@mehmetrauf
|
Necip o gün akşama kadar kalbinde zehir ve memat olduğu halde kalmaya mecbur olduktan sonra bir zindandan kurtulur gibi oradan çıkınca, oradayken sokağa kendini atıp serbest kalırsa rahat edeceğini zannederken, şimdi yalnız, bütün endişeleriyle, bütün felaketleriyle yalnız kalınca harap oldu. Asıl beynini ezen, kafasını çatlatan, bir türlü halledemediği bir cihet vardı. Yüz bin kere “Lakin nasıl olur? Niçin? Bu kabil değil!”, hiçbir sebep tayin edemeyerek “Bir şey var, ne olduğunu bilmem fakat herhalde bir şey var! Ah bunu nasıl anlamalı?” diye merakının bir ölüm derecesine çıktığını, kendini bir humma ateşi gibi zapt ve kahrettiğini görüyordu. Bu ateş arasında bu şeyin başka birisi olmak ihtimali de fikrini zehriyle yakıyordu. Demek her şey bitmişti. Her şey, bütün her şey. Hiçbir ihtimal-i avdet, ümid-i istirdad olmaksızın. Bütün bütün, ne bir ümit, ne bir emel, ne bir şey, hiç, hiçbir şey... Ne bir tebessüm, ne bir nazar, öyle mi? Fakat niçin? Burada, bu işin haksızlığıyla kudurur gibi olarak tehevvürden etrafını kanlı görüyordu. Niçin? Evet, o ne yapmıştı? Bu hakaret ve rezalete mahkûm olmak için nasıl bir cinayet irtikap etmişti? Ve hiçbir şey yapmadığını görerek, bunun için anlamayarak, bilemeyerek, bulamayarak sersem, bedbaht, sefil, yine oraya gidiyordu. Ah orada onun yanına çıkıp titreyerek onun hava-yı vücudunda ölürken, onun gözlerinde yine o tebessümü, onun sade bir gölgesini görmek için kalbinde ne sefil bir iştiyak ve tehalük vardı! Fakat Suat’ı camit ve barid, yalnız zahiri bir nezaketle gördükçe, tekrar deli olarak ne yapacağını bilemiyor ve Hacer’in elinde kalıyordu. Başı ateş-i endişeden çatlarken gülmek, güldürmek, söylenmek icap ediyor, kaçmak için bahaneler arayarak geldiğine nadim oluyordu. Hacer onu piyanoya götürür, şarkılar, peşrevler çalar, sonra kantolara geçerek eğlendirirdi ve Necip piyanoya dayanarak, şimdi ötede bir düşman gibi duran şu kadına bir zaman kendisi için piyano çalmak bir saadet olduğunu acı acı düşünerek bu mesut olmaksızın geçen saadete bir hicran-ı yetimle ağlamak isterdi. Acı bir taharrüşle “Ah bir saatlik o hayat için bütün ömrümü verirdim” diyordu. O zaman Hacer’in deliliklerine şen görünüp hüngür hüngür ağlamamak yahut meyus ve abus kalmamak için ona refakat ederken, tekrar gelmeyeceğine yeminler ederek eziliyordu. Her gelişinde ümitle geliyor, gelir gelmez kaçmaktan başka bir şey istemeyerek onu bir halas gibi görüyor ve tekrar gelmemek yeminiyle çıkınca yine hasretle yanıyordu. Bu sefer bir daha gidip ona yalvararak, ağlayarak, onsuz kalınca nasıl harap ve muzmahil olduğunu anlatarak ona tekrar hayat vermesi için temenni etmek istiyordu. Fakat onu yalnız bulmak kabil olmuyordu ve yalnız kalmasını beklemek o kadar şedit bir ateş olurken yalnız kalsa bile onda galeyanını, zavallı cesaretini donduran bir ciddiyet ve vakar görerek korkuyordu. Bir zaman o kadar emin olduğu bu kadından şimdi böyle korktukça, bakmaya cesaret edemeyecek bir hale geliyordu. Nazarında o kadar büyümüş oluyordu. Sade bir kere, yalnız kaldıkları ilk birkaç dakikada, bin cehd ve helecanla, ortada bir hayat ve memat meselesi varmış gibi teheyyüçle birçok şeyler söylemek niyetinde olduğu halde asabı kilitlenip çeneleri kuvvetsiz kalarak, en nihayet sadece “Artık zannediyorum ki dargınız...” diyebildi ve titreyerek sustu. Ciğerlerine kadar bitap bırakan bir titremeyle zebundu. Suat’ın gözleri muayyen bir mana veremeyeceği bir nazar-ı istifsarla kendine teveccüh etti. Necip şu nefis mahlûkun nasıl bir tek sözüne hayat ve saadeti merbut olduğunu, nazarında bu vücudun ne yüz bin hayat değer bir kıymette bulunduğunu düşünerek mütereddit, bir şey söyleyemedi: “Bilmem” dedi, “O kadar surat ediyorsunuz ki...” Suat yorgun, nihayetsiz bir nazarla baktı ve bir şey söylemedi. Bir başka sefer Hacer’in piyanodan kalkmasından istifadeyle birkaç gündür kendini işgal ve tehyiç eden bir niyetini icra etmek istedi. Cesaret ederek ona rica etti, hem alenen reddedemez diye onların yanında söylüyor, hem de belki bir tahattur olur da tekrar avdet eder diye düşünüyordu. Fakat Suat gayet kısa ve cesaret mahveden bir sükûnetle reddetti. “Bitti, ah ne olsa bitti. Gayr-i kabil-i tamir surette bitti” diye başını dövüyordu ve onu gittikçe zayıf ve Sonra tehevvür geldi ve tehevvür gelince mülahazalarla tegaddi ederek ateşîn kanlı bir husumete pek çabuk münkalip oldu. Onun elinden gittiğine katiyen karar verip bir sebep de bulamayınca bütün kabahati ona atfetmekte bir vahşet-i intikam buluyordu. “Ben ne yaptım? Hem daha ne istiyor?” Ona hürmet ve perestişten başka ne göstermiş, onu o kadar büyük ve ulvi tutmuştu. O kadar itina ve takayyütle beraber bu da mı böyle zül ve hakaretle bitecekti? Bu da mı her muaşaka gibi sade bir nefretle kalbinde bir mezar bırakacaktı? O kadar müstesna ve muhteşem gördüğü, öyle olması için her şeyi yaptığı bu muaşakanın da adi, her günkü aşklar gibi olduğunu teslim etmek mecburiyetiyle tuğyan ederek başını duvarlara çarpmak, amalinin bu inkıraz-ı zelilinde hazır bulunmamak istiyordu. Ah hayatından ne kadar istikrah ediyordu! Onun hiçbir zerresinde söyleyecek büyük, muhterem bir şey görmüyordu. Köpek gibi başlamış, köpek gibi yaşamış ve köpekler gibi şimdi sürüklenmeye mahkûm olmuştu. İbtida, hayatına dair haşmet-i amalle kendini aldattığı devri takip eden devir hezimetle başlamıştı. “Evvela şöhret kazanmak, büyük olmak için çalışmış, o kadar çalışmak lazım gelmiş, mehip mebani-yi amal ve tamah kurmuştu fakat bundan çabuk ve kati bir surette şifayab olmak icap etti. Hayatının bu amalini gömdükten sonra, kadınlar bir hayat için kâfidir emeliyle onlara şitap etti ve bu müebbet bir hezimet, daima yeni mücahedelerle, yeni tehalükler, iştiyaklarla bir hezimet oldu. İşte bu son, en son hezimetti ve bu her şeyin sonuydu. Artık hayatına tükürmek istiyordu. Ah onu nasıl bir şey zannetmişti! Halbuki hep, hep boştu. Şöhret, tamah, aşk... Hepsi, hepsi boştu. Tutunacak, hayatta destgir olacak hiç, hiçbir şey yoktu. Ademden başka hiçbir şey sahih, hiçbir şey müebbet değildi. Ona gidip “Kadınlar, ah siz hep bir şeysiniz” diye haykırmak istiyordu. Ve bir gün, o kadar makhur, o kadar vahşi bulundu ki onun önüne kadar gidip husumetle bakarak bu sözü söyleyecekti, fakat çok zamandan beri yakından görmediği için onu şimdi o kadar zayıf, sarı, gözleri o kadar çürük ve siyah buldu ki bütün husumet ve tehevvürünün sirişke tahavvül ettiğini görüyordu. Evet, Suat ölüyordu. Her şey onu öldürüyor, evdeki hayatı, Süreyya’nın halleri, artık o kadar saadet umduğu aşkı gömmesi, her şey... Fakat onu asıl öldüren şey Necip’in Hacer’in elinde tahammülle değil, zevkle oyuncak oluşu, piyanoda, bezik masasında, pencere kenarlarında saatlerce gülmekler, fısıldamaklardı. Kendini artık sevmeyişine, maddi bir istifade bulmayınca ihmal edişine, bahusus o kadar ciddi olmayışına tahammül edebilecek, eğer gelmese onu unutabilecekti. Fakat Necip’i gözünün önünde bu hareketlerde bulunacak kadar adi kalpli bulmak onu öldürüyordu, ilk defa kıskançlığın semm-i mühliki kalbini yakıyordu. Onu öyle gördükçe sade sevilmediğine değil, hiçbir vakit ciddi sevilmemiş olduğuna karar vermek onu harap ediyordu. Hem niçin sevilecekti? Kendine bakıp siyahlanmış kapakları içinde gözlerini donuk, çehresini sararmış bularak şimdiye kadar hatta o derece teveccüh gördüğüne taaccüp ediyordu. Hiçbir vakitte kendinin müstesna bir güzel olduğuna inanmamıştı. Fakat herkeste hususi bir cazibe bulunur fikrindeydi. Halbuki kendinin işte bir sene bile bir aşkı idame edemediğini görüyor, hiçbir şeye muvaffak olamayışı önünde zelil ve hakir kalıyordu ve acı bir fedakârlıkla beraber Necip’e hak veriyordu. Sevmemekte hakkı olabilirdi, fakat gözünün önünde o hareketlerde bulunmak zalimane bir hareketti. Hele ara sıra kendine yine eski tarz-ı seda ve nazarla muamele etmekte tahammülsüz bir istihza-yı hainane buluyor ve o zaman ateş kesilerek kaçmaktan başka bir şey yapamıyordu. Ve bütün bu mücadeleler içinde her gün daha ziyade ölüyordu. Ne kadar? Halbuki Necip bırakıp kaçamadığı için, dayanamayarak, yanarak, ölerek gelip de Suat’ı böyle muhakkar, muzlim gördüğü için, kederli görünmemek, şüphe vermemek için, deli gibi, bilmeyerek yapıyor, ayrı yaşamadığı için geliyor, onu öyle bulduğu için ölüyordu. Ve evvela böyle birbirini yanlış anlamaktan başlayan infial görüşüp izah edilmedikçe yavaş yavaş bağladığı reng-i husumetle o hale geldi ki bir müddet sonra Suat onu o halde görüp ölmemek için onları yalnız bırakarak kaçmaktan başka bir çare bulamadı. Ve Necip nadim, mütehevvir, perişan ve sersem, gâh delice şatır, sonra zebun ve muzmahil, artık Hacer’e de tahammül edememeye başlıyordu. Fakat hiç bir şey yapmak ihtimali yoktu. Sebepsizlik, çaresizlik içinde kudurmak istediği bu cinnet ve hezeyan devrelerinde sade kendini yiyordu ve bu o kadar müzebzeb bir hayat oluyor, o kadar kararsızlık içinde sürünüyordu ki artık nazarında hiçbir şeyin ehemmiyeti kalmadığı oluyordu. Buna mukabil, deli olacağını zannettiği, haykırmak istediği fırtına saatleri, “Lakin ben ne yaptım? Ben ne yaptım? Niçin?” diye her şeyi ilan etmek istediği kin ve nefret anları da takip ediyordu. Bir gün bu son dereceye geldi. Bir akşam yine kendini men edemeyerek belki bir tebessüm görürüm, belki sefaletimi görür de nadim olur diyerek konağa gitti. Hacer’le hanımefendi oradaydılar. Suat’ı görmediği için meyus, sormaktan muhteriz, yemeği bekledi ve titreyerek onun sarı siması, soluk gözleriyle şimdi geleceğini beklerken Süreyya yalnız indi ve onun rahatsız olduğu için yemeğe inmeyeceğini söyledi. Herkes bunu esefle telakki ederlerken Hacer’in istiğrapla onun henüz akşamüstü pek âlâ olduğunu söylemesi Necip’i harap etti. Ve onun kendisi için inmediğini anlamak için Hacer’in bu ihbarına ancak muhtaç olan Necip için bu hurdahaş eden bir darbe oldu. Son ve katil darbe. Bu artık her şeyin sonuydu. Demek her şey bu kadar, bu kadar tedavisiz bitmişti. Demek artık onu vücuduyla bile o Evet artık ölmek istiyordu. Mademki her şey bitmişti, mademki her şey bu derece bitmişti, artık ölecekti. Hem de ne bitiş, hem de nasıl bitiş Ya Rabbim! O bütün bir safvet ve necabetle bu kadını o kadar taziz ve ila ettikten sonra şimdi... Ah şimdi ne kadar, onu da öbürleri gibi hiffetle, hakaretle telakki edip iki mülakattan sonra eskiyip atılan bir kundura gibi bırakmış olmayı ne kadar istiyordu! Ona gidip “Eh sizin hepiniz bir şeysiniz!” diye hakaret etmek için nasıl bir iştiyak vardı! Acı acı “Beni pek budala bulmuştur!” diye gülüyordu. Fakat bu da kabil değildi. Hiç öyle görünmüyordu. “Mutlaka, mutlaka bir şey var, fakat ne?” diye beynini yerken bu kadar zül ve hakaretle, rezalet ve meskenetle def edilmek acısı bir ceriha oluyordu. Ona haykırmak, kanlarına boğularak, önünde olarak haykırmak istiyordu. Ve onun ayaklarının altında kanlar içinde ölmekte bir intikam vahşeti var gibi geliyordu. Evvela bu fikre meftun oldu, ne olursa olsun onun önünde kendini öldürecekti. Ona müfteris bir adavetle “Biliyor musun, sen de onlardansın. Bense bir şey zannetmiştim” diyebilerek ölmek, ona kendi kalbinin kuvvet ve azametini gösterip nadim etmek, harap etmek, kendisini mest ediyordu. Ve yemekten sonra bir bahaneyle ellerinden kurtulup sokağa fırladığı zaman bu ateşle yanıyordu. O kadar yanıyordu ki “Ah bir şey, bir şey” diye sızlanıyordu. “Bir şey, bir deva, bir şifa...” Birden aklına gelen fikre o kadar esir oldu ki kendini bir arabaya atarak “Çabuk, Tokatlıyan“ dedi. Şimdi araba şiddetle kaldırımların üzerinde yuvarlanırken sanki beyni uyuşmuş, bir şey bilmiyormuş gibi, tafsilat ve esbabını düşünemeyerek mustaripti. Mustarip olmaya o kadar alıştığı, onu o kadar halet-i tabiiye addettiği için mustaripti. Tokatlıyan bu kış gecesinin saat dördünde tenhaydı. Yalnız birkaç yemekte geç kalmış, masa başında yemekten sonranın halvetiyle muhavereye dalmış takımlar vardı. Orada bir masaya oturdu. Garsona “Viski!” dedi. Garson viski ile soda getirmişti ve büyük bardağa bu İngiliz rakısından iki parmak kadar koyuyordu. Necip “Koy, koy” dedi. O hâlâ “Koy koy” diyor ve garson hayretle bakarak dolduruyordu. Bardak dolduğu zaman sodayı göstererek “Götür onu” dedi ve ilk hamlede rakının yarısını içti. İki dakika sonra midesinden bir ateş bütün damarlarına, beynine yayıldı. Hâlâ o ıstırap, o sebepsiz, o gayr-i muayyen bir sancı gibi azap devam ediyordu. Ve bu müstevli mesti arasında gözleri dumanlanıp derin bir ateş-i tahassürle ruhu sızlarken, birden mızıkanın velveleleri aks-endaz olunca “Oh!” dedi, dumanlı, bulutlu dimağında acı bir zevk temevvüç etti. Şimdi artık tahattur ediyordu. Artık bütün macera-yı aşkını, en uzak ve hurda teferruatına kadar görüyor ve onları her teferruda uzun uzun düşündükçe, hepsinde neticenin sefalet ve zilletiyle yaralanarak, her ayrı saadetten bir başka yara alıyordu. Ve onu bu azaplardan ziyade, en ziyade öldüren bir şey sebebini bilmeyerek izah edemediği Suat’ın bu muamelesini belki küçük bir hareketle men etmek kabilken bunu bilmeyerek, yapamayarak, her şeyin böyle sönmesine aciz bir şahit oluşuydu. Orkestra o kadar sevdikleri, beraber o kadar mest oldukları Ballo in Maschera’nın bir fantezisini çalıyordu ve “Lakin sakından koparılmış” parçasına gelince bütün o mahvolmuş saadetleri o kadar elem ve hasretle ihtar eden bu nağme-yi latifeyle mest olarak “Evet, sakından... Sakından değil, canından koparılmış, ruhundan koparılmış” diye inledi. Viskiyle boğmak istediği kederi musikinin tesiriyle öyle bir dumanla, sanki uzaklaşmış, sanki ateş-i müntefi gibi bir tesir veriyor ve bundaki zehr-i müskir, kainat-ı his ve malumatını o kadar ref ve tağrib ediyordu ki garsona tekrar bardağını işaret etti. Ve burada gece yarısına kadar kaldı. Artık gözleri ağır bir uykuyla mahmur gibi bati, bulutlu, adalat-ı vechiyesi bir bir çekik, mütekallisti. Bilaihtiyar ve daimi bir surette bıyıklarını karıştırıyor, ara sıra kendi kendine o havayı terennüm ederek “Ah sakından koparılmış” diye mırıldanıyordu. |
0% |