Yeni Üyelik
19.
Bölüm

19. Bölüm

@mehmetrauf

Hacer pencereden birden “Oo!” etti.

Suat ne var gibi baktı, öteki başını çevirmeyip cama yapıştırarak cevap verdi:

“Necip’le Süreyya.”

Ve birden helecanla sararan Suat’a manalı bir nazarla bir saniye bakıp sonra cama yapışarak:

“Artık elbette gelir. Siz burada mısınız, değil misiniz... Bütün yaz bir-iki kere bize gelmedi.”

Sonra bu kelimelerde hiçbir mana-yı muzmer yokmuş gibi gayet tabii olarak başını çevirip gözleriyle çağırdı:

“Aman gel bak Suat, ne güzel bir adam! Yanlarındaki zabit. Koş bak.”

O zaman Suat bunun o süvari zabiti olduğunu gördü. Bu adam Süreyya ile konuşuyor, Necip az açıkta onları dinlemeyerek refakat ediyordu. Sonra zabit ayrılmak için selam verdi ve pencerenin altından geçerken yine bir kere yukarı baktı. Hacer’in omuzlarında bir hande fıkırdadı, “Aa” dedi, “Sanki o da ne? Niçin bakıyor öyle?” ve sonra beyler oraya geldikleri zaman Suat daha gideli üç gün olmadığı halde Necip’in böyle gelmesiyle endişnak, “Ben gelme dedim, yine niçin geldi?” diye münfail, maahaza yine perişan, yine bitap kalmışken Hacer’in Süreyya’ya o zabitin kim olduğunu kemal-i sekinet ve memnuniyetle sorduğunu görerek taaccüp etti. Hacer o kadar tabii ve serbest davranıyor, bu fenalığı öyle bila-tereddüt, adeta haz ve meclubiyetle icra ediyordu ki Suat kendinin nasıl safdil olduğuna şaşıyordu. O ne kadar korkmuştu, hâlâ ne kadar korkuyor, endişe ediyordu. Halbuki herkes işte bütün bir mahallenin en muteber hanımları iri yarı güzel bir köylü için ölüyorlardı.

Korkmaktan başka onu şimdi bir de infial izaç ediyordu. “Niçin geliyor? Niçin?” diye kendini yiyordu. Anlamamış mıydı? Giderken başını çevirmişken bunun “Hayır gelme!” demek olduğunu anlamamış mıydı? Hiddetle haksızlık etmek, “Öyleyse Hacer gel dediği için geliyor” demek istiyordu. Demek kendisi için gelmiyordu ve mademki kendisi için gelmiyordu... Suat gözlerini buğulatan bir hiddet bulutu içinde bir rahatsızlık bahane ederek kaçmak, görünmemek, yemeğe bile inmemek arzusuna düşüyordu.

Necip’in herkese söz söylerken Hacer’le konuştuğunu, garip bir tebessümle ona cevap verirken hızlıca söylediği sözlerin tesirini merak ediyormuş gibi kendini de süzdüğünü görerek dinlemiyormuş, işitmiyormuş gibi göründü. Lakin hiç olmazsa anlasa da ihtiyat etseydi... Ve onu bilakis fazla bir şetaretle söylenerek Hacer’i güldürür gördükçe evvela hücum eden fikir kuvvet bulur gibi oluyor, “Hayır, iftira etmemişim... Galiba onun için geliyor” demek istiyordu. İçinde buna inanmamak ister gibi mevcut olan hisse karşı mahza Necip’i tahkir etmek arzusuna mağluben tahakküm ediyordu. Zira ona yüz yüze bir söz söylemek mümkün olsaydı, ilk kelimesi bir kelime-yi tahkir olacağını zannediyordu.

Ve onun mümkün oldukça acı, müteşekki bir nazarla baktığını gördükçe manasız görünmekte bir intikam zevki bulmakla beraber hepsinden usanıp, yorulup bir ağlamak arzusunun hücumunu da hissediyordu. Bu ıstıraba mahkûm olmak için ne kabahati olduğunu düşünüp artık tahammül edemeyeceğini, kendinin her taraftan gelen bu hücumlara karşı aciz, bikes ve bedbaht kaldığını görerek boynunu büküyordu. O zaman Necip’e “Hayır, sana gelme diyorum. Ne kadar bedbaht ve sefil olduğumu görmüyor musun?” diye şikâyet etmek ihtiyacıyla eziliyordu. “Hiç olmazsa bu kadar sık gelme. Zira artık her şey bitti” demek istiyordu. Gerçekten her şey bitmiş miydi? Hiç olmazsa bütün bütün bitirmemek için ihtiyat lazımdı. Halbuki Necip o kadar lakayt davranıyordu ki bu kabil değildi. Ve bu gece Süreyya ve Hacer’le beraber onların dört kişi kaldıkları bu odada, Necip’in Hacer’in oyuncağı olduğunu görerek böyle rikkat ve tehevvür arasında yatmak vakti geldiği zaman bir işkenceden halas oluyormuş addedilecek kadar mustarip oldu.

Halbuki o bugün yarın yine gelecekti. Bu Suat’ta bir ateş ve telaş olacak kadar merak ve ehemmiyet kesbediyordu. Onun anlamayan, böyle bürudet görmek için yaptığını soran acı nazarları önünde, o kadar merhamet hissediyordu, bahusus Hacer’den ayrılıp birden kendine insab eden nazar-ı irtibatı bu merhameti o kadar ateşlendiriyordu ki “Ah seni mesut görmekten başka bir emelim yok... Yemin ederim ki başka bir şey istemiyorum. Fakat ah mümkün olsa da şu azaptan kurtulsak” diyordu.

Evet niçin itiraf etmemeli? Bu her cihetten gayr-i kabil-i tahammül hayatında sefaletlerine yegâne çare hepsini,
her şeyi bırakıp gitmek olduğunu, bütün bütün onun olmayınca rahat etmek kabil olmadığını uzak ve muhal bir rüyayı düşünenler gibi müphem görüyordu. Fakat bunun mümkün olmadığını da hemen, belki onu düşünürken beraber hissetmekten mütehassıl yeis ve keselanla artık ölümden başka bir şeye iltica kalmadığını anlıyordu. Bu her şeyi bırakıp gitmek, evvela delilik diye telakki ettiği bu hülya, tekrar düşüne düşüne alışıp artık bütün saatlerini işgal ediyor, bazen kendisini pek kolay bir hareketmiş gibi evveliyat ve müşkülatını unutup sade mesut ve müsterih hayatlarını tasavvura sevk ederek mesut ederken bir an oluyordu ki fikren kat ettiği mesafelerden ürküyor, ona icrası değil, tasavvuru bile korkunç, acı, bir ihanet gibi geliyordu. O zaman, içinde bir yara açılıyor gibi bir elem hissediyordu. Herkesin, âlemin levm ve tevbihi, ailesinin babasının efkâr ve namusunu lekedar etmeyi gözüne alacak kadar kuvvet bulduğu oluyor, bu riyakâr ve fena insanların yalnız sözde kalan böyle kuyudunu istihfaf ediyordu. Böyle olmakla beraber bu işte ona muhal görünen bir cihet, bir nuhuset vardı. Onu asıl düşündüren Necip’in samimiyet ve ciddiyetiydi ve bundan emin olmak ihtimali yoktu, “insan eminim zannettiği şeylerde o kadar çok yanılır ki” diyordu. Hem Necip bu büyük fedakârlığı yapacak kadar kendini seviyor muydu? Eğer şimdi o kadar seviyorsa bile bu kuvvet ve şebap sonra da devam edebilecek miydi? Zira bir gün onu müteessif ve nadim görmekten ölmek müreccah geliyordu. Bundan sonra acaba bu yapılsa bile müsterih ve asude ömür sürebilecekler mi, herkesin haklarındaki telakkiden, bahusus o kadar tahkir ve mecruh edecekleri adamdan dolayı hayatları zehirlenmeyecek miydi? İkisi de birbirine bakıp maziyi düşünmekten men-i nefs edemeyecek kadar samimi, seriütteessür, muşikaf olunca bu hayat kabil miydi? Daha bir ay evvel, bu kadar gayr-i kabil-i tamir bir şey yapılmadığı halde de, henüz evveliyatın evvelinde birbirleri için böyle şeyler için mustarip olmamışlar mıydı?

Daha bu dereceye gelmeden, daha ilk mülahazalarda meyus oluyor, bahusus Necip’i Hacer’in karşısında öyle gördükçe, onun ciddiyetinden şüphe ederek yeis çoğalıyor, o zaman başı bu sıkletler altında zebun, müşevveş, mustarip, hep çaresizlikler arasında bila-mukavemet kalarak, ne tarafa dönse bir uçurum görerek “Ah fena, bu işte bir şeamet var. Hiçbir şey yapmak kabil değil” diyordu. Yalnız her şeyden vazgeçip yine eski hayatına gömülmek kalıyordu. Her şeyi unutup, unutmaya çalışıp “O bir rüyaydı, geçti” diye bundan sonra hayatına herkes gibi tahammül etmek, o geçen birkaç aylık saadetini böyle birden ve ebediyen sönüyormuş görmek hicranına hazırlanmak lazım olduğunu görüyordu. Ve kendi kendine bu elim mecburiyeti düşünürken, isyan eden kalbine karşı, uzak, uzak bir ses vardı ki en akılanesi bu olduğunu ihtar ettiği oluyordu. Bu pek müphem, pek seriüzzeval bir şeydi. Belki adem-i imkânla meyus olmaktan geliyor, kuvvet bulmak için kabul olunuyordu, fakat hissediyordu ki Necip o mahzun gözleriyle gelse, o ateşli sesiyle “Hayır Suat, sen burada böyle ölmeyeceksin. Ben sensiz yaşayamıyorum, seni götüreceğim. Gelirsin değil mi, beraber gelirsin değil mi?” deseydi, hepsini, evet her şeyi unutabilecekti. O kadar çılgın, o kadar zayıf olduğu dakikalar vardı. Onun sesine, onun bu teklifine o kadar müştak ve mütehassirdi. Öyle zamanlarda atiyi düşünse bile, bir kere bütün bütün onun olduktan sonra ilk felaketinde ölmek imkânı teskin ediyordu. Sonra “Hep rüya, hep çılgınlık! Uyanmalı” diyor, Necip hiçbir vakitte bu kadar fedakârlık yapacak derecede kendini sevmiyor geliyordu.

Yine böyle bir anda, böyle meyus olarak ezildiği bir sabah Süreyya yeni gitmiş, o eline okumak için gazeteyi almış, fakat gözleri kafesin arasında dalıp kalmıştı. Arkasından kapının açıldığını işitti, “Hacer’dir” diye düşünüyordu, fakat Necip’in sesini duyunca sıçradı, o “Maşallah” diye giriyordu. Gayet büyük korkuların verdiği helecan-ı şeditle muhakemesiz bir sevincin heyecanı karışmıştı. Necip’i yine o mesut zamanları, yalnız birbiri için yaşadıkları zamanları ihtar eden o derin nazar-ı muhabbetle karşısında bulunca bütün şüphelerin, infiallerin mahvolduğunu gördü.

Fakat Necip zahiri neşesinin ihfa edemediği bir nikapla melul ve mükedderdi. Kaşlarında bir inhina-yı elem vardı. Her şeyden usanmış, dünyada hiçbir arzusu kalmamış insanlar gibi söylüyordu. Bu bir haftalık hayatı onu yıkmış, hurdahaş etmişti. Evvela resmiyet içinde başladı, sonra yavaşça hayatından bahse geçince şikâyetli bir eda aldı. Kendinden bahsetmeyerek hayatının ne boş, ne karanlık geçtiğini anlatıyor, artık tahammül edemeyeceğini ihsas etmek istiyordu. Suat bir söz söylemeyerek, onun yeisiyle mağlub-i kasvet kalıyor, sakit ve gamnak, birden mevkilerinin yine hüzün ve füturuna boğulmuş, dinliyordu. Sonra Necip kendilerine geçti. Ondan uzak, ondan mahrum hayatı onu öldürüyordu. Şimdi onun Boğaziçi’nden inmemek arzusunu anlıyor, her şey bitecek diye korkmakta hakkı olduğunu teslim ediyordu. Acı bir şikâyetle “Fakat asıl sen bitiriyorsun” dememek için dişini sıktı. O evvela buraya gelirlerse daha sık görüşürüz zannetmiş, burada bulundukça görüşmek için bin türlü bahane çıkabilir diye düşünmüştü. Halbuki orada, orada kalsalardı.

O hayatı düşündükçe korkmuştu. Gitmekten çekinerek ve gitmek arzusuyla yanarak, bir karar veremeyerek geçecek o cehennem hayatından o kadar korkmuştu ki İstanbul’a inince memnun olmuştu. Artık buraya sık sık gelecekti, fakat şimdi eliyle meyus bir hareket yaparak “Halbuki asıl şimdi bitti!” diyordu. Güya asıl sebep etraftakilermiş gibi davranıyordu. Fakat ona ağlayarak “Halbuki sade sensin Suat, sade sen... Eğer sen istesen dünyada benim için başka hiçbir şeyin ehemmiyeti yoktur, ben senden başka bir şeyden korkmam... Fakat sen istemiyorsun, sen kaçıyorsun, yalnız sen değil, benden şimdi gözlerin bile kaçıyor” demek istiyordu.

Ve ikisinin de dudaklarında titreyip söylemedikleri bu sözlerden, birbirlerini anlayamamaktan gittikçe birbirlerine daha hain bir muamma görünüyorlardı. Onun bu kadar hıyanetine karşı Necip kalbinde öyle acı bir intikam hissi buldu ki “Her şey bitti!” derken “Fakat siz bundan memnun olmalısınız!” dedi. Zaten belki onu Suat kendi istememiş miydi? Suat serzenişli bir nazar-ı elimle bakıyordu. Necip hâlâ o meraretle “Evet, rahat, artık rahat... Bundan sonra iyice rahat... Benim sebebime o kadar azap ve hakaret gördünüz ki” sözlerini söylüyordu.

Suat gözlerine hücum eden yaşları göstermemek için başını çevirip sakinane pencereden baktı, “Ah bilsen...” demek isteyen bir tehacüm-i deruna mukavemet için uğraştı. Necip hâlâ o zeminde söylüyor, yazın kendilerini sıktığından nedametinden anlatıyor, böylece muhabbet gösteren bir müdafaa görmek ümidiyle mümkün olduğu kadar acı sözleriyle devam ediyordu. Halbuki Suat’ın sükûtunda, ikisi yalnız bulunmaktan sıkılır gibi duruşunda sanki onun ruhunu saklayan bir yabancılık, bir fikri başka şeyle yahut şu mevkiden kurtulmak arzusuyla meşgul oluş fark ediyordu. Onu yalnız bulmak için buraya bu vakit gelip de istediği gibi tenha bulunca mümkün olduğu kadar uğraşıp istizahla işi iyice anlamak azmindeydi.

Ve tekrar onun müştak ve münceli gözlerinin önünde o menba-ı ismet ve safvetten namütenahi ümit ve şifa içmek emelindeyken onu iki haftalık ayrı muhakemelerin vereceği tesiriyle böyle yabancı, muannit bir muamma gibi bigâne, mesdud görünce söylemek istediklerini
söyleyemeyerek ruhunda bir acı şikâyet, bir feryat arzusunun yükseldiğini duyuyordu. Böyle ümit isterken yeis ve hirman verilmesinin meraretiyle o kadar zehirlendi ki bir hırs-ı sarla kendisi de zehirlemek arzusuna düştü ve sözlerini “Halbuki işte hâlâ rahatsız ediyorum” diye bitirdi.

Nihayetsiz bir yeisle zebundu.

“Bilir misiniz gelmek için niçin bu saati intihap ettim? Biliyordum ki sizi yalnız bulmak ihtimali ancak bu vakit vardır. Bir şey olacak zannediyordum. Yeisim azalır, diyordum. Fakat işte... İşte gördüğüm kabul... Ah budala.”

Kuvvetle kesti, onun öbürlerinden korktuğu hakkındaki fikri külliyen zail olmuş olduğundan kendisinin istemediğini ve nasıl olsa o istemeyince bu hal devam edeceğini, artık evvelki kadar sevilmediğini düşünürek bu çaresizlikten bir feryat hasıl oldu.”

“Ah bilmem ki ne yapmalı?”

Çılgınlıkla bakarak inliyordu. Suat hâlâ başı cama çevrilmiş duruyordu. Her an başını çevirip birçok şey söylemek arzusuyla boğuşuyor, gözlerinin hâlâ kurumadığını hissederek kalbinden çıkan aşk ve elem feryatlarını iskata uğraşıyordu. Bunda bir mecburiyetle tevekkül de vardı. “Mademki iyisi her şeyi unutmaktır” diye biraz ihtiyar da karışıyordu ve işte bu kararsızlık ve sükût anında “Beni sevmiyor, beni istemiyor artık!” şüphesi Necip’e bu saniyelerde geldi. Bu acı bir taharrüşle başladı fakat o kadar meraretle amak-ı ruhuna inip ıstıraplarına öyle bir teselli oldu ki bir ümide sarılır gibi ona sarıldı. Ah, bir kere bundan emin olsaydı, onun bütün nefret ettiği kadınlar gibi birkaç aylık hevesle vakit geçirdikten sonra ilk tehlikede rahatını aşkına feda edemeyerek çekilen hanımlardan
olduğunu anlasa, bu son hıyanetle yine yaralansaydı. Hatta şimdi onun aşkı için kendi sızlarken mesela o pencerede bir başkasını, kalbini şimdi tehziz edeni beklemiş olsaydı. O zaman yine yaralanacaktı, fakat bu yarada azîm bir şifa var gibi geliyordu.

Bunun üzerine sevilmediğini anlamak, emin olmak için çalışmaya başladı. Bunu büyük bir zevkle memul bir neşeye mülaki olmak zevkiyle, kimden olduğunu bilmediği bir intikam hırsıyla yapıyordu ve bu zevkte müfteris bir acılık vardı. “Tekrar ne vakit geleyim?” diye sordu. Suat bu fena mevkiden kurtulmak, her şeyi anlatmak arzu-yi halisiyle uğraşırken nihayet karar vererek başını çevirdi, “Vallahi o kadar karışık ki...” diye başladı. Fakat Necip’in gözlerinde o kadar yabancı, o kadar ruhsuz, hiç Necip’te görmediği bir nazar-ı ihanet vardı ki galeyanı birden incimad etti. O zaman korkarak, tereddüt ederek onun inanmayıp eğlendiğini göre göre, bulamadığı kelimeleri araya araya evin rahatsızlığını anlatmaya çalıştı. Necip bütün bunların nasıl esassız birer bahane olduğunu görüyor, “Pekâlâ, ya şimdi? Şimdi de Hacer mi var? İşte şimdi öldüğümü görüyorsun, şimdi de inliyorum. Ve sen hâlâ taş gibi, hâlâ kalpsizsin. Bana bir nazarın bir ay elverir, bunlar hep yalan. Asıl hakikati niçin söylememeli? Senin gözlerin söylüyor ki artık her şey bitti. Yalan, yalan... Ah hep yalansınız” diye haykırmak istiyordu. Bir an oldu ki Suat onun bu fikrini şüphe eder gibi oldu. Ruhunun tekrar o şelale mehabetiyle onun ayaklarına atılmak istediğini hissetti. “Ah bilsen...” demek için öldü, fakat Necip o kadar barid, öyle muzlimdi ki sustu. O şimdi ayağa kalkmış, pencereye dayanmış, sokağa
bakıyordu ve dudaklarını titreten, gözlerini bulandıran bir hücum-i sirişk içinde bu artık ümitsiz, tedavisiz her şeyin bittiğini, onun buna bir çare bulmayacağını, bilakis kendi bitirdiğini görmekten mütehassıl gözyaşları içinde boğuluyordu. Bir zaman Suat’ın kendini ne kadar sevdiğini, kendi için ne zahmetlere katlanmaya hazır olduğunu düşünüyordu. Ah o zamanı bir daha ele geçirmek için hayatını ne kadar sevinerek verirdi! Zira bundan sonra bu hayatı ne yapacaktı? Evvelden tahammül edemiyordu, bundan sonra ne yapacaktı?

Kapı şiddetli bir fırtınayla açılır gibi arkasına dayandı. Eşikte Hacer görüldü. “Necip Bey gelmiş diyorlar, nerede ya?” diye gözleriyle araştırıyordu. Onu görünce girdi, “Maşallah efendim, hiç de haber vermezsiniz” diyor, Necip’e giderek “Nereden böyle? Nasıl tenezzül olundu?” sitemlerine geçiyordu. Sonra ikisinin de hallerine bakıp merakla “O ne o, ne oluyorsunuz ikiniz de Allah aşkına?” diye sordu. İnce dudaklarında sivri bir tebessüm tevakkuf ediyor, gözlerinde bir ateş gülümsüyordu.

Necip’in söylediği birkaç söz üzerine merak siteme tahavvül etti:

“Hani dün gece gelecektiniz? Maşallah, gerçekten sözünüzün erisiniz!”

Necip’in mırıldanarak beyan ettiği özürlere karşı dargınmış da affetmeyecekmiş gibi davranıyor, edilen kabahatin büyüklüğünü anlatmak ister gibi “Bilsen ne kadar bekledim” diye şikâyet ediyordu.

Suat başını pencerenin camına dayamış, ağlıyordu. Gelmek için kendinden gizli vaatler verdiği bu kadının nazarında Necip’in komşunun uşağından bir farkı olmayışına ağlıyordu. Ve onlar olmasa haykırarak ağlayacağını zannediyor, mendiliyle ağzını tıkayarak dalmış gibi görünerek bakmıyordu.

Loading...
0%