Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm

@mehmetrauf

Birbirlerine karşı ilk günün şevk ve inşirahına benzer böyle bir irtibatları vardı, buraya geldiklerinden beri hayatları hep inşirahla hep yeni iştiyaklarla geçiyordu. Süreyya’nın çocukça sevinmeleri, delilikleri oluyordu ve bu, Suat’ın hararet-i kalbinin muhtac-ı nevaziş galeyanlarında büyük bir saadeti mucip oluyordu. Hayatlarını muntazam, güzel yapmak için pek çok çalışarak yoruluyordu. Melalden azade bir ömür tertip etmek için böyle uğraşıp sonra mükâfatını gördükçe, Süreyya’yı böyle yeniden müştak ve pür neşe buldukça, emeline nail olduğundan dolayı mesut oluyordu. İstiyordu ki evin içinde hiçbir şey Süreyya’nın şikâyetini mucip olmasın. İlk günler hazırlık, tedarikat, tertibatla meşgul geçince artık birbirine benzeyen günler, evin cereyan-ı daimisini ahzeden mürettep günler tevali etmeye başladı. Fakat bunda bile, bağda geçen son zamanlara nispeten yeni evlenmiş bir zevç ve zevce hararet ve neşesi vardı.

Necip bu hayatın bir başka neşesi oluyordu. Bu halin bir parça yardımcısı da kendisi olduğu için onun da orada vücudu meserretlerini biraz daha itmam ediyor gibiydi. Onun gelmesini sürurla istikbal ediyorlar, avdetini tehir için tuhaf tuhaf vesileler icat ediyorlardı.

O ilk gelişinden sonra karar verildiği üzere çarşamba günü akşam vapuruyla geldi. Cuma günü sabahleyin dönmek şartıyla kalacağını söylüyordu. Zevç ve zevce bu iki günü bir büyük sürurla telakki ettiler. Onlar daha Necip gelmeden seyranlar tertip etmişlerdi. Bendler’le Beykoz’a gitmek istiyorlardı. Suat “Şimdi Bendler ne güzel olur” diyor, Süreyya “Hele Beykoz Çayırı!” diye mukabele ediyordu. Hemen ertesi sabah hangisine gideceklerini müzakere ediyorlardı. Nihayet üçünün de fikri, öbür sabah erkenden Bendler’e gitmekte ittifak etti.

Erken kalkmak için erken yattılar. Ertesi gün güneş karşıki tepelerin arkasında henüz çıkmışken üçü de hazırlanmış, sükûn-ı sabah içinde, geceden tembih edilip kapının önüne gelmiş arabalara binmişlerdi. Ve bu mayıs sabahı Bendler seferi üçüne de bir hayali seyahat şiir ve mestisi verdi. Sabahın ceyyidatı, mayısın son günlerindeki mebzuliyet-i hadaretle yolun etrafındaki çayırların henüz rüzgârsız serin havadaki rükud içinde intişar için nefha bekleyen rayihaları, arasında gittikleri yeşil gölgeler, daha ilerledikçe ormanlar, azîm ağaçların birbirine sarılmış dalları, uzakta birikmiş gölgeleriyle yeşil birer zulmet halinde görünen koruların sineleri, hep bu sükûn, bu tenhalık, bu parlak sükût içinde, şurada burada oynayan ziya iltimaları arasında kuşların huzme-yi elhanı, arabadan indikleri vakit içinde kaybolacaklarmış vehminin verdiği hiss-i tevahhuşla hayattaki rabıtalara takarrüp his ve ihtiyacı veren mehip havuzlar ve sonra avdet.

Öyle ki saat beşte eve girdikleri zaman, sabahın bütün temizliği, yorgunluğun bütün kuvvetiyle midelerinin feryadından başka bir şey duymadılar. Süreyya “Yemek, yemek!” diye gürlüyordu. “Buyrun” dedikleri zaman iki delikanlı şitap ettiler. Önde giden Süreyya odaya girince “Vay, çilek!” diye bir sayha-yı memnuniyet attı. Sonra Suat’a dönerek “Bu nereden böyle?” diye sordu. Suat tebessüm ederek “Çileğini ye de tarlasını sorma, demezler mi?” diyordu.

Latif bir çilek rayihası sofradaki çiçeklerin rayihasının fevkinde pervaz ediyordu, Necip’e dönerek: “Görüyorsun ya azizim, ne varsa kadınlarda var” dedi, sonra havlusuyla ağzını siler gibi yaparak ilave etti: “Her şeyi bir sır yapmak inadı bile.”

Öğleden sonra ne yapacaklarını konuşuyorlardı. Süreyya birdenbire “Eyvah!” dedi, evvelki gün bugün gelmek üzere yelkenli bir sandal tembih etmişti. Çok sevdiği yelkenle gezmek için bir sandal kiralamak arzusunu çoktan tekrar ediyordu. Sandal şimdi Moda’dan gelecekti ve beğenmezse, geri gidecekti. Onun için verdiği sözü unutmak istemiyordu. “İsterseniz siz gidin, ben beklerim” dedi, onlar kabul etmediler. “O halde yarın sabah gideriz” diyordu. Necip döneceğini ihtar ediyordu. “Sen kalırsın sen...” diyor, Necip makam-ı istinkâfta başını salladıkça Süreyya “Öyleyse zorla...” diye bağlayacağını anlatıyordu.

Yemekten sonra vakit sandal bahsiyle bahusus Süreyya’nın intizarıyla geçti. Uzun uzun yelkenden bahsederek ezvakını methediyor, “Deniz köpükler içinde... Rüzgâr etrafta fişek gibi çatlar. Yelkenler çırpınır. Sandal dalgaların göğsüne mestane yaslanmış, uçmak da değil, yüzmek de değil... Bir hal ki...” diye bitiremiyor, sonra dürbünü gözüne koyup Paşabahçesi Koyu’na doğru araştırıyordu.

Necip “Ama havasız kalmamak şart” dedi.

Süreyya meyusane dürbünü bir sandalyeye bırakarak “Ooo, evet. Rüzgâr sizde kaldı mı sandal ölmüş demektir. Hele güneş de olursa hiç çekilmez.”

Suat “Ya akıntı?” diye sordu.

Sonra Süreyya buranın rüzgârından, meltemlerinden bahsetti, hem onun istediği bir sandaldı. Kotra değildi. Sandalın kürekleri olduğundan sıkıya gelince yısa kürek başka çare olamazdı. “Fakat kotrayla iş büsbütün başka olur” diyordu. Onunla insan deniz ortasında rüzgârsız kaldı mı suların keyfine tabidir. Akıntı varsa çağanoz gibi yan yan akar, yoksa güneşin cehennemi altında rüzgâra muntazıran tevakkufeder. Fakat burası öyle değildi, burada rüzgâr hiç eksilmiyordu. Sonra eliyle rüzgârı göstererek “Şu rüzgâra bak!” diyordu.

Rüzgâr Karadeniz’in bütün tehevvür ve taravetiyle tepelerden koparak saldırıyordu.

“Bu havada sandal nasıl gelir, kim bilir” dedi.

Sonra akıntı burunlarını düşündü. Bir kere gülerek “Vaktiyle” diyor, bir kere Boğaziçi’ni geçmek için iki gün uğraştıklarını anlatıyordu.

Sandal bahsi, sönen bir rüzgâr gibi bitap cümlelerle sürüklenerek bittiği, Süreyya’nın intizarı artık bir söz söylemeyerek dürbünü elden bırakmamak derecelerine geldiği zaman Necip’le Suat arasında “Artık gelmeyecek” sözü başladı. Suat “Eğer sandal gelmezse, bey elimizden kurtulamazsın” diyordu. Necip’le bir olarak onu meyus etmek istiyorlardı. Sonra Suat, Beykoz’dan bahsetti, orası şimdi kim bilir ne güzeldi! Bu rüzgârda çayırları görmeliydi. “Bize şu fırsatı kaybettirdikten sonra” diyerek nim şikâyetli edayla Necip’e bakıyordu.

Sonra “Canınız sıkılıyor Necip Bey” dedi.

Öbürü gülümseyerek “Galiba biraz” diye göz kırptı.

“Biraz piyano çalalım mı?”

Bu teklif kemal-i minnetle kabul olundu. Onlar piyanoya geçtiler. Süreyya balkonda kaldı.

Necip piyano sözü olur olmaz kendi kendine almak istediği notaları unuttuğunu tahattur ederek “Eyvah!” dedi, fakat bu iki gününü o kadar sersem geçirmişti ki nota düşünmeye vakti kalmamıştı. Burada geçirdiği günün şu tesiri olmuştu ki hürmet ve muhabbet ettiği ve hürmet ve muhabbet gördüğü mevcutlardan ayrılıp Beyoğlu’na geçince orada yaşamak onu harap ediyordu. Kendi kendine gelecek sefer mutlaka unutmamaya karar verdi. Görüyordu ki Verdi’nin birkaç operası Suat’ta yoktu. Ondan sonra yeni yapılmış bir-iki eser de tabii bulunmuyordu. Mevcutlar arasında gayr-i kabil-i istimal olanlara da nişan koyup yenilemek istiyordu.

Suat piyanoda birkaç gam yaparak “Hangi havaları seversiniz?” diyordu.

Necip notaları karıştırarak gözden geçiriyor, “Aman romans olmasın!” diyordu. Sonra romanslar hakkındaki lakaytlığın hikâyesini anlatıyordu. Elindeki kâğıtların arasından bir şey ayırıp piyanonun önüne koydu. Suat “Gran Via?” dedi, “Âlâ!” dediler. Gran Via’yı ikisi de pek seviyorlardı. Necip “Onda her şey var” diyordu, “Şuh, çalak, mahzun, mahmur... Her tel var.” Gran Via’dan Faust’a geçtiler ve Gran Via valsinden sonra Faust’un valsini mukayese ettiler. Askerler Marşı onu takip etti, Rigoletto Marşı çalındı. Necip mütehalik havaları
tercih ediyordu. Bu veçhile Trovatore, Aida marşları teakup etti. Necip “Biraz da ağlayalım!” diye Traviata’yı koydu. “Addio del pasato”, “Bu kadar genç ölmek”, “Ah belki!” parçaları çalındı. Necip “Verdi girdi mi iş değişiyor. Fakat sizde Verdi tekmil değil” diyordu. Suat kendisinden bestekârların epeyce vâkıf olmadığı hayatına dair malumat soruyor. Necip bildiği tafsilatı veriyordu. Öyle oldu ki musiki sükût ederek yalnız bahsi devam etti. İkisi de şunda ittifak ediyorlardı ki dünyada musiki gibi müessir hiçbir şey yoktur. Necip için ömrünün en tatlı zamanları yalnız çok mesut olduğu demler değil, musikiyle mest olduğu zamanlardı. Ondan o kadar şiddet ve iptilayla mütehassis oluyordu.

Asıl ağır musikiden, anlamak için birçok senelik terbiye-yi hususiyeye ihtiyaç olan Gluck, Haydn, Beethoven gibi üstatlardan bahsederek onları dinleyip anlayamadığı için eseflerini anlatıyordu.

Balkona avdet ettikleri zaman saat ona geliyordu, “Hani kotra?” diye gülüşüyorlardı. Süreyya epeyce canı sıkılmış gibi “Belli olmaz ki, belki gece gelir” diyordu.

Suat “Artık herhalde bizi evde daha ziyade hapsedemez ya!” dedi.

“Evet, çıkalım” dediler.

Bu sefer Kavak yoluna geçmişlerdi. Süreyya dakikada bir arkasına bakıp sevahili teftiş etmekten hâlî kalmıyordu. Necip gülerek “Sandala mı bakıyorsunuz?” diyor, Suat serzenişle “Beykoz Çayırı’na bakmaz ya!” diye söyleniyordu.

Necip “Evet, yazık oldu, görmek isterdim” dedi.

Süreyya hiddetlendi: “İşte yarın gideceğiz ya canım!”

Fakat Necip erkenden avdet edecekti. O zaman hep bu söz oldu. Süreyya, Suat rica ediyorlar, yarın da kalması için ikna etmek istiyorlardı. Ve bu o kadar samimi, o kadar halisaneydi ki Necip kabul etti. Zaten İstanbul’a inip yine bunalacak değil miydi?

Sabahleyin Süreyya’nın gürültüsü, bir yabancıyla bağırarak konuşuşu Necip’i uykusundan uyandırdı. Pencereye gidip baktığı zaman iskelede bir sandalla iki kişi gördü. Herifler şikâyet ediyorlar, gece rüzgâr kesildiğinden Bebek’ten beri kürek çekerek geldiklerini söylüyorlardı. Bu beyaz, kaplama tahtalı, başı kıçı bir, bir sandaldı. Uzun bir seren üstünde cesim olduğu anlaşılan bir yelkeni vardı. Sandalın, yelkenin temizliği Necip’in pek hoşuna gitti ve Süreyya kendisine beray-ı tecrübe sandala gelmesini teklif edince kabul ederek iki delikanlı sandala bindiler. Rüzgâr hafifçeydi fakat sandal yine iyi yürüyordu. İstihkâmlara doğru yükseldiler. Süreyya eski maharetini göstermek için dümene geçmişti. Merak ederek “Acaba dayanır mı?” diyordu. Oradan Kavaklar’a doğru geçtiler. Avdet ettikleri zaman Süreyya memnundu. Necip, Süreyya ile sandalcıları
pazarlıkta bırakarak içeri girdi. Onlar gezerken balkonda dayanmış duran Suat’ın yanına çıktı. O “Nasıl?” diyordu. Necip methetti. Suat “Hava her vakit böyle olmuyor ki...” diyerek salıntı olduğu zaman binilemeyeceğini anlatıyordu. Süreyya da geldi, “Yemek yiyelim de Beykoz’a sandalla gideriz” diyordu. Sandalı kışa kadar tutmuştu. Şimdi oturup bir küçük bayrak dikmek için meşgul oldular. Bu meşguliyetleri arasında Süreyya hep havayı kolluyor, gittikçe artan rüzgâra bakarak seviniyordu.

Yemekten sonra balkona çıktıkları zaman rüzgârı o kadar muvafık buldu ki bir iki saat geçirip öyle gitmek üzere verilen kararı bozdurmak için uğraşmaya başladı; fakat Suat’la Necip saat sekizden evvel çıkmamakta ısrar ediyorlar, gizli hileler bularak işi tehire uğraşıyorlardı. Nihayet Süreyya aciz kaldı. Sandal sekizden evvel hareket edemedi.

Suat sandala girip oturunca “Ooo, büyükmüş!” dedi.

Dışarıdan küçük görünen sandalın içi pek geniş ve rahattı. Sandalcı yelkenleri açıp tekne rüzgârın önüne dökülünce dubaya doğru süratle akmaya başladılar. Büyükdere’nin üstünden güneş onları rahatsız ettiğinden Suat şemsiyesini açtı. Bu siyah, beyaz ve kurşuni renklerden satrançlı bir küçük şemsiyeydi. Necip şemsiyeye, çarşafa, peçeye, eldivene, bu kadın şeylerindeki zarafet ve nehafete umk-i ruhunda iştiyaklarla titreyen bir meftuniyetle bakıyor, sonra Suat’ın küçük, bir küçük kuş denilecek ellerinin şemsiyeyi tutuşundaki şiire hayran olarak perişan kalıyordu.

Dalgalar açıklarda büyümeye başlamıştı. Sandal biperva bir tehalükle bunların üzerine atılıp tevali eden
suların üstünde temevvüç ettikçe Suat’ın gözlerinde bir bulut, bir endişe ve ıstırap bulutu sebat ediyordu; fakat dubadan Servi Burnu’na doğru büküp rüzgârı pupaya aldıkları zaman sallantı kesildi. Süreyya gibi hepsinin de keyfine artık nihayet yoktu. Sandalın etrafından deraguş eden çırpıntı sesleri, muttarit bir musiki gibi terennüm eden su reşaşesi onları işgal etti. Beykoz’un Hünkâr İskelesi’ne vardıkları zaman yarım saat olmamıştı.

Onlar çıktığı halde Süreyya çıkmıyor, ilk hevesle sandalcıya yardım ediyordu. Suat’la Necip rıhtımdan onlara bakıyorlardı. Sonra üçü de beraber çayıra ilerlediler. Evvela rüzgâr onlara çayırdan nefhalar getirmeye başlamıştı. Bu birçok çiçeklerin, otların mürekkep bir nefhası, serin, taze, ratıp rayihasıydı. Biraz sonra çayırın bir kısmını gördüler. Uzaktan burası sarı çiçeklerle bir fulya tarlası gibiydi. İlerledikçe ötesinde berisinde kırmızı, mor, beyaz çiçekler de fark edildi. Mebzul yeşilliklerin arasında mebzul renkler, çiçekler ki tarladan taşıyorlar, rüzgârla dalgalanıyorlardı. Rüzgâr parça parça her dalgadan bir buse-yi rayihayla mahmul estikçe, koylarda koşuşan nefhaların su üstünde hasıl ettiği titremeler gibi perişan temevvüçler esiyordu.

Onlar hep “Ah ne güzel!” diye ilerliyorlardı fakat karşıdan görünen büyük yolun mehip ağaçları altına çıkıp çayır bütün füshatıyla önlerine serildiği zaman nihayetsiz bir hayret ve memnuniyet hissettiler. Bu bir deniz, dalgalarının seyr-i cereyanıyla serilen bir deniz istiva ve azametiyle rüzgârın önünde dalgalanan çayır onları teshir etti. İlk hisleri memnuniyetle memzuç bir hayret-i latife oldu.

Çayırların içinde yürümek, otların arasında yuvarlanmak ihtiyacıyla titreyerek, baharın bütün mebzuliyeti, hadaret ve rayihası içinde mest ve mesut ilerledikçe derenin öbür tarafındaki tepelere doğru çayırın yeni ufuklarını görüyorlardı. Bunlar orada bir küçük tepe, beride çayır arasında kıvrılan ve sonra ağaçların içinde kaybolan küçük bir yol, birbirinin omzundan bakan küçük setler, dere boyunu gölgeleyen söğütlerdi. Dere orada feşafeşiyle, burada reşaşesiyle sukut ediyor, akıyor, bazen otların arasından fısıldıyor, sonra derinleşerek, sükût içinde aktığı fark edilmeyerek düşünüyordu. Bazen bir aheng-i şevkaşevkle çağlayan bir kurbağa selsebil-i nagamatından sonra bu sükûnların içinde bir tek ah gibi yükselip sükût eden sesler oluyordu. Çayırın asıl otları arasında, bu yeşil zemin üstüne menkuş papatyaların, sarı, mor, kırmızı çiçeklerin birbirine karışan renkleri ara sıra yalnız bir renge inhisar ederek küme küme orada hep beyaz, burada hep mor, ötede hep sarı mevcelerle köpürüyor, dere kenarı damla damla ağlayan söğütlerin yeşil gölgeleri altında parlak yeşil çimenlerle bir kaliçe gibi seriliyordu.

Süreyya “Oturalım” dedi.

Necip “Yatmalı” diye söylendi.

Hakikat-ı halde bir galeyan-ı havas arasında haykırarak bu otlara karışmak, topraklara karışmak ihtiyac-ı mukavemetsuzuyla muazzep oluyordu. Kendini en çok medhuş bırakan mehasin huzurunda daima hissettiği ezilmek, ölmek arzusu şimdi daha şedit ve takat-şiken bir taannütle onu zebun ediyordu. Önden Suat şemsiyesine dayanarak bir aheng-i reftarla yürürken zevcinin koluna yaslanan vücudunu görüyor, her yerde daima, daima aynı iştiyak ve vefayla sizin olan bir kadın hüsran ve ateşiyle titreyerek inlemek, düşüp ölmek istiyordu. O her aşkta zehirlenmişti. Evvelden kendini sade bir nazarı için feda-yı cana razı eden bir-iki kadın, parası mı yoksa kendisi için mi teslim olduklarında tereddüt ettiği birkaç kız, hayvan gibi gelip ayaklarının altına, gençliğin önüne yatan dört-beş kadın. Hep öyle hürmetsiz, nefret ve istikrah veren aşklar olmuştu. “Sonra evlenmek mi?” diyordu, tanımış olduğu kadınların dördü mü, beşi mi kocalıydılar. Bunların kendisinde bıraktığı tesirleri düşünerek “Evlenmek!” diye omuz silkiyordu.

Çayırın ta öbür ucundaki taş köprüye kadar ilerlediler, orada önlerine başka bir yol, yine gölgeden ibaret bir yol çıktı. Suat “Aman biraz da buradan!” dedi. Bu Tokat’a gidiyordu. Necip bu yolu, nihayetindeki büyük ormanı tarif ederek bir kere buralara geldiğini anlatıyordu. Etraf hep bahçeyle muhattı. İspinozlar şetaretleriyle burasını doldurmuşlardı. Sükûn içinde yanlarından geçen rüzgârın yapraklarla buseleri terennüm ediyordu.

Döndüler, oradan geçen bir adama derenin öte tarafındaki yolu sordular, onun gösterdiği yerden geçtiler. Bu derenin öbür sırtında otların arasında kaybolmuş bir patikaydı ki küçük söğütlerle belli oluyordu. Yanı başından ince, bir kuş gibi terennüm eden ince bir su akıyordu. Burada çayır yüksekten, yolun ağaçlarındaki mehabet, derenin yılankavi şeridi, çayırın bütün renk ve telatum olan sathıyla baygın baygın serpiniyordu.

Necip, onlar galeyandan galeyana, inşirahtaninşiraha geçip neşelerinden kuşlar gibi cıvıldadıkça, birçok zaman kendisini pürgu eden yeis ve melalinin ara sıra yaptığı gibi muzlim ve sükûtu, ruhunu ezen o elim melal içinde bedbahttı. “Ya ben! Ben ne yapayım?” Ah niçin o daima böyleydi? Dünyada sükûn ve rahatın hep zade-yi vehm olduğunu görüp kendini telim eden şeylerin de hep kendi muhayyilesinin, kendi ihtiyarının icatları olduğunu
düşünerek, kendine, ruhuna karşı bir şey yapamadığından, kendini şifayab etmek için bir çare bulamadığından deliren bir gazap ve tehevvür hissediyordu. Evvela birden pervaz için asumanı kâfi bulmayan bir şiir ve hülya, bir ulüvv-i emel, bir ismet-i arzuyla boğulur, o zaman bir hiç için canını verecek hale gelirdi. Fakat sonra, yine o hiçlerden biriyle bütün hahiş-i pervazı mecruh olur, bütün tahlili, her şiiri bir ceriha yapan hassa-yı tetkiki uyanır, hayatın, dünyanın, insanların, ruh ve kalbin ne olduğunu soğukkanla, kendine karşı bile düşmanca, bir zerre-yi şiire mağlup olmayarak, arzularının ne iğrenç, emellerinin ne gülünç, muvaffakiyetlerinin ne miskin, bütün saadetlerin, neşelerin, ne kadar süslü olursa olsunlar ne murdar olduğunu düşünmekten mütevellit yeis ve füturla harap olur, sisli, küflü kalırdı. Ah, ara sıra ruhunu raşedar-ı heyecan eden o meyl-i safvet ve şiir daimi olsaydı! Herkes gibi o da hayatı sade, ilk renkli masum gözlerle görseydi. Hayat onu kollarının arasına alıp tırnakları, dişleriyle paralayarak bu hale getirmemiş olsaydı.

“Halbuki” diyordu, evet, bilirdi ki ona sükûn ve şiir ne kadar lazımsa, ruhunda fırtınaya, zulmete, esrara da öyle bir iştiyak-ı amik vardı. Bu sükûn devrelerinden
sonra rad ü berke, tehevvür ve fütura da muhtaç olacağını bildiği için başını eğerek “Halbuki...” diyordu.

Şimdi de tabiatın bu feyiz ve küşayişi içinde, suyla şişkin toprakların, otların, çiçeklerin nafiz rayihalarıyla bütün havassı galeyan ederek onu ateşîn bir tehalükle lerzedar-ı ihtiras etmişti. Her şeyin böyle müzehher ve muattar olduğu, önünde böyle fısıldayarak giden bir zevç ve zevce bulunduğu bir zamanda ta umk-i ruhunda titreyen bir ihtiyac-ı elimle beğenmemekten, iğrenmekten kadınsız geçen mahrum hayatının bütün ihtiyac-ı akimiyle saadet arzularının taştığını hissediyordu. Fakat onda sevaik-i sairesini muattal bırakan dimağiyet şimdi yine hücum etmiş, kendisi Süreyya’ya benzemediği için onun gibi mesut bir hayat-ı zevciyeye nail olmuş olsa bile, yine icad-i âlam edeceğini, hem bu hayatın da kim bilir ne kirli, ne acı köşeleri bulunduğunu düşünmeye sevk etmişti.

“Evet, kim bilir sizde de neler vardır? Uyuyan yahut gizlenmiş neler vardır?” diyordu.

Ah eğer Suat ve Süreyya arkalarında bastonuyla otları kırbaçlayarak gelen, ara sıra birkaç sözle muhaverelerine iştirak yahut gördükleri şeyler hakkında bir mülahaza beyan eden ve hatta şen görünen Necip’in ruhundan neler geçtiğini şüphe etselerdi, onu ne kadar iğrenç bulurlardı ve Necip, işte kendisi de kendinden iğreniyor ve asıl onu bu muazzep ediyordu. Yine o dimağiyetin sesi yükselerek “Lakin herkesin hayatında da böyle başkalarının iğrenç bulacakları anlar vardır!” demek istiyordu. Fakat onu öldüren herkesten ziyade kendisinin fenalığıydı. Kendine hürmet edememek kadar onu muazzep eden hal yoktu. Kendinden korktuğu, zulmet-i ruhundan bir tehaşi-yi istikrah duyduğu zamanlar “Ah ne mülevves bir muammayım!” diyerek kendindeki bu iki ruhu, bu bazen hep mavi ve saf fakat ekseriya böyle hanalud, murdar maneviyetleri düşünür, daimi bir ses olmak üzere içinden kendine “Canavar!” diye hitap eden bir vicdan bulurdu. Etrafında hep seyyiat, behimiyet görmesi bunları kendinde bulmak kadar onu öldürmüyordu. “Kendi o kadar meftun-i maali olduğu halde bu mesaviden tecerrüt edemezse, başkaları ne olur?” diye düşünerek kendinden kaçmak ister, masumiyet-i behimiyetle zincirlenmiş gibi onda daima boğuşurlar, hiçbir zaman yapmadan evvel, yaparken ve hele sonra ateşler içinde yapmadan başkalarının sevk-i tabiiyle yaptıkları adi fenalıkları bile yapamazdı.

Birden Suat döndü “Susuyorsunuz siz” dedi.

Necip bir yalan bulmak için sıkılarak “Şu yola bakıyordum” dedi. Sonra ilave etti: “Galiba gelirken gördüğümüz küçük tepeye çıkıyor. Neydi o, o Servi Burnu mu diyorlar, ne diyorlar?”

Suat şemsiyesiyle göstererek “Şurası mı?” diye sordu. Süreyya kopardığı bir çiçeği ceketinin iliğine iliştirmekle meşgul “Ha, Servi Burnu” dedi, “Gidelim mi? Zannederim daha vakit var.”

Ve oraya çıktıkları zaman rüzgârın sönmüş, denizin simin bir rehavetle bayılmış olduğunu gördüler. Zeminin temevvücatı dağıldıkça içeri doğru tepeler, gittikçe silsilenen bayırlar, sonra dağlar hasıl ediyor ve her noktası tatlı yeşil bir çimenle serapa mestur görünüyordu. Oradan ta Hisar’a, Kanlıca’ya kadar görünüyor, ikisi arasında akan mavi suların dumanları içinden Boğaz’ın bükülerek, kıvranarak dolanan yolu fark ediliyordu. Güneş Tarabya’nın üstünde, bir aynada görülüyormuş gibi göz kamaştıran ateş-i beyazıyla bir güneş değil, hudutsuz, şekilsiz bir levha-yı duzahi gibi ufku bekliyordu. Kıyıdan geçen bir römorkörün bati adım sesleri sayılıyor, ılık hava nefhasız, mevcesiz uyukluyordu.

Suat biraz yüksek olan kenara yaklaşmış, “Ooo!” diyordu. Hep oraya gittiler. Sığ sahilde kaya parçalarını gösteriyordu. Buranın camgöbeği kumları üstünde denizin kıvrımları gümüşlenerek hareleniyordu. Ka’rın­daki en naçiz taşlar bile elle gösterilerek sayılacak kadar berrak olan deniz gitgide yeşili mavileşerek uzuyor, kırmızı rengiyle denizi boyayan dubadan sonra karşı sahile gittikçe gâh yeşil, gâh mavi, gâh mor uzuyordu.

Suat gülerek ve burundaki taşları, suyun altında görünmeyen kayaları göstererek “İşte şurası Tehlike Burnu!” dedi. “Bütün gemiler Boğaziçi’nin dehşetli fırtınalarında buradan korkarlar.”

Necip soruyordu:

“Acaba sandallar da mı?”

Süreyya karşıda Büyükdere Rıhtımı önünde durularak dere gibi sahilin bütün binalarını aguş-i inikasına almış denizden başını çevirip bakarak güldü:

“Galiba yalnız sandallar... Hatta rakit havada bile... Zannederim asıl rakit havalarda... Baksanıza...”

Eliyle geniş bir hat çizerek bir mevcesiz denizi, bir nefhasız semayı gösterirken Suat gülüyor, Necip’e bakıyordu:

“Gemici bey keşif yapıyor, harita çizecek olmalı.”

Süreyya omuzlarını kaldırdı:

“Unutuyorsunuz ki sandal yürümek ve bizi taşımak için rüzgâra muhtaçtır. Şimdi nasıl gideceğimizi düşünün. Bakınız püf yok...”

Suat dudak büktü:

“Kürekleri siz çektikten sonra... Zira dünya şahittir ki bu işin içinde hiç suçsuz iki kişi varsa Necip Bey’le biz ikimiziz.”

Süreyya düşünüyor, bir karar veremiyordu. Sonra dediki:

“Buradan kürekle Tarabya’ya geçer, oradan bir arabaya bineriz. Sandalı da bırakırız, Yenimahalle’ye ağır ağır gelsin.”

Necip başını sallıyordu. Acaba akıntı müsaade edecek miydi? Tarabya’ya geçmek için galiba biraz yükselmek lazım gelirdi. Ya sonra?

Suat gülüyor, “Gemici bey akıntıyı unuttu!” diyor, Süreyya’nın müdafaa-yı fikir için söylediği sözleri gürültüye, haksızlığa boğmak için uğraşıyordu. Süreyya haykırarak “Yenimahalle’ye kadar çıkmak daha kolay değildir ya!” demek istiyordu. Sonra karar verildi ki bu sahilde sular yukarı olduğu için yükselecekler, oradan Yenimahalle’ye kürekle geçeceklerdi.

Suat şemsiyesini sallayarak:

“Herhalde şimdiden sandala girmeliyiz. Yoksa bu gidişle galiba yemeği denizde yiyeceğiz.”

Sonra yürürken kocasının koluna girip eliyle şurada burada rüzgârla atılmış kalmış olan tül dalgaları gibi dumanları göstererek ve bir seda-yı mahremiyetle sokularak “Bunlardan korkmuyor musunuz?” diye sordu.

Süreyya bu sesten, bu sokuluştan memnun “İşte kadınların gemiciliği bu kadar olur” diye eğleniyordu. Onlar sade ağırlık vermeyi bilirler, hele yorgun olurlarsa. Başka çare yok Suat, gemici karısı gemici olmalıdır. Yoksa ben kürek çekerken yalnız safra olmayı elbet sen de istemezsin.

“Eğer gemicilik rüzgârsız kalıp geceyi denizde geçirdikten sonra yağmura tutulup hastalanmaksa...”

Süreyya gülerek “Ah kadınlar” dedi, “Eksik söyledin Suat. Bir kere gelecek belalardan bahsettiniz mi, merdiven gibi yükselerek arkası gelmez. Hasta olmak, yataklarda sürünmek, hortlamak... Sonra, ne bileyim, gebermek demeliydin. Allah insanı sizin elinize düşürmesin, hele dilinize hiç...”

Suat kolunu kurtararak ve şuh bir handeyle dişlerini göstererek “Elimiz mi, dilimiz mi?” diye tekrar etti. “Bizim elimize ha. Lakin bizim elimiz olmasaydı, siz ne olurdunuz bilir misiniz?”

Süreyya şüphedar bir surette başını sallayarak istifsar ediyordu.

Suat saydığı şeyleri anlatmak için yüzünde infialatı göstermek isteyerek “Şu burundaki kayalar kadar vahşi, somurtkan, sümsük...”

Süreyya kahkahalarla gülerek “Aman neler neler” diyordu. Sonra ciddiyetle döndü, “Ya siz?” dedi, “Ya siz?”

Karı koca tekrar yan yana geldiler. Necip onların söylediklerine artık dikkat etmeyerek kendi kendine “Evet sizin elleriniz!” diyordu, “Ben de onun için mi böyle vahşiyim acaba?” Sonra başını sallayarak “Beni bu hale getiren sizin elleriniz, o sizin nescindeki nezakete, kadınlığa bakarak insanın ağlamak istediği güzel kadın elleri değil mi?” diye düşünüyordu. Fakat acaba harap eden eller olduğu gibi şifa, hayat veren eller de var mıydı?

Sonra Suat’a bakarak içinden “Acaba senin ellerin gibi ulvi eller bu yaraları sarabilir mi?” diye soruyordu. Eğer Süreyya da kendi gibi bir makhur-i hayat olsaydı, Suat gibi bir kadının öyle bir yarayı tedavi etmekte tesirini görecekti fakat Süreyya kendini neşelerinde, saadetlerinde bile öldüren o hastalığın zehrinden salim bir ruh, temiz, bihaber bir ruhtu.

Birdenbire Suat tevakkuf etti, kocasıyla konuştuğu sözde devam ederek yanlarına gelmesini bekledi, “Allah aşkına Necip Bey” diye iddialarına iştirakini rica ediyordu. Erkekler mi olmasa kadınlar fena olurdu, kadınlar mı olmasa erkeklerin hali yaman olurdu? Bunu soruyor, cevabını merakla bekliyordu.

Necip gülerek dedi ki:

“Bütün fikrimi söylemekliğime müsaade eder misiniz Suat Hanım? İkisi de olmasa daha iyi olurdu. Fakat şimdi mademki ikisi de mevcut, ona göre fikir vermeli. Erkeğine, kadınına göre bu bapta muhtelif fikirler verilebilir.
Erkekler var ki olmasalar iyi olmazdı fakat kadınlar da vardır ki olmasalar hiçbir şey olmazdı. Elem de, saadet de...”

Suat dönerek Süreyya’ya “Gördün mü?” diyordu.

Necip devam etmek istedi:

“Fakat sonra öyle kadınlar da var ki...”

Süreyya gülerek Suat’ı cebrediyor “Mabadı var, mabadı var, onu bekle” diyordu.

Onlar iddialarında devam ederek, gülüşerek, haykırarak devam ediyorlardı. Necip arkada sersem, perişan gidiyordu. Kadınlar... Onların hepsinden şüphe etmek... “Ah, hıyanet!” diyordu. Şimdi, daha şimdi Suat’ın kendine bakan gözlerindeki derin, namütenahi ismet, kendi mülevves muhayyilesinin bile bir şaibe göremediği o temiz sima-yı safvet onu eritmiş, ruhunu ezmişti.

“Bu nazar, dünyada böyle nazarlar da var. Ah böyle bir nazar, bana böyle bir sema. Ben kurtuldum” diye inliyordu.

O zaman bazen ilk şebabındaki gibi bir Necip olup sevk-i hülya ettikçe düşündüğü o ruhunun zevcesini, emelinin zevcesini, hep memleketlilerden tecessüm ettirdiği o genç kızı düşünmeye başladı. Bütün muhayyel güzelliklerle süslediği halde bile ona bu kadar saf ve rakik, bu kadar pak ve pür nur bir nazar verememişti. Suat elbette onun kadar güzel olmadığı, onun kadar mükemmel bulunmadığı halde de böyle hayalinin yetişemediği mehasine malikti. Onun ruhu ne kadar, ah ne kadar temiz olmak lazım gelirdi!

Şimdiye kadar böyle kendini ismetiyle, sükûn ve hilmiyle, iyiliğiyle teshir eden gözler görmediğini düşünerek “Ya nerede göreceğim?” diyordu. Hep tanıdığı kadınları düşündükçe ya sefaletin sevkettiği baha-yı iffet olan servet ve tantana içindeki kızları yahut salon hayatının sevaik-i muhtelifeyle solmuş müteehhil kadınlarını görüyor, “Levs içinde ismet aramak... Bulunmayacağı tabii olan yerde inci sayd etmek” diye gülüyordu. Böyle meyl-i maaliyle kocasına rabıtasıyla pak ve münevver kalmış kadınların ne kadar nadir olurlarsa olsunlar, niçin bulunmayacağını kendi kendine soruyordu.

Sonra şüphe tekrar tırnaklarını çıkarıyordu. Namus ve ismet hakkında bir sürü muhrip nazariyeleri vardı ki kısmen mütalaatından, kısmen müşahedatından mütevellit şeylerdi. Bunları tatbik etmek istiyordu ve böyle safvet ve melekiyetin mümkün olmasını, bunun kendine tesadüfünü kabul etmediği halde de bu safvet ve sükûn içinde ruhundaki ihtiyac-ı meçhuliyetle ne yapacağını düşünüyordu.

Birdenbire Suat yine döndü: “Canım, siz hâlâ susuyorsunuz” dedi.

Bu, sandalın iskelenin yanında göründüğü zamandı. Süreyya ilerlemiş, sandalcıya işaret etmişti. Arkadan Necip’le Suat rastgele konuşarak gelirken Süreyya’nın sandala atlayıp yelkenlerle, iplerle meşgul oluşuna bakıyorlar, gülüyorlardı.

Suat Süreyya’ya seslenerek:

“Nafile Bey, nafile!” diyordu. “Herkes cezasını çekmeli. Küreklere sarılmaktan başka çare yok.”

Necip sandala girmek için Suat’a muavenet ederek:

“Hava bu kadar durgun olunca, onu galiba hepimiz yapacağız.”

Palamalarları çözdüler, sandalcı kancayla rıhtıma dayandı. Yelken bir dalgalanarak sandal denize açıldı ve ilk hız geçtikten sonra tevakkuf etti.

Süreyya gülerek “Çala kürek bakalım... Suat sen de dümene geç” diye kürek çekmeye teşebbüs etti.

Suat başını sallayarak ve dümeni kullanmak için şemsiyesini bir salim yere koymaya çalışarak “Şemsiyemi koymak için yer bulmak kabil değil ki” diyordu.

Kürekler o kadar büyüktü ki kolay idare edilmiyordu. Süreyya bunlarla uğraşırken “Kürek çekmiyorsun ya, şükret!” diyordu. Sandal ağır ağır ilerledi.

Suat birdenbire “Oh, bakınız” dedi. Güneş Büyükdere Koyu’nun üstünde hafif dumanlar arasında bir kırmızı billur gibi mehip, kararıyordu. Etraflarını serin bir deniz havası keskin rayihasıyla sarmıştı. Deniz uzakta, bir pervane sesiyle homurdanıyor, arkalarında Tarabya’ya doğru bir gümüş incilasıyla halim ve munis temevvüçleriyle akıyordu.

Tekrar kürek başladı. Süreyya ara sıra Suat’a dümeni anlatıyordu. Suat “Böyle mi?” diye itaat ediyordu. Servi Burnu’na kadar böyle yükseldiler. Necip “Tamam on sekiz dakika!” dedi. Biraz daha gayret ettiler.

Suat “Siz gurubu görmüyorsunuz ki” diyordu. Şimdi Büyükdere Koyu bir incila-yı ateşinle kadifelenmişti. Güneş Bendler’in vadisi üstüne iyice inmiş, köşe bucağı dumanla, zulmetle malamal olan hadaretlerin fevkinde dumanlarla boğuşarak, hunin, ebralude, bütün kursuyla titreyerek nüzul ediyordu.

Necip “Nur içinde yüzüyoruz!”, dedi. Suat ilave etti: “Duruyoruz demek icap eder.” Tekrar küreğe asıldılar. Dalgalardaki elvan gittikçe morararak sönüyor, deniz bir cam rükuduyla uzanıyordu.

Arkalarında tufandan gelme bir ses inledi. Hep birden uyandılar, mehip bir geminin bir canavar, bir kıta-yı arz savletiyle üzerlerine doğru geldiğini, pervanenin kestiği suyun mehip bir şelale homurtusuyla inlediğini gördüler. Suat sararmış, dümeni şaşırmıştı. “Aman vallahi battık!” diyordu. Süreyya’nın verdiği kumandayı yanlış yapıyordu. Süreyya sıçradı, dümeni bastı, küreklere sıkı asıldılar ve gemi ancak on metre açıklarından, kestiği suyun içinde tahtülarz gürültüler çıkıyor gibi korkunç, canavarca geçti. Süreyya Suat’a gemiyi göstererek “İşte erkekler olmasa kadınlar ne olurdu? Bak...” dedi.

Suat başını sallayarak “Zarar yok, yok fakat yalnız kalsam bu tekneyle ben buraya çıkmazdım ki” diyordu. Necip “İşin doğrusu yine benim söylediğimdir. Ne biri, ne diğeri” dedi.

Yenimahalle daha uzun sürdü.

Eve girdikleri zaman yorgunluğun, intizarın sevkiyle o rahat hepsine adimüttasavvur bir saadet gibi oldu. Yemek bir buçuğa kadar bekleyen mideler tarafından kemal-i minnettariyle kabul edildi. Necip’le Suat bir olmuşlar, sandal bahsini bir tarafa itmişlerdi. Bunun için Süreyya hiç o bahse yanaşamıyor, onların yanında hep mağlup oluyordu. O asıl “Bugün aksi oldu, bir de rüzgârlı havalarda” demek istiyordu fakat Suat “Bir daha mı? Bizi elbet bu kadar safderun zannetmezsin!” diye gülüyordu. Süreyya “Size akşama kadar burada oturup onda gidelim demedim mi ya? Herkes bilir ki rüzgâr guruba doğru söner” demek istiyor fakat Suat’ın çatalını kaldırıp “Sükût!” diye tahakkümüne gülerek razı oluyor, boynunu bükerek “Hakkınız var” diyordu.

Yemekten sonra yine bu bahis oldu. Suat sandalı, yelkeni, denizi, rüzgârı hep Süreyya’ya veriyordu. Öteki kemal-i şükranla kabul ederek yalnız gezmenin iyiliğini anlatıyor, perestiş ettiğini söylüyordu, “Sen evinde otur da muhallebi pişir” diyordu.

Kamer bu gece hilal-i masumuyla o kadar saf ve bakir, deniz o derece rakit ve atlastı ki sükût ve hayret galebe etti. İnce hatt-ı nuruyla lacivert semanın amakından
lacivertleşiyor, nuruna biraz zulmet sereyan ediyordu. Sonra mavi dumanlar doluyordu. Uzun uzun bu dumanların altında âşıkâne kamere bakan duradur tepelerin hüznüne karşı sükût ettiler. Mehtap balkona çatının gölgesinden geçerek sönük ve muhtazır girebiliyordu. Birbirlerini bir gölge gibi fark ediyorlardı.

Süreyya bir uzun sandalyeye uzanmış, gözlerini bir yere dikmiş, düşünüyordu. Suat balkonun bir direğine dayanmış bakıyordu. Necip bu ılık gecenin nefesleriyle gelen gaşy içinde dalgın, bütün bugünkü tefekküratından geçip neticede karar kılarak öyle bir kadın için derin iştiyak hisleri içinde dalıyor kalıyordu. “Uyuyor musun?” diye bir sesin fısıldadığını hissetti, titredi, Suat’ın hitabına başını kaldırıp bakınca bunun kendine değil, zevcinin sandalyesine eğilmiş, ona sorduğunu gördü.

Bu seste öyle bir hararet-i deraguş, öyle hatırat-ı ezvakla lerzan bir aheng-i mahremiyet vardı ki bütün bu zevç ve zevce samimiyet ve saadetini gösteriyordu. Birbirine böyle “sen” diye hitap etmenin bahtiyarlığını şimdi anlamış, kendine hitap ediyor zannettiği Suat’ın sesindeki hararet onu eritmişti. Şimdi bu hitabın kendine olmadığını anlamaktan mahzun, makhur oldu. Ah bulsaydı, kendine de bu sesle, bu nazarla “sen” diyecek kadını bulsaydı!

Onlar zulmet içinde birbirinin koluna girmişler, “Müsaade var mı?” diye çekilmek için ondan izin istiyorlardı. Yalnız kaldığı zaman kalkıp ilerledi, balkonun kenarına dayandı; “Evet, bu nazarı, bu sesi, bu kadını bulabilsem” diye tekrar etti.

Etraftan sereyan eden beyaz bir sis hattı sahillerin yanından alçak, bati, sokuluyor, deniz hatt-ı simin-i mehtap altında karanlık, vahşi, sükût ediyordu. Bu sükûtun içinde, zulmet içinde donuk beyazlığı fark edilen sisle ötede iltima eden gümüş hatta karşı muzlim bir ses, bir ishakın feryadı, muntazam, enindar sürükleniyordu. Birdenbire kendini bu yalnız sesle, sesin enin-i deruniyle o kadar uygun buldu ki uzun uzun onu dinledi.

“Evet, tıpkı ben” diyordu, “eğer bütün ıstıraplarım bir ses bulsaydı, hiç şüphe yok ki bu kadar vahşi, bu kadar merdümgiriz, bu kadar bedbaht olur, bu kadar meyus ve muzlim olurdu.”

Ve tekrar yatmak, tekrar yalnız odasına gidip uyumak lazım geliyordu. Bu hayat ona an-ı idamını bekleyenlere mahsus bir betaet-i katilaneyle geliyordu ve nasıl onların ruhu ara sıra birdenbire yerlere sürünerek ölen ümid raşeleriyle çırpınırsa, kendinde de deruni bir raşe, ruhunda birdenbire tarümar olan bir emel, bir kadın emeli o sesin, o nazarın kadını hakkında bir muvaffakiyet arzusu titriyor, titriyor, onu bitap bırakıyordu.

Loading...
0%