Yeni Üyelik
22.
Bölüm

22. Bölüm

@mehmetrauf

Fatin bu gece pek şendi. Üç gecedir iddialar, tehevvürler, inatlarla devam edip nihayet katiyen bu geceye talik edilen bu son oyun beyefendinin mutantan bir küfrüyle nihayet pezir oldu. Pullar bir tarafa, zarlar bir tarafa fırladı. Fatin bir taraftan onları topluyor, bir taraftan da “Aman efendim, ne zararı var, yarın siz yenersiniz. Tabii değil mi? Allah ömürler versin de...” diye yaltaklanıyordu. Bey “Zati bu hafta işim hep aksi gidiyor. Haydi kalk!” diye hanımefendiye baktı. Fatin gözlüğünün altından herkese işaret edip sin sin gülerek onu gösteriyor, hakikat-i halde oyunun mükâfatını gürültüye kaçırmaktan, hiddet arasında söyleyemeyeceğinden korkarak soğuk terler döküyordu. Bu bir çift potin kundura için oynanmıştı. “Tabii mesele kundurada filan değil, Allah ömürler versin, fakat yenilmek fena” derken Fatin müthiş bir an-ı ıstırap içinde onun kalkıp yürüdüğünü gördü. Daha ziyade tahammül edemeyerek “Artık yarın mağazaya uğrarım değil mi efendim?” diye can gözüyle bekledi ve onun hatta dönmeksizin “Olur” diye homurdanması üzerine şetaretine gayet olmadı. Yarın gidilecek bir düğün için Hacer’le eğlenmek istedi, fakat Hacer bir-iki haftadan beri çok titiz, son derece müfteris bir tavır ve lisan almış olduğundan onun dişlerinin arasından kendini güç kurtararak işi tuhaflığa bozdu, herkesi güldürdü. Efendi için birkaç “Allah ömürler versin” daha savurdu, sonra birden haykırdı “O ne o?” diye hayretle kapıya baktı.

Hakikaten kapı açılmış ve içeri Necip girmişti. Herkesten bir nida-yı hayret çıktı. “O ne, nereden böyle? Maşallah... Siz buraya gelir misiniz? Seyahattesiniz zannediyorduk” sözleri her ağızda dolaştı. Necip gülüyordu. Sonra birkaç kelime-yi mazeretle geldi, Fatin’in yanına oturdu. O da bu gece pek şendi. Saat iki buçuktu. Yemekten sonra aklına geldikleri için öylece geldiğini söyledi. Fatin gülerek ve ötekilere gözüyle işaretler ederek “Nasıl, nasıl?” diyordu. “Kulaklarıma inanamıyorum. Bu kadar fedakârlık, sizden kabil değil. Sizin canınız sıkılır mı? Hususiyle Beyoğlu’nda şimdi tiyatrolar, hele o yeni gelen kumpanya. Bizim Fehim Bey söyleye söyleye bitiremiyordu.” Tekrar göz kırpıyordu.

Necip istihfafla omuz sallıyordu. Bir dakika hiçbir şeye ehemmiyet vermiyormuş, gayet yorgun ve bitapmış gibi göründü. Fatin bunu yapma olarak telakki ediyordu. Hakikat-i halde hep onu biraz zayıf, biraz bozulmuş buluyorlardı. Süreyya “Ee, bu yorgunluğa vücut dayanır mı?” diyordu. Onlar şakalaşırken Hacer birden fıkırdayarak Suat’ın kulağına eğildi ve Necip’in sürekli bir hasta sesi gibi üşüterek gelen ince kahkahalarını anlatmak isteyerek “Aman hemşire, ne tuhaf, dikkat ediyor musun, değil mi?”

Suat mustarip, dalgın, onun namütenahi latifelerle devamlı gülüşlerini müziç ve gayr-i tabii bularak yirmi günde başka kadınlarla ne kadar değişmiş olduğunu
düşünüyordu. Tavırlarına laubalilik, daha bir düşüklük gelmişti. Sözlerini evvelkine benzetemiyor, onları biraz uzayarak, yorgun çıkıyor zannediyordu ve bu başkalık sözlerinde değil, bütün hallerinde gittikçe dikkati celbediyordu. Onda şikeste, bimecal, acı bir sersemlik gibi bir hal vardı. Gözleri bulanık, donuk, görmüyor ve tahattur etmiyor, düşünüyor gibi müncemid, sürüklenir nazarlarla dumanlıydı. Sözleri sürüklenerek, sendeleyerek çıkıyor gibiydi. “Acaba hasta mı?” diye içinde bir acı duydu. Bunu bir anda her şeyi unutarak, yine onu eskisi gibi tasavvur ederek düşündü ve onun o hastalığı aklına gelip o zamanlardaki şedit, cansuz tahassüsatını tekrar yaşayınca, tahassür-i maziyle tekrar halinin yeis ve musibetine intikal ani oldu. Ve en ziyade ifakatyab oldum zannettiği, en ziyade ona ait esefleri unutup sükûn ve huzura, artık bütün bütün devre-yi nisyana giriyorum fikrinde bulunduğu bir zamanda onun huzuruyla yeniden şaşırmış, perişan kalmışken, onun bu hastalık fikirleriyle bütün bütün şikeste ve harap oldu. Artık ona yabancı, uzak oluşuna, onu sevk ve idare edemeyeceğine yanıyordu. İçini bir merhametin kemirdiğini hissettiği bu saniyede ona henüz lakayt olmadığını, bahusus olamayacağını, onu ne zaman görse böyle derin ve henüz ölmemiş eseflerin sızlayacağını, onu böyle kimsesiz ve muhtaç gördükçe hatta terk edilip başkalarına gidildiğini bile unutacak kadar kuvvetli, müesses bir imdat arzusunun elinde ezileceğini hissediyordu.

Birdenbire bu elemin altından bir korku, hain, soğuk, çirkin bir raşe-yi tehaşi hasıl oldu. Onlar hepsi gülüyordu.
Fatin’in bir iki hokkabazlığına, Necip’in devamlı kahkahalarına Hacer’in çıngırakları karışıyordu. Bir zaman oldu ki Fatin latifeyi eğlenmeye kadar yükseltti. Etrafına bakıp göz ederek alaylarından gayet muzaffer ve mesrur görünüyordu. O zaman Suat’ın kalbinde acı bir ceriha açılır gibi oldu. Artık görüyordu, Necip’in lüzumundan fazla içmiş olduğunu ve hararetten bunun her an çoğalarak gittikçe göze çarptığını anlıyordu.

Bunda o kadar har ve zelil bir hal vardı, tavırları, iphamları o kadar soğuk, sefihane görünüyordu ki onu o kadar iyi ve muhterem bildikten sonra bu girdap içinde puyan görmek tahammül olunmaz bir surette feci geliyor, o kadar gözünden düşmüş, adi buluyordu ki bu süfliyet ve muhakkariyete dayanamayarak ağlamak istiyordu. Ve Necip bu hayatı seviyor ve yaşıyordu. Bahusus yaşayacaktı öyle mi? Onu bu kadar adiliğe tahammül eder, adilikte zevk bulur bilmediği için ne kadar aldanmış olduğunu düşünerek boynunu büküyor, “İşte böyle, aldanmak, her şeyde, her vakit...” diye inliyordu. Lakin onu bu sefaletten kurtaracak, sözünü dinletecek kimse yok muydu? Hiç kimse yok muydu ki ona icap ederse tahakküm etsin, “Lakin yazık ediyorsun. Sen bu hayatların adamı değilsin, ölürsün!” desin? O kadın, o kadın olsun onu bu halden men etmeli, kurtarmalı değil miydi? Bilakis Necip’in bu hallere hep onun sebebine duçar olduğunu düşünüp kadri bilinmeyen zavallı vefasının matemiyle “Demek öylelerini seviyormuş, demek bu hayatları istiyormuş!” diyordu.

Necip’te o kadar memnuniyet, o derece şetaret vardı ki başka bir endişesi olmadığı, gerçekten çok mesut olduğu tezahür ediyordu. Kahkahaları tevali ediyor, sözleri akıyordu. Halbuki Fatin o kadar eğleniyor, bin türlü iphamlarla herkesi o kadar güldürüyordu ki Necip’in bu memnuniyet ve zekâsının ne kadar aciz olduğu, hatta etrafını görüp işitemeyecek kadar hissiz, ağlanacak kadar hasta ve aciz bulunduğu görünüyor, bu hal ile Suat nefret ve infiale derin bir merhametin de karıştığını hissediyordu.

Bereket versin, hanımefendi yetişti. Evvela Necip’i hayret ve memnuniyetle kabul ettiyse de ilk dikkatle fark etmekten hâlî kalmadı. Suat “Aman onu götürüp yatırsalar” diye temenni ediyordu. Halbuki Necip gittikçe daha zebun, sıkılmış gibi kalkıp gezinmek istedi. Fatin gülüyor, “Biz donacağız. Necip elinden gelse soyunacak. Ne ateş, ne ateş... Galiba sıfıra sıfır elde var sıfır... Tabii değil mi ya?” diye göz kırpıyor, sonra Süreyya’ya doğru eğilip mütefelsifane ilave ediyordu: “Gözüne yandığım karıları, efendim nerede ben nerede dedikleri gibi bak kendileri nerede, tesirleri nerede?”

Hanımefendi Necip’in yanında ona bir şeyler söylüyor, Necip reddeder gibi görünüyordu. Onlar konuşurken Fatin yine Süreyya’ya eğilip “Lakin ben de resmini gördüm. Sahiden mübarek bir parça, ne dersin... Hani yok mu, değeri var Allah için.”

Suat bunu işiterek tarif olunmaz acı bir hisle ezildi. Muhal olduğu için öldüren bir temenniyle kendinin de daha güzel olmasını, onu hiç olmazsa şu girdaptan muhafaza edebilecek kadar güzel bulunmuş olmayı tahassürle istedi. Öbür tarafta Necip hâlâ mukavemet ediyor, artık işitilen bir sesle “Vallahi bir şeyim yok canım” diyordu. Sonra boğazını göstererek kısık bir sesle “Sade burada, burada... Yanıyorum” diye tekrar etti. Hacer fırladı, su verdi. Onu oturtmak istediler. İnat ediyor, gezmek istiyordu. Orada bir kanepenin arkalığına dayandı, gözleri bulutlu, nazarları mütemevviç durdu. Fatin “Vallahi billahi” diyordu. “İşte bu sanki neye oturacakmış? Öyle değil mi ya?” Artık Necip’in söz söylerken gözlerinin daldığı, ağzının takallüs ettiği, gözlerinin düşündüğü, sanki sözlerini aradığı fark olunuyor, gülmeleri lüzumundan fazla devam ediyor, nihayet gülmeye benzemeyen bir surette bitiyordu. Sonra ağzından bir hava çıkar gibi oldu, Fatin hemen “Ha şöyle... Aman biraz piyano çalsana Hacer!” dedi. Hacer esefle “Babam uyumuştur, olmaz ki” diye gülüyordu. O zaman Necip’in yüzünde bir bulut görüldü, huşunetle “Piyano mu?” dedi, “Hayır, teşekkürler. Zahmete lüzum yok.” Sanki birden kararmış, kasavet ve infiale bürünmüştü.

Fatin “Ooo” etti, “Neden o, o neden? Hani bir zamanlar neydi o kantolar, şarkılar, baladlar efendim... Hacer neydi o, Kalb-i Sevdazedeler mi ne? Vay efendim vay, ne şarkılar, ne peşrevler... Artık piyanoyu sevmiyorsun galiba...”

Necip kısık ağzında mukassi bir betaetle “Artık bir şeyi sevmiyorum” sözleri sürüklendi.

Hacer gülüyordu:

“Ooo, ya eldivenin sahibi ne oldu?”

Suat, Necip’in gözlerinin bir an kendinde karardığını fark ederek ölüyorum zannetti. Onun muzlim bir tereddütten sonra kısık sesiyle sadece “Masal!” dediğini işitti. Oh, demek artık eldiven onun nazarında sade bir masal olmuştu!

Fatin soruyor, “Sakın... Hele söyle söyle... Nazikane bir istiskal falan... Deme canım haydi” diyordu.

Necip’in omuzlarında bir istihfaf hareketi göründü. “İstiskal mi?” dedi, “Pöh” etti, “Sizi temin ederim ki istiskalin ne olduğunu bilmeyen bir mahlûk varsa, o da kadınlardır” diye ilave etti, “Fakat hıyanete gelince... Bakınız bunda nazirleri yoktur. Sanki sade bunun için yaratılmışlardır.” Sesi o kadar derin bir gayz ve hakaretle memluydu ki nazarları Suat’tan o kadar inatla kaçıyordu ki genç kadın bu tahkirin kendine ait olduğunu zannetti ve ateş gibi oldu. Öbürü devam ediyordu:

“Adi denilen kadınların diğerlerinden sade şu farkları vardır ki onlarda her şey evvelden bellidir. Aldanmak tehlikesi yoktur. Kimle iş gördüğünüzü bilirsiniz. Halbuki öbürleri, o bir şey zannettiğiniz, bir şeyler bekledikleriniz yok mu, o ilk ve son defa sizi sevdiklerini temin edenler bütün sadakat, bütün vefa olanlar...” Hain boş bir kahkaha ile omuzları sarsılarak “Zavallılar...” diye tekrar etti.

Suat kalbini bir şeyin kopardığını hissederek ölü gibi dinlerken Süreyya’nın “Zavallılar kim, kadınlar mı?” dediğini işitti.

Necip hâlâ kanepenin arkalığına dayanmış, gözleri dumanlı, ona baktı:

“Zavallı mı, kadınlar mı? Lakin onlara inananlar... Bizler, biz, işte sen, ben...” diye haykırdı.

Onların kahkahaları arasında Suat sade hanımefendinin sesini işitti:

“Peki evlensene” diyordu.

Necip gayet mudhik bir söz işitmiş gibi vücudunu kanepenin arkalığından kaldırarak ellerini havaya ref etti:

“Ooo... İşte bu âlâ, evlenmek, ben öyle mi? Bu öyle bir masaldır ki kendimi bildim bileli bin kere dinledim. Evlenmek... Bundan sonra bana güzel adam, güzel ağaç, güzel beygir, güzel vapur, hasılı güzel ne gösterirseniz bakarım ve belki severim fakat güzel kadına gelince... Asla, asla... Artık elverir, rahata ihtiyacım var.”

Ellerini sallıyor, “Asla” sözünü tavırlarıyla takviye ediyordu. Hanımefendi acı bir handeyle:

“Canım mutlaka güzel kadın olacak değil ya” dedi, “evlen de iyi bir kızcağız al.”

Necip söylemeyi canı istemiyormuş gibi:

“İyi bir kızcağız mı? İşte bir masal daha” dedi. “Canlı mı cansız mı? O mahlûka şimdiye kadar kimse rast gelmemiş. Eğer bir tılsımla benim için bu kabil olacaksa, bence kadınların iyisi fenası yoktur. Onların hepsi kadındır, hepsi kadındır.”

İhtiyar kadının sabrı bitmiş gibi “Of Necip, yeter!” diye şikâyet etti. Fatin “Ey canım efendim, mazur görünüz, tabii değil mi ya, şu zamanda kendisinden taife-yi nisa hakkında medh ü sena beklenmez ya, değil mi?” diye Süreyya’ya bakıyordu. Necip tekrar kanepeye yaslanmış, başı göğsüne düşmüş, artık sükût ediyordu. Suat perişanlık, bir baygınlık arasında Süreyya’nın kalkıp onun koluna girdiğini gördü. Necip reddederek “Hayır hayır, daha vakit var” diyor, yatmak istemiyordu. Sonra “Hem zati ben gidecektim, kalmak için gelmedim” dedi. Hep “Ooo, tamam” dediler, dışarıda kışın en vahşi bir gecesi inliyordu. Hanımefendi “ihtimali yok” diye onun yanına gitti. O çabalıyor, ısrar ediyordu. Suat haykıracak kadar mustarip, mahmum, sersem kaçmak istedi. O çıkarken hâlâ Necip ısrar ediyor. Hanımefendi ötekilere “Siz bırakın, bana bırakın, ben onu yatırayım. Haydi siz” diyordu. Suat, hanımın onu himayesine alıkoymasına kalben müteşekkir, hıçkırıklarını boğmak için uğraşarak odasına koştu. Ah sukut, ya Rabbi, ne elim bir sukuttu! O kadar mümtaz ve müstesna olan bu aşk o hakaretlerden sonra bu rezalete kadar inecek, böyle çamur mu olacaktı? Demek Necip kadınları hâlâ o kadar fena biliyor, demek kendini de öyle biliyordu, demek kendini de herkes gibi hıyanetle, kalpsizlikle itham ediyordu! Kendisini ki o kadar hakaretten sonra bile hâlâ ona acıyıp, hâlâ onu mesut görmek için her şeye razı olacağını hissediyordu. Halbuki asıl kendisinin itham etmeye hakkı yok muydu? Kendisi bir köşede aşkı tahkir edildiği, sadakati istihfaf ve reddedildiği için ölürken o kadınların peşinde, izzet-i nefsini unutacak kadar zevk ve nuşa dalmıştı! Fikri eziliyor, karışıyor, uğultular arasında anlamıyordu. Sonra birden bir feryat arzusu hasıl oldu. Haykırmak, haykırarak ağlamak için bir tehalük hissetti. Ona “Lakin asıl sensin, asıl sen yaptın” demek tehalükü… “Ben her şeyi feda için senin bir sözünü bekliyordum. Hâlâ senin o kadar hakaretlerini unutuyorum ve sen beni itham ediyorsun. Lakin sen kendin, işte kendin yapıyorsun, hep kendin.”

Süreyya odaya girdiği zaman o hâlâ ağlıyordu ve yaşlarını ona göstermemek için yataklığın önünde meşgul göründü. Süreyya “Münasebetsizlik, delilik...” diye söyleniyordu. Bir saniye sonra onun karşısına geçmek lazım gelince ne yapacağını düşünerek Suat korkarken Hacer imdadına yetişti. Kapıya vurarak “Hemşire, orada mısın? Biraz gelir misin?” dedi ve Suat cay-ı selamet gibi dışarı şitap ettiği zaman Hacer’in elinden tutarak kendini bir yere götürdüğünü kıs kıs gülerek “Aman gel bak, ne tuhaf!” dediğini gördü. Merdivenlerden çıktılar. Kendi odalarının üstündeki odaya yürüdüler. Hacer kapının önünde durarak “Dinle bak...” dedi. O zaman Suat içerde onun sesini işiterek anladı.

Necip’i zar zor gitmek fikrinden vazgeçirerek yatmak için bu odaya getirmişlerdi. Hanım kendine birkaç ağır söz söylemiş, darılmıştı. O şikâyet ederek “Ah bilsen, bilsen...” diyor ve ihtiyar kadın her şeyi bildiğini anlatarak şimdi vakit olmadığı için asıl kendisiyle yarın kavga edeceğini
latife gibi söylüyordu. Necip “Hayır, şimdi söyleyiniz. Kabahatim varsa şimdi söyleyiniz. Ah bilseniz, ne yanıyorum” diye inlediğini ve hanımefendinin “Tamam, işte şimdi de çocuk gibi ağlıyor” dediğini işittiler.

Dışarda gece rüzgârın iniltileriyle ağlıyordu ve bu enin arasında Necip’in hıçkırıkları genç kadını harap ediyor, fark olunmayan birtakım şikâyetlerle o ağlarken Suat’a bu ses dayanılmaz bir feryat gibi geliyordu. Hacer “Vay, annem de bak ne yaptı” diyordu. Ara sıra Necip’in “Bilseniz” sözünü tekrar ettiğini, sonra hanımın teskin için söylediği sözler arasında onun “Afedersiniz, beni affediniz” diye yalvardığını işitiyorlardı.

Hacer artık hemen hemen içeri girmiş gibiydi. Başparmağını gayet meşgulülfikir zamanlarda yaptığı gibi dişlerinin arasında kemiriyordu. Hacer kapıyı az daha aralık ettiği için şimdi Necip’in sözlerini az daha fark ediyorlardı ve o inleyerek “Ölüyorum, ne yapayım” diyordu. Ve “Ne yapayım ancak böyle unutabiliyorum. Başka ne yapayım? Nasıl vakit geçireceğim, yalnız kalırsam çıldıracağım” diye şikâyet ediyordu. İhtiyar kadının darılır gibi “Ne demek canım, biraz aklını başına toplasana... Nedir o mundar kadınların peşini artık bırak” dediğini işittiler. Necip yemin ediyor, “Yalan” diyordu, “Hep onun için, vallahi billahi yalnızlıktan kaçmak için....” O zaman hanımefendi “Canım ne demek, buraya gelsene...” dedi ve Necip’in sükût ettiğini gördüler. Tekrar hanımefendi “Bak yine ağlıyorsun...” dedi ve artık Suat duramadı. Sersem, boğularak, yaşlar içinde koşarak karanlık bir köşeye atıldı ve orada ağladı, ağladı.

Her şeyi anladığı, hayatını artık gördüğü için ağlıyordu. Ettiği gayr-i kabil-i tamir hataların hep birden ezasıyla inliyordu. Necip’in mahza kendisi için buraya gelmediğini ve buraya gelemeyince dayanamayarak böyle sefil ve serseri kaldığını artık görüyordu. Ve bütün bunlara kendinin sebep olduğunu görerek acz ve yeisle haykırmak istiyordu. Bu bir emniyetti ki artık muhakeme etmek istemiyor, ilk defa zan olarak gelmişken öyle emniyet olarak taklide inat ediyordu. “Mutlaka, mutlaka öyle... Ve ben, ben, hep ben sebebim değil mi?” Ah, ne kadar koşup onun ayaklarına kapanmak, ellerine sarılarak af dilemek, ah ne kadar ağlamak istiyordu. Bir ihtiyaç ona koşup “Hayır biz yanılmışız, ben yanılmışım, ah bedbaht, beni affet. Hâlâ seviyorum fakat affet”, ona hâlâ sevdiğini anlatmak ihtiyac-ı şedidi onu zapt ve kahrediyordu ve ettiği bu haksızlığın, bu zulmün altında o kadar eziliyor, o kadar kendini gayr-i kabil-i af görüyordu ki affettirmek için hayatını feda etmek, “Al onu ne yaparsan yap” diye hayatını ona vermek istiyordu. Ve bunun güçlüğü onu kızdırarak acı bir yeisle hayatını, bütün dünyayı, hatta Süreyya’yı bile ona feda etmek emeliyle zebun oluyordu.

Odasına sarsılmış, bir girdab-ı infialatla zirüzeber olmuş girdi ve Süreyya’nın yattığını görerek sükûnetle bir tarafa çekildi. Sabaha kadar onun üstlerindeki odada boğulurcasına öksürdüğünü işeterek, bin kararsızlık arasında tasavvuratı kâbuslarla onu bir humma içinde çalkalayarak yattı. Sabahleyin puslu, iniltili, kirli bir kış sabahı kapılarına vurulup uyandığı zaman yeni dalmış olduğunu gördü. Fakat başı o kadar ağır, o kadar sersemdi ki gözlerini açamıyordu. Kendisini hanımefendi görmek istiyordu. Acele onun odasına gittiği zaman tebessüm ederek o “Bu ne uyku canım, saat üç...” diyordu. Sonra Necip’in rahatsız olduğu için hekime haber gönderdiklerini, kendileri söz verdikleri için düğüne gideceklerinden hekim gelince yanına çıkarıp baktırmasını tembih etti. Onlar hemen gidip döneceklerdi. Hanımefendi şikâyet ederek mecburiyetine kızıyordu. Ve Suat bu darbeyle bütün bütün sersem, korkuyor, soruyordu. İhtiyar kadın temin etti, “Sade bir ateş” diyordu, sonra “Fakat kim bilir, belki fenadır da... İşte onun için merak ettim hekime adam gönderdim” dedi.

Suat oradan çıkınca doğru onun yanına gidip “Hayır Necip, eğer sana bir şey olursa yemin ederim ki ben de ölürüm” demek için yandı. Fakat onun odasına kabil değil giremeyeceğini hissediyordu. O kadar ki kaç kere niyet edip hatta bir defasında kapının önüne kadar gittiği halde içeri giremedi. “Nasılsınız?” derken onu harap ve tebah görmekten yahut düşüp ağlamaktan korkuyordu. Saat dörde gelmişti. Süreyya, Necip’i biraz görmek için odasına gitti. Uykuda bulduğu için uyandırmadan indi. O zaman hekim beklemek ıstırabı başladı. Kış sabahı uzakta inleyen vapur düdükleriyle semayı dolduruyor, namütenahi bir yağmur şakırdıyordu. Ara sıra inleyen rüzgârın arasında satıcı sesleri sürükleniyordu. Ve hekim hâlâ gelmiyordu. Halbuki o uyanmış olabilirdi. Bir şeye ihtiyacı olurdu, bunun için odasına gitmek lazımdı ve cesaret edemeyeceğini görerek nihayet bir kalfa gönderdi. Eline bir dikiş almış, onunla meşgul, bir anda bin kararla zebun ve perişan, ateş verecek bir faaliyetle mahmum bekledi.

Ve kendini bitap ve muzmahil eden telaşına, endişesine, ıstıraplarma bakıp hatta daha dün her şeyi unuttum zannedişine acı acı güldü. Görüyordu ki o zaman sadece kendini aldatmış, izzet-i nefsinin cerihasını sarmış, başka bir şey yapmak kabil olmadığı için mecburi bir hüsn-i niyetle hayatına razı olmuştu. Onu unutmak hayatının en cansuz bir devre-yi saadetini unutmak, yaşamamış olmak, en mesut günlerini esefle yad etmemek değil miydi? Halbuki bu nasıl kabil olurdu? Hem sade unutmak değil, işte hayatını ona vakf ve feda için mütehakkim, cebbar ihtiyaçlar içinde kalbinin yandığını, ruhunun bir iştiyak-ı meshufaneyle ona doğru tehalükünü görüyordu. Fakat Süreyya, o Süreyya ne olacaktı? Ondan korktuğu için değil, onu kimsesiz, bedbaht görmeye tahammül edemediği için mahvoluyordu. Ve hep verdiği kararların böyle gayr-i memul bir darbe-yi tesadümle hercümerç olduğunu gördükten sonra artık kararına inanamıyor, hatta karar veremiyor, “Tereddütümün, zaafımın cezası” diye kendini itham ediyordu. Fakat düşündükçe kararsızlık kendinde değil, asıl hayatında olduğunu, kendinin sade onun seyl-i huruşanında mukavemetsiz, ihtiyarsız akıp giden bir oyuncak kaldığını görerek bundan sonra da daima, daima böyle kararsız, böyle oyuncak olacağını teslim ediyordu.

Kapının açıldığını işitip hekimin geldiğini haber vermeye geliyorlar diye başını çevirdi fakat Necip’in giyinmiş olarak girdiğini görünce hayretle yerinden kalktı. O da kendini yalnız bulmaktan şaşırarak orada tevakkuf etmişti. Sapsarıydı, gözleri sönük ve yorgun bakıyorlardı. “Kimse yok mu? Hanımı görmek istiyorum da...” diye sordu. Suat “Hayır, fakat...” demek istedi, Lakin onun oturmak istemiyormuş ve ne olsa oturmayacakmış gibi duruşunu görüp sözünü ikmal edemedi ve hanımefendinin sebeb-i gaybubetini izah ederken güç beklediğini fark edip nihayet müteellimane “Lakin hekime adam gönderildi” sözlerini söyledi.

Necip mütehayyir, sakit “Hekime mi?” diye sordu, “O niçin o? Hasta filan mı var?” diye merak eder göründü.

Ve Suat bu kadar lakayt ve müstehzi sesle, bu yabancı soğuk tavırla daha müteellim: “Hayır, sizin için” dedi. “Sizi hasta diyorlardı da...” Necip artık gitmek üzere sadece “Yanlışlık olmalı, bilakis hiçbir şeyim yok” diye homurdandı.

Suat ağlamak isteyerek ona baktı, “Nasıl yok, lakin işte renginiz, gözleriniz pekâlâ gösteriyor ki hastasınız, sabaha kadar öksürdünüz, bir kere şu havaya baksanıza...” demek için yandı, ruhu şikâyetlerle malamaldı. Fakat onda o kadar hain bir lakaytlık vardı ki kalbinin acısını hissettirememekten meyus oldu, “Hayır dün gece ben yanılmışım, sevmiyor, sevmiyor...” diye tekrar yerine düşer gibi oturdu. Ne kadar yalvarsa onu burada alıkoyamayacağı emniyetiyle gözleri yaşlanmış, elleri titreyerek, asabiyetle tekrar dikişine eğildi. Fakat onu böyle bırakamayacaktı. Tekrar onu bir şey söylemeden gönderirse, her şeyin bütün bütün biteceğini ve belki onun hasta olacağını görüyor, ona her şeyi anlatıp af dilemek, bahusus onu kurtarmak için yanıyordu. Fakat her vakitki gibi ruhunda seylabeler, fırtınalar varken sade titreyerek çeneleri kilitleniyor, hiçbir şey söyleyemeyeceğini ve onun yine bütün bütün yeis ve garazla çıkıp gideceğini görüyordu.

Necip hiçbir şey söylememek azm-i katisiyle çıkıyorken birden tehacüm eden bir tehevvür dumanı içinde boğulur gibi döndü:

“Bir de sahiden hasta olmuşum, ne olur?” dedi. “Artık bu hayat o kadar ehemmiyet verilecek bir şey midir zannediyorsunuz?”

Onun sükût ederek dikişiyle meşgul oluşuna uzun uzun bakıp haşin, kindar, acı bir sesle:

“Bilakis” dedi, “ben ondan o kadar usandım, o kadar usandım ki bir ayak evvel bitsin diye bekliyorum. Evet o kadar usandım.”

“Niçin? Ne oldu?” Suat’ın ağzında bu sözler vardı fakat söyleyemedi, boğuluyordu. Hıçkırmaya müheyya, elim bir nazarla bakarak sadece “Necip...” diye inledi ve gözlerinden yaşların akacağını hissederek tekrar dikişine kapandı. Genç kadının bu hitabında o kadar derin bir elem vardı ki Necip’i titretti.

O zaman delikanlı biraz müteessir, biraz mahzun, acı acı:

“Evet Necip” diye şikâyet etti. “Fakat biliyor musunuz ki bu şikâyette ne kadar haksızsınız. Ama ne kadar haksızsınız... Lakin şikâyet edecek, ağlayacak, feryat edecek bir kimse varsa, o siz değilsiniz, benim. Asıl ben ‘Ah Suat,’ diye feryat etmeliyim, fakat yalnız Suat diye değil, ‘beni öldürdün Suat, beni öldürdün,’ diye feryat etmeliyim. Zira sen gerçekten beni öldürdün Suat. Sana benim nasıl inandığımı, benim için ne büyük bir kuvvet, nasıl bir hayat olduğunu bilmiş olsaydın...”

Suat hıçkırıklarıyla boğuluyor gibiydi. Necip’in sesindeki hararet ve sirişkle bütün bütün sarsılmıştı, “Lakin yemin ederim ki” diye baktı.

Necip yine o acı hararetle gülerek:

“Oh, yeminleriniz...” diye kesti. “Bir sürü masal. Bunları hep biliyorum. Burada Boğaziçi gibi serbest ve rahat olmadığınızdan şikâyet edeceksiniz değil mi? Lakin ben sizden o kadar büyük, o kadar çok bir şey mi istiyordum? Haftalarca burada bir nazarınız için köpekler gibi süründüm ve siz benden bir tebessümü, bir nazarı esirgediniz. İşte sizin yeminleriniz. Benim hürmet ve riayetimden bir şüpheniz mi vardı? Benim sadakatimde bir kusur mu gördünüzdü? Hayır, değil mi? Sade bir sözle, bir işaretle beni temin etseniz, bana sade ‘Hâlâ seviyorum fakat korkuyorum’ deseniz ben sizin için aylarca ateşlerde yanar, saadet ve ümitle beklerdim.”

Vahşi bir kinden mahzun bir şikâyet ve esefe geçmiş, sobanın yanında, ayakta, ağlar gibi söylüyordu ve Suat’ın hâlâ mahmumane bir faaliyetle dikişle meşguliyetine bakarak devam etti:

“Fakat siz hiç, hiçbir şey yapmadınız. Bir nazarınız bana bir ay elverir, bir tebessümünüz sizden günlerce mahrum yaşamak için kuvvet verirdi. Siz bunları esirgediniz ve beni def ettiniz. Söyleyiniz, benim ne kabahatim vardı? Size ben ne yapmıştım?”

Sükût etti. Cevap bekler gibiydi. Onun hâlâ bir cevap vermediğini görerek inler gibi “Ah beni nasıl def ettiğinizi, benden nasıl kaçtığınızı düşündükçe...” diye ah etti, sonra tekrar gittikçe tehevvür eden bir seda-yı yeisle “Ve şimdi acıyorsunuz. Öldürdükten sonra şimdi merhamet öyle mi? Fakat artık istemiyorum. Sizden hiçbir şey istemiyorum. Zira artık her şeyden bıktım. Bekliyordum ki bir ayak evvel her şey bitsin de kurtulayım. Anlıyor musunuz, artık kurtulmak istiyorum.” Suat, Hacer meselesinde nasıl yanıldığını anlıyor, affolunmak için yanıyordu. Onu müteessir ettiğini anlayan Necip daha hasretle, sanki kendi kendine söylüyormuş gibi yavaş bir sesle:

“Halbuki ne emellerim vardı. Ne güzel emellerim vardı! Gideriz diyordum, benimle beraber gelirsiniz zannediyordum. Ne delice, gülünç bir hülya değil mi? ‒Acı acı gülümsedi‒ Size bir kâşane takdim edemem, fakat birbirini çok sevdikten sonra neyin ehemiyyeti kalır diyordum. Aşk her şeyi unutturur diyordum. Beni gerçekten seviyorsunuz zannediyordum!”

Birden Suat’ın gözlerinden eğilmiş olduğu dikişe yaşların sukutunu gördü ve namütenahi bir şevk ve sürurla:

“Ah ağlıyorsunuz” diye sevindi. “Ağlıyorsunuz, demek seviyorsunuz, demek hâlâ seviyorsunuz? Onlar hep yalandı değil mi? Ah bir kere buna emin olsam Suat, bir kere daha emin olsam, senden ayrı bile yaşamak için kuvvet bulacağıma yemin ederim. Ah seni ne kadar, delice sevdiğimi bir bilsen Suat, bir bilsen...”

Sesi derin bir feryatla söndü. Suat, o, artık daha ziyade mukavemet edemeyerek dikişiyle yüzünü kapamıştı ve Necip onun hıçkırdığını işiterek bitab-ı saadet, oraya bir koltuğa düştü ve orada mest ve nalan kollarını ona uzatarak:

“Ah bu yaşlar, bu yaşlar” diye feryat etti. “Zannediyorum ki hayatım çoğalıyor.”

Onun bükasına meftun, kendi ağlamaya müheyya, bir müddet sükûtla onun ağlayışını dinledi. Uzun kahırlardan, yeislerden sonra bu nagehani saadet bütün kabiliyet-i âşıkânesini son derece-yi feragata isad etmişti. Ona bakarken, onun kendisi için ağladığını işitirken onun bir nefesi için orada ölüp gitmek kadar büyük saadet olamaz gibi geliyor ve gerçekten böyle ölecekmiş kadar mest ve mesut bekliyordu. Ona son derece merhamet ve himaye hissiyle memzuç bir meftuniyetle uzun uzun baktı. Sonra birdenbire kalkıp yanındaki koltuğa giderek derin bir enin ve istirhamla yalvarmaya başladı.

“Ah Suat, gel gidelim” diyordu. “Gel, her şeyi unutalım, her şeyi bırakalım. Bak sana artık söylemeye cesaret ediyorum Suat, ölünceye kadar, saniyelerine kadar hayatım senindir. Gel bunu kabul et Suat, bak ağlayarak yemin ediyorum ki beni ne kadar mesut edeceğini kabil değil, anlayamazsın.”

İkisi de mesut, aciz bu teklifin ciddiyeti altında bilaihtiyar ezilerek sükût ettiler. Bir an oldu ki nazarları derin bir şükran ve saadetle parladı. İkisi de birbirlerine ne kadar merbut ve müteşekkir olduklarını gördüler fakat hemen ikisinde de bir zulmet peyda oldu. Gayriihtiyari birinde peyda olan Süreyya mülahazası sanki diğerlerine de sirayet etmişti ve sapsarı, mütereddit bakıştılar. Gözlerin başladığı mülahazayı genç kadın ikmal etti, nihayetsiz bir yorgunlukla: “Hayır Necip, hayır” dedi. “Bana birbirimizden o kadar şey istemeye hakkımız yoktur gibi geliyor. Hem her şeyi unutsam bile, Süreyya var, bilsen ona ne kadar acıyorum Necip. Bile bile ona bu fenalığı etmek o kadar fena geliyor ki... Düşün, onun için bu ne acı bir hakaret olur değil mi?”

Henüz yaşları kurumamış mahzun gözleri, nazarlarının derin hararetiyle, ona bakarak cevap bekliyor gibiydi. Necip bu nazarda namütenahi bir hüzün ve rikkat bir esef ve feragat görüyor ve Suat’a bir an olsun bu kadar malik olmak, Süreyya’nın hayatı kendi rey ve rızasına merbut bulunmak, o kadar yakın, samimi, hakim olmak onu o kadar mest ediyordu ki müteşekkirane tasdik etti. Bu saadetinin içinde bir zaman kendini o kadar kahr ve

ebun eden acı mülahazalardan gafildi. Maahaza bu tasavvurun ne kadar gayr-i kabil-i icra olduğunu hissediyordu. Ona Süreyya için “O ne olursa olsun” demekte ruhuna ağır gelen bir küçüklük, ona bir adem-i liyakat ve genç kadını sade aşkıyla icbar değil, ikna edecek, Süreyya’yı ihmal ettirecek birçok delail ibraz edebileceğini düşündüğü için bile kendini levm ediyordu. Ve bir kere bu mülahazalara geçince, hareketlerinin akıbetini yalnız bir noktadan düşünmek birden bütün nukat-ı nazara onu sevk etmişti. İlk cümlede böyle müellim bir cerihaya sebep olacağını görerek Suat’tan o kadar fedakârlık isteyemeyeceğini anlıyor, hatta teklifinin ciddiyet ve cesaretiyle eziliyordu. Ve bir saniye daha sükût ederse hararet ve cazibenin muhtel olacağını bildiği halde de bu saniye bir kararsızlık ve mücadele arasında geçmiş bulunuyordu. Öyle ki genç kadın tereddütle ona bakarken, onu bir saniye içinde yine pek zayıf ve nalan gördüğü için taaccüp, taaccüpten tahattura intikal ederek hep mazilerini bir anda yaşamış gibi oluyor ve kendine daima müfteris bir mücazat gibi görünen aşklarının atisini düşünerek tereddütü kuvvet buluyordu. O kadar tecrübe görmüşler, öyle meraretlerle mecruh olmuşlar, öyle şeyler hissetmişlerdi ki bu iki dakikalık sükûtun nihayetinde birbirlerine bakarlarken sanki o ayrı düşünülmüş, korkulmuş şeyleri birbirlerinin gözlerinde görür gibi oluyorlardı. İkisine de aşk irade-yi beşeriyenin haricinde bir hayat-ı hususiyeye malik olduğu için itaatten ziyade zalimane tahakküm eden bir canavar gibi geliyordu. Suat ona “Hiç değişmeyeceğine emin misin?” gibi bakıyor ve zannediyordu ki bu suali sorsa sahiden Necip cevapta duçar-ı müşkülat olacaktır. Genç kadın bu mülahaza içine o kadar gömülmüştü ki Necip başını kaldırıp derin, bitap bir esefle “Evet, hakkın var” dediği zaman iki dakika evvel söylediğini unutmuştu. Onun için bu sözün manasından yalnız artık her şeyin bittiği meraretini duydu. Necip de, o da bu sözü telaffuz eder etmez, bir an emniyet ile temellük hissi hasıl ettiği için bu devam edecek zannederken yerine acı bir hicranın kaim olduğunu görünce nasıl bir saadetten mahrum olduğunu anlayarak yandı ve ateşle “Fakat beni sev Suat, beni sev!” diye inledi. Kaybettiğini tazmin etmek istiyormuş gibi bir tehalüğü, bir meshufiyeti vardı. Şimdiden nedamet kendini istila ediyordu. “Hiç olmazsa vaat et Suat” diyordu, “Beni seveceğini vaat et. Beni, beni, yalnız beni... Vaat et, bari kalbin benim olsun, beni hiç unutma. Ah söyle Suat. Söyle hiç olmazsa sevdin mi, söyle sevdin mi ha?”

Bu kadar yakından, bu kadar hararete ilk defa mülaki olan Suat, ömrünün aşkla, esefle, hasretle en aciz ve zayıf bir zamanında, bu ateşle bütün bütün harap oluyordu ve sözü kâfi görmüyormuş gibi haykırmak isteyerek, canını verir gibi ellerini uzattı ve bunları tuttuğu an zarfında Necip bu uzun ve mahrum aşkın bütün mükâfatına nail olmuş gibi mesut oldum zannetti. Başka bir hayatta, başka bir âlemdeymiş gibi titriyorlardı. Ve bu uzun bir temin-i aşk, ahlarla, gözyaşlarıyla, çarpıntılarla ikisinin de ruhunu
mezc ve tevhit eden, sözlerin bütün ruhla içildiği, hüviyetlerin birbirinde hal ve medhuş olduğu bir an-ı aşk oldu.

Birisi sade onu sevdiğine ve onu seveceğine, diğeri bu emniyetle işkencelere tahammül edeceğine yemin ediyorlardı. Necip “Sade, müsaade edersen, ayda yılda bir, Necip birkaç saat buraya gelir” diyordu. “O zaman bir nazarın bana bir hayat olur, bir tebessümün kuvvet verir değil mi?” Şimdi fedakârlıklarının, el ele sade kendilerini mest ettiği devresinde, bir gaflet-i hayalle her zaman aynı tahassüsle mesut olacaklarmış gibi memnun ve müteşekkirdiler. Sonra yadigâr meselesi çıktı. Necip “Bende var ama pek zavallı bir yadigâr, çalınmış” diye o kadar mest olduğu tek eldiveni çıkardı. “Ben size bunu vereyim.” Onu kalbinin üstünde o kadar taşımıştı ki hemen kalbi olmuştu. “Fakat siz bana” diyordu. O zaman genç kadın gömleğinden bir şey çıkardı. Bu aynı eldivenin diğer tekiydi. Evde o teki o zamandan beri saklamıştı. Ve Necip bunu görünce o kadar mesut oldu ki eldiveni de bunu tutan eli de kaparak ağzına götürdü. Ve ilk defa olarak dudakları ona temas etti. Bu elde evvela bir tuğyan-ı ismet vardı, fakat o kadar titriyordu ve Necip o kadar ısrar etti ki nihayet bütün bütün mukavemetsiz kaldı.

Kendilerinden başka şeyleri o kadar unutmuşlardı ki saatin sesi onlar için acı bir tembih oldu. Genç kadın ellerinin onun ellerinde olmasından sıkılmış, Necip bunları bırakırsa ne yapacakmış gibi mahrum ve müştak, şimdiden bu saadetten bile ayrılmak mecburiyetiyle nalan kaldılar. Fakat ayrılmak lazım geliyordu. O zaman Necip yana yana ondan son bir lütuf daha istirham etti. Bunu korkarak, titreyerek, ninesinden rica eden bir masum haliyle söylüyordu. Onu gözlerinden bir kere, son defa öpmek istiyordu. “Mademki ayrılıyoruz” diyordu. Onları o kadar sevmiş, asıl onları sevmiş, hayatında onlar kendine o kadar saadet vermiş ve o kadar vaat etmişti ki şimdi böyle ayrılmak pek güç geliyordu ve Suat’ın hafif bir tereddütle, bir reng-i hicapla kapanır gibi titreyen gözlerinden öptüğü zaman bunlardan, onun vücudundan ayrılmak, bu elleri bırakıp çıkmak, bu nihayetsiz rüya-yı saadetten avdet pek zalim, müfteris bir şey oldu. Bu elemnak, zehralud, muhrip bir ceriha gibi yanmaya başladı. Necip çıkıyordu. İkisine de bundan sonraki hayatları yaşamaya değmeyecek bir zulmet gibi, enindar, boş, ebralad bir çöl gibi geliyordu. Beyhude yere feda edilmiş hayatlarının hüsranıyla ezilerek ikisi de bir dakikalık bir gafletin eseri olan bu iftirak için birbirine haykırmak istiyorlar fakat muktedir olamıyorlardı ve ikisi de yalnız kalınca bir yük taşımış da düşüyormuş gibi fakat kalkmayıp can vermek isteyecek kadar bitap ve mecruh, sanki hunalud serildiler.

Nihayet, nihayet işte bitmişti ve sade kendi sebeplerine bitmişti.

Necip sokakta sendeleyerek, çamurların içine daldı. Yağmur altında fark etmeyerek yürürken aklına başka bir yağmurlu gün geldi ve kalbi o kadar ezildi ki fedakârlığının derecesini bütün acılığıyla hissetti. Ah hayatın bu kadar fedakârlığa değecek nesi, ne mükâfatı vardı? Böyle bir aşkı feda etmek için hayat, namus bize hiçbir şey mi veriyor, miskin bir rahattan başka ne veriyordu? Ve hayata, hayatın bütün itibariyat-i müessesesine müfteris bir kinle
kudurmuş, yürürken gözleri sulanarak görmüyor, çamurlara yatmak istiyordu.

“Beyim araba!” dediler; bir arabaya atladı. Ve eldiveni elinde hissederek onu dudaklarına götürdü. O zaman onun ellerini, gözlerini tahattur ederek yaşlar bütün bütün dökülmeye başladılar. “Ah gitti, gitti. Hem kendi elimle!...” diye inliyordu. Başını arabanın bir kenarına dayamış uzun uzun ağlıyordu. Hayatta aşka galebe edecek hiçbir şey bulmuyordu. Hissiyat ve temayülat-ı beşeriyenin en ulvisi, en mümtazı oydu ve bütün öbürleri onun huzurunda sade sükût ve tezellül etmek icap ederdi. Dünyada büyük, mütehakkim, tabii ancak o vardı. Onun yanında her şey suni, indî, itibari kalıyordu. Bunlar sade muhal değil, vahşi, gayr-i tabii, cebr-i tabiat olarak kalıyordu. Ne kadar tahammülsüz bir ateş olursa olsun, ıstırapları lezzet ve saadetini o kadar tezyid ediyor, bizzat işkencesi bir saadet oluyordu. Öldürerek, medhuş ederek yakan, zevki ne kadar ani ise o kadar tahammül-i beşerin haricinde cansuz olan bir ateş! “İşte aşk!” diyordu. İnleyerek “Ah sade aşk, sade birbirini sevenlerin her şeyi unutup münevver, müzehhep gördükleri rüya-yı şiir ve heyecan var, sade o, sade o.” Hatta bütün ceza bile olsa, bütün cinayet bile olsa, onu bilmeyenler, bu saniyeyi yaşamayanlar için “Yaşamadık” diye feryat etmek lazımdı. Ondan başka her şey boş, her şey hiç, her şey beyhudeydi. O olmasa hiç, hiçbir şey olmazdı. Ve yine ondan başka bir şey yoktu. Yalan olsun, sahte olsun, yine daima o hükümran oluyor, her şeyde, herhalde o galebe ediyordu. “Ah ne iyi oluyor da yine o galebe ediyor, her yerde, daima o galebe ediyor, bütün o meskenetler daima eziliyor, istihkar olunuyor!” diye yanarak söyleniyordu. Ve araba onu sokaklardan geçirirken içi yanarak “Ah Suat, biz, sade biz divanelik ettik. Başka kim olsa, yapmazdı” diye inledi. Sonra onu düşündü. Acaba o ne yapıyordu?

O da ağlıyordu. Orada, dikişinin üstünde, yapayalnız, derin bir kimsesizlik hicranıyla o da ağlıyordu. O, Necip’ten ziyade ruhen bakir olduğu için daha zahmdar çıkmıştı. Ateşli bir rüyadan çıkmış gibiydi, fakat o kadar mest olmuştu ki artık bu hayatını hiç sevmiyordu ve saadetinin bir rüya gibi tekrar gayr-i kabil-i ihya olmasına yanarak matemle “Bari mesut oldun ya, hiç olmazsa cidden sevdin ve bir hayatta istenilecek kadar sevdin ya!” diyordu. Fakat bu kanaatinde bir noksanıyla zebundu. Aşkı kavuracak kadar şedit bir ateş olsaydı ve hayatını onun için feda etseydi, daha mesut olacağını, işte ancak o zaman mesut olacağını zannediyordu. O kadar mest ve mahmurdu ki şimdi Süreyya’yı feda etmek acılığını bile hissetmiyordu. Hayatını artık o kadar renksiz görüyordu ki uzun bir hayat-ı sükûna bedel yakıp kavuran bir saniye-yi aşkı tercih etmek saadetine tahassür ediyordu. Ve bu saniyeyi bir kere hissettikten sonra bunu beyhude hülyalara feda etmek gayr-i kabil-i tamir bir hata gibi gelerek meskenete feda ettiği saadetin yarasıyla ağlıyordu. Şimdi bütün istikbal endişelerini manasız görüyor, “Hiç olmazsa beraber ölmek de mi yoktu, hiç olmazsa onun için ölmek de mi yoktu?” diyordu. Ölmese ve çekse bile böyle birkaç saniye-yi aşk bütün bir hayata bin kere, yüz bin kere müreccah değil miydi?

Ve ağladı, başını yastıkların arasına sokarak, saatlerce ağladı.

 

* * *

 

Zulmetin içinde bu canhıraş bir feryatla başladı. Akabinde koşuşmalar, gürültüler, sayhalar gittikçe mütezayid bir tevaliyle etrafa yayılıyor, etraftan tehacüm eden mütelaşi, çılgın izdiham bir nehrin cuşişi gibi uğuldayarak yığılıyor, koşuşuyor, bağrışıyordu ve bütün bu tehalük-ı esvat arasında gittikçe büyüyen bir inilti, bir uluma vardı ki her şeyi yutuyor, sayhalar, naralar bunun içinde kayboluyordu. Ve bu çatlayan, kırılan camların, binanın orasından burasından boğulurcasına çıkan mütehacim, mütehevvir, orada siyah, burada beyaz, ötede hunin dumanların uğultusuydu. Bir zaman geldi ki bir taraf bütün ateş oldu. Homurdanarak, çatlayarak, gürleyerek, alevler etrafı tuttu. O zaman ölüme bütün bütün yayıldı, etrafta her köşeden yükselen feryatlar, naralar, sayhalar birbirine bir kıyamet gibi karıştı.

Onlar içerde, ilk telaşın heyecanıyla sersem, çılgın, dışarı fırlamışlardı. Henüz dumanlarla kıvrılan, sade içerde bir kısımda homurdanan ateşin iyice aydınlatamadığı kış gecesinde birbirlerini arıyorlardı. Camların bir kısmı patlıyor, bazısından duman, birkaçından ateş görünüyordu. Selamlık tarafı artık ateş içindeydi. Bahçenin meşum aydınlığında koşuşan, haykırışan hayaletler arasında
perişan, samiahıraş bir sesle bir kadın “Süreyya, Süreyya” diye seslenerek birini arıyordu. Bu hanımefendiydi ki efendiyi bir tarafa götürerek şimdi onlar için koşuyordu. Nihayet onu bulduğu zaman “Suat, o nerede?” diye haykırdı. Süreyya deli gibiydi. İşitmiyor, bilmiyor, görmüyor gibi “Beraberdik, çıkıyorduk. Fakat bilmem...” diye inliyordu. Sonra acı bir sayhayla “Suat, Suat” diye çağırmaya, oraya buraya sersem sersem koşmaya başladı. Bir an bahçedekilerin hepsinde bu feryat işitildi: “Suat, Suat!” Fakat hiçbir cevap yoktu.

Sonra bir kısık ses daha işitildi. “Suat mı? Yok mu? Niçin?” Bu Necip’in sesiydi. Süreyya ile karşılaştılar, boğuk sesle birbirlerine haykırıştılar, ihtiyar kadın feryat ederek “Lakin Allah aşkına, koşunuz, bakınız kızcağıza” dedi. Yalvarıyordu. Birisi “Sakın içerde kalmasın!” dedi. O zaman Necip’le Süreyya’nın kapıya doğru koştuğu görüldü. Aşağıki merdiven henüz ateşten masundu. Sade muhrip bir duman boğuyor, çatırtıdan, hararetten bunalıyorlardı. Haykırarak merdivenin üst başında bulundular. Selamlık tarafına giden koridor ateş içindeydi. Harem sofası kesif bir dumanla kaynıyor, Süreyya’nın odası köşede duman içinde kayboluyordu. O zaman Süreyya orada, içeriye girmeye cesaret edemeyerek “Suat, Suat” diye haykırdı. Necip kapının önüne kadar koşmuştu. Dehşetli bir hararetle boğuluyorlardı. Tekrar Necip “Suat” diye inledi. İkisine de bir inilti işitiyoruz gibi geldi. Fakat ses muharriş bir çatırtıyla boğuldu. Bir fırından fışkıran alev gibi yakarak, eriterek hücum eden duman içinde evvela bir saniye ikisi de tereddüt ettiler. Fakat sonra Süreyya Necip’in haykırarak içeri atıldığını gördü. “Necip!” diye koşmak istedi, fakat dehşetli bir çatırtıyla tavanın yıkılıp oda kapısının ateş içinde kaybolduğunu görerek deli gibi döndü.

 

Boğaziçi, Şubat-Mart 1316 (1901)

Loading...
0%