Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@mehmetrauf

Maahaza o pazar Ada’ya gideceğine oraya gitti.

Ve vapur Boğaziçi’ne şitap eden halkla taşarak, Köprü’den çözülüp Boğaz’ın mavi sinesine gömüldükçe bu kendisi için bir inşirah, gitgide çoğalan bir küşayiş oldu. Etrafına bakarak hep şad ve handan bulduğu yolcuların baharla sermest hayatları, süruru arasında bir zevk-i hayat hissediyor, geniş nefesler alarak kırların telatum eden yeşilliklerinin, renk renk çiçeklerinin taze kokularıyla bir zindegi, bir faaliyet galeyanına boğuluyordu. Bütün melal ve kasveti Beyoğlu’nun karanlık sokaklarında kalmıştı. Her çehrede bir neşe vardı. Vapurun üst güvertesini dolduran halk içinde kadınların hepsi ona bugün şayan-ı arzu bir güzellikle görünüyorlardı. Sahil binalarının sürat-i teakup ve tevalisinden nim sersem, gözünün önünde kaynayan şu cuşacuş hayattan nim habideydi. İskeleler kendilerine gelen yolcuları boşalttıkça vapur bir kere nefes alıyor, biraz hafifliyordu. Büyükdere, son kafile-yi züvvarı alıp vapur adeta boşandığı zaman Necip kendini topladı. Şimdi nasıl bir şetaretle, hüsn-i niyet ve safvet-i kalple, nasıl bir saadet tarafından karşılanacağını düşünerek seviniyor, gülüyor, nihayetsiz bir memnuniyetle telaş ediyordu. Yalıya doğru yaklaştıkça bu telaş bir heyecan oluyor, Suat’ı, Süreyya’yı şimdiden görerek kalbi çarpıyordu.

Evvela kendisini Suat gördü, eliyle işaret ederek içeri seslendi. O zaman pencerede karı koca ikisinin de başları göründü. Süreyya uzun bir “Ooo!”yla selamladı. Kapıyı hizmetçi kız açmıştı. İçeri girer girmez merdivenden koşarak inen Süreyya’nın karşısında bulundu. Bu şetaretli bir kabul oldu. “Oh ne iyi ettin de geldin!” diyordu.

Yukarı çıkmışlar, Suat’a mülaki olmuşlardı, kendinin bugün geleceğini umduklarını söylüyorlardı. Necip merak ediyor, “Nasıl?” diyordu.

Süreyya izah etti:

“Hava sabahleyin o kadar parlak, o kadar nefisti ki Suat ‘Bugün Necip Bey belki gelir,’ dedi. Ah sabahları erkenden buradaki letafeti, ciyadeti... Bilmem ki söz bulamıyorum, denizin nezaketini, taravetini, yeşilliğini, nihayet şu Boğaziçi sabahının bekâretini görmeli Necip... Fakat ben bugün adaya gideceğini bildiğim için meyus oluyorduk. Maahaza bilmem niçin, yine umuyorduk.”

Ve gülerek zevcesine baktı:

“Hatta Suat hazırlıkta bile bulunuyordu, malum ya, artık o ev kadını oldu.”

Suat kızararak nim serzenişle “Beyefendiyi misafir kabul edecek bir hale koymaya uğraşıyorum” dedi.

O zaman Necip söyledi. Gece Beyoğlu’nda ne kadar bunaldığını, bugün Ada’ya gitmek istediği halde, oraya gidip birtakım renksiz çehreler, lakayt dostlar, bigâne kalpler göreceğine gelip fildişi yuvalarındaki dostlarının misafiri olmayı tercih ettiğini anlattı.

“Ah görseniz artık” diyordu, “Görseniz artık Beyoğlu ne kadar tahammül edilmeyecek hale geldi. Sabahları yine biraz serince oluyor, rutubet biraz işe yarıyor, fakat sabahları da Beyoğlu’nun o baş ağrıtan satıcı gürültülerinin evlerin içinde nasıl çınladığını bilseniz. Sonra öğle oldu mu durmak, oturmak kabil değil. Toz, güneş, ter... İnsan boğuluyor, boğuluyor. Onun için buraları adama bir köy, bir Bursa gibi geliyor. Hele bu Yenimahalle. Sahihan fildişinden yuva. Uzak, uzak... Sanki kaçmış, kaybolmuş. Ah buraya gelip dünyayı unuttuğunuza ne iyi ettiniz!”

Süreyya muvaffakiyetinin ibtisam-ı saadetiyle ilave etti:

“Unutmuş ve unutulmuş değil mi?”

Sonra Necip’i elinden tutarak “Hele şimdi gel de sana kafesimizi gezdirelim. Servetimizi gör. Bir kere balkon odasına gidelim de bak manzaraya” dedi. Bir merdiven çıkarak deniz üzerindeki salona girdiler. Burası evin arzı kadar geniş bir odaydı. Panjurları açınca evvela bir mebzuliyet-i teşa’şu içinde gözleri kamaştı. Suat ilerleyerek balkona çıkan orta kapıyı da açtı. Üçü birden balkona geçtiler. Saçaklardan kendi giremeyen güneş beyaz, coşan bir ziyayla burayı, içeriye doğru gittikçe gölgelenen bir şaşaaya boğuyor, denizde dalgaların oyunlarıyla temevvüç eden inikâs, gölgeleri bile bir gümüş beyazlığıyla yıkayarak ketum bir hararet içinde bir hande-yi şems tebellür ediyordu.

Süreyya “Asıl buraya bak” diyor, karşıda Ana­dolu’nun Kavaklar’dan başlayıp Beykoz’dan geçerek Paşabahçesi’nden ta Çubuklu’ya, sonra Yeniköy’den başlayıp bütün Tarabya’yı, Büyükdere koyunu takiple Mesar Burnu’na kadar gelen sevahil arasındaki cesim, geniş gölü gösteriyor, eliyle işaret ederek “Nasıl, tıpkı bir göl değil mi?” diye soruyordu.

Necip “Oh, pek güzel sahi!” dedi.

Balkonun kenarına kadar ilerlemişti. Hafif bir nevaziş-i rüzgârla dalgacıklar püsküren geniş sath-ı ab güneşin altında baygın, mütenevvir, bitap serilmiş, müzab bir vadi-yi simin gibi tele’lü ediyor, sevahilin üstünde imtidad-ı nazarı sürükleyip ufuklarda yoran tepelerin her biri başka gölgeler, dumanlar altında, havasının ateşten titrediği hissedilen eflatun, kurşuni, sarı hutut-i cibal, en nihayet vasi bir denizin ziyalar içinde ufka dökülen hayali adaları gibi müphem, nermin
bir ateş-i beyaz üzerinde lerzende esdad-ı ehval tevali ediyordu.

Süreyya tekrar ediyor, “Nasıl, muhteşem değil mi?” diye soruyordu. Sonra birden alevlenerek “Ya bu rüzgâr” dedi, “Sorarım sana, bu rüzgârı başka nerede bulursun Necip? İmkânı var mıdır? Bu temiz, saf, Suat’ın dediği gibi köpüre köpüre esen rüzgârı... Şu şetarete, şu tazeliğe, şu hayata bak Allah aşkına... Bağ diye gidip o cehennem ocağına tıkılmak yazık değil mi?”

Necip oraya, bir büyük saksının yanına konulmuş geniş bir hasır koltuğa oturarak “Muhteşem, muhteşem!” diye tekrar etti.

Zevç ve zevce memnun, saadetleri gözlerinde gülerek, birbirlerine bakıyorlardı.

Suat:

“Daha bu ilk memnuniyetin arkası alınmadı” dedi, “Her gün başka bir güzellik var.”

Süreyya nazar-ı şükranla Suat’a baktı:

“Ah, bütün bunların senin sayende olduğunu düşündükçe benim sevgili karıcığım!”

Suat elini tutmak için uzanan ellerden kaçıp bir gamze-yi iğbirarla:

“Bak yine söylüyorsun, şu fena kelimeyi yine tekrar ediyorsun.”

Süreyya gülüyor, çırpınıyor, “Ne yapayım, unutuyorum. Affet Suat” diyordu. Sonra Necip’e döndü:

“Bir türlü kendimi men edemiyorum. Halbuki ‘karıcığım’ sözü bizim hanımefendinin en büyük zıddı.”

Necip bu küçük mahremiyet-i aile meclisinde nim dalgın, derin bir acıyla kendi kendine “Evet, insanın bir karısı olup da onu sade ismiyle çağırmak saadeti” diye teessüf ediyordu.

Süreyya nihayet Suat’ın elini almıştı, Necip’e döndü: “Evet kardeşim” dedi, “biz artık Boğaziçi’nin mesut, mesutluklarından çılgın kuşları! Maahaza bu saadet ara sıra gagalaşmamızı menetmiyor. Hele ben... Tasavvur et ki artık her şeyime itiraz olunuyor. Hatta hamaratlığıma bile.”

Suat hakkını ispat için telaş ederek:

“Ooo, bahusus ona” dedi, “her gün kaleme gitmeye kalkmaz mı!”

Süreyya latife eder gibi yine hep Necip’e anlatıyordu: “Ee, ne yapalım? Para kazanmak lazım değil mi? İşte pekâlâ görülüyor ki ana baba adama para vermiyor. Halbuki her sene insan karısının parasına boyun eğmez ya... Ev tutulunca neyse... Fakat karısının ekmeğine...”

Suat başını uzaktan gelen bir ses tarassuteden kuş tavrıyla eğerek nim handan bir serzenişle dinliyordu. Sonra birdenbire kıpkırmızı kesildi, “Devam edersen... Devam edersen...” diye eliyle tehdit ediyordu ve Süreyya elini bırakmadığından darılmış da kurtulmak istiyormuş gibi çırpınıyor, siyah gözlerinde bir berk-i tehevvürle kurtulmak için uğraşıyordu.

Süreyya koyuvermeyerek:

“Haklı değil miyim Necip Bey” diyordu. “Pekâlâ, ister misin şimdi Necip’i hakem nasbedelim?”

Suat nihayet mağlup olup tevakkuf etti: “Pekâlâ, ben onun insafından eminim, fakat evvela ben anlatacağım.”

Bir küçük muanede başladı, iptida hangisi evvel anlatmak lazım geldiğini kararlaştırdılar. Suat “O kadar müddet her gün evde durmaya alıştırdıktan sonra şimdi bahusus asıl yeni misafir olduğumuz için çıkıp kırdan, bahardan, buradan istifade edeceğimiz yerde, her gün İstanbul’a inilir mi?” diye şikâyet ediyordu.

Süreyya gaddar çocukluk ederek “Niçin inilmesin?” diyor, gülerek Suat’ın hâlâ elini bırakmıyor, hizmetçi kızın balkon kapısında görünüp işaret etmesi Suat’ın bütün bütün kurtulmak çaresini aramaya mecbur etti. Süreyya “Olmaz, olmaz, göndermeyiz” diyordu, “Hem misafiri yalnız bırakıp gitmek...”

Necip:

“Mademki hususi bir iş için” dedi.

Süreyya çıkıştı:

“İşte ben de ondan bıktım. Buraya geldik geleli bu hain evin işi bitmiyor, işte ben de bundan şikâyet ediyorum. Evde akşama kadar beraber oturmaya alıştırıp, şimdi burada ev kadınlığını bahane ederek akşama kadar kaybolduktan sonra benim her gün kaleme gitmeye hakkım yok mu?”

Suat, “İşim var canım!” diye darılıyordu. Nihayet darılmakla bir iş göremeyeceğini anlayınca yalvarmaya mecbur oldu. “Allah aşkına bırak” diyordu. Gözleri ricayla pürnur, perişan bakıyor, dudakları titreyerek yalvarıyordu.

“Gideyim bakayım, bırak. Allah aşkına bırak.”

Süreyya çabuk geleceğine yemin etmeyince bırakmadı ve iki erkek yalnız kaldıkları zaman Süreyya karşısındaki koltuğa arka üstü yatıp şimdi nim mahzun:

“İşte böyle kardeşim” dedi. “Sana yemin ederim ki onsuz kalsam, ölürüm.”

Sükût ettiler. Rüzgârın sade öperek geçtiği sakin dalgaların çakıllar arasındaki oyuklardan çıkardığı sesle uyuşturucu bir hışıltı oluyor, bu ses denizin iltimaatından çıkıyor zannedilecek kadar o iltimalarla hem-ahenk bulunuyordu.

Necip, “Demek her gün böylesiniz” dedi.

“Evet, fakat sade bu değil, hele kalk da bak, ne letafet Necip, ne letafet.”

Necip birden acı bir teessüfle bu gece Beyoğlu’na dönmek mecburiyetinde olduğunu hatırladı ve “Vah vah!” diyerek Süreyya’ya bunu haber verince, o koltuğundan fırladı:

“Ne? İmkânı yok. Vallahi billahi olmaz. İnsan Boğaz­içi’ne gelip böyle hemen dönmeye kalkarsa, cinayet etmiş olur ve her cezaya müstahaktır.”

Necip söz verdiğinden bahsederek affedilmesini rica ediyor, Süreyya inatla “Koyuvermeyiz, imkânı yok. Suat kabil değil razı olmaz” diyordu ve bu kadarla Necip’i ikna etmiş gibi başka bahse, konuşulan bahse geçti, buradaki hayatlarını anlatmaya başladı.

O asıl sabahları seviyordu, o oturdukları odanın üstünde yatıyorlardı. Evvela güneş, o cehennem güneşi, o siyah dumanlı insanın belini büken güneş değil, kız gibi saf ve taze bir güneş gelip odaları aydınlatıyor, “Uyanınız!” diyordu. Sabaha kadar deniz insana mahrem ve şen bir ninni söylüyor, bazen tehevvür ederek gürlüyor, köpürüyor fakat ekseriya böyle sakin, bir kuzu gibi melul ve uslu... Suat, her gün bu güneşle beraber uyanıyor, sıçrayıp camları açıyordu. O zaman sabah içeri, hayat, neşe, bahusus gençlik, her şey sade bu güneşle, sade denizin sesleriyle, bütün bunlar odalarına ve kalplerine hücum ediyordu. İnsanı gelip böyle koklayarak ısıtan, denizin taravetiyle serin bir hararet veren güneşle yıkanıyorlardı. İşte Süreyya buna doyamıyordu.

“Bazen Suat bir şemsiye, ben bir baston alıp çıkıveriyoruz. Burada ağaçlıklar, korular filan yok, ama şu arkada Kavak’a giden ince bir çoban yolu var. Oraya çıkınca Karadeniz görünüyor. İşte o her şeye muadil”

Eğer Suat’ın bu ev deliliği olmasaydı, daha uzaklara gideceklerdi fakat o inat ediyor, mutlaka her yemekte kendi eliyle hazırlanacak bir şey, bir nazar atılacak işler buluyordu. Velhasıl bu güzel sabahtan sonra sofra başına geçip karısını karşısına alıp da sükûn ve samimiyet içinde yemeğini yerken zevk-i hayat son dereceyi buluyordu.

Süreyya bunu söyledikten sonra göz kırpıp “Öyle mi zannedersin? O halde öğleden sonranın letafetini unutuyorsun” diye öğleyi medhe başladı. Öğleden sonra buraya, balkona çıkıyorlar, kamış koltuklara uzanıyorlardı. Hararet çoğalmış, fakat aşağıda deniz hâlâ serin. Onun seslerinde öyle bir lahn-ı davet çağlıyordu ki insan kendini yeşil suların arasında zannediyordu. Rehavet bu serinliğin, bu nim hararetin arasında yavaş yavaş öyle bir dereceye geliyordu ki nim uykuda, nim uyanık süzülüp gidiyorlardı. Bu böyle iki saat devam ediyordu. Sonra gezmeye çıkıyorlardı. Akşam gezmesine. Bir arabaya atlayınca, Büyükdere’ye doğru.

Sonra gece İstanbul’un en zarif, en müzeyyen, en sakin geceleri. Ziyaya lüzum hissetmeksizin, semanın denize akseden bütün nurları o kadar şen bir rehavet-ı ziya hasıl ediyordu ki o gölgenin içine gömülmüş, nim ölmüş kalıyorlardı. O zaman denizin, semanın, karşıki kırların tasvir olunmaz letafetleri vardı.

Süreyya uzanmış, sade ellerini kullanarak, bazen bahisten bahse geçmek için biraz durarak, kelime kelime anlattıkça Necip sükût içinde dinliyordu. Nihayet Süreyya “İşte hayatımız” dedi, “yemin ederim ki hiç bu kadar mesut olduğumu bilmiyorum.”

O sırada Suat’ın sesini işittiler. “Şükretmeli, şükretmeli” diyordu. Süreyya yattığı yerden kımıldanmayarak “Sen şükredeceğine buraya bak” dedi ve eliyle Necip’i göstererek “Akşama gidiyormuş!”

Suat mebhut “Kabil değil, latife ediyorsun!” diyordu. Süreyya temin ediyordu, sonra gülerek “İşte bir haber ki Suat’ın bütün tasavvurlarını harap etti. O kim bilir yeni ev kadını sıfatıyla ne hazırlıklarda bulunmuştu.”

Suat Necip’le meşgulken bu söz üzerine dönüp tehditli bir kaşla bakarak “Sükût, ne iyi şeydir!” dedi. Öbür tarafta Necip bile teessüfle kalamayacağını tekrar ediyordu. Süreyya gülerek “Bu kadar ısrar” dedi, sonra göz kırparak ilave etti:

“İleri gitmeyelim. Kim bilir, Beyoğlu bu.”

Nihayet Suat, bugün gidip yarın mutlaka gelmek şartıyla razı olacağını söyledi. Süreyya “Öyle ya, bahar bitiyor” dedi. Kendileri Beykoz Çayırı’na gitmek istedikleri halde, şimdiye kadar onun gelmesini beklemişlerdi. Necip çarşambadan evvel gelemeyeceğini söylüyor, onlar ısrar ediyordu. Nihayet çarşambaya karar verdiler.

Süreyya hizmetçinin gölgesini görünce “Yemek mi?” dedi, “Koşalım, koşalım. Yemekler darılmasın.”

Suat, bu evin bir özrü, yemek için aşağı kata kadar inmek olduğunu söyleyerek iniyordu. Süreyya önden giderken, “Sen babanı bir daha kandırarak birkaç yüz lira vurabilirsen, o zaman istediğimiz gibi bir ev sahibi oluruz” diyor, buna hepsi birden gülüyordu.

Yemek odasına girdikleri zaman Süreyya hemen yerine oturup havlusunu açarak, “Aman çabuk, çabuk. Yemekler iltifatımıza muntazır. Baksanıza, saat beşe gelmiş” dedi.

Suat, “Eee, her zaman kaçta iniyoruz?” diye sordu. Süreyya gülerek “Evet, malum” dedi, “yani yemek istiyorsunuz ki bir muvakkit saati kadar muntazam yemek
yiyoruz. Bunu tekrar ettirmeye lüzum yok. Allah sa’yinizin mükâfatını versin, yalnız temenni ederim ki bu merak nihayet bir cinnete münkalip olmasın, Ev kadınlığı cinnet-i vahidesi. Doktorlara yeni bir hastalık daha.”

Suat serzenişli bir nazarla “Birikiyor” dedi.

Süreyya hem yemek alıyor, hem daima Necip’e bakarak devam ediyordu, “Ne? Cinnet mi?”

Suat başını sallayarak “Hayır, kabahatler... Haksızlıklar...” dedi.

Necip “Omlet enfes” diyordu. Süreyya gülerek “Aşçıya kalsa bize yemek haram olacak. Bereket versin küçük hanıma. O kendini yoruyor ama kocacığına... Ay, kocasına diyecektik... Ay yine olmadı, Süreyya’ya, Süreyya’ya” dedi.

Suat, Necip’e bakarak: “Cennete gitmek için sabırdan başka çare yoktur, değil mi Necip Bey? Rica ederim, siz evlenince böyle huysuz bir koca olmamaya çalışınız, yoksa...”

Süreyya hâlâ alay ederek “Yoksa ne olacak?” diye sordu.

Suat tereddütle “Yoksa... Yoksa... Zevcenizi mesut etmemiş olursunuz.”

Süreyya “Ooo” diyordu, “O kadarcık mı? Ben de mühim bir şey olur zannediyordum. Necip de benim kadar bilir ki izdivaçta hanımlar solda sıfırdır. Asıl akıl ermeyen bir şey varsa, bu kadar dikkatle beraber şu etlerin nasıl bir muvaffakiyet-i tabahateyle şöyle simsiyah edildiğidir.”

Suat gülümseyerek “Mademki kocaların saadeti lazım, veriniz onu ben yiyeyim. Zavallı kadınlar!”

Necip:

“Bilakis, zavallı erkekler, Suat Hanım. Bir kadının ne olduğunu anlayanlar için zavallı olan erkeklerdir. Kadın olmayınca bir erkek hayatının ne akim, ne yağmursuz, tesellisiz bir siyah çöl olduğunu bilseniz. Bunu birçok erkekler de bilir de sonra unuturlar. Bir kadının bir erkek hayatına sade bir mevcudiyetle nasıl şiir ve taravet verdiğini, ruhu bertaraf etsek bile yalnız vücut için nasıl büyük bir hami olduğunu bilseniz. Demin bana buradaki hayatınızdan bahsediyordunuz, siz her saati geçirmek için saadetler, eğlenceler buluşunuzu anlatırken ben yirmi dört saatlik hayatımın nasıl bir cehennem saati gibi nihayetsiz, sürüklenmez bir hayat olduğunu düşünüyordum. Sadece söyleyeyim ki ölecek derecede bunalıyorum.”

Ötekiler sükût ediyorlardı.

“Bilmezsiniz ki Beyoğlu hayatının, hatta eğlenilecek mevsimde bile nasıl bunaltıcı, beyin ezici bir hali vardır. Evvela binbir renkli bir hayat görünür, hiçbirbirine benzemez safahatı var gibi gelir fakat o kadar yekrenk, aman Yarabbi o kadar yekrenktir, görülen çehreler o kadar daima aynıdır ki mahremiyetsiz, samimiyetsiz, pürtekellüf bir taklitten, soğuk sarı bir taklitten ibaret bir hayat. Her görüştüğünle müthiş bir rekabet, bir mücadele, bir düşmanlık. Hiçbir el sıkmazsın ki mümkün olsa seni bir çukura itmeyeceğine emin olasın. Hiçbir ses işitmezsin ki senin gaybubetinde en hain, en haksız bir istihzada, bir zemde bulunmayacağına emin olasın. Riya, istihza, kendini beğenmek, hodkâmlık... Bu aç kurdun elinde bütün çehre morarmış, bütün gözler bulanmış, herkesin muvaffakiyeti öbürlerinin ayaklar altında ezilmesiyle husul bulacak gibi bir haset, bir kin, kimse kimseyi beğenmez, üstünden başından tutunuz da söylediği Fransızcaya kadar her şey alay için bir vesile olur. Zaten hep sahtekârlıktan ibaret olan bu paskal yüzünde göz dudağa, dudak çeneye güler. İğrenç bir şey hasılı.”

Süreyya lokmasını hazırlamakla meşguldü. “Maahaza inkâr edemezsin ki kadınları nefistir” dedi.

“Evet, hususiyle kaldırımlardan geçerken uzaktan mağaza bebekleri gibi görünce... Beyoğlu tiyatrosunun seyyar aktrisleri. Hepsi öyledir. Asıl hayatlarını oyuncular gibi unutmuşlardır. Onların ruhlarını arayacağınıza kutup keşfine çıkmış olsanız, daha hayırlı olur. Bilir misin nefis kadınlar hangileridir? Temiz ruhlular! Sana cidden söylüyorum Süreyya, Suat’ının kıymetini bil.”

Süreyya nim kızarmış, Suat’a yan bakıyordu, ikisi arasında derin bir nazar teati edildi.

Sofradan kalkıldığı zaman Necip kendi kendine “Ah herkes böyle olsa! Herkes mesut olsa” dedi. Başka bir yerde olsaydı, şu temennisini pek maskara bulurdu fakat bu saadet ve samimiyet içinde bütün temayülat ve itiyadatı kayboluyor, hayatını muzlim, hain, fena hayatını unutuyor, gayz ve füturunu hissetmeden değişerek başka, iyi bir adam oluyor ve sonra bunu fark ederek şaşırıyordu. “Ah insanlar, şu kalb-i beşer. Yüz bin manalı bir muamma. İçinden çıkmak mümkün değil” diyordu. “Acaba fenalık gibi iyilik de sari mi?” diye düşünüyordu. Tekrar balkona çıkıp köşelerdeki yeşilliklerin altında uzun sandalyelerden birine otururlarken Süreyya “Aman Suat gelmeden bir cigara tellendirelim” diye kutusunu verdi; henüz cigaralarım yakmışlardı ki Suat göründü; balkona çıkmayarak kapıdan “Dehşet, dehşet, yine mi duman? Yine mi?” diyordu.

O zaman tütünden bahsedildi. Suat’ın cigara birinci zıddıydı, Süreyya müdafaa etmek istiyordu.

Necip dedi ki:

“Yok Süreyya, herhalde bu iddia edilecek kadar ehemmiyetli bir şey değil; bana öyle gelir ki evli olsam da tütünüm bais-i şikâyet olsa...”

Süreyya tuhaf bir gözle bakarak:

“Galiba bir şey yumurtlayacaksın Necip...”

Necip gülerek bitirdi:

“Elimden cigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu menhus itiyadı maatteşekkür defederdim.”

Süreyya cigarasını kemal-i zevkle bir daha çekerek ağır ağır dumanlarını savuruyordu:

“Ne güzel fikir! Yalnız bir kusuru var ki kabil-i icra değil.”

“Azıcık fedakârlığa kail olmayınca hiçbir şey kabil-i icra değildir.”

Suat korkarak söylerken “Yok, ben fedakârlık mertebesine çıkan şeylerden bahsetmiyorum” diyordu ve piyano bahsi oluncaya kadar hep bağdan, bağdakilerden bahsettiler. Bu neşeli bir mükâleme oldu. İki söze bir Fatin ile beyefendi ortaya çıkıyor, Hacer’in sesi işitiliyordu. Sonra Necip Suat’a piyano için rica etti, “Demin Süreyya anlatırken bu hayatta gıpta ettiğim saadete bir saat sonra nail olayım, benim de ömrümde bir gün bulunsun!” diye iltimas etti. Suat şikâyet ederek uzun müddet piyanosundan
uzak durduğundan hâlâ barışamadığını, notalarının karmakarışık olduğunu söylüyordu. Nihayet piyanoya geçmek icap etti. İki erkek balkonda kalmışlar, salondan gelen piyanoyu dinliyorlardı. Süreyya rüzgârın bir müddet tereddüt edip durduğu bu an-ı harareti, her gün böyle öğle vakti serinlik bitip her şeyin sustuğu, beklediği zamanı ihtar ederek “Görüyor musun?” diyordu.

Şimdi deniz rakit, durgun bir havuz hissini vererek, sıcak güneşin altında kurşun gibi bati, uzanıp gidiyor, hararet-i hava-yı nesimi içinde lerzan ve mütenevvir fark ediliyordu. Rehavet bir dereceye gelmişti ki gözleri ağırlaşmış, manzarayı yalnız kirpiklerin arasından süzülen bir nazarla görüyorlardı.

Ve içeriden bazen piyanonun damla damla koşuşan, bazen birbirine karışarak tedrici bir tarrakayla yükselen, sonra birer birer süzülerek ölen sesleri devam ettikçe bu tasavvurun fevkinde bir mestlikle onu işgale başladı.

Bu Il Trovatore’den bir parçayla başlamıştı. Fakat Necip sonrasını tahattur etmiyordu. Bir Serenade Andalouse gibi geliyordu. Sesler gâh billuri terennüm ederek, gâh matemi sürüklenerek, gâh şevk ve şetaretle
yükselip yükselip sonra yeis ve füturla dökülerek devam ettikçe bütün ruyet-i hayali zulmetlerle alude oldu. Fark ve his edememeye, tahattur edememeye başladı. Sanki yaşamıyordu.

Birdenbire saatin sesi işitildi ve bu onu ikaz etti. Süreyya sandalyesinde uzanmış, gözleri kapanmış, dalmıştı. Piyano hâlâ ağır ağır, bir melal-i derunla inliyordu. Teşekkür etmek için içeri girdi. Suat onu görünce tebessüm ederek “Havalara yazık oluyor değil mi?” dedi. Necip, bilakis makamında başını sallıyordu. Hava bittiği zaman Suat tekrar şikâyet etti. Piyanonun önünde en iyi bellemiş olduğu havaları bile artık şaşırdığını söylüyordu.

“Hele notalar” diyordu, “Görseniz ne halde... içinden çıkmak kabil değil. Çocuk kitapları gibi olmuş. Birçoklarını bulamadım, karıştırıla karıştırıla birbirine girmiş. Bilmem bazıları da ötede mi kaldı, konakta mı?”

Necip notalara göz gezdiriyordu. Bunların ekserisi meşhur operalardan fantazyalar, potpurilerdi. Fakat o kadar harap bir halde, o kadar eksikti ki kendi kendine İstanbul’dan gelirken birkaç yeni hava getirmeye karar verdi. O zaman tekrar aklına İstanbul’a gideceği geldi, saate bakarak:

“Oo, saat sekiz buçuk” dedi, “Acaba vapur kaçta var?” Ve Suat’ın şikâyetamiz bir bakışı önünde nim mütereddit “Temin ederim ki” diye başladı; bütün kendini burada kalmaya icbar eden sebepler diye bulduğu şeyleri izah edince kani olmuş görünen Suat “Bari sizi Tarabya’ya
kadar teşyi edelim” dedi. Sonra hızlı sesle dışarıya seslendi, cevap almayınca sesini daha yükseltti, “Bey, bey, uyuyor musun?” diyordu.

Şimdi rüzgâr çıkmış, balkonun bir tarafındaki tente çırpınarak patırdıyor, denizin aheng-i cereyanı bir şetaret-i devamla terennüm ediyordu. Süreyya uyandığı zaman Suat’ın fikrini pek muvafık bularak “Ne âlâ, ne âlâ!” dedi. Necip’in bu hareketinin bir hainlikten başka bir şey olmadığını iddiayla “Şimdi kalk sen daha sabahleyin şikâyet ettiğin o miskin, tozlu hayata gir” diyor, sonra Suat’a göz kırparak “Daha doğrusu akıl da ermez ya. Yemin edebilirim, bu gece kemal-i masumiyetle hemşirende kalmak üzere kaçmıyorsun. O tozlu Beyoğlu’nun örümcekli bir apartmanına değil mi?” latifesine dökülüyordu.

Necip, Suat’ın yanında sıkılıyor, gözüyle işaretler ederek iskata uğraşıyordu.

Suat “Karar verildi değil mi beyler?” dedi.

Beş dakika müsaade talep ederek çekildi. Süreyya elbisesini değişmek için iki dakika izin aldı ve karı koca gittikleri zaman yalnız kalan Necip sabahleyin o kadar zemmettiği Beyoğlu’nu şimdi ne kadar özlediğini düşünerek kendine hayret ediyordu. O zaman da samimiydi, şimdi de samimi olduğunu görüyordu. Kendinin böyle birbirine zıt birçok etvar ve harekâtta bulunup cümlesinde de samimi oluşu, onu kelimesini bulamadığı bir muamma gibi meşgul eder, iki katlı değil, yüz katlı, bir kadın kalbi gibi birbiri içinde esrarengiz bir kutu olduğunu zannettirirdi.

Önce Süreyya geldi, “Ben hazırım!” diyordu. Suat da hazırlanıp geldiği zaman yol müzakeresine başladılar. O Büyükdere’ye kadar yayan gidip oradan bir arabaya binmeyi teklif ediyordu. Süreyya çarşıdan geçmemek için sandalı tercih ediyordu. İkisinin de birer parça fikirleri kabul edildi. Sandalla Büyükdere, oradan araba ihtiyar olundu.

Yolda çayırdan geçerken Süreyya, daha vapura vakit olduğundan bahsederek biraz arabayı Bentler yoluna sevk ettirdi ve iki tarafı bütün ağaç ve çayırlık olan bu yoldan giderlerken onlara uzak bir saadetten bahseder gibi çiftlik hayatından bahsetmeye başladı. Necip “Ne olsa öyle hayatlara gelemem; bana hayhuy, gürültü, sersemlik lazımdır” diyor, Süreyya o hayatı mübalağalarla medhederek asude, sakin geçecek bir çiftlik ömrü için bütün bu sahte ihtişamları feda edeceğini temin ediyordu.

Necip, Suat’ın Süreyya’ya nasıl baktığına dikkat edip “Evet” dedi, “Sizi oraya kadar takip edecek bir refikanız olduktan sonra...”

O zaman Suat’ın gözleri o nazar-ı şefkati kaybetmeksizin Necip’e döndü ve bu nazar o kadar derin, sıcak bir muhabbetle pür nemdi ki Necip ruhu eriyor zannetti. Bir saniye mesut bir halecanla titredi. Evet, böyle bir nazarla insan dünyanın öbür ucuna gider, diye düşündü. Çöllere gider, dağlara gider. Onun şimdi terketmek istemediği hayat bir çölden başka neydi? Gölgesiz, susuz, vahasız, hatta serapsız bir çöl...

Evet, hatta serapsız. Maahaza bazen en ehemmiyetsiz tebessümler, hatta kendine ait olmayan nazarlar bile ona bir feyezan-ı şiir verir, feda-yı can ihtiyaçlarıyla inletirdi. “Ah tenakuz, tenakuz... İnsan değilim, muadeleyim” diyordu.

Ayrılırken Suat tekrar ediyor, “Çarşambaya değil mi Necip Bey?” diye soruyor, Süreyya “Erken gel de Bendler’e gidelim” diyordu. Sonra çarşamba günü akşam gelip ertesi gün sabahleyin Bendler’e gidilmeye karar verildi. Necip kalabalık içinde vapura girdiği zaman bir kenara geçip onları görebilmek üzere baktı. Suat, elinde küçük kırmızı şemsiyesi, arabanın içinde sade omuzları görünen siyah çarşafıyla, yere inmiş dayanmış duran Süreyya ince kametiyle o kadar mesut, o kadar güzel görünüyorlardı ki onların yanında duyduğu saadet ve istirahat-ı kalbiyeden onlardan ayrılınca mahrum olmuş, o saadeti uzaktan görüp ne kadar bigâne kaldığını anlamış gibi melul, ayrıldığına nadim oldu. Onların salladıkları ellere mukabele ederken “Budalalık ettim!” diye esef ediyordu. Onlar küçüle küçüle bir nokta kalınca azalarak nihayet yeise münkalip olan bir sürur gibi acı, muzmahil bir kasavet içinde kalıyordu. Bu güzel geceye tercih ettiği Beyoğlu gecesini, mülaki olacağı kadını düşünerek geceyi miskin, kadını hayvan buluyor, verdiği sözü unutmanın bir hıyanet olmayacağını düşünüyordu.

“İşte böyle” diyordu. “Kararsız, arzusuz, boş...”

Başını salladı, “Ve bana evlen diyorlar!” diye güldü.

Loading...
0%