@mehmetrauf
|
Bu sefer Necip konakta iki hafta görünmedi. Suat evvela bundan memnun olurken gittikçe endişe ve kasavet gelmeye başlıyor, onun huzurundan da gıyabından da elemnak olduğunu görüp “Ah bu aşk ne acı bir yaraymış, ne meşum şeymiş!” diyordu. Onu o kadar çok sevmişti ve severken saadete o kadar temas etmişti ki hayatı bu sadmeden kırılmamak kabil değildi. Ve her şeyden ziyade onun şu kadar küçük ihtimal-i saadeti bile bir ceriha yapmak isteyen kaderin elinde feryat ve ihtizar arzusu hissediyordu. Kim bilir belki Boğaziçi’nde kalsalardı, bu aşk böyle bitmez, belki bir saadet olurdu. Zaten bir saadet değil miydi, böyle birbirlerini son dereceye kadar, ölümlere kadar sevmeleri, birbirlerine dünyayı feda edeceklerini her nazarda, her nefeste tekrar ve takrir etmeleri, sevildiğini, sevdiğini bununla mesut ettiğini bilerek yaşamaları zaten bir saadet değil miydi? Bu artık mahvolmuştu. Acı, bedbaht bir rüya olmuştu değil mi? Ve hayatında bir şey olabilecekken meşum bir tesadüfle kırılıvermiş olan bu aşkının naaş-ı hayalisi arkasında sevdiğini gömenlerin suziş-i elimine benzer bir tahassürü vardı. Hayatın Bu uzun tefekkürler, tekeddürler onu bütün bütün sarartmıştı. Yüzü birden incelmiş, sarı, uzun bir hal almış, iri gözlerin derin melaliyle, bütün hutut-i vechiyeye bir ifade-yi elem-i daimi intikaş etmişti. Artık ömrü hemen sükût ve tefekküre mahkûm olmuş denilebilirdi. Süreyya ile dargınlıkları hâlâ devam ediyor, ikisi de nadim görünmeyerek zaruri birkaç kelimeden başka bir söz teati etmiyorlardı. Hacer’in sözlerini artık cevapsız bırakmaya ehemmiyet vermiyordu. Yalnız hanımefendinin nadir birkaç sözüne iştirak ettiği oluyordu. Necip’in böyle sırayla dört beş gün gelmediğini görünce, şimdi kendisi merak etmeye başlamıştı. Onun darılmış olmasının ihtimali bu merakla endişeye münkalip oluyor, ona lüzumundan fazla bir huşunet göstermiş olmaktan korkuyordu. Öyle bir hafta gelmeyince, “Demek Hacer için değilmiş” fikri de mülahazalarına inzimam ediyor, o halde Necip’e niçin o muamele-yi dürüştanede bulunmuş olduğunu anlamadığı dakikalar oluyordu. O kadar esir-i infial kalmıştı ki tahammül edemeyerek, bir ateş içinde gibi, elinde olmayan hareketlerde bulunmuştu. Fakat şimdi? Şimdi işte mademki artık gelmiyordu, demek o darıltmış, haksızlık etmişti. Bahusus onun böyle günlerce uzaklarda ne yaptığını düşünmek bu endişesini Bir akşam sofrada onun bahsi gayr-i memul olarak açılıp bu tefekküratına kuvvet ve şiddet verdi. Fatin Süreyya’ya Necip’i sordu, cevap alamayınca bir kalem arkadaşından duyduğunu anlatmaya başladı. Fakat sözü ağzında o kadar ezip cümleleri, lokmaları çiğnemekle o kadar takti ediyor, o kadar uzatıyordu ki bir ateş-i asabiyet içinde Suat ona haykırmak istiyordu. Fatin o arkadaşından alarak Necip’in hayatı hakkında tafsilat verirken fakat bazen sade bir gözle, sonra bir kapalı kelimeyle cümlelerini bütün bütün ibhama boğarak söyleniyordu. “Bizim Fehim Bey geçen gece berabermiş. Şaştım” diyordu. “Ne tahammül, ne tahammül, ben kimsede bu derece ifrat görmedim” diyordu diye ifratının ne olduğunu meskut bırakarak tafsilata giriyordu. Hanımefendi de kendi gibi bir şey anlamadığı için olmalı ki nihayet istizaha mecbur oldu. O zaman Fatin manalı bir tebessümle bakarak sadece “Beyoğlu malum ya, her türlüsü... Şimdi bir de tiyatro kumpanyası gelmiş...” diye gözleriyle bir şeyler anlatmak istedi, sonra Süreyya gülerek “Kumpanyalar zaten buraya oyun vermeye değil, oyun etmeye gelirler ve aktrisler sanatlarından ziyade muvaffakiyetleriyle nam bırakırlar” dedi. Sonra söz başka bir şeye döndü. Suat sade Necip’in çok eğlendiğini anlamış olarak müphemiyet içinde daha mustarip oldu fakat bu kadarı da kendine soğuk bir ihanet hissi ilka için kâfi değil miydi? Halbuki o bir gün Hacer’den öyle malumat aldı ki artık hiç şüphesi kalmadı. Hacer yanına gelip birdenbire sade onunla meşgul olduğunu gösteren bir ciddiyetle dedi ki: “Dün gece bizimkinden duydun ya, Necip maşallah almış yürümüş...” Suat merak ediyor görünmemek için cebr-i nefs etti fakat Hacer anlatmak için teşvike muhtaç değildi. O zaman Necip’in bir aktrisin arkasında gezdiğini, onun için birçok fedakârlıklar, delilikler ettiği halde nihayetinde muvaffak olduğu bir gece yemekte sızdığı için onu lokantada bırakıp karının başka biriyle kaçtığını, her gece onu hep öyle yerlerde öyle sarhoş gördüklerini anlatıyordu. Ve o anlatırken Suat inanmamak, müdafaa etmekle beraber kendinden uzakta, başka bir kadın için bu kadar duçar-ı hakaret olan Necip için acı bir züll-i nefs hissederek eziliyordu. Sonra birden tuğyan etti. Bu teessürüne kızdı. “Neden, niçin? Bana ne?” dedi. Artık bu işten sonra aralarında hiçbir rabıta görmediği bu adamı hâlâ niçin düşündüğünü anlamak istiyordu. O ilk müşkülatta mukavemet edemeyerek sadece yine eski âlem-i zevkine dalmıştı. Şu kadar ki şimdiye kadar kibarane yaşarken bu sefer usluca geçen bir yazın bütün tehalük ve intikamıyla bunda ifrat gösteriyor yahut her vakit böyle davrandığı halde yalnız bu sefer haberleri oluyordu. “Zaten onlar o hayata, o kadınlara alışmışlar. Şimdi artık memnun olmalıdır” diyordu. Halbuki o hayattan nasıl müstağni görünür, o kadınları ne kadar istihkar ederdi. Demek onlar yalandı, demek o da yalandı, o da bugün böyle, yarın böyle hissediyor, o da herkes gibi yaşıyordu? Halbuki kendini Suat ne kadar samimi ve ciddi bellemişti. Ve ondan da aldandığını görünce “Zaten hep öyle, hep... Hep, hiç kimse yok” diye itham ediyordu. Hayatın o kadar mustarip olduğu fenalıkları arasında bir aşk var diye ruhunun bütün iştiyakıyla ona sarılmışken ondan da böyle tahkir ve tebid görmesi o kadar acı geliyordu ki bu inkıraz-ı amal içinde tekrar “Ah Eylül... Eylül... Hayatın saadeti bilmemekte, anlamamakta... Halbuki onu yaşayıp bilmemek kabil değil. Bir kere eylül geldi mi, nafile... Hiçbir ümit...” diye inliyor ve önündeki hayatını uzun, renksiz, yorgun günlerle malamal görerek sabır ve tahammüle muktedir olamayacağını zannediyordu. Elinde aşkının kırık oyuncak gibi tarümar oluşu onu pek kahrediyordu. Fakat şimdi artık her şeyi unutmak, onu def etmek istiyordu. Mademki o da yalandı, artık hatta unutmak değil, ondan nefret ediyordu. Halbuki ne kadar sevmişti değil mi? Bahusus nasıl aldanarak ne kadar seviliyorum zannetmişti ve ilk fırsatta bunun nasıl gülünç olduğunu ne elim bir surette anlamış, ne acı, ne hakirane, ne kadar zelilane anlamıştı. Sade bir mevsimlik, işte onun tesir-i hüsn-i cazibesi. Ve bu an ikbalinden istifade edemeyerek bütün kalbiyle perestiş etmiş ve şuhlukla, hilelerle, kıskançlıklarla onu zapt ve muhafaza etmeyi Bari hayatında bunun için bir kolaylık, sevilecek bir şey, yaşamaya, mücadeleye teşvik edecek bir güzellik olsaydı. Süreyya ile hâlâ barid bir nezaket hükümran oluyordu. Evde hanımdan başka herkesten iğreniyordu. Ve bu hissiyat-ı kalbiyesiyle birleşince hayatını tahammülsüz bir işkence haline getiriyor, akşamlara kadar yalnız, yorgun, zebun kalıyordu. Bir gece bermutat yatmak için odalarına girdikleri zaman Süreyya gülerek kendine takarrüp etti. Ellerini uzatarak ve “Hâlâ affetmeyecek misin Suat, ne kadar kindarmışsın!” diye yalvararak ellerini almak istedi. Suat o kadar bedbaht ve biçareliği altında o kadar ezilmiş bulunuyordu ki birden eski seneleri yâd ettiren bu seda-yı samimiyetle kendine acındığını görünce gözlerinin dolduğunu hissetti ve ona bunları göstermekten utanarak, kaçacak yer de bulamayarak, derin bir yeisle karışık bir iltica ve istimdat hissiyle onun boynuna saklandı. “Ah neler çektim neler!” diye hıçkırmak isteyerek onun ricalarla, buselerle, küçük hitaplarla yalvarışı arasında azîm bir tesliyet ve teşeffi duyarak ıstıraplarının meraretiyle karışık bir teşekkür bükasıyla, hayatından ve saadetinin böyle hakaretli inkırazından bir şikâyet ihtiyacıyla uzun uzun ağladı. Onu sade bir zevç sinesi olarak değil, her türlü kederlerin ağlanılıp sükunet-yab olacağı bir sine-yi şefkat zannediyordu. Bu yaşların arasında onun Süreyya olduğunu o kadar unutmuştu ki teskin için kendine söylediği sözlerden o olduğunu tahattur edince irkilerek “Ah senin bana ettiğini bilsen” diye onu itmek istedi. Fakat tamam Süreyya da o meseleden bahsediyor ve af dileyerek “Ne yapayım Suatcığım, hiddetime mağlup oldum. Kendimi men edemedim. Fakat sen de itiraf et, sen o gece biraz lüzumundan ziyade asabiydin. Eğer öyle yapmasaydın, kim bilir?” diye söyleniyordu. Kim bilir, belki orada kalacaklardı değil mi? Fakat orada kalsalar, Necip’e belki bir gıda-yı zevk ve iğfal olacak değil miydi? Onun bile şimdi haksızlık diye itiraf ettiği şey sahiden bir haksızlık değil, demek bilmeyerek bir sıyanet olmuştu. Süreyya hem hukukunu, hem zevcesinin namusunu yani saadetlerini muhafaza etmişti. Ve kendisini uçurumlardan muhafaza ederken kendisi onu tahkir etmiş, onu itham etmişti değil mi? Şimdi ona teşekkür etmek, ağlayarak teşekkür etmek ihtiyacıyla daha göğsüne girmek, “Yok, yok, asıl mücrim benim. Sen iyisin, iyisin Süreyya. Beni sen affet! Ah sana ne kadar hakaret ettiğimi, ne haksız davrandığımı bilmiş olsaydın...” diye inlemek, daha sokularak “Oh beni sakla, beni himaye et. Beni müdafaa et!” diye iltica etmek istiyordu. Ve bu ilticada sükûn, teselli ve kuvvet buluyordu. Gözlerinden akan yaşlar onu biraz teskin etmiş, onun sözleri kendine kuvvet vermişti ve demek hâlâ Süreyya’da şefkat ve muhabbet, her şeyi unutup onu sevecek kadar samimiyet ve emniyet bulabiliyor, demek onu sevebiliyordu! Onu sevmek değil, ona ettiği hakaretlerin affını istihsal için yalvarmak lazım geldiğini görüyordu. Zira şüphesiz ona karşı haksızlığı vardı. O kadar hakaretlerden başka onu haksız addettiği için de haksızlık etmişti. O hep bilmeyerek sıyanet ederken kendisi makasıd-ı seyyiesine alet olmadığı için kızmış, bahusus bu hiddette bile haksızlık ederek hemen meyus olup ithamla bundan bile bir ders-i istifade tedarikinde kusur etmemiş, temayülatına cevelan-ı serbest verip bütün bütün ram olmak için her şey yapmıştı. Oh, bunu şimdi ne kadar küçük, ne kadar aciz, ne kadar hain buluyor, bu zilletle ne kadar eziliyordu. Şimdi derin bir sükûn ve memnuniyet içinde ona yakın, müteşekkir bulunmaktan büyük bir istirahat hissederek, ara sıra gelen hıçkırıklarla, tek tük konuşuyorlardı. Ve Süreyya birden bilmünasebe Necip’in ismini bir kere telaffuz etmekle bütün vücudu ateş gibi yandı. Bu henüz kapanamayacak kadar derin ve suzan bir ceriha olduğu için tekrar o sükûn ve istirahatin birden mahvolup yerine daha elim ve cangüdaz bir ıstırabın kaim olduğu, hatta bu haletin hiç zail olmamış gibi bulunduğunu gördü. Süreyya bunlardan bihaber, gülerek Necip’e dair malumat veriyor, ona rast geldiğini ve kendisini göremiyorlarsa da havadisini aldıklarını söyleyerek serzeniş edince onun “Azizim, ben de şaşıyorum fakat hiçbir kadına bu kadar ateşle merbut olmamıştım, fakat görsen ne kadın, kadın değil, başka bir şey!” diye anlata anlata bitiremediğini, hatta kendini bir gece yemeğe çağırdığını söylüyordu. Ve Suat tekrar aşkına dair kurduğu bütün muazzez hülyaların, o kaşane-yi saadetin bu inhidam-ı eliminin acı, dilsuz matemiyle yandığını hissederek hiç, asla bu yaradan şifayab olamayacağı, ölünceye kadar bu ateşle yanacağını, bahusus uzaklaşıp hatırada sade saadetleriyle mahmur ve mestane, cansuz bir baygınlık gibi kalan, o birbiri için yaşatılan, ölmeye kemal-i minnetle hazır bulunulan ve bu kadar sürüp sevildikçe dünyalar ele geçiyormuş gibi ruh ve hayatın izdiyadı hissedilen aşk ve saadet anlarını bir saniye derin bir esefle tekrar görür gibi oldu. Bir kere aşkın bu müskir buseleriyle medhuş olduktan sonra hayatın hiçbir iltifata değeri olmadığını itiraf etti ve tekrar bu kadar emeller, ümitlerle zapt ve teshir eden böyle bir aşkın böyle bir zül ve hakaretle bitip gitmiş olmasıyla içi yandı, fakat onu nadim avdet edecek diye beklerken hatta iki günlük bir tecrübeye mukavemet etmeyerek böyle Fransız karıları peşinde her şeyi unutup dillere düşecek kadar sarhoş ve hafif bulmak o kadar derin bir infial yarasıyla onu harap etmişti ki tekrar cebr-i nefsle o hayalatı zihninden tard etti ve bu sefer cebri bir tehalükle Süreyya’nın boynuna uzandı. Artık katiyen o aşkı gömmek lazım geldiğini, asla düşünmeksizin bu hayalleri feda etmek zaruri bulunduğunu anlıyor, saadeti sade hayalde olan bu bedbaht aşkı şimdi serapa bir mihnetten, musibetten başka bir şey görmüyordu. Bininci defa olarak bu aşkın tahammülsüz bir afet, sade bir ceza-yı müthiş olduğunu tekrar ediyordu. Bizzat ondan azap ve ıstıraptan başka bir şey görmemişti. En mesut zamanında bile bin türlü ateşleriyle kendini yakmış, istirahatini tarümar etmiş, öldürmüştü. Evvela sebep yokken nedamet ve vicdan azaplarıyla yanmışlar, sonra ayrılmak, kıskanmak çıkmış, sonra hakaret ve ihanet gelmişti. Ve böyle düşünürken bile “Fakat o anlar, o işkence saatleri arasında o bayıltan ve bir tanesi asırlarca azapları bir mesti“ demek isteyen bir meyl-i kalbisi de vardı. Fakat ne olursa olsun, bundan sonra onun için Süreyya’dan başka kimse olmayacaktı. Onunla âşıkâne mesut olamayacaksa da hiç olmazsa hürmet ve sükûn bulabileceğini zannediyor ve bu bir hayat için elverir, belki teşekkürü mucip olacak surette bir inayet de olur gibi geliyordu. Hayatı o kadar azap ve ateş içinde geçirdikten sonra bu sükûn ona büyük bir nimet gibi görünüyor ve “Mademki aşk ile saadet ne kadar mümkün değilse, aşk ile namus da o kadar muhaldir. O halde namus ile sükûn ve rahat elbette müreccahtır” demek isteyerek bundan mesut bile olmak lazım geleceğini düşünüyordu. Fakat bir zaman asıl emeli Süreyya’nın eski muhabbetini kendine avdet etmiş görmek olduğu halde arada müellim fakat emsalsiz bir hayat-ı garam geçirmiş olduğu için şimdi Süreyya’nın bu avdetinde bir zaman umduğu cazibeyi bulamayarak istediği kadar muhabbet ve rabıta gördüğü halde de yine cazip bulmuyor, hayatını isteyerek değil, fakat cebr-i nefsle sever görünüyordu. Başka çare olmadığını, alışmak lazım olduğunu görüyor, itiyadın büyük bir kuvvet bulunduğunu anlıyordu ve etrafına bakınca herkesin hayatında da birçok cerihalar, inkırazlar, musibetler görüp itiyatla bunları unuttuklarını düşünerek hayatı bu kadarcık müsaadesi için bile seviyordu. İşte hayatında bulduğu en büyük bir iyilik, bütün fenalıklarını tazmin edecek kadar büyük bir lütuf bu alışabilmekti. Herkes felaketlerine tahammülle başlıyor ve tahammülle itiyat ederek mukavemet edebiliyordu. Hanımefendiye bakıp onun nasıl bir sabr-ı melekaneyle hayatına sarıldığını görerek bunda, bu mücadelede bir büyüklük buluyor ve mademki mesut olmak mümkün değildir, olmaya çalışmakta, mesut olamazsa bile öyle görünmekte güzel bir metanet, bir kuvvet var geliyordu. O zaman tevekkülde bir muzafferiyet değilse bile bir güzellik, bahusus bir rahat bulunduğunu anlıyordu. Halbuki hayata karşı isyan insanı hatta rahattan mahrum bırakıyor, felaketten felakete değil, sefaletlere, hatta rezaletlere atıyor, levs içinde bile çalkıyordu. Ve birdenbire aklına geldi ki kış vakıa her şeyi çürütüyor, harap ediyordu fakat öyle çiçekler, öyle fidanlar vardı ki bunları onun zulmüne karşı tedbirler, takayyütlerle saklayabiliyorlar, hüsn-i muhafaza ediyorlardı. Demek hayatın eylülünde de yeis ve fütur yerine takayyüt bir şeye yarayabilirdi. Bu vakıa bahardaki küşayiş ve şebap olamazdı fakat hayattan daha fazlasını istememeliydi. Bu bir şebap olmamakla beraber yine bir hayat, bahusus sakin ve hiç olmazsa rahat bir hayat olurdu. Çabuk ve ateşle, az fakat bayılarak yaşamak isteyenlere gelince, onlar hem muvaffak olamıyorlar ve hem münhasif olup gidiyorlardı. O da tecrübe etmek istemiş ve bu kadar harap olmuştu. Bahusus ki artık şimdi kendi hayatını o kadar gayr-i kabil-i tedavi görmüyordu. Bu ara sıra yine hicranlar, yine eseflerle beraber bir gün behemehal unutacağına emin olduğu aşkı bertaraf edilirse, hayatı fena bir hayat değildi. Pek çabuk eski Suat olabilecekti. Zira Süreyya ne Fatin gibi iğrenç, ne efendi gibi cebbar bir zevç olmayıp bilakis idare edilebilirdi ve bundan iyisini aramak artık o kadar felaketten sonra aklına bile gelmiyordu. Bahusus boş gelen hayat-ı zevciyette hepsinin yerini tutacak ve belki aşacak mini mini bir bebek olursa... Ve bu fikrine kalben mesut olup cehren gülerek “Oh bir çocuğum olursa, o zaman |
0% |