Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@mehmetrauf

Suat onları sıkmadan akşamı etmek için bezl-i ruh etti. Süreyya’yı bütün bütün iğzap etmek istiyormuş gibi hava o kadar sıcak, o kadar durgun olmuştu ki hepsi baygın baygın perdelerin arkasına sinen serince gölgeye iltica etmişlerdi. Fatin ile beyefendi İstanbul’a kalemlerine gittiklerinden evde iki erkekle üç kadın kalmıştı. Hacer ise bugün öğle yemeğinden evvel görünmedi. Onun merak edip ehemmiyet verdiği şeylerde böyle birden küsüşleri, sebepsiz ihmal edişleri vardı ve bu sabah sarışın vücutlara mahsus hassasiyetle pek muazzep olduğuna hükmederek onlar, Suat’la iki erkek otururlarken Suat gezmek teklifini mümkün görmediğinden nihayet piyanoyu bir çare-yi halas olmak üzere kabul etti. Necip’in musikiyi pek sevdiğini bildiğinden onu eğlendirebilmek için birçok zamandır ihmal ettiği piyanosuna geçti.

Süreyya uzanmış olduğu minderde gözleri tavana dikilmiş, kımıldanmayarak “Sıcakta dinlenmiyor!” diyordu, sonra gülerek “Maahaza çal Suat, teşekkür ederim, etraftaki haşerat uğultusunun yanında piyanon hakikaten musiki yerine geçiyor” diye gülüyordu.

Necip bilakis pek mahzuz olarak bir alçak sandalyeyle köşede piyanonun yanına gelip oturmuştu. Suat çoktan beri çalmadığı havaları çalmakta duçar-ı müşkülat oluyor, elinin mahareti tembelliğinin cezası olarak kaybolduğundan bahisle şikâyet ediyordu.

Evin içinde mütemadiyen piyanonun nağmeleri temevvüç etti. Yemek haberi geldiği zaman Süreyya uzun bir ofla kalkarak koştu, piyanonun kapağını kapadı, “İdam bil-musiki!” diye eğlenerek “Aman kurtulduk Yarabbim... Sen de mi eza melaikesinden oldun Suat?” diyordu.

Sofrada yine o bahsi açtılar. Necip şikâyete başlamadan hanımefendi gülerek, “İşte yalıya gidiyorsunuz ya!” dedi. Süreyya acı bir ricayla “Evet, sayenizde!” derken Hacer merakla soruyordu. Hanımefendi tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor, Süreyya’nın artık burada sıkıldığından kaçacağını, Boğaziçi’nde bir yalı tutup Suat’ı götüreceğini hafif bir tebessümle haber veriyordu. Hacer evvela gerçek zannetti, birden bütün yüzünü kaplayan bir hiddet alevinden sonra kendini zaptederek “Oh ne âlâ” dedi, “burada yalnız başımıza...”

Hanımefendi gülerek sözünü kesti:

“Artık biz de yalıya misafir gideriz. Şimdiye kadar onlar bizde misafirdi, şimdiden sonra da biz onlarda, değil mi Hacer?”

Hacer baridane “O niçinmiş o? Biz de istesek gidemez miyiz?” dedi.

Süreyya bir ah çekerek “Gitsek de hep beraber gitsek...” diyordu.

Hacer çehresinde bir lema-yı süruru menedemeyerek “Ha” dedi, “ben de sahi gidiyorlar zannettimdi.”

Necip, Hacer’in böyle küçüklüklere pek çok kapılarak onları böyle adi adi meydana vurduğunu görmekle beraber ona acıyordu. Suat’ın tefevvuku, güzellikçe belki Hacer galebe ederdi, fakat Suat’ın bütün sair şeylerde ona tefevvuku o kadar göze çarpıyordu ki bunu Hacer’in de fark etmemesi gayr-i kabildi. Ahlakça, mekânetçe, hilm ve nezaketçe bu tefevvuk Suat’a öyle bir hal veriyordu ki güzelliği bundan zenginleniyordu. Zevcine olan rabıtası, sakin, daima mütebessim, daima mütevazı halleri bir teali sebebi oluyor, onu yükseltiyordu. Halbuki Hacer’in öyle anları olurdu ki bir gölge gibi na-mahsus ince kaşları, şeffaf cildi, saçlarının eda-yı dilberiyle gerçekten güzel bir kadın olduğu görülür. Necip, bu güzellikte biraz yaramaz, biraz yırtıcı kuş rengi bulurdu. Sonra Suat’ın mesudiyeti yanında kendisinin ziyan edilmiş hayat-ı izdivacı bu kadına karşı ihfasına nezaket ve tahammülünün kifayet edemediği bir kin ile onu azürde eder dururdu. Necip eğer Suat’ın hilm ve idaresi olmasa, Hacer’le itilaf kabil olamayacağını, Hacer’in hatta fırsat bile beklemeyen şu hırçın tehacümlerine Suat’ın nasıl bir mülayemet ve tahammülle mukabele ettiğini fark ediyordu.

Sofradan kalkıp salona çıktıkları zaman “Siz pek iyi yapıyorsunuz” dedi.

Suat evvel tecahül etti; bunların kendisine bir taarruz olduğunu, Hacer’in bazen herkese karşı böyle davrandığını iddia etti. Fakat Süreyya da birleşerek bütün o tavırların birer açık taarruz olduğunu kabule icbar ettiler. O zaman onu bir küçük kardeş gibi sevdiğini, her haline pek çok acıdığını, bunun için öyle küçük şeylerine ehemmiyet vermemeyi tercih ettiğini söyledi:

“Yemin ederim ki” diyordu, “Hacer sizin zannettiğiniz kadar fena bir kız değildir. Eğer iyi idare edilse, pek iyi olur, Halbuki...”

Süreyya ağız dolusu duman savurarak:

“İşte asıl iş orada ya” diye haykırdı. “Bu kadar kişinin içinde de bu sabır bir sende var.”

Necip gülerek “İşte ben de bu sabra hayran oluyorum” dedi.

Süreyya, Suat’ın elinden tutmuş Necip’e gösteriyordu: “Benim karım bir melektir Necip.”

Suat gülümseyerek “Kızarmak lazım mı?” diye sordu.

Süreyya:

“Sen ne yaparsan yap, ben müsaadenizle ve kemal-i istirahatle yahut istirahate niyetle gider, şuraya yatarım.”

Salona henüz giren Hacer, “Ooo, ağabeyim bu sene öğle uykusuna pek erken başladı” diye söylendi, sonra dönüp Suat’a “Bu uykuyla yalıda ne yaparsın? Senin orada yalnızlıktan canın pek sıkılacak gibi anlıyorum” dedi.

Suat tebessüm ederek sordu:

“Niçin siz gelmiyorsunuz?”

Hacer bir nevi rakseder gibi Necip’e doğru giderken “Ben mi?” dedi, biraz tereddütten sonra ilave etti:

“Canım hele bir kere yalı tutulsun da... Bu ne kadar acele?”

Biraz durdu, sonra söylemek istediği sözü hazmettiğini gösterir uzun bir teneffüsle orada yatan Süreyya’yı görmemiş gibi Necip’e yaklaşıp “Akşama kadar benimle berabersin” dedi.

Necip, “Ya şimdi siz Suat Hanım’ın yalnızlığından bahsediyordunuz?” diyecek oldu; Hacer uzun bir “Oooo!” koyuvererek başladı:

“O şimdi yalnız değil ki... İnsana kuru hülyadan iyi arkadaş mı olur? Kuzum, bu yalı hülyası öyle bir hastalıktır ki insanı gayet vefakâr bir dosttan iyi işgal eder.”

Necip yine “Hep beraber burada otururuz değil mi Hacer Hanım?” diyor, Süreyya yattığı yerden sesleniyordu:

“İsterseniz gezmeye çıkınız, kütük ormanlarına yahut fasulye korusuna.”

Hacer Necip’in ihtiraz eden tavırlarına Süreyya’nın biraz kuru sedasına bakıp sonra Suat’ın sükûtuna hücum etti:

“Yalıyı nerede tutuyorsunuz Suat?”

Suat tebessüm etmeye çalışarak “Bakalım, daha karar vermedik” dedi.

“Öyleyse karar vermek için çok zahmet çekmeyeceksiniz. Ben de ihtida sahih zannettimdi. Bizde bu züğürtlük varken... Böyle söylenilir söylenilir... Birçok tatlı hülyalar kurulur ‒gülerek Süreyya’ya, Necip’e bakıyordu‒ sonra vazgeçilir, değil mi? Zaten bundan kolay şey mi olur? Ağabeyim malum, evvela bir heves, bir heves... Üstüne uyku... O Paris’e de böyle gidip gelmedi miydi?”

Suat bu lakırdıların arasında hep kendi kendine “Ah akşam olsa!” diyordu. Akşamüstü hepsini kandırıp yola çıkardı. Fakat son tren gelip de dadısının çıkmadığını görünce canı pek sıkıldı. O kadar yalvardığı halde babasının belki aldırmayacağını düşünerek kızıyordu. Dadısı ertesi akşam, öbür akşam da gelmedi. Suat her gün akşama kadar bin sabırsızlık işkenceleriyle bekliyor, bütün gün umduğu halde son saatte ümidini kesip onun gelmeyeceğini, gelse bile boş geleceğini düşünüyor, meyus oluyordu. Öbür gün tekrar Necip’i alıkoymak için pek ziyade sıkıldı. Mamafih niçin alıkoyduğunu da anlamıyordu. Yalnız onun Süreyya’ya kalben ne derece merbut olduğunu bildiğinden para geldiği zaman kocasının meserretinde hazır bulunmasını istiyor, bundan başka Necip’in Boğaziçi hakkındaki malumatından istifade edileceğini de düşünüyordu. Fakat akşamlara kadar Hacer’in şımarık, hırçın kadınlığı elinden neler çektiğini görerek sıkılıyordu. Bunun için yine “Kalınız!” sözünü büyük bir cebr-i nefsle söylüyordu. Fakat Necip pek ciddi davranarak bu alıkoymaların sebebini anlamak için hiçbir imada bulunmamış, hep sükûnlabeklemişti.

İkinci akşam yine bir aralık yalnız kalınca “Sizi akşama kadar burada bekletip sıkıyorum; affediniz” dedi. “Süreyya’ya bir oyun yapacağım; sizin de bulunmanızı istiyorum; fakat olmuyor ki...”

Necip “Zaten cumartesi inmeye karar vermiştim” diye tekrar ricayı menetti. Ne olduğunu anlamamakla beraber bu oyunun yalıya dair olacağına hükmediyordu. Artık bütün köşkün ağzında bir alay olan bu meseleden bahsolundukça Suat’ın kesp ettiği hal-i heyecan bu hükmü takviye ediyordu. Fakat meselede hepsi o kadar ifrat gösteriyorlardı ki artık lüzumundan fazla oluyor, hatta rahatsız ediyordu. Bunu fark eden Necip, Suat’ın cevap vermediğini gördükçe kadının sabrına, tahammülüne şaşıyordu.

Suat ile işte beş seneden beri tanışıyorlardı. Bu beş sene içinde ona olan hürmeti her an çoğalmış, kadınlar arasında böylesine tesadüf pek güç olduğunu zannettirmeye kadar varmıştı. Necip zaten pek nadir ziyaret ettiği bu aileye Süreyya’nın teehhülünden sonra daha seyrek gelmeye başlamıştı. O zaman henüz mektepten çıkmış, uzun tahsil senelerinin biriktirdiği bir tehalük ve ateşle yaşamaya koyulmuştu. Kadınlar hakkında pek uzaktan ve sayfalar arasında tetkikin, tecrübe ve muhakemeden ziyade tahayyülden hasıl olma bir tetkik-i sathinin sevkiyle evvela pek hülya-amiz fikirleri vardı. Tecrübe kendisine acı hayal cerihaları açtı ve gençliğe mahsus sevk-i hararetle tecrübelerini pek kolayca tamim ederek alelıtlak kadınlara dair kavi ve itirazdan masun bir fikir ve felsefe edinmiş, artık mübarezat-ı hayatiyede mecruhiyet tehlikesine tamamıyla mukavim bir zırhla silahlanmış olduğuna inanarak öylece yaşamaya başladı. Bu esnada ara sıra gördüğü Suat, onun hilm ve sükûn içindeki şetareti, ciddiyet ve vakara mani olmayan çocukluğu kendisine pek zahirî, pek yapma gelir, onun da öteki hanımlar gibi olduğunu düşünerek, Süreyya’nın ilk zamanlar izhar ettiği âsâr-ı memnuniyete kalben “Çok geçmez görürsün!” diye baş sallardı. Fakat zamanlar geçip bu memnuniyetin hâlâ izdiyadını gördükçe merakı arttı. Nihayet öyle oldu ki bir gün Süreyya’ya “Sen birinci ikramiyeyi kazanmışsın azizim!” dedi ve elini sıkarak “Fakat birinci ikramiye de layıkbir ele düştüğüne teşekkür etmelidir. Zira iltifat çakmadığıma eminsin ya, temin ederim ki birbirinize layıksınız.”

Şimdi köşkte hepsi, bey, Fatin, Hacer, hatta bazen bunlara iltihak eden hanımefendi hep birden eğlenmek için yalı meselesini dillerine dolamışlardı. Süreyya gâh huşunetle, gâh latifeyle mukabele ediyor, yalnız ara sıra Fatin’e ağırca ve acı gelen bu latifeleriyle hepsini güldürüyordu. Necip daima bitaraf kaldığı bu mübaheselerin kendi üzerindeki tesiratınımuhakeme etmek isteyerek yalnız Suat’ın sükûnuna taaccüp ediyordu.

Fatin iki lokma arasında fırsat bulup bir kahkaha salıverirken, beyefendi sert çehresiyle sükûneti biraz bozarak “Ben Suat Hanım’ı böyle çocukluklara kulak asmaz zannederdim” diyor, o zaman Süreyya köpürerek “Canım, ortada bir şey yok, bir yere giden yok” diye eğleniyor, hanımefendi gülümseyerek ağır ağır söyleniyordu: “Galiba herkesten habersiz kaçacaklar. Zavallı Suat’ın suçu yok ki, götürmek isteyen Süreyya.”

Ve Fatin tekrar iki lokma arasında, “Ve zevce zevcine itaate daima mecburdur!” düsturunu okuyordu.

Bu hal, dadının avdetine kadar devam etti. O da ancak cumartesi günü öğleyin gelebildi. “Senin baban kolay kolay bu kadar uğraşmazdı ama bilmem ki ne yazdın? Üç gündür bunlar için uğraştı durdu” diye Suat’ın eline bir zarf verdi.

Suat hemen zarfın kenarını yırttı. Gözlerinin dumanı arasında fark etmiyordu. Bu dolu zarfı açamıyor, eli titriyordu. Sonra koştu, balkonda konuşan Necip’le Süreyya’nın arasına atıldı, “Yalıya gidiyoruz!” dedi. Süreyya bakıyordu, evvela inanmadı, “Ne oluyor, niçin?” diye bakan bir nazarla Suat’ın gösterdiği kaimeleri alıyordu. Sonra birden “Bu ne? Bunlar ne? Nereden?” diye sordu. Suat eliyle ağzını kapayarak “Sus!” diyor, öbürü “Kim gönderdi?” diye sorarken “Babam, babam” cevabını veriyordu. Sonra oraya oturup alçak sesle “Şimdi bu parayla kimseye haber vermeden gidip yalıyı tutmalı, sonra da hepsinin gözünün önünde buradan çıkıp gitmeli” dedi.

O zaman üç kişi karar verdiler ki yalı tutuluncaya kadar kimsenin bir şeyden haberi olmayacaktı. Yalı tutulunca köşkten yalnız hanımefendiye haber verilerek sıvışılacak ve herkes bir sabah kafesi boş, kuşları uçmuş bulup şaşacaktı.

Şimdi oradaki hayatı, masrafı düşünüyorlar, herhalde on beş lirayla idare edebileceklerini zannediyorlardı. Süreyya “Ah bir kere oraya gidelim de aç kalalım” diyordu. Sonra Necip’e dönüp “Artık bize misafir gelirsin” diyor, Suat “Elbette, elbette!” diyerek Necip Bey’i üç gündür mahza onun için yalı birlikte gidilip tutulsun diye alıkoyduğunu itiraf ediyor, artık bütün tertibinin ne olduğunu anlatıyordu.

Süreyya seviniyor, “Ah Suat, Suat!” ve sabredemeyerek şimdi gidip her şeyi onların yüzüne haykıracağını ve hepsine birden “Yarın yalı tutuluyor” diyeceğini söylüyordu. Suat “Aman Süreyya sabret, iki gün daha” diye yalvarıyor. Necip zaferin tamam olması için iki gün daha beklemek iyi olacağını teslim ediyordu.

Süreyya çocuk gibi olmuştu. “Hemen taşınırız” diyordu. “Hemen o gün; aman burada bir dakika durmayalım! Şu menhus yerden kurtulalım. Ah, ne zevk Necip, ne zevk! Hepsine birden ‘Biz yarın gidiyoruz artık, bugün yalı tutuldu,’ demek ne zevk! Billahi Fatih’in lokması boğazında kalır. Gözlerinin ne hırsla açıldığını buradan görüyorum. Ah, bir kere o gün gelse, o gün, o saat gelse bir kere!”

Hemen karar verildi. Yarın pazar değil miydi? Erkenden Necip’le Süreyya gidecekler, küçük şık bir yalı tutacaklardı. Otuz liraları vardı, Suat “Yetişmezse...” diye esefleniyor, Necip temin ediyordu: “Ötesi kolay, asıl lazım olan elde...”

Ve birden Necip kendini tahattur edip düşündü ki bu işte o pek bigâne olduğu için hiçbir dahli olamazdı fakat onlar kendisini o kadar hararet, o kadar mahremiyetle işe karıştırıyorlardı ki artık arzusu hilafına cereyana kapılmaktan başka çaresi yoktu.

Akşam sofraya oturup da Fatin yine iki lokma arasında ağzı, gözleri açık olarak yalıdan bahsettiği ve yan bir bakışla beyefendiye sırıtıp hoşa gitmeye çalıştığı zaman üç günlük hezimetin acısı çıkmış oldu. Üç arkadaş kemal-i zevkle birbirine bakıştılar. Süreyya zabt-ı nefs edemeyip sakin göstermeye çalıştığı bir seda-yı sürurla “Evet, yarın gidip tutacağız” diyordu.

Hacer gülerek “Hangi han satıldı acaba?” diye eğlendi.

Beyefendi sade yemeğiyle meşgul “Mahmutpaşa’da hanı mı yok? Bir tanesini satmıştır” diye mırıldandı.

Fatin gülerek yemek arasında boğuluyor gibi “Vallahi billahi!” diyordu.

Süreyya bütün bütün söyleyecekti, fakat Suat o kadar derin bir nazar-ı istirhamla baktı ki karşıdan Necip, Süreyya’nın mukavemet edemeyip sükût etmesine hak verdi.

Yemekten kalktıkları zaman üç dost Süreyya’nın küçük odasına geçtiler; balkona çıkmış olan Suat havaya bakarak “Hava pek kapanık, Allah vere, yağmur yağmasa!” diyordu. Süreyya artık mudhik bir tavırla “Ne?” dedi, “Yağmur mu? Taş yağsa, vallahi yine gideriz... Değil mi Necip?”

Necip gülerek “Hay hay!” dedi.

O zaman tekrar konuştular, yarın nereye gidip nasıl yapacaklarını müzakere ettiler. Suat Emirgân’dan aşağı olmamasını istiyordu. “Beykoz olsa fena mı?” diyordu. Necip karşı sahili tercih ederek Yeniköy’de yahut Yenimahalle’de küçük bir şey bulacaklarını söylüyor, “Oralarda içerilerdeki evler bile yalı gibidir” diye teşvik ediyordu. Suat’ın asıl istediği tenhalıktı.

Dörde kadar konuştular; Süreyya bir ibzal-i hayalle yaz hayatını bin türlü sözler içinde şimdiden tertip ediyor, bazı ufak tefek mülahazalarla Suat buna başka tertipler ilave ediyordu. Süreyya bir sandal bulacaktı. Gülerek “Bir de araba” diyordu. Suat mahzunane başını sallarken “Bu uzun olur değil mi? Asıl o vakit aç kalırız işte” diye içini çekiyordu. Yalıda sürülecek zevkleri şimdiden ifrat ederek mahzuz olurlarken birdenbire “Lakin bu söylediklerimizi yapmak için bütün yaz yetişmeyecek” diye gülüşüyorlardı.

Ve Necip son dakikalarda garip bir hüzün içine gömülerek bu mesut zevç ve zevceye bakıyor, eğer evli olmak buysa, hiç fena bir şey olmadığını görüyordu. Fakat bu izdivacın nasıl müstesna şartlar, tesadüflerle husul bulduğunu teemmül ederek birçok fena izdivaçları gözünün önüne getiriyor, kendisine kabil değil, kabil değil, böyle bir ikbal teveccüh etmeyeceğini, mahrum ve zelil hayatını ihtiyarlığa kadar böyle yalnız ve bedbaht sürükleyeceğini düşünüyordu.

Yarın erken kalkılacağından erken yatılmak tavsiyesiyle dağıldıkları sırada Necip hep bu fikirlerin zebunuydu. Odasına gitmek için balkona geçtiği zaman iri, rüzgârlı damlaların sukutunu görerek bu serinlikten istifade için orada tevakkuf etti. Alnını bir direğe koydu ve gecenin karşısında bir müddet öyle kaldı.

Kendini, hayatını düşünüyordu. Evlenmemek hakkındaki karar-ı katisi ara sıra duçar-ı zaaf olurdu. Şimdi yine o zaaf zamanındaydı. Bu zevç ve zevce arasında şahit olduğu itilaf ve mukarenet, bu hararet, bu birbirinin küçük bir emeli için öbürünün bahş-ı hayat edecek derecede tehalükü, bu sakin ve mesut muhabbet onu harap ediyordu. Hep muvaffakiyetleri birer hüsran ve azap olan kendi hayatının uzun uzun arzu edilmiş, çalışılmış, kazanılmış muzafferiyetlerinde bile böyle kavi, böyle fedakâr,
böyle müşfik ve har bir hamle-yi samimiyete nail olamamıştı. Birçok saadetleri ya zehirli bir mufarakat yahut muhakkar bir lakaydiyle bitmiş, hiçbiri en mesut zamanında bile şu saadetin sükûn ve letafetine benzeyememişti. Ve bu hayatı tatmadıktan sonra yaşamak ona boş, pek boş geliyordu. “Niçin?” diyor, sonra ebedi nakarat-ı yeis ve fütur “Neye iyi?” hitabı takip ediyordu. Onun hay u huy-i ezvaka müptela, sergüzeştlere meyyal olan tabiatı bunlarla itilaf ettiği için artık tabiat-ı saniye olmuş, şimdi kendisinde sükûn ve şefkate, gölgeye, azamet ve şiire müştak bir tabiat uyanmaya başlamıştı. En memnun olduğu an-ı hayatında bile ruhundaki natamamlık hissi bir başka ihtiyaçla dağılıyor, şimdi zannediyordu ki bu ihtiyaç ancak böyle sıcak bir muhabbetle, böyle dostane, haherane bir vefayla tatmin edilecek.

Ilık bir rüzgârla büyük büyük bulutlar uçuşarak geçtikçe seyrek, ağır katreler serpiliyor, etrafında bunların yapraklara sukutundan mütehassıl gayr-i mevzun
bir ses hışıldıyordu. Necip ıslandığını fark edip karanlığın içinde odasına giderken durdu, yanı başında şimdi işitiyorum zannettiği asude bir teneffüsle uyuyan bu zevç ve zevcenin azîm bir hürmet ve muhabbetle mesudiyetlerini temenni etti. “Layık plan mesut olur” fikri bir müddet zihnini işgal etti. Odasına geçip soyunurken hâlâ bunu düşünüyordu.

“Evet” dedi, “layık olan mesut olur yahut Goethe’nin dediği gibi ‘Layık olan kazanır ve kazanamayan layık değildir.’ ”

Sabahleyin Süreyya’nın sesini işitip uyandığı zaman hemen yeni uyumuş gibiydi. O kadar başı küflü ve ağır kalktı fakat panjurları açıp da dışarıdan taze, yeşil, parlak bir yaz sabahı bütün neşe ve taravetiyle içeri dolduğu zaman derin bir ferahlık hissetti.

Süreyya “Çabuk, çabuk, treni kaçıracağız” diyordu. Sonra balkonun parmaklığından aşağı sarkıp “Araba hazır mı Selim, araba?...” diye haykırdı.

Necip beş dakika sonra hazırdı. Onları odalarının önünde buldu. Suat tavsiyelerini bitiremiyor, tekrar ediyordu. “Aman Süreyya, Allah aşkına...” derken Necip birden dün geceki mülahazatına döndü. Gülümsedi, Suat arabaya kadar yanlarında gelmişti. Süreyya “Bağın kapısına kadar beraber gel, orada seni bırakırız, dönersin” diyor, Suat “Ya bırakmazsanız...” diye tereddüt ediyordu. Necip, Suat’ın gözlerinde istasyona kadar gitmek arzusunu okuduğundan “İstasyona gelseniz de yine arabayla dönseniz, daha iyi olmaz mı?” dedi.

Karı koca ikisinin de bunu istedikleri hemen gösterdikleri bir sürur-i kabulden anlaşılıyordu. Araba hareket etti. Bağın gayr-i muntazam yolundan gâh devrilecek gibi giderken Necip, şu on dakikalık mesafede bile beraber bulunmak için hatta alenen itiraf edemeyecek kadar hahişger olan bu iki kalbin şimdi yetişmek telaşıyla birbirine bakmadıklarına dikkat ederek “Beraber olmak kifayet ediyor ” diyor ve tekrar ‒müşevveş bir surette, cevap vermek yahut tutunmak için mülahazatı daima inkisara uğrayarak‒ tekrar bu hali bile bir saadet mertebesine çıkaran yakıcı, kavurucu değil, teskin edici aşkı, hayır bu aşk olamaz, merbutiyet-i kalbiyeyi düşünüyordu.

Tren hareket ettiği zaman istasyonun arkasında arabasından kendilerine bakan Suat’ı aradılar; elleriyle selamlar göndererek uzaklaşırlarken onun da arabayla yola düzüldüğünü gördüler.

Vagonda iki kişi yalnızdılar. Necip nasıl olup da Süreyya’nın şimdi bu noksanı, hatta kendisini mahzun eden bu kadın noksanını hissetmediğine şaştı. Bu kadar rabıta üzerine bu ayrılık muayyen bir müddet için olsun, kalbi elbette mahzun etmek lazım gelirdi. Ve bu kadar sadık bir aşkın bile böyle mahzunlukları olduğunu düşünerek boynunu büktü.

Süreyya başını sürat-i seyirden mütehassıl havaya açmış, nim durgun, sükût ediyordu. Sonra “Bakalım ne yapacağız” dedi, daha sonra ilave etti: “Lakin sahihen güzel bir şey bulursak, Suat ne kadar sevinecek değil mi?”

Evet, Suat. Şimdi onsuzluktan mahzunken bu mülahaza onu sevindirmek, onun sizi beklediğini, şimdi fikren sizinle beraber olduğunu, her an yanınızda hissettiğinizi bilmek, hissetmek, yanınızda görmek. Bu mahzuniyete namütenahi bir lezzet veriyor, sevilen için çekilen ezalardaki birzerre-yi gamla memzuç hoş bir mestlik haline getiriyor, mürur-i zamanla bir esef kadar tatlılaştırıyordu.

Süreyya “Ah bak, akşam bizi arabayla beklemesini tembih etmeyi unuttuk” diye esef etti, sonra hemen “Ama zannederim, kendisi düşünür ve gelir” dedi.

Eğer geleceğini zannetmeseydi, haksızlık edecekti. Zira Necip, Suat’ı onun kadar bilemediği halde bile bundan şüphe etmiyordu. Ve birden kendisinde daima mevcut olan vesvese-yi tahlille elbette bunların da göründükleri kadar mesut olmadıklarını, Suat’ın da hakikat-i halde bu kadar kusursuzbulunmadığını tekrar etmeye başladı. Kendisinin bunların karşısındaki hayran vaz’ını pek gülünç buluyordu. İşin karşıdan böyle göründüğünü, esasen kim bilir neden ibaret olduğunu söylerken niçin hiçbir noksan alameti kendi muşikâf nazarına isabet etmediğini soruyordu. Birden bir aksülamelle “Bu kadarı da bir muvaffakiyet değil mi? Bakalım ben bu kadarına nail olacak mıyım?” dedi.

Akşama kadar dolaşıp nihayet işlerini kemal-i memnuniyetle bitirdikten sonra şimendifere geldikleri zaman azîm bir rahat hissettiler. Önlerinde memnun ve mesrur geçecek birkaç gün vardı. Süreyya muvaffakiyetli zamanlarına mahsus bir ibzal-ı evza ve hayalle anlatıyordu. Şimdi Suat’ı bulacaklar, ona anlatacaklar, Süreyya’nın “Mücevher kutusu, fildişi yuva” diye tarif ettiği yalıyı o ne kadar sevecek, sonra evdekileri nasıl mebhut edecekler? Süreyya hepsinin taklidini yapıyordu. Fatin kuduracak, beyefendi köpük saçacak.

Necip “Ya Hacer?” dedi.

“Hacer mi? Görürsün, o da kocasına bir yalı tutturacak.”

Sonra gülerek “Fakat Fatin, vallahi onu boşar da öyle bir halt etmez” dedi.

O asıl onu görmek istiyordu. “Ah şu Fatin!” diyordu, “Patlayacak, patlayacak.”

Sonra birden “Patlasa da Hacer de kurtulsa” dedi.

Necip, Suat’ın ciddiyet ve metaneti yanında Süreyya’nın da böyle küçük hislere kapılışına bakıyor fakat kendisi de Fatin’i o kısa boynu, daima para görür gibi akı çok gözleri, başını çevirmeden sağa sola bakışıyla o kadar iğrenç buluyordu ki hak veriyordu.

Mevkifte Suat’a mülaki olur olmaz bütün emelleri zirüzeber oldu. Süreyya ona müjde verirken o “Nafile... Her şey bozuldu!” dedi ve merak ettiklerini görerek anlattı:

“Ben dadıma tembih etmeyi unutmuştum. Hepsini Hacer’e söylemiş. Şimdi herkes biliyor.”

Süreyya eyvah makamında elini alnına götürerek “Ne söylüyorsun Suat?” dedi. Sonra saadetinin çokluğundan onu da bir muvaffakiyet haline koydu:

“Bilsinler, ne yapalım, menetmek de ellerinden gelmez ya.”

Suat öyle düşünmüyordu. “Beyefendi mümanaat ederse” diyordu. Süreyya yavrusunu müdafaaya hazırlanan bir canavar mehabet ve tehevvürüyle “Ne?” dedi, azametle omuzlarını kaldırıyor, “Ben artık mektebe gitmiyorum” diye gülüyordu. Sonra arabaya bindikleri zaman Süreyya “fildişi yuvasını” tarif için her şeyi unuttu. O kadar galeyanla naklediyor, Suat da deminki kederi unutarak öyle şad ve şatır görünüyordu ki Necipbile kendine “Bunda sana ait ne var?” diye içinden yükselen zehirli sesi unutarak cereyana kapıldı.

Süreyya methettikçe, Suat Necip’e dönüyor “Sahi mi Allah aşkına, sahi mi?” diye soruyordu.

Evet, hep sahiydi. Bu fildişinden yuva, Boğaz’ın üstünde, Kavakların yanında, Yenimahalle’nin bir köşesinde, heyet-i mecmuası fildişinden yapılmış kadar temiz, parlak, Pazarbaşı’ndaydı. Otuz yedi liraya tutmuşlardı. İçerisi nim döşeliydi. Süreyya “Suat, piyano da var” diyordu. Bunlar hepsi Suat için bir şetaret oluyordu. Süreyya oranın sükûnundan, gölgesinden, manzarasından galeyanla bahsediyor, söyleyeceği şeylerin çokluğundan eksik anlatarak “Deniz kapısının önüne kadar geliyor Suat, bilsen” diye sevincinden taşıyordu.

Sonra Suat, Hacer’in nasıl mosmor kesilip “Karısının parasıyla sayfiyeye giden” Süreyya’nın artık gözünden düştüğünü nasıl söylediğini anlattı. Süreyya hiddetlenerek “Niçin? Kocanın parası başka, karının parası başka mı olur?” diyor ve zalimleşerek “Herkes kendi kocası, her kadın kendisi mi?” diye söyleniyordu. Suat eliyle ağzını tutarak susturmak istedi. Süreyya haksızlıklara böyle acı mukabele ettiği zaman içi ezilir, onu sevememekten korkardı. Necip’e dönerek:

“Düşününüz Necip Bey” dedi, “biz gidince yalnız kalacak. Bütün bütün yalnız. Zavallı kız ne yapacağını şaşırıyor, sonra...”

Süreyya Suat’ın sözlerini kendi fikirleriyle itmam etti:

“Sonra... Sonra da kıskanıyor. Niçin bir şeyini kendi ismiyle çağırmazsınız? Kıskanıyor işte ve kıskançlığı onu şirret, hain ediyor. Bunda acınacak ne var?”

Köşke geldikleri zaman kapının önünde Hacer’le Fatin’i gördüler. Fatin iki eli böğründe, pantolonunu çekerek ve gözlüğünün üstünden bakıp yılışarak “Maşallah efendim, Boğaziçi’nden öyle mi?” dedi.

Yukarıda balkondan hanımefendinin sesi “Allah güle güle oturmak kısmet etsin. Nerede tuttunuz bakayım?” diyordu.

Süreyya, Fatin’e omuz kaldırıp annesine cevap verdi: “Hele yemek yiyelim, uyuyalım da... Rüyayı o zaman görürüz. Ne kadar sabırsızsınız!”

Hacer öfkesine mağlup olarak birden atıldı:

“Ah, ben biliyorum canım. Bana Behice Dadı söyledi, hatta bak yengem de inkâr edemiyordu ama şimdi hep bir oldular, el birliğiyle saklayacaklar. Fakat ben biliyorum, bugün onlar Boğaziçi’ne gittiler, ev tuttular. Dün para gelmiş.”

Fatin kahkahayla gülüyordu. Süreyya, Hacer’e dönüp hiddetli bir tavırla “Pekâlâ küçük hanım, farzedelim ki öyle olmuş! Bunda ne var? Siz de o kadar istiyorsanız, beyiniz de size tutsun...” dedi. O zaman Fatin’in pantolonunu bir kere daha çekip sessizce içeri kaçtığını görerek hep birden güldüler.

Yalnız kaldıkları zaman Süreyya “Aman kaçalım, yarından tezi yok kaçalım” diyordu.

Suat “Dur bakayım, izin alalım bir kere” dedi. Süreyya “Kim? Ne? İzin mi? O niçin?” diye söylenirken zevcesi “Yok, ben kimseyi darıltmaya razı değilim. Sen o işi bana bırak” dedi. Ve sessiz, mütebessim gidip beyefendiyle hanımla görüştüğü görüldü. Avdetinde “Yalnız Hacer...” diyordu, “Onu ne yapacağız?” ve anlamayarak yüzüne bakan iki erkeğe kederle “Onu da götürsek” diye yalvarıyordu.

Süreyya yerinden fırlayarak haykırdı:

“Ne? Fatin’i de mi?”

Buna bir karar vermek için müzakere ediyorlardı. Bu geç vakte kadar sürdü. Yatmak zamanı gelince Necip “Artık ben de yarın iniyorum” dedi ve Suat’a bakarak “Bana başka hizmet var mı?”

Suat gülüyordu. “İzin mi? Bir şartla” diyerek zevcinin yüzüne baktı. Süreyya da gülerek “Evet, taşınır taşınmaz postu bizim eve sermek şartıyla...” dedi.

Ertesi sabah kalktıkları zaman Süreyya anlattı ki gece köşkün öbür köşesinde kıyametler kopmuştu. Hacer kocasını onlar gibi yalı tutup Boğaziçi’ne gitmeye icbar etmiş, o tabii bu teklife kulak asmamış. Süreyya “Yüreğine inmiştir!” diye gülüyor fakat sonra da kızıyordu. Bunun üzerine atışmışlar, Hacer’e fenalık gelmiş, bey, hanım hep oraya koşmuşlar, Fatin ısrar etmiş, daha icbar edilirse, rahat edeceği bir yere gitmekten başka çaresi kalmadığını söylemiş.

Süreyya “Katırı görüyor musun, katırı?” diyor, sonra babasının barıştırıncaya kadar nasıl uğraştığını söyleyerek “Fakat çeksin, meheldir!” diyordu. “Araya araya bulduğu yakutu şimdi görsün.” Çünkü o, kızını evlendirirken bir gün öyle söylemişti: “Hanım, aradım aradım ama öyle bir yakut buldum ki...” Süreyya bunu anlatarak “Bulduğu yakutu şimdi nargilesinin marpucuna oturtsun da...” diyordu.

Suat darılarak “Bey, bey!” dedi.

“Peki, sustum, sustum ama haydi kaçalım bakayım. Zira artık onların yüzünü görmek istemiyorum.”

Suat yalvardı:

“Yok, sen bir kere Hacer’e söyle de öyle... İstediği vakit gelsin. Söyleyeceksin değil mi?”

Kocasından muvafakat cevabı almadan işe başlamadı ve Necip kendilerine veda edip ayrılırken Süreyya Hacer’le konuşmak için odasına gidiyordu.

Loading...
0%