Yeni Üyelik
18.
Bölüm

18. Bölüm

@mehmetrauf

Artık ne bir iş, ne bir kitap, ne de piyano hevesi vardı. Havaların nispet gibi pek parlak olduğu bu ikinci, üçüncü günü akşamlara kadar sıkıntıdan, hiddetten boğulurken aklına cenneti düşünür gibi ara sıra Pazarbaşı’nı getirdi. O zaman düşünmekten harap olarak yalnız odasından kaçıp hanımların yanına giderdi. Yalıda yapacak o kadar işi varken şimdi işi de kalmadığı için mecburi meşguliyetsiz oturmaktan, onlarla konuşmaktan başka bir şey kabil değildi. Hacer daima orada cumbada bulunurdu. Hanımefendi ara sıra görünür, elindeki işle meşgul olurdu.

Hacer’le böyle yalnız bulundukça aralarında zaruri birtakım tevdiat vaki oluyordu. Onu pencereye o kadar müdavim ve meraklı görüyordu ki evvela evde sıkıldığından eğlenmek için sokağa bakıyor demişse de gittikçe bu merakın yalnız bir kişiye ait olması ihtimalinde karar kılmıştı. Fakat onun hemen her geçene dair bir fikri oluyordu. Bazen “Aman hemşire bak, şu ne güzel bir bebek!” dediği olurdu. Sonra bir diğerini gösterir, ona da aynı tehalükle muntazır bulunurdu, Suat hepsine birden nasıl olup böyle mail olduğunu anlamayarak taaccüp ederdi.

Sonra beyler gelirler, Fatin’in lüzumlu lüzumsuz “Vallahi billahileri, Süreyya’nın sükûtiliği arasında yemek yenir, sonra beyefendi Fatin ile tavlaya otururlar, Süreyya
onların yanında dalgın. Hanımefendi elindeki işiyle meşgul, böyle bir-iki saat geçer, nihayet tavla bir gürültü arasında şakırdayarak kapanır, herkes odalarına çekilirdi. Beyefendi haklı haksız huysuzlanarak, hiddetini almak için her şeyi yaparak Fatin’i hırpaladıkça o haklı olsa bile boyun büker, razı olurdu. O zaman Hacer Suat’ın kulağına eğilerek “Allah aşkına bak, oyun oynarlarken nasıl bazen aptal gibi fikirsiz kalıyor, nasıl eliyle burnunu kaşıyarak donuyor” derdi. Babasına boyun büktükçe kızarak “İzzetinefis yok ki...” diyordu. Sonra devam ederek bunun hep ona hoş görünmek için yapıldığını söylüyor, “Param gitmesin diye... Ah bilsen kardeşim, hep para için. Babamla hoş geçinmek için ondan dayak yese yine sırıtacağına eminim” diyerek bir kere bir şey için onu teşvik ederken onu “Ne, sonra beni evden kovsun da sokakta mı kalayım?” dediğini anlatarak yüzüne bakıyordu.

Gerçekten beyefendinin böyle rastgele ateş püskürmelerine tahammül etmek için insanın böyle bir mecburiyeti olmak lazım gelirdi. Bir akşam tavlada yenilerek hiç lüzumu yokken hanımefendiye dönüp hışımla “Canım sen de elinden bırak şu ...u Allah aşkına!” diye bir çıkışmıştı ki Suat haykırarak şikâyet etmemek için kendini güç zapt etmişti. Bazen odasında haykırdığı işitilirdi. Mesela sürahisini boş bulduğu için karısına söylemedik söz bırakmaz, otuz senelik hayatlarını bir yük olmak üzere, lanetle tahammül edilmiş bir şey göstererek “Öldüm, aranızda kurudum... Allah da sizi kurutsun!” diye haykırır, sonra “Ama kabahat hep bende... İyilikten kim anlamış? Enselerinde boza pişirmeli ki iş görülsün. Aksi herifin biri olaydım, görürdünüz!” dediği işitilirdi. Hanımefendi buna karşı sakin, hakir, susmasını rica ederse “Niçin susacakmışım? Hem yap, hem öldür, hem de sustur... Artık öldürüyorsunuz... Son günlerimde beni hortlatıyorsunuz... Akşama kadar sizin için ter döküyorum, bir suyumu vermiyorsunuz. Hem sizden mi korkacağım? Kendi evimde niçin susayım? İstemeyen defolsun!” diye bir sürü şikâyet ve hakaret gelirdi.

O zaman Fatin eğer evdeyse, onun gözüne görünmemek için ufalmak ister gibi tıs bir köşeye büzülür, hanımefendiyi haksız bularak “İyi ya canım o da bakıversin. Evde hizmetçi yok değil ya. Gönül kırmamak için aldırmıyor ama.. İhtiyar adam bu, hiddet eder ya... Hepimiz sayesinde yaşıyoruz” derdi.

Böyle herkes hep kendi işini, kendi hesabını düşünerek doğruluk ediyordu. Ah Suat bunlardan ne kadar iğreniyordu! Hatta Süreyya’nın nasıl olup bu babanın oğlu olduğuna şaşıyordu. Sonra validesini gözünün önüne getirip ona çekmiş diyordu. Zira ona hayran oluyor, bu kadının bu büyük sabır ve sükûnetine o kadar meftun oluyordu ki mustarip zamanlarında gidip başını onun dizine koyarak ağlarsa şifayab olacağını zannediyordu.

Üçüncü günü akşamüstü henüz gelmiş olan Süreyya ile hanım, Hacer, kendisi orta odada oturuyorlardı. Pencerenin önünden Hacer birden “Oo, Necip Bey geliyor” dedi. Süreyya dönüp “Sahi mi?” diye sordu. Köşede, perdenin karanlığında Suat kıpkırmızı olduğunu hissetti. Kendini bitap bırakan bir helecanla o tarafa baktı. “İşte canım, yanında bizim bey var.” Suat şimdi buraya gelince ne yapacağını düşünüp şaşırarak kendisi nasıl görecekse, herkes de öyle görüp fark edeceklerini, titremekten bir kelime söyleyemeyeceğini zannederek bitiyordu.

Bir an oldu ki kapı açılıp Fatin’in arkadan gelen birine yol verdiğini gördüler. Necip gülümseyerek girdi, arkasından Fatin “İşte bir kırlangıç daha... Avdet, avdet... Artık hücum var” diyordu.

Necip gülerek “Kırlangıçlar galiba yazın avdet ederler” dedi.

Suat Necip’in gözleri kendini arayıp bir müddet matuf kaldığını ve bu anda bu gözlerde bir zulmet ve tereddüt bulunduğunu gördü. Sonra hanımefendinin serzenişlerine cevap vermek için ona döndü. O beyan-ı esbab ederken Fatin, hanıma hak vererek “Ey ne yapalım, insanlık bu...” diyor, sonra herkese bakarak “İnsan işine geldiği gibi hareket eder. Bu tabiat-ı beşeriyenin muktezası. Değil mi Süreyyacığım?” diye ona teveccüh ediyordu. Sonra birden artık bu elverir gibi bir hareketle lakırdının mecrasını değiştirdi. “Lakin bir lüfer buldum ki bayılacaksınız” diye herkesi susturdu. Eliyle göstererek, anlatarak “Bu kadar, tamam bu kadar vallahi... Birden öyle imrendim. Ama ne balık! Bir görseniz...” diye bitirmiyordu. Nihayet ettiği fedakârlığın kıymetini iyice hissettirerek “Aldım” dedi ve bir şeyi gizli tutuyormuş gibi parmağını ağzına götürdü:

“Ama parasını sormayınız. Korkarsınız. On beşten aşağı vermedi. Aksi gibi hainlerin tanesi de üç yüz dirhem geliyor.”

Suat karanlıkta, Necip pencerenin önünde aydınlıktaydı. Fatin söylerken hepsi ona bakıyordu. O zaman Suat bir iki kere Necip’in gözlerinin kendine hasret ve iştiyakla insibabını fark etti. Bir an oldu ki kendi de baktı. Bu iki mevcut karşı karşıya gelince oradakilerin hepsinden ziyade birbirine yakın olan ruhlarının çırpınmalarını hisseder gibi oldular. Suat bu haftadan beri onu o kadar seviyordu ki kendinde uzak yerlerden hücum eden bir sel huruşu gibi kalkıp ona geldiği için teşekkür etmek, “Seninim, beni götür!” demek galeyanını buldu. Ona o kadar derin bir şükran ve irtibat hissediyordu.

Fakat Hacer’in bir sözü onu dondurdu. O şimdi Necip’e serzeniş ediyor, “Maşallah efendim, artık bilmem nasıl gelinebildi?” diye başıyla “Seni seni!” yapıyordu. Sonra ince dudakları sivrildi. “Artık tabii bundan sonra sık sık teşerrüf ederiz” ve gözleriyle Süreyya’yı gösterir gibi yaparak “Bunlar buradalar mı, değiller mi? Sık sık artık gelirsiniz değil mi?” diyor, böyle başlayan nazar sözün nihayetine doğru Suat’a initaf ederek şeytan bir tebessümle parlıyordu.

Öteden beriden konuşulmakta devam olunuyordu. Necip hem ara sıra söze karışıyor, dinliyor, hem ara sıra firari nazarla Suat’a bakarak ondan bir tebessüm, bir nazar-ı nevaziş, bir eser-i muhabbet bekliyordu. Pek şen görünüyordu. Onlara özürler diliyor, Fatin’le eğleniyordu. Balık meselesini kurcaladıkça öbürü parmaklarını birleştirip ağzına götürerek “Ama ne balık, vallahi billahi görseniz şaşarsınız” diyordu. O zaman Necip “Ama pek az çıkıyormuş” deyince Fatin “Dedim ya, on beşten aşağı vermedi. Hem de tanesi” diye tekrar anlatıyordu. Fakat Necip gittikçe neşesinin yalan ve yapma olduğunu görüyor, bir siyah kedere boğulmaya başlıyordu. O kadar ümit ve hevesle geldiği halde Suat’ı durgun, donuk gördükçe şaşırıyor, müteessif olarak “Ne oldu acaba?” diyordu. Halbuki Suat, Necip’in ikide birde kendine dikilen nazarlarından sıkıldığı, herkes biliyor da bir mana vereceklermiş, şimdi Hacer bakıp görerek anlayacakmış gibi korktuğu için “Bakmasa, bari bakmasa...” diye ona endişesini anlatmak istediği için öyle duruyordu. Necip “Bir haftadır kendini görmedim; kendisinden ayrı nasıl yaşadığımı anlamıyor, demek kendisi çabuk unuttu. Benden bir nevazişi, bir tebessümü esirgiyor. Acaba dargın mı?” diye esef ediyordu. Bir haftadır ne olduğunu bilmediği için nihayetsiz bir yeis ve azap ruhunu zapt ve istila ediyordu. Yalnız kadınların yapabileceği bir manasız hareketle, bir adi tebessümle mesut edişleri ümit ettiği halde kendisinden kaçan bu nazar onu bitirdi. Öyle oldu ki bütün yemekte muntazır, müştak, gevezelendi. Her an yine gelen ümitleri takip edip neşesini zirüzeber eden kasvetlerini göstermemek için zorla zevzeklik ediyordu. Onlara Beyoğlu’nu anlattı, söylendi, tuhaf şeyler buldu, güldürdü. Ve hâlâ ondan bir nazara nail olamayınca geleli iki saattir, onun hâlâ renksiz, manasız durduğunu görünce ruhunda bir infialin, pek çabuk gazap ve tehevvüre münkalip olan bir infialin köklendiğini hissederek sakit ve muzlim kaldı.

Daha kahve eldeyken beyefendi işaret edince Fatin tavlayı çatırdatarak ortaya açtı. Onlar orada bir takım teşkil ettiler ve yemekten çıkınca karanlık bir köşeye kaçmış olan Suat tavla için mumlar gelince şimdi yine ziya içinde kaldı. O gölgede doya doya Necip’e bakarak, onu mahzun ettiği, mahzun gördüğü için kendini böyle durmaya mecbur eden şeylere kızarak mahzun olurken tekrar herkesin nazarına maruz kalınca canı sıkıldı. Necip ise geldiğine nadim, hayatına nadim, karar veremeyerek kalıyordu. O, hanımefendinin yanındaydı. Ara sıra alçak sesle konuşuyorlardı. Sonra hep sükût ediliyor, yalnız tavlacıların sesleri devam ediyordu.

Halbuki Hacer’in canı sıkılıyordu. Tavla tarafına hiddetle bakarak kızıyordu.

Sonra birden sükût eden Necip’e gülerek “Siz de susuyorsunuz. Bu gece ne kadar neşesizsiniz a canım!” dedi.

Necip “Niçin?” diye sordu.

“Bilmem, baksanıza...”

Ve Hacer fıkırdayarak Suat’a döndü:

“Değil mi Suat?”

Suat müphem bir işaret etti. O zaman ona da hücum etti:

“Zaten sen de bir köşeye büzülmüşsün ya, bilmem neniz var?”

Necip sıkılarak Suat’ın gayet renksiz bir gözle baktığına dikkat ederek bozuk bir tebessümle “Hazım zamanı” diyecek kadar kuvvet buldu. Sonra Hanımefendiye
hemşiresinden bahsetmekte bir çare-yi halas aradı. Onlar yavaş sesle böyle konuşurken Hacer sözlerine kulak veriyordu. Birden tavlanın etrafında bir fırtına patladı. “Yok, ama olmaz ama...” diye Fatin terli burnu, yorgun gözleriyle yemin ediyor, efendi elinde zarları sallayarak kahkahalarla gülüyordu. “Zarlar, pullar, mars” kelimelerinin tekerrürü arasında tekrar fırtına dindi; tekrar zar ve pul sesleri uzadı.

Şimdi Hacer’in canı yine sıkıldı, bu sefer Suat’a döndü: “Haydi biz de bezik oynayalım. Üçümüz olmaz mı?” dedi.

Necip’in yüreği atarak onunla bezik oynamak saadetine tehalük gösterdi fakat Suat rahatsızlıktan şikâyet etti; başından rahatsızdı.

“Ha onun için mi susuyorsunuz? Ben de zannettim ki. Eğer siz yalıda böyleydinizse...”

Süreyya başını kaldırıp bu tarafa baktı. Suat’ın kalbi onun bakmasıyla bir şey çıkacakmış gibi hopladı. Azîm bir yorgunluk hissetti. Onlar konuşmaya başladılar. Süreyya yanlarına gelmiş, yalıyı anlatıyor, o mübalağa ettikçe Hacer ikide birde Necip’le Suat’a bakarak gözlerinde bir parıltıyla dinliyordu.

Necip “Evet, şimdi tekrar tünemek sırası geldi. Ah yaz bir daha gelse” dedi.

Bu son cümleyi bütün mahrumiyetinin acılığını koymak, onu Suat’a anlatmak istiyordu.

Hacer istihfafkârane “O niçin o? Kış fena mı? Bir zamanlar o kadar severdiniz. Asıl kış gelince sevinirdiniz” diye soruyordu, sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi:

“Ha, kuzum o sizin eldivenin hanımı ne oldu?” dedi. Suat ölüyorum zannetti. Necip heyecanını kahkahayla geçirmek isteyerek “Yani madamı demek istiyorsunuz!” diye kapatmak istedi fakat Süreyya merak ettiği için kapayamadı. O soruyor, Hacer cevap vermeyerek Necip’e hitap ediyordu. “Hanımı, madamı... Onu soruyorum” diyordu.

Necip sadece artık ciddi “Öldü!” dedi.

“Ee, eldiven ne oldu? Hâlâ saklıyor musunuz?”

“Onu da gömdüm” diye cevap verdi.

Sonra hanımefendinin gülerek yavaşça söylediği bir söze cevap vermek için gibi döndü, hâlâ Süreyya’nın sorduğunu ve Hacer’in anlattığını işiterek Suat’ın ne kadar mustarip olup ne kadar canı sıkılacağını da düşünerek hem sıkılıyor hem korkuyordu. Fakat hanımefendinin kendisinin hafifçe geçireceği bir sözünü Hacer kapıp “Evlenmek mi? Necip Bey mi?” dediğini ve ilan ettiğini işitince bütün bütün bozuldu.

“Eğleniyor musunuz? Ben daha çocuğum” diye latifeye bozmak istedi.

Süreyya ciddi ciddi muhakeme etmeye, evlenmemekte bir sebep bulunamayacağını izaha başladı. Necip bunda müphem bir maksat istişmam ettiği için bir cevap vermedi fakat ah niçin Suat’ın gözleri ondan insafsız, zalim bir ısrar-ı bigâneyle kaçıyordu? Niçin öyle susuyor, söz söylerse bile iki manasız kelimeyle bitiriyor, gülerse bile herkese gülüyordu. Ne olmuştu? Onun sözlerini dikkatle, canla dinlediği onun yüzüne bütün ruhunun iştiyakıyla baktığı halde onlarda hiçbir mana-yı hususi bulamıyordu. Bütün gece Necip ruhu bu endişelerle muzlim, şen görünüp sezdirmemek için söylemeye mecbur, çok mustarip oldu. Fakat sabahleyin bunun acısını çıkardı. Aşağı indiği zaman Suat’la Süreyya’yı yalnız buldu ve Süreyya yeni gelen gazeteye dalmış olduğu için birkaç dakika Suat’la yalnız karşı karşıya kaldılar. Suat istemeyerek, elinde olmayarak onu o kadar mustarip ettiği için bütün gece yatmış, erkenden inerse yalnız kalırız diye uyumayarak erkenden aşağı inmişti. Onun da geldiğini görünce bir saniyede onu mesut edip her şeyi anlatmaya müştak “Maşallah bu ne erken...” diye ona gidip tebessüm etti. Bu tebessümde bütün ruhu, ruh-i perişanı titriyordu. Bu mesut etmek isteyen ve mesut olan kadının ruhunu verdiği bir tebessümdü. Necip bütün zalam-ı ruhunun sıyrılıp bir bahar içinde kalmış gibi saadetiyle ezilmiş, sade gözleriyle teşekkür etti. Suat ona “Buradaki hayatımızı görüyorsunuz ya!” gibi baktı, sonra “Her şey bitti” demek ister gibi bir hareket etti ve Necip’in ne oldu diye gözleriyle istifsarına “Aman rica ederim dikkat” diye fısıldadı.

Fakat o kadar... Birbiri peşi sıra Fatin, Hacer geldiler. Fatin gazeteye, Hacer Necip’e yanaştı. Suat bir kenara çekilip Hacer’in ne bitmez tükenmez sözlerle onu izaç ettiğine bakıyor, ara sıra onun “Ama Necip Bey!” diye gülüşlerini soğuk ve nahoş buluyordu. Beri tarafta beyler gazetenin yanında birbirleriyle konuşurlarken Necip ne söylüyordu ki Hacer böyle gülüyordu? Bu bir müddet küçük kahkahaların tevalisinden mürekkep bir fıkırtıyken sonra üç hamleli bir parlak kahkaha oluyor, güzel güldüğünü bilen bir genç kadın israfıyla gülmelerin arkası gelmiyordu. Piyanonun yanına oturdular. Şimdi Hacer uzun uzun bir şey anlatarak Necip’in tebessümüyle tek tük cevaplarını dinliyordu. Eliyle şöyle dayandığı piyanoda şimdi ihmalle birkaç nağme yapmaya başladı. Lakin Suat bir erkek olsun da kim olursa olsun gibi bir şey olan bu halden o kadar teneffür ediyordu ki Necip’e sıkılıyordu. Bu kadarının fazla olduğunu, Hacer’in deliliklerine bu kadar oyuncak olmakta münasebetsizlik bulunduğunu anlamalıydı gibi geliyordu.

Onun için Fatin gazeteyi bırakıp “Yolculuk göründü. Saat kaç?” diye Süreyya’ya saati sorduğu ve gitmek zamanı geldiğine karar verildiği zaman rahat etti. Süreyya Necip’e “Çıkıyor musun Necip? Beraber çıkalım” diyordu. Hanımefendi gelmiş, Fatin’e bir şey ısmarlıyordu. Sonra Hacer’in müdahalesi lazım geldi. Hanımefendi Fatin’in Hacer’e aldığı bir lavantadan bir şişe istiyordu. Öteki bir taraftan gazetenin son sütunlarına bakıyor, bir taraftan “Hayhay efendim... Başüstüne” diyordu ve hanımefendi parayı sorunca Fatin’de pek telaşlı bir red ve adem-i kabul tavrı göründüyse de nihayet mecbur olup “Yirmi beş... Yirmi beş efendim... Fakat ne hacet... Rica ederim... Müsaade buyurmalıydınız...” diye parayı aldı.

Artık çıkıyorlardı. Hacer Necip’e ne zaman geleceğini soruyor, o da “Bakalım” diye tereddütle Suat’a bakıyordu. O zaman Suat hiddetinden, istemeyerek, fakat biihtiyar kalbinden gelen bir arzuya itaat ederek başını çevirdi ve onun kemal-i yeisle çıktığını görünce şimdi de içinden bir zehir aktığını hissetti. Evet, onun buraya geldiğini hem istiyor, hem istemiyordu. Burada her an şimdi bir şey söylenecek, şimdi bir şey olacak diye korkmak onu bitiriyordu. Dün gece bir müddet kalbinin durduğunu hissetmiş, kulaklarına uğultular hücum etmişti. Bundan başka Hacer’e de kızıyordu. Necip burada sade Hacer’in oyuncağı oluyordu.

Hacer cumbadan onları nazarlarıyla köşeye kadar takip ettikten sonra birdenbire dönerek “Gördün mü babamın sevgili damadını?” dedi. Sonra içinden taşıyormuş gibi galeyan-ı şikâyetle söylenmeye başladı:

“Ah sen bilmezsin” diyordu, “Sen bilmezsin ki. Her gün yaşaya yaşaya her halini o kadar öğrendim ki artık iğreniyorum. Dün geceki balık meselesini biliyorsun ya... Sonra sabahki lavanta. Güya para almak istemiyor, halbuki olur, eğer kendisi mecbur olsa da o bir şişe lavantaya yirmi beş değil, beş kuruş verse, bir ay hasta yatar. ‒Burada acı acı güldü‒ Sonra, sonra o gazete... Gazeteyi gördün ya... Eğer okumadan buradan çıksa, akşama döndüğü zaman ille okumalı, yoksa sokakta on para verip de bir gazete bile almaz.”

Suat istemeyerek gülüyordu. “Amma yaptınız!” diye itiraz etti. Öbürü kemal-i ciddiyetle yemin ediyordu. “Hep para için, para” diyordu. Söylerken, ikide birde sokağa bakmaktan hâlî kalmıyor, cumbanın içinde diz üstü oturmuş, gâh dayanarak, gâh dikilerek pek çok ehemmiyetle söylüyordu. Biraz sonra bakarak “Para için neler yaptığını bilsen” dedi. Sonra gülerek “Bilmem sana söyleyeyim mi? Gece gündüz parasızlık şikâyetiyle beraber para biriktiriyor, vallahi biriktiriyor. Benden saklıyor, ama eminim bir şeye harcadığı yok ki. O kadar parayı ne yapacak? Zavallı Perizad esvablarını süpüre süpüre, lekeleri çıkaracağım diye uğraşa uğraşa ne hallere giriyor bilsen. ‘Aman hanımcığım, ille yaka... Siliyorum, siliyorum, bembeyaz oluyor’ diyordu. Hâlâ güveylik gömleklerini giyer, ‘Ne zararı var, ne yapalım? Parasızlık bu diyor. Daha daha... Söylenmekle biter tükenir şey değil. Ara sıra çocuğumuz olsa diyorum da, gözleri fal taşı gibi açılıyor, ‘Sen çıldırdıysan kendini okut hanımefendi, benim daha o kadar param yok,’ diye beni def ediyor. Çocuk, çocuk... Halbuki bilsen, ne kadar istiyorum kardeşim.”

Suat müteessir, merak ederek bakıyordu. Öbürüyse şikâyette devamla “Benim elimde bir şey bırakmıyor ki ne yapayım?” diye nim mahcubiyetle kendi aczini anlatmak istiyordu. Suat çocuk için sızlayan ve şüphe edilemeyecek kadar samimi görünen bu kadının yanında, bir iştirak-i hissiyatla, ona yine acımaya başladı. Onun birtakım hallerine hak vermek istiyor, onu birtakım mecburiyetler arasında zayıf ve aciz görüyordu. Birden bir zevç ve zevce arasındaki maddi ve manevi talaka bakarak ürktü.

Hacer devam ediyordu:

“Bir taraftan babama o kadar tutundu ki artık hiçbir şeye ehemmiyet vermiyor. Bir gün öyle olacak ki beni boşayacak ve buradan def ederek kendisi burada evin çocuğu gibi yeniden evlenebilecek.”

Tekrar acı acı gülmeye başladı.

Birden pencereye eğilip baktı, telaşla “Aman hemşire...Koş koş, bak. Güzel Tahire” dedi. Suat bu telaşlı davete itaat ederek baktı. Bu zembille karşılarındaki konağın kapısını çalan genç irisi bir uşaktı. O zaman Hacer nasıl bütün hanımların bunu beğenip “uşak güzeli” dediklerini anlatarak katılıyor, “İlle miralayın hanımı... Gözlerine bayılıyormuş” diye bitiremiyordu. Suat hayran “Hangi hanım? Niçin?” diye soruyordu. O zaman Hacer saydı. Bunlar adeta hanımlardı, hatta bazılarının genç ve yakışıklı beyleri de vardı. O şaştıkça Hacer zaferle anlatarak gülüyor, o kadar merak ve ehemmiyetle bakarak öyle bir küşayişle tarif ediyordu ki kendisinin onlarla hemfikir olduğu görülüyordu. Maahaza o biraz daha müstağni göründü.

“Ama çirkin bir adam da değil. Allah için söylemeli. Hele gözleri. Eğer ona da bey esvabı giydirsen, olur biter.”

O gülerken Suat mebhut, sükût ediyordu. Onun için bir erkeğin güzelliği rikkat ve mümtaziyetle kaimken bunların böyle düşünmek için nasıl kadın olduklarını düşünüyordu. Halbuki Hacer “Canım senin buradan geçerken bayıldığın zabitler, beyler...” dedikçe “Hayır, benim buradan geçerken bayıldığım zabitlerden, beylerden haberim yok” demek istiyordu. Ah ne kadar anlıyor, nasıl görüyordu! Hacer’in nasıl kocası olmasa yahut iyi olsa yine bunlardan hoşlanacağını, çünkü ruhu adi, mülevves olduğunu nasıl görüyordu! Ve o hanımları gözünün önüne getirip böyle ufak itirafları aralarında ettikleri mücaleseleri düşünerek iğreniyordu.

Bu kendisi için garip ve uzun bir tesiri mucip oldu. Hacer’de nasıl kendisine hiç benzemeyen esaslı haller olduğunu zaten bilirdi, fakat ihtilafın bu derecesine şaşıyordu; bu kadarını hiç zannetmemişti. Maahaza hanımefendi onun için başka bir ders oluyordu. Hakkında en küçük bir kelime-yi tevbih bile söylenmemiş, hiçbir rivayet işitilmemiş olduğunu düşünerek “Hayır, bu fenalıklar kocaların fenalığından değil, kadınların kendilerinden geliyor” diye karar veriyordu. İyi kadın, kocası fena bile olsa, red ve imhası gayr-i kabil olan bir darbe-yi kader altında ezilir, kalırdı. Sevmeye gelince, o böyle sokaktan geçerken karşıdan görmekle erkek sevmeyi anlamıyordu. Bu ona seveyim diye sevmek gibi geliyordu. Sevmek için bilmeyerek sevmek, sonra fark etmek lazımdır diye düşünüyordu.

Öbür türlüsü, işte Hacer’in, Hacer gibilerin sevdaları. Ömrünü geçirdiği cumbada birini bulup sevip sevilmek için geçen ömründe muvafık ve muhalif her bulduğuyla aşk oyunu yapmak işte onların sevmeleri. Sevmek bir hastalık gibi, geldikten ve sizi zapt ve kahrettikten sonra anlaşılan, o zaman görülüp tetkik edilen bir hal olmalıydı. Kim bilir Hacer bu pencerede kimleri sevmişti? Yani mümkün olsa, sevecekti ve mümkün olmadığı için hakikat-ı hayatları kadar devam ediyorlar, sade bir hevesle avdet ve azimeti merak edilen bir terakkiden ibaret kalıyorlardı.

O halde Hacer için ilk fırsat bir sukut olacaktı. Sanki onun ruhu yoktu. Onun düşünmesi, kendini men eden şeyler mevcut değildi. Sade karşıdan görüp beğendiği bir erkeği bu kadar anane ile seven, bu kadar ehemmiyet veren bir kadın için ona mülaki olmak her şeyi
müntic olabilirdi. O zaman Hacer’in niçin Necip’e o kadar tehalükle mail olduğunu anlıyordu.

Lakin o hangisini seviyordu? Bunu anlamak mümkün değildi. Onun her geçene dair malumatı, merakları, tafsilatı vardı ve bir gün istemeyerek bunu öğrenmiş oldu. Böyle itiraflarla geçen iki günden sonra bir akşam yine sokak üstündeki orta odaya gelmiş, hilaf-ı mutat pencereyi boş bulmuştu. Oraya oturdu, birkaç dakika sonra köşeden çıkar çıkmaz nim tereddütle gözünü pencereye dikip oradan ayırmayan orta boylu şişmanca bir süvari zabitini gördü. Akabinde koşarak Hacer’in geldiği görüldü. Hacer hiç kendisine ehemmiyet vermeyerek cumbanın öbür penceresine abandı. Onu ancak arkasından görebildi. Demek buydu. Zavallı adam şimdi kendine bakan nazarını akşama kadar daha kimlere nasıl aynı merak ve teveccühle baktığını şüphe etmeyerek muvaffak, muzaffer, memnun gidiyordu.

İstemeyerek vakıf olduğu bu hal ile sıkılırken birden Hacer dönerek elindeki lavanta şişesini gösterdi. Katılarak gülüyor, Suat’ın merakını görerek “Hani evvelsi gün” dedi, “Annemden lavanta için yirmi beş kuruş almadı mıydı? Halbuki işte...” Şişenin altındaki fiyat kâğıdını gösteriyordu. Suat orada on sekiz kuruş yazılı olduğunu gördü. Hacer dudaklarında muhakkir acı bir tebessüm “Hödük herif hem yapıyor hem yapmasını bilmiyor... İşte” dedi.

Suat müteellim, cidden rahatsızdı. Söyleyecek bir şey bulamayarak, kaçmak isteyerek ateş üzerinde gibi duruyor, Hacer’in kocası hakkında söylediği ağır sözlerden sıkılarak ne yapacağını bilmiyordu. Onun huzurunda kendini bizar eden bir şey de Necip meselesiydi. O kendi itirafatıyla saatler işgal ederken kendinden de söz almak merakıyla ara sıra gözleri ateşlenirdi. Bu kadında bu yolda şeyler konuşmaya bir tehalük, konuşurken bütün ruhuyla meşgul olarak gözlerinde bir parlayış vardı ki Suat hayret ediyordu. Konuşurken birçok şeyler Necip’e intikaline sebep olabiliyordu. O zaman Necip’in bekârlık hayatından bahsedip merak ederek “Onun başka işi yok ki... Hep kadın peşinde” diye derin bir tecessüsle parlayan gözlerine bakardı. Fakat Necip hep Frenk kadınlarıyla meşgul olduğu için sevmiyordu, “Bu kadınları nasıl da seviyorlar, bilmem ki?” diye dudaklarını büküyordu. Esasta takdir etmekle beraber mukayesede yine onları ziyanlı çıkarmaktan başka bir şey yapamazdı.

O böyle söylerken Suat ağzından, gözlerinden bir kelime, bir nazar, sükûtundan bir mana çıkacak, bir şey istişmam olunacak, sonra mübalağa edilerek bir yeni yalan daha çıkarılacak diye titrer, “Vallahi bir şey bilmem... Bir şey yok” yeminiyle zihnen o kadar meşgul olurdu ki hemen ağzından kaçacak zannederdi. Zaten var mıydı? Bir şey olmadığına hem de samimi olarak yemin edemez miydi? Onların yanında kendini o kadar temiz görüyordu ki masum olduğuna yemin etmekten korkmuyordu. Fakat hanımefendinin yanına gidince bu hissi bütün bütün aksi olarak hasıl oluyor, o zaman kendini onlarla mukayese ettiğine utanıp uçurumda bulunduğunu inkâr edemiyor, bir an hâlî kalmadığı o tefekkürat-ı elimeyle kendini harap eden bir tenakuz-i izdihami içinde oluyordu.

Loading...
0%