edişine karşı dudaklarını ısırarak sükût edebilmiş, hemen kendini odasına atmıştı. O zaman evin izdiham ve tesiri içinde hiçbir şey yapmaya, hatta şikâyete bile gayr-i kadir olduğunu gördü. Süreyya emirler vererek, yerleşmek için öteberi yaparak uğraşırken, orada sade onun yanında, tekrar, bu artık gittikçe düşman gördüğü adamdan öfkesini almak için tekrar acı bir iştiyak hissediyor ve o zaman onlardan da, bütün bu Hacerlerden, Fatinlerden, Efendilerden de korktuğuna kızıyordu. Onların ne meta olduğunu bildiği halde... Ah nasıl onların hepsini birden şaşırtacak, hayretten öldürecek bir çılgınlık yapmak, nasıl kendinin öyle kolayca ezilecek adi bir kadın olmadığını anlatmak istiyordu. O zaman biraz rahat ederek çareler düşünmeye, tertipler yapmaya koyuluyordu. Fakat hanımefendinin yanına çıktığı zaman bütün o şeylere ne kadar gayr-i muktedir olduğunu anladı. Onun da bir şey işitmiş olması, bir şey düşünmesi ihtimalinin huzurunda bunlar kadar hürmet ettiği kadının yanına öyle bir helecan-ı kalp ve züll-i nefsle girdi, onun haklı olduğunu düşünerek o kadar ezildi, o kadar makhur kaldı ki kabil değil bu mezellete tahammül edemeyeceğini tekrar anladı. Ruhunda o kadar kibir ve azamet vardı ki başkalarında kendisine en ufak bir telmih ihtimal ve salahiyetine tahammül edemiyordu. Böyle şeyler için doğmamış olduğunu zaten düşünmüştü fakat tekrar ve pek acı olarak şimdi anlıyordu. Burada kendini tanımıyor, nasıl bu kadar sözlere mahal verecek bir girdaba düşmüştü. Bu nasıl kabil olmuştu? Bunları düşündükçe şaşırıyor, bitiyordu. Bu kendisine sevk-i ülfetle, intikam hırsıyla fikren düştüğü girdaplar içinde bir darbe-yi tembih oldu, biraz muhakeme ve itidal hissi verdi. Fakat Süreyya’yı pürgu, şen dolaşırken gördükçe lakin “Sen kendin değil miydin? Sen kendin burada yaşayamayacağını söylemiyor muydun?” diye haykırmak arzusuna mukavemet edebilmek için yoruluyordu. Ve onun sözlerine, başkalarının suallerine dargın ve abus görünmemek için sakin tavırla cevap vermek mecburiyetinden kurtulup tenhalara kaçmak, kimseleri görmemek, yalnız kendi kendine düşünmek istiyordu. Akşamüstü hep oturuyorlardı. Hacer Suat’ın yanına gelmiş, gayet dostane ve mahremane konuşuyor, söz arasında hayatından ve kocasından şikâyet ederek “Ah ne iyi ettiniz de geldiniz vallahi hemşire...” diye yüzüncü defa memnuniyetini söylüyordu. Yazın ne kadar boğulduğundan bahsederek “Kıymetinizi asıl o zaman anladım!” diyor, “Bizimki malum ya...” diye bu bunak gibi beyefendinin yanından ayrılmayan kocasından, hanımefendiyi bir dakika yanından ayırmayan beyefendiden şikâyet ediyor, “Onların arasında bunuyorum zannettim” diye kıs kıs gülüyordu ve Suat’ın sükût-i mütebessimanesine karşı küçük şeytan gözleriyle derin derin bakarak “Kaç kere düşündüm size geleyim, yalıya geleyim diye” diyor, sonra gülerek “Fakat korktum doğrusu” diye bitiriyordu. Suat sebebini sordu. O zaman birçok tereddütten sonra müphem müphem devam etti: “Öyle ya, rahatsızlık ederimden ziyade... Çünkü yabancı değilim ya... Fakat belki yer yoktur diye korktum doğrusu... Bize yalı küçük dediler, eğer gelecek olursam, sığacak yer bulamam dedim. Düşünsenize ne fena olur? Mesela Necip’le ikimize bir oda... Değil mi?” Zorla gibi gülüyor, küçük bir kanepe yastığıyla dizinde oynarken eğilip handelerini ve hicabını orada gizliyordu. Birden Suat’a bir muhaleset arzusu geldi, ona istediği sözü ima edip bir izahat vererek onunla barışmak, hakikati ona anlatıp bu iftira ihtimal ve şaibesini mahvetmek arzusunu hissetti fakat Hacer’in gözaltından bakışında, kıvranışında öyle bir yılan hali vardı, gözlerinde o kadar şeytan bir hıyanet gülüyordu ki omuzlarını kaldırıp “Ne fayda?” dedi. Anlıyordu ki bir şey kazanmayacak, belki ziyan edecekti. Pencerenin önünde oturan hanımefendi birden Hacer’e “Fatin Bey geldi Hacer” dedi. O omuzlarını kaldırarak tekrar Suat’a bir şeyler anlatmaya başladı. Süreyya annesiyle konuşurken dönüp azarlar gibi bir tebessümle: “Küçük hanım, omuz silkmek nezaketine muvafık mı ya? Bak, kocan geliyor” dedi. Hacer yine kulak vermeyip Suat’a tatlı tatlı, güya gayet merakla anlatmaya devam ediyordu. Buraya taşındıkları haftanın içinde gittikleri düğünü anlatıyor, “Severek almışlar” diye gözleri parlarken şen görünmek için cebr-i nefs ediyormuş gibi küçük gülmekler, kıvranmalar, yarım sözlerle daima elindeki yastığı dizinde evirip çevirerek anlatıyordu fakat Süreyya’nın tekrar ihtarına karşı sabrı tükenerek birden dudaklarında raşelerle, gözlerinde hışımla döndü: “Ooo, rica ederim, gelir gelmez beni yine cendereye sokma Süreyya” dedi. “Dünkü gelin değilim ya... Yolu da pekâlâ biliyor.” Süreyya’nın sözleri Fatin’in gürültüsüyle karıştı. Açılan kapının içinde, bir yazdır daha büyümüş karnının arkasında, büyük bir sürurla “Oo, ooo!” diyordu. Yüzü geniş bir handeyle genişledi, katmerlendi, iki adım atıp nefes arasında “Kırlangıçların avdeti“ dedi. Sonra ilerleyerek “Fakat fırtınasız kırlangıç iyi değildir derler” diye gülümsedi. Süreyya nim müstehzi, nim öfkeli: “Eğer fırtınaya ihtiyacınız varsa, ondan kolay şey olmaz” diye homurdandı. Fatin bu abusete karşı hemen gülerek sokuldu: “Vallahi ne iyi ettiniz de geldiniz Süreyyacığım. Doğrusu pek göreceğim geldiydi. Canım insan bir kere alıştı mı, ayrılınca güç oluyor vallahi... Evin sanki tadı kaçmıştı.” Ve yanına oturup tatlı tatlı konuşmaya başladı. Suat birbirini hiç sevmeyen bu iki adamın şimdi böyle öteden beriden, belki biraz istihzayla fakat yine sükûnetle ve suri bir muhabbetle görüşmelerine bakarak “Gören bir dost zanneder, herkes böyle” diye düşünüyor, Hacer’in aynı kabulle kendini karşılayışını tahattur ederek ve hâlâ kulağına sokulup fıkırdaya fıkırdaya bir şeyler anlatışına bakarak “Ben bile, ben bile öyleyim... Başka türlü yaşamak kabil değil” diyordu. Ah bunu anlamakta ne kadar geç kalmıştı? Lakin o bütün safvet ve muhaleset-i kalbiyle yaşamak istiyordu ve şimdiye kadar öyle yaşıyorum itikadındaydı. Fakat hiç öyle olmadığını nasıl acı acı anlamıştı. Herhalde şimdi itiraz edilebilecek tenakuzlar bulduğu Süreyya’ya bakıp kendi sabır ve tahammül etse yine evvelki gibi yaşayacaklarken sade kendi bunda kusur ettiği için, kocası, rahatını bozmamak için araları nasıl bir uçurumla açılacağını düşünerek bu haksızlığa isyan ediyordu. “Nasıl? Sonra bu da mı mesut izdivaç? İşte en iyisi… Halbuki işte en iyisi de en fenası gibi!” diyor ve Hacer’in hissiyatını ketm etmeyip aşikâr davranmasını seviyordu. “Hiç olmazsa kimseyi aldatmıyor. Herkes biliyor ki birbirlerini sevmiyorlar, istemiyorlar” diyordu. Ve bundan sonra ömrü bunları bile bile, her şeyi göre göre geçecekti, değil mi? Artık Süreyya’nın evvelki mahremiyet ve muhabbetine bigâne, evin böyle ayrı ayrı amak-ı ruhunu bildiği adamlarıyla yaşayacağı hayat onu ürkütüyordu. Bir hanımefendi... Evet Suat’ın sevdiği ve hürmete layık gördüğü yalnız o vardı, onun da beyefendinin nasıl kahırlarına, meşakkatlerine tahammül ederek yaşadığını görüyordu. Beyin her şeyde hemen görülen hırs ve tehevvürünün, bir kere kızınca hiç karşısındakinin kalbini, hatırını düşünmeyip hırs almak, acı çıkarmak için ağzına geleni söyleyerek zehirler saçışının masum ve mütehammil bir kurbanı olduğunu gördükçe “Nasıl sabrediyor Yarabbi?” derdi. Şimdi tahattur etti ki henüz kızken kendi de fena kocaya düşerse, mütehammil kadınlar gibi sabır ve sükût edemeyeceğini zanneder, öyle iddia ederdi, fakat bugün bu kadarına tahammül ettiğini görerek yavaş yavaş birbirini takip ederek gelecek böyle haksızlıklara bugünkü gibi sabrede ede bir gün alışacağını anlıyor, “Yavaş yavaş ben de onlar gibi bir oyuncak, bir hizmetçi, sade bir hırs ve zevke alet olacağım. Hiç istediğim bir şey olmayacak, hep istenen şeylere alet olacağım” diyordu. Ve buna tahammül edemeyip “Hayır, hayır, buna bir çare bulmalı. Bu mümkün değil!” demek istiyordu. Şimdiye kadar bunu yapmıştı, fakat arzu ve muhabbetle aldandığını bilmeyerek. Şimdi artık biliyordu, artık şimdi... “Halbuki herkes aldanmıyor mu? Herkesin saadeti böyle bir aldanmanın neticesi, bir gafletin lütufgerdesi değil mi?” diye düşünüyor, “Ah aldanabilsem, hiç olmazsa yine aldansam!” temennisiyle yanıyordu, fakat artık kabil değildi. Gözleri o kadar açılmıştı ki artık hep görüyordu. Bir taraftan Hacer kulağının yanında dirseğiyle kolunu dürterek kocasını gösteriyor “Allah aşkına bak hemşire, alnı nasıl parlıyor, börekçi çırakları gibi.” Sonra ileri çıkık, göğsüne mütemayil başının arkasında, yakalık ile fes arasında oturunca katlanan enseyi göstererek “Ah ne kadar iğreniyorum bilsen kardeşim!” diye gayet mahrem bir eda-yı şikâyetle bakıyordu. Hacer’in birtakım itirafı olmuşsa da hiç bu dereceye gelmemişti, Suat ona bakarak taaccüple güldü. Maahaza bu genç kadın, bu şimdi “İğreniyorum” diye yüksek görünmek istediği adamın karısıydı ve ona pekâlâ tahammül ediyordu. Bu hislerle beraber yine onun gece gündüz yanında yaşaması, onun nevazişlerine tahammül etmesi Suat’ı düşündürüyor, “Halbuki pekâlâ onunla yaşıyorsun!” demek istiyordu. Lakin o da Süreyya ile yaşamayacak mıydı? O da bundan sonra Süreyya’nın yine evvelki gibi karısı olmayacak mıydı? Kalben o kadar ciddi dargındı ki artık bunu mümkün görmüyordu. İçinde buna şimdiden isyan eder bir infial vardı. “Hayır, hayır, artık bitti!” demek istiyordu. “Beyefendi!” dediler, hep ayağa kalkıldı. Suat tekrar o haşin, beyaz sakallı adamın huzurunda bulunuşuna sıkıldı. Bey şöyle yan bakarak, etekleyenlere lakaydane “Ooo maşallah” diye mırıldandıktan sonra karısına dönüp “Hemen yemek yeyiverelim de, olmaz mı?” dedi. Öbürleri sakit duruyorlardı. Hanımefendi “Peki, peki” diye aldı çıkardı. Ve Suat bundan sonra her gün hayatı böyle geçeceğini görerek acı bir tahatturla yalıdaki ömrünü, bu yazın geçen o güzel hayatı, o saf ve serbest, şimdi endişeli zamanlarını bile arzuyla gördüğü o latif hayatı tahassürle düşündü. Sofrada biraz evvel kemal-i tevazuyla konuşan Fatin Beyefendi’nin huzuruyla kesb-i cesaret edip ona yaranmak için havlusuyla sağa sola bıyıklarını silerek, gözlüğünün arkasından gözlerinin tesirini anlamak için telaşlı nazarlar fırlatarak: “Tuhaf vallahi” diyordu. “Ben değişeceksiniz filan zannettimdi ama. Bir de baktım ki yine öyle geldiniz.” Süreyya istihfafkârane gözleriyle istifsar etti: “Nasıl değişmek?” Fatin mecra-yı kelamdan memnun, sözlerine mağrur, “Belki biraz büyürdünüz filan dedimdi ama...” dedi ve gülerek beye baktı. O zaman Suat, Süreyya’nın gözlerinin yalıda sofrada kendine baktığı o çirkin nazarla hiddetlenerek “Siz olsaydınız kabuğunuza sığmazdınız!” dediğini gördü ve içinden yine o zamanki zehri aktı. Birden Necip burada olsaydı diye düşünüp yüreği hoplayarak “Lakin herkesin bin riyakârlıkla birbirini tetkik ettiği bu evde onun vücudu bile bir tehlike!” diye karar verdi. Yemekten sonra biraz onların yanında oturdular, sonra Süreyya kalktı, “Haydi” gibi kendine baktı. Onu takip etmek iktiza etti ve yürürken artık ne onun yanında, ne ötekilerin arasında yaşayamayacağını, hepsinden usandığını derin bir endişeyle hissederek maahaza hayatının bu adama bağlı olduğunu, onun canı istediği vakit istediği şeyi yapmazsa buraya gelişi gibi zorla yapacağını düşünerek, perişan, meftur ölmek isteyerek yürüyordu. |
0% |